Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
Dostoyevski belki de ilk blog yazarıydı. Yani onun devrinde
bilgisayar ve internet yoktu ama kendi dergisini çıkarıyor ve abonelerine
dağıtımını sağlıyordu.
Başka bir dergideki yazıları dışarıda tutulursa, 1876’dan
1881'deki ölümüne kadar çıkardığı “Bir Yazarın Günlüğü” adlı dergisinde edebi
konular yanı sıra, din, ahlak, adalet, dış politika, toplumsal konular,
gündelik sorunlar gibi çeşitli konulara değiniyordu. Aynı zamanda öykülerine
yer veriyordu.
Rus klasik yazarlarının genelde dönemlerinin toplumsal
sorunlarına hayli duyarlı olduklarını biliyoruz. Zaten aksi mümkün de değildi.
Çünkü normal zamanlar sayılmazdı. Fakat Çarlık sisteminin bu son yıllarında
birbirinden oldukça farklı görüşlerin rahatça dile getirilebildiği de
anlaşılıyor.
Tolstoy büyük ses getiren romanlarından sonra doğu ve batı
bilgeliğini birleştirmeye, insanlık için yeni bir ahlak yolu bulmaya
çalışıyordu. İnsanları kötülüklerden, hırstan, bencillikten, sömürüden
kurtaracak bir arayış içerisindeydi. Evrensel ölçüde düşünüyor, bütün insanlığı
gözetiyordu.
Dostoyevski’de ise daha çok Slavcı görüşler hakimdi.
Günlüklerinde öne çıkan temel konular aslında Türkiye gibi ülkelerin de
tarihsel olarak hep tartıştığı sorunlarla ilgiliydi. Batılılaşma düşüncesi,
aydınlar ve halk arasındaki mesafe, toplumda yabancı dil kullanımının yarattığı
sorunlar, kültür ve eğitim sorunları, kadınlar, ulusal bilinç gibi konular öne
çıkıyordu yazılarında. Fakat örneğin Ruslara, Avrupalılara, Türklere,
Yahudilere ilişkin düşüncelerini de açık bir şekilde ve tepkileri göz alarak
dile getirdiği oluyordu.
Bu çerçevede oldukça kapsamlı olan günlüklerinde ilginç
bulduğum bazı noktalara değinmek istiyorum.
Dostoyevski Hristiyan erdemleri ve İsa’nın yalnızca
Ortodokslukta korunduğunu söylüyordu. Ortodoksluğu Rus olmanın bir unsuru gibi
görüyordu bir yerde. Rus ruhunu gündeme getiriyor, ideal bir halka yanıt
arıyordu. Şu ifadelere yer veriyor günlüklerinde:
“Hayır, halkımızı nasıl olduğuyla değil, nasıl olmak
istediğiyle yargılayın. Ülküleri güçlü ve kutsaldır, acılar ve zorluklar
döneminde onu kurtaran bu ülküleri olmuştur…”
Dostoyevski batılılaşmaya karşı bir tutum içerisindeydi.
Petro reformlarını iyi karşılamıyor, aydınlarla halk arasındaki mesafeye
kızıyor, bunun nedeninin batılılaşma düşüncesi olduğunu ileri sürüyordu.
Aslında Dostoyevski Petro reformlarının getirdiği dinamizmin de farkındaydı
kanımca. Batılaşma düşüncesini eleştirse de Avrupa’nın birleşmesi ve
evrensellik kavramlarından da söz ediyordu.
Zaman zaman edebi eleştiriler ve değerlendirmelere de yer
veren Dostoyevski büyük bir Puşkin sevgisine sahipti. Lomonosov ve Gogol’a da
büyük önem veriyordu. Şu ifadeler var günlüklerinde:
“Bir Rus yazarı ne ondan önce ne de sonra Puşkin gibi
halkıyla böylesine içten ve kardeşçe yakınlaşmamıştır…Kesin olarak
söyleyebiliriz, Puşkin olmasaydı ardından gelecek usta yazarlar da
olmazdı…Petro reformlarından Puşkin’e gelene kadar hiç yüzüne bakılmayan
halkımıza gerçek bilinçli dönüşümüz sadece Puşkin’le başlamıştır.”
Hep merak ettiğim şeylerden biri Tolstoy ve Dostoyevski’nin
birbirlerine tutumu olmuştur. Stefan Zweig “Tolstoy her şeyi itiraf etti ama
Dostoyevski’ye olan tutumu itiraf etmedi” der.
Dostoyevski ise Tolstoy’dan hep ihtiyatla bahsediyor ama
onun büyüklüğünü teslim etmek zorunda kalıyor sanırım. Anna Karenina’ya uzun
uzun değiniyor. Şöyle diyor sonunda:
“Edebiyatımızda böylesine güçlü düşünceleri yansıtan
yapıtlarımız varsa neden zamanla kendi bilimimiz, toplumsal ve ekonomik
çözümlerimiz olmasın.”
Dostoyevski’nin en ilginç yanlarından biri de savaşla
ilgili görüşleri. Tabii savaşı bir toprak elde edilmesi meselesi olarak
görmüyor. Şu ifadelere yer veriyor:
“Savaş çürümüşlüğün batağında tinsel acılar içinde
otururken soluduğumuz o zehirli havayı temizleyecektir.”
Aslında 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısı Rusya’da büyük
sorunların yaşandığı bir dönem malum. Çarlık sisteminin çözemediği
konular, özgürlük talepleri, sosyalist fikirler, ağır ekonomik koşullar,
topraksız köylüler, komşularla yaşanan sorunlar damgasını vuruyor bu
döneme. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu ve diğer komşular ile Rusya
arasındaki sorunlar nedeniyle savaş konularına da fazlaca değiniyor
Dostoyevski. “İstanbul bizim olmalıdır”, hatta “bizim olacak” gibi ifadeler
kullanıyor. Genel olarak Türklerle ilgili de bazı görüşleri var. Ama bu tür
düşüncelerine katılmak mümkün değil tabi. Bu konudaki fikirlerini o dönemin
savaş ortamı psikolojisine bağlamak gerekir belki de. Ama Dostoyevski’ye şunu
söylemek isteriz ki, biz Türkler yüce gönüllüyüzdür. Yazarların sanatlarını ve
fikirlerini birbirinden ayırmasını biliriz. Fikirler zamanın ruhuna göre
sivrileşebiliyor maalesef. Milletimizin bir ferdi olmaktan gurur duyuyoruz
muhakkak. Sonuçta bize düşen her şeye insani bakmak ve kardeşlikten
yana olmak.
Güzel eserlerini okumaya devam edeceğiz Dostoyevski’nin.
Yapı Kredi Yayınlarından çıkan yaklaşık 1200 sayfalık “Bir Yazarın Günlüğü”
adlı kitap ilginç bir eser gerçekten. Çevirmen Kayhan Yükseler’in emeğine
sağlık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder