Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
İş çıkışı adımladığım Piyatnitskaya Caddesi akşam keyfine
hazırlanıyor. Tadını çıkaracaklara mükemmel bir yaz gecesi müjdeliyor
şimdiden.
Yağmurlu günlerden sonra kalabalığın coşkusu hercai
menekşeler gibi patlıyor. Kimi mekanların önünde başlayan müzik performansları
halka halka çekiyor kalabalığı. Neşeli konuşmalar matematiği henüz kağıda
dökülmemiş gizemli bir müzik gibi gökyüzüne yükseliyor.
Şimdilik yürümeyi tercih ediyorum ve Balçuk Caddesinin
solundan Büyük Moskova Nehri Köprüsüne çıkıyorum. Kalabalığın arasına
karışmadan, GUM’un arka tarafından Nikolskaya Caddesine yöneliyorum.
Nikolskaya Caddesi hep farklı geliyor nedense. Işıklı bir
renk cümbüşü içindeki asılı süsler mi sebebi bilmiyorum.
Oturup bir kahve içmeye karar veriyorum. Seçtiğim kafede
dışarıdaki masalar dolu olunca içeriye, cam kenarına oturuyorum.
Henrich Böll’ün köprüden geçenleri saymakla görevlendirilen
ama sevdiği kızı istatistiklerden sakınan kahramanı geliyor aklıma. Böyle bir
kalabalıkta insanları saymak anlamsız tabi. Kimi saymazdım diye bakıyorum bir
an. Hangi birini deyip, vazgeçiyorum.
İçeride, hemen yanımda iki yaşlı teyze oturuyor.
Tatlılarla, çaylarla masayı donatmışlar deyim yerindeyse. Bir an için göz göze
geldiğimiz teyze masadaki tatlı bolluğunun dikkatimi çektiğini fark etmiş
olacak ki, “Biz artık bu dünyadan ne götürebiliriz, ona bakıyoruz” deyip
gülümsüyor. Öbürüyse arkadaşının bir yabancıya yaptığı bu espriden memnun
olmuşa benziyor.
Gülüyoruz. Onların bu güzel halleri hoşuma gidiyor aslında.
Buna rağmen hikâye arayan biri gibi “Kimse bu dünyadan bir şey götüremez, her
şey burada kalıyor”, deyip fitili ateşliyorum.
Şaka mı yapıyorum yoksa bir kafa tutma hali mi benimki
anlamaya çalışıyorlar önce. Gün görmüş teyzeler bunlar. Birbirlerine
bakıyorlar. Ak saçları bir savaş gazisinin göğsündeki madalyalar gibi duran ya
da bir yaşam anıtının gösterişli süsleri gibi göz alan teyze söze giriyor:
“Beyefendi siz gelsenize bizim masaya.”
Birbirine kur yapan gençlerin ya da yetişkinlerin masa
birleştirme anlarına şahitliğim olsa da Moskova’da, şaşırıyorum duruma. Yine de
tereddüt etmiyorum. Garsona işaret edip geçiyorum masalarına. Teyze sataşıyor
tatlılıkla:
“Demek bu dünyadan bir şey götürülmez diyorsun? Öyle mi?”
Bir an için susuyorum ve dışarıya bakıyorum.
Teyze “Daldınız?”, diyor.
“Birden kalabalığın içinde Tolstoy’u gördüm gibi geldi de.”
“Ne? Buralarda Stalin ve Lenin'i görürsün ama
Tolstoy’u görmek mümkün değildir, nereden çıkardın bunu? Onlar da turistlerin
fotoğraf merakı için böyle giyinenler, biliyorsun işte.”
“Peki ama neden Tolstoy yok örneğin, o daha önemsiz biri
değil ki?”, deyip tartışmayı alevlendiriyorum yine. Ama teyzenin asıl sorusu
aklımda.
“İnsanlar politikayı daha çok seviyor belki, liderleri
herkes bilir sonuçta. Bir de Kızıl Meydan, Kremlin olunca, onların buralarda
olması daha mantıklı.”
Diğer teyze söze giriyor bu sırada. İnce yüzlü ak saçlı
teyzenin tersine o daha tombulca. Kocaman gözlükleri var bir de.
“Bu liderler sıradan kimseler değil, bir de toplumu
böylesine değiştiren ve dünya tarihine etki eden kimseler.”
“Evet bu doğru”, diyorum.
Gözlüklü teyze devam ediyor.
“Yalnız turistler böyle gelmeye devam ederse, Yasnaya
Polyana’da ya da Park Kulturi metro istasyonunun arka tarafındaki evinin
oralarda Tolstoy’u da görebiliriz yakında.”
“Benim kastettiğim onu fiziken görmek değildi ama”,
diyorum.
Ak saçlı teyze söze giriyor yine.
“Sen benim sorumu geçiştirdin, cevap ver önce.
Bu dünyadan hiçbir şey götürülemez diyordun. Sonra Tolstoy’u gördüğünü
söyledin.”
“Yani sorunuzu düşünürken Tolstoy gelmişti aklıma da o
yüzden öyle dedim. Bir söz vardır, dünya malı dünyada kalır, diye. Yani hayat
boştur bir bakıma. Ne götürebiliriz ki?”
“Peki Tolstoy ne diyor bu konuda, onu düşündüğüne göre!”
“Tolstoy Hz. Süleyman’ın “boştur boş” sözünü çok gündeme
getiriyordu.”
“Dünyadaki her şey bu kadar anlamsız mı yani?”
“Bilmem ki, siz benden daha büyüksünüz.”
“Eh, bizim de fikirlerimiz var ama Tolstoy ne diyor sen onu
söyle önce.”
“Biliyorsunuz Tolstoy hayatın anlamına dair bir şey arıyor
ama sonunda bir cevap bulamıyor. Hayatın anlamı yok, hayat bir derttir diyor,
daha doğrusu bu akılla kavranacak bir şey değildir, o yüzden sonunda inanç
kavramını gündeme getiriyor. Yani bizim hayatın büyük dert olduğunu bilip de
buna katlanmamız ve yaşamaya devam etmemiz inançla ilgili Tolstoy’a göre.”
Bu sırada büyük gözlükleri olan teyze eliyle gözlüklerini
ileriye doğru iterek dikkatle bakıyor.
“Immanuel Kant da bu tür sorulara kesin bir yanıt
getirilemez diyor ya zaten. Gerçi Hegel’e göre her şey öğrenilebilir ama insan
bilgisi kuşaktan kuşağa değişim gösterir, mutlak bilgi diye bir şey yoktur.”
Teyzenin bu çıkışı şaşırtıyor beni. Hatta tekinsiz bir
atmosfer doğuyor neredeyse. “Nereye düştük” diyorum kendi kendime.
Bu sırada “İnanç derken kastettiğiniz ne?”, diye soruyor ak
saçlı teyze.
“Yani neye inanırsan inan bence, yeter ki bizi yaşatan bir
şey olsun.”
“Bizi yaşatan bu tatlılar evladım, iyi geliyor, hem bu
saatten sonra kilo milo fark etmez”, deyip gülüyor, gözlüklü teyze.
Fakat ak saçlı teyze ifadesine ciddiyet yükleyip söze giriyor
yeniden.
“Beyefendi siz bizim Tolstoy’u bilmediğimizi düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz. Tolstoy’a göre hayatın boş olduğunu düşünüp bununla baş etmeye
çalışanların yöntemlerinden biri de epikürcü yoldur. Yani insan hayatın
anlamsızlığını bilse de sunduğu nimetleri tatmaya ve yaşamın zevkini sürmeye
devam eder. Bu dünyadan ne götürürse götürmeye çalışır bir bakıma. Yine de
şurada oturup bir tatlı yedik diye bu anlayışı benimsediğimizi söylemiyoruz
tabi.”
Tartışmadan galip çıktıklarını ima edercesine “Garsonu
çağıralım tatlıları beyefendi ödesin”, diyor gözlüklü teyze.
Hep beraber gülüyoruz. Teyzeler beni şaşırtıyor gerçekten.
Misafir olduğumun ve önemli olmasa da hesabı bana ödetmeyeceklerinin
farkındayım.
“Evet devam et delikanlı, cevabın ne olacak?” diye soruyor
aklı saçlı teyze.
“Ama siz zaten her şeyi biliyorsunuz ve beni
konuşturuyorsunuz gibi geldi.”
Gözlüklü teyze söze giriyor.
“Yok evladım, sen olmasan biz bunları nerede konuşacaktık,
hatırlamazdık bile, ben emekli felsefe öğretmeniyim, kuzenim de edebiyat
öğretmeni idi. Sayende farklı bir gün yaşıyoruz işte. Bu tatlı düşkünü
yaşlılardan her şey beklenir zaten.”
Ak saçlı teyze bir kez daha ciddileşerek “peki hep
Tolstoy’dan bahsettin, sen ne diyorsun bu hayat ve ölüm konusuna.”
“Bunlar büyük düşünürlerin bile zorlandığı şeyler ben ne
diyebilirim ki?”
“İşte ben de onu diyorum ya, ne diyebilirsin bir dene
bakalım.”
“Tolstoy dert olduğunu söylese de hayat çok güçlü bir şey
ve insanların ölüm ötesine dair bir bilgisi yok henüz. Ölümlülük kabul
edilemiyor. Cennet fikri bile hayata bir övgü.”
Gözlüklü teyze eliyle gözlüklerini ileri iterek, “Eh biraz
öyle tabi”, diyor.
Bu sırada “Lavaboya gidip geleceğiz” diyorlar. Kadınların
bu beraber lavaboya gitme durumu oldum olası ilginç gelmiştir. Fakat dönmeleri
uzun sürüyor nedense. Beklerken gelip geçeni seyrediyorum yine. 18. yüzyıldaki
Rus prensesleri gibi giyinmiş kızlar fotoğraf çektirmeye çalışıyor turistlerle.
“Bu kalabalığın bir matematiği var mı” diye bir soru geçiyor kafamdan.
Bunu düşünürken teyzeler dönüyor ve “Sen de tatlı ye” diye
ısrar ediyorlar.
“Peki, o zaman mödevik olsun”, diyorum.
“Ne oldu şimdi?”, diyor gözlüklü teyze. “Tartışma bitti mi,
nereye bağladınız?”
Ak saçlı teyze “bilmem ona sor” diyor, beni işaret ederek.
“Belki Tolstoy’dan bir şeyler hatırlar.”
Bakışları bana yöneliyor.
“Bizim Nazım Hikmet diye ünlü bir şairimiz yaşadı
Moskova’da. Belki de bilirsiniz. Bir şiirinde şöyle diyor, ne acayip
gücümüzdür, kahramanlıktır yaşamak, öleceğimizi bilip, öleceğimizi mutlak.”
“Evet tabi ki biliyoruz Nazım’ı diyor. Ee, devam et
bakalım.”
“Yani yaşam sihirli bir güç, bu doğru. Ama bu dünyadan bir
şey götürmek değil de ne bırakabiliriz diye bakmalıyız. Sizin de böyle
düşündüğünüzü biliyorum tabi ki. Mesela Tolstoy çalıştı, kitaplar yazdı ve bu
değerli düşünceleri bıraktı. Topraklarını bağışladı. Zenginliğinden,
hırslarından arındı ve fakirlerin arasında vakit geçirmeye başladı. Sevgiyi,
affetmeyi öne çıkardı.”
Ak saçlı teyze, “tamam evladım, söylev moduna geçme,
doğrudur söylediklerin, hem bak Tolstoy bize bakıyor camdan”, diyor.
Başta yaptığım gibi onun düşüncelerini akla getirmek gibi
bir ima olduğunu düşünerek cama bakmıyorum önce. Fakat herkesin aynı anda
dışarıya yöneldiğini fark ediyorum. Tolstoy orada gerçekten. En yaşlı haliyle,
kocaman sakalıyla orada. Ve elinde bir yazı tutuyor:
“İnsan yalnızca şimdinin içinde özgür.”
Tolstoy öyle duruyor. Kıpırdamadan, en ciddi haliyle orada.
“Peki tamam sadece bu nasıl oldu onu söyleyin”, diyorum.
“Biraz önce lavaboya gittiğimizde bir sürpriz planladık.
Çok yakında bir tiyatro var. Ve müdürü yeğenimdir, böyle bir kostüm zor değil
onlar için, ayrıca hazır kostümler oluyor”, diyor ak saçlı teyze.
“Şaşırdım gerçekten.”
“Bugünkü ilginçliklere biz de katkı yapalım istedik”, deyip
gülüyorlar. “Sen misin Onu gördüğünü söyleyen” dercesine.
Tolstoy’a el sallamak istiyorum ama çoktan ayrılmış
olduğunu fark ediyorum. Oraya gelip gelmediğini bir soru gibi imleyen tiyatrocu
zamanı kısa tutuyor belli ki.
Teyzelerden ayrıldıktan sonra kalabalığa karışıyorum.
Kafamda şimdi ve özgürlük kelimeleri bir lamba gibi yanıp sönüyor. Hegel’in
sözü geliyor aklıma: “İçinde olduğun şeyi onaylıyorsa nefsin, özgürsün!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder