Moskova

Moskova

11 Şubat 2015 Çarşamba

Güneş Çarpması- Bunin / Öykü

Kaynakhttp://www.moskovalife.com/

Sinema tarihinin en büyük yönetmenlerinden A. Tarkovski’nin 1970-1986 yılları arasında tuttuğu günlüklerinde küçük bir anket vardır. 3 Ocak 1974 tarihli. 17 sorudan oluşan bu anketteki “En sevdiğiniz öykü?” sorusuna tek bir öykü adı veriyor: Solneçnıy Udar- Bunin. –Güneş Çarpması- Bunin.Tarkovski tam bir Bunin hayranıdır. Günlüklerin devamında sık sık bunu da dile getirir ve bir yerde şöyle der: ”İçimde sanki Bunin’le kardeşmişiz gibi bir duygu var.”

GÜNEŞ ÇARPMASI

Yemekten sonra sıcak, parlak ışıklarla aydınlatılmış yemek salonundan çıkıp geminin güvertesine geldiler; tırabzanların yanında durdular. Kadın gözlerini kapadı, avucunu yanağına bastırdı ve güldü. Bu çekici kadının gülüşü sade ve güzeldi; diğer başka her şeyi gibi.

“Sanırım sarhoş oldum,” dedi. “Siz nereden çıkıp geldiniz? Üç saat öncesine kadar sizin varlığınızdan haberim bile yoktu. Bu gemiye nereden bindiğinizi bile bilmiyorum. Samara’dan mı? Neyse, sanırım bir önemi yok… Benim başım mı dönüyor, yoksa gemi mi dönen?”

Karanlık ve uzak ışıklar önleri sıra uzanıyordu. Derken ışıklar iyice kayboldu ve karanlığın içinden yoğun, tatlı bir meltem gelip yüzlerine çarptı. Gemi yön değiştirmiş – sanki gururla Volga’nın ne kadar geniş olduğunu gösterircesine büyük bir kavis çizerek- ve küçük bir limana yanaşıyordu.

Teğmen kadının ellerini tutup dudaklarına götürdü; küçük, bronzlaşmış eller güneş kokuyordu. Alaca renkli elbisenin altındaki teni hayalledi teğmen: Her bir yeri eşit derecede bronzlaşmış olmalıydı. Çünkü kadın ona Anapa’dan geldiğini, orada kumsalda, sıcak güney güneşinin altında tam bir ay geçirdiğini söylemişti. Hayalledikçe teğmenin kalbi korku ve zevkle atar hale geldi.

“Hadi gelin. Burada inelim,” dedi.

“Nereye?” diye sordu kadın. Şaşırmıştı.

“Bu limanda inelim.”

“Neden ki?”

Yanıt vermedi teğmen. Kadın sıcak yanağını tekrar eline dayadı.

“Delilik…”

“Hadi inelim,” diye yineledi teğmen. “Yalvarıyorum size.”

“İyi, pekala, “ dedi kadın dönerek, “Sizin dediğiniz olsun…”

Gemi loş bir şekilde ışıklandırılmış limana hafifçe çarpıp sendelediğinde az kalsın birbirlerinin üzerine düşeceklerdi. Palamar başlarının üzerinden geçti; motorlar gürültüyle çalışıp gemiyi iskeleye doğru ittikçe deniz sanki kaynıyormuş gibi görünüyordu. İskele tahtaları gürültüyle açılıp karaya düştüğünde teğmen çantaları almak için acele etti.

Kısacık bir sürede limandaki ‘uyuklayan’ küçük ofisten çıkmışlar, bileğe kadar batan kumlu yoldan karşıya geçip tozlu bir at arabasına binmişlerdi bile. Tek kelime bile konuşulmamıştı. Dağın eteğindeki tozlu, birkaç –o da yamuk direkli- lambanın aydınlattığı yokuşu çıktıkça yol sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Nihayet tepeye ulaştıktan sonra taş döşeli anayoldan devlet dairelerinin, saat kulesinin, meydanın yanından devam ettiler. Hava sıcak ve bir vilayetin yaz gecesinin kokularıyla doluydu. Sürücü arabayı bir otelin ışıklandırılmış girişinde durdurdu. Açık kapıların arasından eskimiş, dik, tahta basamaklar görünüyordu. Yaşlı, sakalları uzamış, kocaman ayaklı, pembe bir gömlek ve frak giyinmiş asık suratlı bir otel çalışanı valizleri alıp basamakları çıkmaya başladı. Oldukça havasız ve hala gündüzden kalma sıcağı barındıran büyük bir odaya girdiler. Pencereler beyaz perdelerle kapatılmıştı. Şöminenin üstünde kullanılmamış iki büyük mum duruyordu. Adam valizleri bırakıp kapıdan çıkar çıkmaz teğmen ateşli bir şekilde kadına doğru fırladı ve ikisi de yıllar sonra bile hatırlayacakları bir esriklik içinde öpüşmeye başladılar. Böyle bir şeyi daha önce ikisi de yaşamamıştı.

Kilise çanları ile, otelin bitişiğindeki çarşıda alışveriş edenlerle, saman, katran ve Rus kentinin başka kekremsi kokularıyla dolu bir hava ile gelen sabah; güneşli, keyifli ve saat daha on olmasına rağmen sıcak bir sabahtı ve o zarif, adı sorulduğunda şakayla karışık söylemeyi reddeden ve kendisine “güzel yabancı” diyen o kadın da gitmişti artık. Çok az uyumuşlardı. Ama beş dakikalık bir banyodan ve giyindikten sonra yatağın yanındaki paravanın arkasından geldiğinde hala on yedi yaşındaki bir genç kız gibi dinç ve taze görünüyordu. Sıkıntılı ya da utanmış mıydı? Hayır, hiç de değil. Tersine önceki gün kadar mutlu ve kafası rahattı.

“Hayır, hayır tatlım,” diye yanıt verdi teğmen seyahati beraber yapmalarını önerdiğinde. 

“Sen burada kalmalı ve bir sonraki gemiyi beklemelisin. Eğer beraber gidersek her şeyi mahvetmiş oluruz. Benim için hoş olmaz. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla senin hayal ettiğin insana benzemiyorum. Böyle bir şey bana nasıl oldu anlamıyorum, oysa düşüncesi aklımdan bile geçemezdi. Aklımı kaybetmiş olmalıyım. Ya da ikimizi de güneş çarpmış olmalı.”

Nedense teğmen kolayca boyun eğdi bu söze ve onunla birlikte biraz da kaygısız bir şekilde limana kadar gitti. Pembe renkli buharlı gemi Samolyot* tam ayrılmak üzereydi ki yetiştiler. Kalabalığa aldırmadan güvertenin ortasında kadını öptü teğmen ve tam iskele tahtası çekilirken gemiden geri, karaya atladı.

Otele dönerken tasasız, mutlu bir ruh hali içindeydi. Fakat geldiğinde bir şeyler değişmişti. Oda biraz önce kadının içinde olduğu odadan daha farklı görünmüştü gözüne. Hala onunla doluydu ama aynı zamanda da bomboştu. Ne tuhaf! İçerisi hala onun o İngiliz parfümü kokuyor, yarısına kadar çayını içtiği fincan tepsinin ortasında duruyordu. -Gelgelelim gitmişti işte! Aniden gelip saran bir özlem ve incinmişlik içinde aceleyle bir sigara yaktı ve odanın içinde yürümeye başladı.

“Ne garip bir macera!” dedi yüksek sesle, bir yandan gülüyor bir yandan da gözlerinin dolduğunu hissediyordu. Dürüstçe söylemeliyim ki ben asla senin hayal ettiğin insana benzemiyorum. Ve ardından da çekip gitti.

Paravan yana doğru çekilmişti; daha biraz önce içinde yattıkları o yastıklara, çarşaflara bakmaya cesaret edemeyeceğini bildiği için paravanı bozulmuş yatağın önüne doğru çekti. Sokaktan geçen arabaların gıcırtılarını, pazardan yükselen insan seslerini duymamak için pencereleri kapattı. Beyaz tül perdeleri çekip kanepeye oturdu. Evet, hepsi bu: Bir gezginin macerasının sonu. Artık çok uzaklardaydı; geminin her yeri pencereli, beyaza boyanmış salonunda veya güvertede oturmuş, güneşin altında parlayan devasa nehir dalgalarına, sarı kumlardan oluşmuş sahil kıyılarına, nehirde dolaşan sallara, Volga’nın bitimsiz, parıldayan suların ufukla birleştiği uca bakıyor olmalıydı.

Hoşça kal! Bir hoşça kal dersin ve hepsi bu kadardır, her zaman ve sonsuza kadar... Tanrı bilir bir daha nerede karşılaşacaklardı? “Asla bir kocası, üç yaşındaki kızı ile normal bir yaşam sürdürdüğü bir kentte karşısına çıkmayacağım,” diye geçirdi aklından. Yasak bir kent olarak canlandı orası gözünde birden. Ve onun o yasak kentte, o yalnızlık dolu yaşamını, sık sık o kısacık birlikteliklerini, teğmenin onu bir daha görmeyecek olmamasına rağmen yine de karşılaşma ihtimalini hatırlayarak yaşadığını düşünmek… Bu düşünce teğmeni adeta sarstı. Hayır, böyle olamaz! Bu çok zalimce, imkansız ve delice bir şeydi. Hayatının manzarası –acılı, onsuz geçirdiği onca anlamsız yıl- bir anda adamı korku ve umutsuzluğun içine çekti. “Tanrı aşkına!” diye söylendi ve gözlerini paravanın arkasındaki yataktan kaçırmaya çalışarak tekrar odanın içinde volta atmaya başladı. “Ne oluyor bana böyle? Onda bu kadar ne buldum ki? Dün olanlar gerçekte neydi? Evet, bir çeşit güneş çarpması olmalı bu! Ve şimdi bu artakalmışlık içinde onsuz tek başımayım. Bugünü nasıl atlatacağım?”

Onunla ilgili her şeyi hala anımsıyordu; en küçük şeyleri, en önemsiz detayları bile-yanık teninin kokusu, elbisesini, dik vücudunu, coşkunluk dolu sesini… Tüm kadınlık cazibesi ile verdiği o enfes zevklerin izleri hala yoğun bir biçimde duruyordu teğmenin ruhunda ama o duygular da şimdiden anlam veremediği yabancı bir duygu tarafından gölgelenmekteydi. Dün kadınının peşindeyken böyle bir duygunun gelip yakasına yapışacağını asla tahmin edemezdi. Sıradan bir karşılaşma diye düşünürken, beraberken böyle bir duygunun geleceğinin tek bir işareti bile yoktu -ve şimdi ona ne hissettiğini söylemenin imkansızlığı. 

“Öyle bir imkanım asla olmayacak,” diye düşündü. “En kötüsü de bu. Bir daha asla onunla konuşamayacağım bile. Peki şimdi ne olacak? Atıp kurtulamayacağım hatıralar…

Dindiremediğim acı…Tanrı’nın unuttuğu bu kente saplanıp kalmış, bitmek bilmeyen gün. Ve içinde onun olduğu pembe gemi uzaklaşırken suları güneşte parlayan Volga!”

Bir şekilde kendini toparlamalıydı. Zihnini bir şeyle meşgul etmeli, bir yerlere gitmeli, ilgisini çekecek bir şeyler bulmalıydı. Karalı bir tavırla şapkasını giydi, at binerken kullandığı kırbacını aldı, mahmuzları çın çın öterek hızla boş koridorlardan geçti. “İyi de nereye gidiyorum ki?” diye sordu kendine o dik ahşap merdivenleri inerken. Temiz, kolsuz bir palto giymiş genç bir sürücü sakin sakin sigarasını tüttürerek otelin kapısında bekliyordu. Teğmen ona şöyle bir baktı: “Nasıl oluyor da bu adam böyle arabasında oturup sigara içebiliyor, böylesine sakin, umarsız ve tevekkül içinde bekleyebiliyor?” Bu kentte kendini sefil, berbat durumda hisseden tek kişi ben olsam gerek,” diye geçiriyordu aklından pazar yerine doğru yürürken.

Pazar dağılmak üzereydi ve çoğu satıcı çoktan gitmişti bile. Yine de giden atların bıraktığı dışkıların arasında, salatalık yüklü araba ve kağnıların, sergilenen yeni yapılmış çanak çömleklerin arasında yürümeye devam etti. Ve her şey – salatalığın en kralı beyler! diye bağırarak kafa şişiren adamlar, yerde oturmuş ellerindeki çanak çömleği kaldırıp çatlak olmadığını göstermek amacıyla parmaklarıyla vurarak dikkatini çekmeye çalışarak yanlarına gelmesi için birbiriyle yarışan kadınlar- her şey, hepsi çok aptalca ve anlamsız göründü ve hızla bir kiliseye doğru kaçtı, içeri girdi. Koro büyük bir neşe, inanç ve görevlerini istekle yerine getiriyor olmanın farkındalığı içinde ilahi okuyordu. Buradan sonra dağın öte yamacında kalmış, bakımsızlığa terk edilmiş küçük bir bahçeye geçip daireler çizerek dolaştı. Aşağında nehrin bitimsiz uzantısı çelik gibi parıldıyordu…

Omzundaki kayışlar, düğmeler o kadar ısınmıştı ki dokunmak imkansızdı. Şapkasının içi terden sırılsıklam olmuştu. Otele dönüp aşağı kattaki serin, geniş ve boş olan yemek salonuna girince derin bir hoşnutlukla doldu içi. Aynı hoşnutluğu şapkasını çıkarıp açık pencerenin yanındaki küçük bir masaya oturduğunda da duyumsadı. Sıcağa rağmen az da olsa temiz hava giriyordu pencereden. Soğuk bir botvinya**sipariş etti. Her şey iyiydi. Her şeyde büyük bir mutluluk vardı. Sıcak bile; pazar yerinden gelen koku, bu küçük ve yabancı kent, hatta bu eski şehir oteli bile mutlukla doluydu. Ve bunların ortasında kalbi parçalara ayrılıyordu. Dört kadeh votka yuvarlayıp dereotlu turşulardan yedi biraz. Eğer bir mucize onu yarın geri getirmesine yardım etseydi, onunla bir gün daha birlikte olup her şeyi anlatmasına izin verseydi, sonrasında ölüme bile razı olacağını düşündü. Çünkü tüm istediği nasıl da büyük bir aşkla ve sefaletle onu sevdiğini göstermek, onu buna inandırmaktı… Ama ne için? Neden onu inandırsın ki? Neden her şeyi göstersin ki? Bilmiyordu ama bu kendi yaşamından bile daha değerliydi işte.

“Yaşamım tamamen alt üst oluyor,” dedi yüksek sesle ve bir içki daha koydu.

Çorba kasesini eliyle itti ve sütsüz bir kahve söyleyip, bu beklenmedik, aniden kapıldığı sevdadan kendini nasıl kurtaracağını çaresizlik içinde düşünmeye başladı. Türlü kaçış yollarını düşünebilse yine de kaçış diye bir şeyin imkansız olduğunu çok açık bir şekilde görebiliyordu. Yine birden ayağa kalkıp şapkasını, kırbacını eline aldı ve postanenin yerini sorduktan sonra aceleyle çıktı: Kafasında telgrafı yazmıştı bile: “Tüm ömrüm bugünden itibaren sizindir. Tamamen sizin. Sonsuza dek. Ben ölene kadar.”

Fakat eski, bodur bir binanın içinde olan posta merkezine yaklaştığında dehşet içinde durakaldı: Hangi kentte yaşadığını, bir kocası ve üç yaşında bir kızı olduğunu biliyordu ama ismini bilmiyordu. Akşam yemeğinde olsun otelde olsun birkaç kez sormuştu fakat yanıt vermek yerine o hep gülmüştü. Adımı veya kim olduğumu neden bilmen gerekiyor ki?

Postanenin yanı başındaki dükkanın camı fotoğraflarla doluydu. Uzun süre göz alıcı uzun favorileri, şişkin gözleri olan bir askerin resmine baktı. Kalın apoletleri vardı ve geniş göğsü tamamen madalyalarla kaplanmıştı. Mahvedilmiş bir kalbin karşısında nasıl da bu dünyadaki her şey berbat, kötücül ve bayağı bir biçime dönüşüyordu! –Evet, bunu işte şimdi anlıyordu- Güneş çarpmasının mahvettiği, fazla mutluluğun ve aşkın mahvettiği bir kalp… Yeni evlenmiş bir çiftin resmine baktı –Uzun bir frak ve beyaz kravatı ile esas duruşta bekler gibi duran asker tıraşlı genç bir adam ve kolunda ince tüllü gelinliğiyle karısı.- Bu tanımadığı, acı çekmeyen insanlara imreniyordu ve bunu onu ezdikçe ezdi; tekrar umutsuzca bir şeyler ararmışçasına caddeye yöneldi.

Peki ama nereye? Şimdi ne olacak?

Cadde tamamen boşalmıştı, tüm binalar birbirinin aynı gözüküyordu: Beyaz, iki katlı, büyük bahçeleri ama ruhu olmayan hepsi ticari ürün olan evler. Kalın, beyaz bir toz tabakası sokak kaldırımlarını kaplamıştı, hepsi de çıkmaz sokaktı ve hepsi de yakıcı, keyifli güneş ışıklarının altında sözlerle tarif edilemeyecek kadar anlamsızdı. Cadde uzunca bir süre gittikten sonra yükseliyor ve sonra birden alçalıyordu; sanki bulutsuz gökyüzüne boyun eğer gibi. 

Caddeden yansıyan parlaklık sayesinde ufuk gri bir renge bürünüyordu. Bu ona Sivastopol, Kerç, Anapa gibi güney illerini hatırlattı. Teğmen daha fazlasına dayanamıyordu; tökezleyerek, sendeleyerek, ışığın şaşılaştırdığı gözlerle bastığı yeri görmeye çalışarak geldiği yöne doğru sersem sepelek yürümeye başladı.

Otele geldiğinde Türkistan’da ya da Sahara’da yüzlerce kilometre yürümüş biri gibi bitip tükenmişti. Gücünün son damlasını da kullanarak büyük ve boş odasına tekrar girdi. Oda temizlenmişti. Komodinin üstünde unutulmuş saç tokasından başka ona ait olan ne varsa silinmişti. Ceketini çıkarıp aynada kendine baktı. Bıyıkları beyazlamış ve yüzü güneşten yanmıştı, hafifçe maviye bulanmış göz akları kararmış teninde dikkat çekiyordu. Sıradan bir subayın yüzüydü ama şimdi bezgin ve dağılmış gözüküyordu. İnce beyaz gömleğinden, gömleğin küçük kolalarından hem gençlik hem de derin bir hüzün akıyordu. Yatağa sırt üstü uzandı, tozlu botlarını yatağın ucundaki demire dayadı. Açık pencerelerdeki perdeler arada bir odaya giren, kavrulan metal bina çatılardan taşıdığı sıcakla daha da sıcaklaşan– etrafını saran tüm sessiz, parlak ve cansız dünyadan da gelen sıcaklık- hafif meltemlerle hışırdıyordu. Ellerini başının altına yerleştirdi ve gözlerini karşıya dikti. Dişlerini sıkıp gözlerini yumdu; ılık yaşların yanaklarından süzüldüğünü hissediyordu. Sonunda uykuya daldı.

Uyandığında akşam olmuştu, kızıl-sarı güneş perdelerin arkasında duruyordu, meltem kesilmişti, oda bir fırın kadar sıcak ve kuruydu. Bu sabah ve dün belleğinde yeniden canlandığında sanki her şey on yıl önce yaşanmış gibi göründü birden.
Acele etmeksizin kalktı ve yıkandı, perdeleri açtı, bir semaver çay ile hesabının getirilmesini istedi. Bir fincan limonlu çay içti. Ardından da bir araba istedi, valizlerini kapının önüne koydu, arabanın paslı, güneşte kavrulan koltuğuna oturduğunda valizlerini taşıyan adama beş ruble uzattı.

Sürücü neşeli bir şekilde “Sanırım dün gece sizi buraya getiren de bendim,” dedi dizginleri eline alırken.

Limana geldiklerinde Volga’nın üzerindeki yaz akşamı göğü çoktan koyu mavi karanlığa gömülmüştü. Nehir kenarı boyunca bolca asılmış farklı renkte lambalar yanıyordu, daha büyük lambalar ise yaklaşan buharlı geminin direklerinde asılıydı. Övünürcesine “Tam zamanında geldik,” dedi sürücü.

Teğmen ona da beş ruble bahşiş verdi, biletini aldı ve iskele tahtasına yürüdü. Her şey önceki gün gibiydi: Rıhtıma hafifçe çarpışı geminin ve küçük bir sersemleme, havada savrulan halatın birkaç saniyelik görüntüsü, geri vitese takılan motor, pervanelerden ileri doğru hareket eden nehir, gemi rıhtıma doğru hareket ettikçe kaynar gibi fokurdayan sular…Gemi bu sefer umulmadık şekilde hoş göründü: Güçlü ışıklarla aydınlatılmış güvertesi insanlarla doluydu, mutfaktan gelen yemek kokuları etrafı sarmıştı.

Kısa bir zaman sonra nehirle birlikte hepsi götürülüyordu işte, tıpkı onun da götürüldüğü gibi.
Yaz akşamı uzaklarda iyice kararmıştı: Yorgun bir kızıllık büyüdü, sudaki renkle soldu, titreyen dalgalar birbirinin ardından tek tük de olsa göründü ve arkalarında batan güneşin izlerini sildi – ve etrafı dolduran lambaların ışıkları çökmekte olan karanlığın içinde uzadıkça uzadı…

Teğmen güvertede tentenin altına oturdu; on yıl yaşlanmış hissediyordu.

* Samolyot: Buharlı geminin adı. Rusçada Uçak anlamına gelir.
**Botvinya: Daha çok yazın yapılan ve soğuk servis edilen bir çeşit Rus çorbası.


Çeviren: Behlül Dündar

10 Şubat 2015 Salı

Rusya'da Popüler Kadın İsimleri



İsimlerle ilgili olarak belki de Rusya’da ilk kez yapılan bir araştırmada birinciliği Yelena (ya da kısaca Lena) ismi aldı. Yalnız bu alışılmadık araştırmanın konusu "Kız çocuklara en çok hangi isim veriliyor" ya da "Rusya'da en popüler kadın isimleri hangisi" değil. Araştırma iki konuya ışık tutmak için “İmperiya Kadrov” Araştırma Merkezi tarafından yapılmış. Yanıtı ilk aranan soru, çalışma hayatında aktif ve ısrarlı olarak iş arayan kadınların isimleri olmuş. Sonuç, bu alanda en etkili ve girişken kadınların isimlerinin Lena olduğunu gösteriyor.

İkinci sırada Olga, üçüncü sırada Natalya var. Diğer isimler ise: İrina, Tatyana, Yulya, Yeketarina, Anna, Svetlana ve Mariya. Araştırmanın ikinci sorusu ise, “Başarılı bir iş hayatı olan kadınların ismi ne” olmuş. Lena bu alanda da birinci. İkinci sırada Natalya, üçüncülükte Olga var. Diğer isimler sırasıyla Yekaterina, Anna, Svetlana, İrina, Tatyana, Marina ve Tatyana. Sosyologlar ise bu sonucu “Rusya’da en mutlu kadınlar isimleri Lena olanlar” diye yorumlamış.

Komsomolskaya Pravda ise araştırma sonuçlarının sağlamasını yapmış ortaya yine ilginç bir durum çıkmış. Finans dergisinin “Rusya’nın en etkili 50 kadını” listesinde 2009 yılında tam 8 Lena yer almış ki bunlardan biri de eski Moskova Belediye Başkanı’nın eşi Yelena Baturina. 2011 yılında ise aynı listede birinci sıraya Olga adı yükselmiş. Benzer bir araştırma ABD’de de yapılmış, ancak farklı bir sonuç vermiş. O araştırmaya göre ABD’de başarılı olan kadınlara hem erkek hem de kadınların kullanabildiği isimler verilmiş. Örnek: Cameroon, Bruce, Nikita ve John gibi.

Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Rus isimleri


Rusçada insanların üç ismi vardır.

Gerçi bizde de üç isimli insanlar vardır, ancak Ruslarınkinden farklı olarak bu bir zorunluluk ya da gelenek değildir.

Rusların ilk ismi (имя ) ona verilen isme tekabül eder. Rus isimlerinde öyle çok fazla çeşitlilik yoktur. Genellikle dinsel ya da tarihsel kökü olan, geleneksel isimlerdir. Bizde olduğu gibi yeni, orijinal isimler türetme merakları yoktur.

İkinci isim (отчество ) baba ismidir. Soyadı kanunundan önce bizde de şu oğlu bu falan diye kullanılırdı.

Üçüncü isim ( фамилия) ise bildiğimiz soyadıdır.

İlk isimlerin çokça söyleniş biçimi vardır. Resmi söyleniş biçimi resmi evraklarda, resmi ortamlarda ya da çok samimi olunmayan insanların hitabında kullanılır.

Bir de resmi olmayan, yakın çevrenin, arkadaşların, ailenin hitabında kullanılan biçimler vardır.

İlk ismin aldığı şekillere bir örnek verelim:

Örneğin bir erkek ismi olan Mihayil ( Михаил ), samimi ortamlarda Mişa (Миша), Mişenka (Мишенька ), Mişka (Мишка). Miha (Миха), Mişutka (Мишутка), Mişutonka (Мишутонька), Mişutoçka (Мишуточка)’ya dönüşebilir.

Bir kadın ismi olan Yelena (Елена) da samimi ortamlarda Lena (Лена), Lenoçka (Леночка), Lenka (Ленка), Lenok ( Ленок), Lenusya (Ленуся) olarak söylenebilir.

Gördüğünüz gibi Rus isimlerinin çok fazla çeşidi olmasa da samimi söylenişlerinin çok yaratıcıdır ve çeşitlilikleri vardır.

Bizde de bazı isimler, arkadaş, eş, dost ortamlarında kısa ve samimi bir şekil alır. Mesela İbrahim, ibo; Mehmet, memo; Fatma, fato; Aptullah, apo oluverir.

İngilizcede Michael’ın Mike, Nicholas’ın Nick olması gibi.
Hani Nickname diyoruz ya…

Aşağıda çok rastlanan Rus isimlerinin listesini göreceksiniz. Birinci sütunda ismin resmi belgelerde, ortamlarda söyleniş ve yazılış biçimini göreceksiniz. İkinci sütundaysa daha samimi ortamlarda ve arkadaşlar arasında söyleniş biçimleri var. Üçüncü sütunda göreceklerinizse en samimi ortamlarda, aile içinde, yakın arkadaşalar arasında söyleniş biçimleri.

Rusça erkek isimleri:

  Александр
  Алексей
  Анатолий
  Андрей
  Антон
  Борис
  Виктор
  Владимир
  Дмитрий
  Евгений
  Егор
  Иван
  Игорь
  Михаил
  Николай
  Олег
  Павел
  Пётр
  Роман
  Сергей
  Фёдор
  Юрий
  Саша, Шура
  Лёша, Алёша
  Толя
  Андрюша
  Антоша, Тоша
  Боря
  Витя
  Володя, Вова
  Дима
  Женя
  -
 Ваня
  -
  Миша
  Коля
   - 
  Паша
  Петя
  Рома
  Серёжа
  Федя
  Юра
  Сашенька, Шурочка
  Лёшенька, Алёшенька
  Толенька
  Андрюшенька
  Антошенька, Тошенька
  Боренька
  Витенька
  Володенька, Вовочка
  Димочка
  Женечка
  Егорушка
  Ванечка
  Игорёк
  Мишенька
  Коленька
  Олежка, Олеженька
  Пашенька, Павлик
  Петенька
  Ромочка
  Серёженька
  Феденька
  Юрочка

Kadın isimleri:

  Анна
  Алла
  Анастасия
  Антонина
  Варвара
  Дарья
  Екатерина
  Елена
  Елизавета
  Зинаида
  Инна
  Ирина
  Лариса
  Людмила
  Любовь
  Мария, Марья
  Наталия, Наталья
  Надежда
  Оксана
  Ольга
  Светлана
  Тамара
  Татьяна
  Юлия
  Яна
  Аня
   - 
  Настя
  Тоня
  Варя
  Даша
  Катя
  Лена
  Лиза
  Зина
   - 
  Ира
  Лара
  Люда, Люся, Мила
  Люба
  Маша
  Наташа
  Надя
   - 
  Оля
  Света
  Тома
  Таня
  Юля
   - 
  Анечка, Аннушка, Анюта
  Алочка
  Настенька
  Тонечка
  Варенька
  Дашенька
  Катенька, Катюша
  Леночка
  Лизонька
  Зиночка
  Иночка
  Ирочка
  Ларочка
  Людочка, Люсенька, Милочка
  Любочка
  Машенька
  Наташенька
  Наденька
  Оксаночка, Ксюша
  Оленька
  Светочка
  Томочка
  Танечка
  Юленька
  Яночка

Bazı isimler hem erkekler, hem de kadınlar için kullanılır, ancak söyleniş biçimleri farklıdır. Örneğin erkek isimleri Aleksabdır (Александр)  ve Yevgeniy (Евгений), kadınlar için kullanıldığında Aleksandra (Александра) ve Yevgeniya (Евгения) olur.

Bazı isimlerin ise kısaltılmış ve samimi söyleniş halleri yoktur, en samimi ortamlarda söyleniş halleri vardır. Örneğin, Егор, Игорь, Олег, Оксана, Алла, Инна, Яна.

Baba isimlerinin kullanılışına örnek verirsek;

Иван Петрович
İvan, Piyötr’un oğlu
Михаил Сергеевич
Mihayil, Sergey'in oğlu
Анна Петровна
Anna, Piyötr’ün kızı
Oльга Сергеевна
Olga, Sergey'in kızı.

Rusların soyadı ise kadınlar için kullanıldığında dilin özelliğinden dolayı farklı bir ek alır.
Vladimir Putin (Владимир Путин) örneğindeki Putin soyadı karısı için kullanıldığında Putina ( Lyudmila Putina - Людмила Путина ) olur.

Bir şahıs için üç ismin bir arada kullanıldığı birkaç örnek verelim:


имя - отчество - фамилия
Иван Иванович Иванов - İvan İvanoviç İvanov
Павел Антонович Петров - Pavel Antonoviç Petrov
Мария Ивановна Иванова - Mariya İvanovna İvanova
Татьяна Сергеевна Андреева - Tatyana Sergeyevna Andreyeva

Rus edebiyatından bir kitabı okurken bir kişiye pek çok farklı isimlerle hitap edildiğini görürsünüz.

Rusya’da isim konusunda görgü kuralları çok önemlidir. İsimlerin nasıl kullanılacağı bir adabı muaşeret konusudur.

Mihayil Sergeyeviç Gorbaçov, örneğinden bakalım.


Mihayil Sergeyeviç, Sergey’in oğlu Mihayil anlamındadır. Bir Rus onu Mihayil Sergeyeviç diye çağırır. Yabancıların da bu şekilde kullanmaları gerekir. Rusça’da Bay ve Bayan gibi hitap kelimeleri bulunsa da günlük yaşamda pek kullanılmamaktadır. Yakın arkadaşları ise Gorbaçov’a kısaca Mişa diye hitap ederler.

6 Şubat 2015 Cuma

LEVİATHAN: OLAYLAR RUSYA’DA GEÇİYOR

Murat Gülsoy

Olaylar Rusya’da geçiyor… Woody Allen’ın unutulmaz şakasıdır: “Hızlı okuma kursuna gittim, Savaş ve Barış’ı yirmi dakikada okudum. Olaylar Rusya’da geçiyor.” Leviathan’ı izlerken aklımda hep bu cümle vardı. Olaylar Rusya’da geçiyor. Tabii bu cümlenin bizim coğrafyada farklı bir devamı vardır; Woody Allen bu şekilde devam eder mi bilmiyorum ama biz hep “Olaylar Rusya’da geçiyor ama ne kadar da bizim ülkemize benziyor,” deriz. 

Bazılarımızın daha da ileri gidip Ruslar Türklerin Ortodoks Hıristiyan hali de dediğine de tanık olmuşumdur hatta itiraf etmek gerekirse bu filmi izlerken ben de bu düşünceye kapıldım. Oysa “milletlerin karakterleri” ya da “ulusların kendilerine has özellikleri” gibi kavramların açıklayıcı güçleri ile kıyaslandığında yarattıkları düşünsel sorunların daha büyük olduğuna inandığım için bu şekilde düşünmemeye çalışırım. Edebiyat ise yaratım ortamı dil olduğu için sanırım kendiliğinden bizi bu terimlere doğru itiyor. Fredric Jameson’ın ünlü tezi de hemen kendini hatırlatıyor: Tüm üçüncü dünya metinleri zorunlu olarak alegoriktir. Bir başka deyişle, Jameson’a göre “özel bireysel bir kaderin hikayesi ait olduğu üçüncü dünya kültürünün ve toplumunun mücadelesinin bir alegorisi olarak okunur.” Gerçekten de Leviathan filmi günümüz Rusya’sının ya da Rus halkının karşı karşıya olduğu yıkımın bir alegorisi olarak değerlendiriliyor. Kendini tam bir Rus olarak tanımlayan yönetmen Andrey Zvyagintsev evrensel bir konuyu kendi ülkesinin ruh durumuyla birleştirmeye çalıştığını ifade ediyor söyleşilerinde. Bu arada filmi bir edebiyat eseri gibi değerlendirdiğimin farkındayım, sanırım bu da filmin yarattığı etkilerden biri. Hakkında yazılan eleştirilerde ne kadar yoğun bir şekilde edebiyat göndermeleri yapıldığını görünce bunun bana özgü bir durum olmadığını anladım.

Leviathan Rusya’nın kuzey kıyılarında bir balıkçı kasabasında yaşayan Kolya adlı bir adamın hikayesini anlatıyor. Kolya, oğlu Roma ve ikinci karısı ile kasabanın güzel bir yamacında aydınlık pencerelerle çevrili evinde yerel otoritenin tehdidi altındadır. Yakında orada belki lüks bir site ya da kendine bir Daça yapacak olan boğazına kadar yolsuzluğa batmış belediye başkanının evini değerinin çok altında bir bedele istimlak edip elinden almak istemesine karşın Kolya umutsuz bir direniş göstermektedir. Bu bölümleri Leviathan’ın Hobbes’un her şeye kadir olan devletin bir simgesi olduğunu düşünerek izliyoruz. Çok da haksız değiliz aslında. Mahkeme sahnelerinde insanı yabancılaştıracak denli hızlı ve karmaşık bir şekilde kanun maddelerini davacı ve davalıların yüzüne okuyan üç kadın hakim kanunun aşılması imkansız bir duvar olarak kişinin karşısında dikildiğinin açık bir temsili gibi. Belediye, polis, mahkeme kurumları aralarında kirli bir ittifak yapmışlardır ve onları yenmeye ne Kolya’nın ne de Moskova’dan gelen etkili bir avukat olan eski arkadaşının gücü yetecektir. Üstelik bu kurumların çürümüşlüğü -her biri 19. yüzyıl Rus hikayelerinden fırlamış gibi duran- yerel karakterlerle sınırlı değildir. Kolya’nın arkadaş eğlencesi olarak “votka-mangal-silahla şişe vurma” etkinliğinde eski askerlerden birinin hedef tahtası olarak Sovyet Rusya’nın devlet dairelerine asılan liderlerinin eski çerçeveli fotoğraflarını getirmesi çürümenin tüm Rusya’ya mal edilebileceği izlenimi doğar. Sarhoş eski asker “Önce duvarda biraz olgunlaşmaları gerekir,” gibi bir şakayla yeni liderlerin de yakında bunlara katılacağının ifade ederek meselenin Sovyet deneyimi ile sınırlı olmadığının altını çizer. O halde mesele “Rus” karakteriyle mi ilgilidir? Yoksa çok daha evrensel bir yerden mi bakmalıyız?

Yıkımın nedeni nedir? Kolya’nın kasabanın panoramik görüntüsüne baktığında görmek istediği 1929 yılında çekilmiş bir fotoğraftır: haliç boyunca işleyen balıkçı tekneleriyle canlı, kendine yeten bir kasaba. Bu arada yönetmen kamerasını sıklıkla batık teknelere çevirerek bir zamanlar o fotoğrafta mutlu bir şekilde gezinen teknelerin şimdi çürüyüp dağıldığını gösteriyor. Bununla da kalmıyor, sahildeki dev bir balinanın iskeletiyle perdeyi doldurarak yıkımın kaçınılmaz bir son olduğunu, insan yapımı uygarlığın da, hatta tüm doğanın da bu yıkımdan kurtulamayacağını hissettiriyor. Balina iskeleti ile birlikte dini meseleler de gündeme gelmeye başlayacaktır ikinci yarıda.

Ana karakterimizin başına gelenlerin dozu arttıkça onun hikayesinin Rusya’nın alegorisi olmanın ötesine geçtiğini, daha mitik bir figürle, Eyüp Peygamber’le birleştiğini anlıyoruz. Üstelik karaya vurmuş olan balinanın iskeleti de, sıkıştığı kaderinden çıkmak isteyen kadın karakterin açık denize bakarken gördüğü karanlık diplerden çıkan balinanın güçlü gövdesindeki dirim de karmaşık mesajlar taşımaya başlıyor; bir yanıyla dini mitlere bağlanıyor, ancak öte yanıyla bilinçaltında kaynayan kötülüğün görsel bir ifadesi olduğunu da düşündürüyor. Dini meseleler simgesel düzeyde de kalmıyor, birbirinden farklı iki din adamı figürü aracılığıyla hatta birbirinden farklı iki kilise temsiliyle –biri yıkık diğeri yeni yapılan- din sadece taşıdığı arketipsel hikayeler düzeyinde değil ama aynı zamanda sosyolojik ve siyasi boyutuyla da gündeme getiriliyor ve sert bir kara mizahla eleştiriliyor. Din, seküler dünyanın kurumlarından biridir ve insanın yarattığı yıkımın sorumluluğunu devlet ile paylaşır. Dolayısyla Leviathan hem geçmişte, dini hikayelerin içindedir, ölüdür, kemikleri sahilde yatmaktadır; hem diridir, okyanusta yüzerken insanı kendine çeken büyük arzular uyandırır, bir anlamda insan ruhunun karanlığında yüzen kötülüktür; hem de çok somut bir şekilde toplumsal olanın elidir, evi yıkan buldozerdir.

Tüm bunların başına neden geldiğini sorgulayan Dostoyevskiyen karakterin mücadelesi ister istemez insana Yeraltından Notlar’ın ele avuca sığmaz karakterini hatırlatıyor. İnanç ve modernlik sorunlarını açık bir şekilde tartışan Dostoyevski Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının yayımlanmasının üzerinden beş yıl sonra şöyle yazar: “Sözgelimi, sana maymundan geldiğini kanıtlarlarsa, kaşlarını indirme, suratını ekşitme, bunu kabul et.” Dostoyevski özellikle kötülüğün insan doğası ile ilişkisini irdelediği bu temel eserinde özgür iradenin, bir başka deyişle bireyin var olabilmesinin koşullarından birinin kötülük yapmayı seçebilmesi olduğunu yazar. Bu yüzden de “hasta biriyim ben” der en başından… Leviathan filminin dünyasında da Darwin vardır, ilginç bir şekilde atıfta bulunulur; bir gazete bulmacasında sorulur “evrim kuramı”. Artık çoktan aşılıp geçilmiştir bu tartışma bir yanıyla, bilim baş döndürücü bir hızla gelişmiş, en temel felsefi sorunlar artık bambaşka bir düzeyde tartışılır olmuştur ancak cahil ve zavallı Kolya gibiler için “bilgi” sadece gazete bulmacasında doğru cevabı bulmaya yarar, temeldeki var oluşa dair sorularına cevap veremez.
Yönetmen Andrey Zvyagintsev verdiği söyleşilerden birinde filme kaynaklık eden gerçek bir olaydan söz ediyor: 2004 Yılında Marvin Heemeyer adlı bir oto tamircisi yerel yönetimle düştüğü ihtilaf neticesinde (dükkanının önüne inşa edilen beton fabrikasının yolunu kapatması üzerine başlattığı mücadele) deliye döner. Garajında zırhlı bir buldozer üretir. Çelik levhaları kaynaklayarak gerçekten de çok sağlam bir zırha bürünen buldozerin içinde silahlar, monitörler, bilgisayarlar vardır. Tam bir yıkım makinesidir. 4 Haziran 2004 günü önceden tespit ettiği hedeflere (eski belediye başkanının evi, kent binası vb) saldırıya girişir. Gerçekten de bir çok binayı yıkar. Bu çılgın yıkımın sonunda binalardan birinde sıkışıp kalınca kendini vurur. Aşağıdaki video bağlantısı bu çılgın yıkımın an be an görüntülerini içeriyor. Bu arada olaylar Amerika’nın Colarado eyaletinde geçiyor! 

Andrey Zvyagintsev bu haberleri izledikten sonra Marvin Heemeyer’in hikayesini çekmeye karar veriyor. Ancak olayı çok daha iyi bildiği bir coğrafyaya Rusya’ya taşıyor. Hatta senaristiyle birlikte epeyce bir süre hikayeyi aslına sadık bir şekilde yazıyorlar. Zvyagintsev, bir söyleşisinde şöyle diyor: “…bir şey rahatsız ediyordu bizi. Gerçek hikayeye çok yakındı, çok Amerikandı. Çok net bir sonu vardı, çünkü kendini çok açık bir şekilde ortaya koymuştu… Bu rahatsız etti bizi. Istıraba katlanabilme yeteneğinin çok Ruslara özgü olduğunu hissettik. Nikolai’nın isyanı çok daha özeldi.”

Bu ifadeler acaba Fredric Jameson’ı mı haklı çıkarır? Bunun cevabını bilmiyorum ama şurası açık: Amerika’da yaşanmış bir olayın hikayesini Rusya’ya taşırken oluşan değişim hakikaten de kültürel farklılıkların hikayelere içkin olduğunu gözler önüne seriyor. Heemeyer tüm becerisini kullanarak bir yıkım aygıtı üretiyor, evet terörü seçiyor, ama bir kişi olarak kendini sınırladığını düşündüğü tüm kurumlara saldırıyor, zarar veriyor, kişisel olarak bir Leviathan yaratıyor. Kolya ise Leviathan’ın kurbanı oluyor, yıkımdan kaçınamıyor; üstelik unutmayalım ki Kolya Heemeyer’in gerçekliğini temsil etmek üzere doğmuş bir karakter, tek bir farkla, doğum yeri Rusya.


Son olarak bir ayrıntının daha altını çizmek istiyorum. Yönetmen filmin üretim sürecinde iki kez youtube’a atıfta bulunuyor. Marvin Heemeyer’in çılgınlığını youtube’da izlediğini söylüyor. Benim de yukarıya yapıştırdığım videoda gerçekten de helikopter çekimleriyle bu deliliği an be an izleme imkanı buluyoruz. Ancak ikinci kez youtube’a çok ilginç bir şekilde atıfta bulunuyor. Filmin sonundaki kilise açılışı ayini sırasında rahibin konuşması hakkında konuşulurken açıklama gereği duyuyor. Film boyunca “kötü” belediye başkanının vicdanını rahatlatan yolsuzluğa cevaz veren rahibi filmin sonunda ciddi ve etkileyici bir vaaz verirken görünce şaşırıyoruz. Konuşma o kadar ciddi ki bir an acaba yönetmen bizim anlamadığımız bir şekilde farklı bir boyuta mı geçti diye soruyoruz kendimize. Ne zaman ki kiliseden ayrılan kara cipleri görüyoruz –ki onların her biri küçük Leviathan yavruları- o zamanın bunun çok kuvvetli bir ironi olduğunu anlayıp rahatlıyoruz. Yönetmen bu kilise açılışındaki rahibin konuşmasını da iki farklı rahibin konuşmasından derlediğini söylüyor. Bu rahiplerin konuşmalarını da youtube’da bulduğunu ekliyor. Günümüz iletişim ağlarının sanat yapıtlarıyla etkileşimini göstermesi açısından çok iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum.

Boris Pasternak ya da Doktor Jivago

Boris Pasternak’ın tek romanı Doktor Jivago, dünya edebiyatının klasik ve en tartışmalı metinlerinden biri olarak kabul ediliyor. Eseri ilk kez Rusça aslından tam metin olarak Türkçeye çeviren Hülya Arslan, Doktor Jivago romanının arka planını anlatıyor

ELİF TANRIYAR / T24- K24 

Doktor Jivago uzun yılları kapsayan, bir epik roman… En ilginç özelliklerinden biri de kahramanı Doktor Jivago ile yazarı Boris Pasternak arasında pek çok paralellikler içeriyor olması değil mi? İkisi de devrimin ilk başlarında romantik duygulara sahipken, zamanla pek çok konuyla ilgili dehşete düşüp muhalif oluyorlar. İkisi de şair ve şiirleri toplumsal olmadığı, bireysel olduğu için eleştiriliyor. İkisi de ömürlerinin bir döneminde sürgün tehlikesiyle yüzleşmek zorunda kalıyor ancak vatanlarına çok büyük bir aşkla bağlı oldukları için her şeye rağmen ayrılmıyorlar. Bu biraz da yazarın kendi yaşam öyküsü mü sizce?

Doktor Jivago aslında şair olan Boris Pasternak’ın yazar olarak adını duyurduğu ilk yıllardan itibaren hayalini kurduğu tek romanıdır. Önceleri  “Kızlar ve Oğlanlar” adını vermeyi düşünür eserine. Çeşitli zaman dilimlerinde kendi yaşadıkları üzerine kurgulayacağı ve kişisel deneyimleri ile güçlendireceği bir roman yazmayı hayal ettiğini biliyoruz.
Pasternak, 1945 yılında Sovyet Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmasının ardından yaşanan toplumsal gelişmeler zemininde bu isteğini gerçekleştirme ortamı bulur. Başlangıçta yaptığı taslak üzerinden romanını altı ay gibi bir sürede bitireceğini planlar. 1 Şubat 1946 tarihinde “Hayatımın en ateşli yıllarında biriktirdiğim ‘kaynaklardan’ yola çıkarak yazacağım uzun bir romana başladım. Yazın senin gelişine kadar bitirmenin acelesi içerisindeyim” diye yazar kuzeni Olga Freydenberg’e. Ancak, planları ile hayatın getirdikleri birbirini tutmaz. Pasternak hayatını kazanmak için edebiyat çevirilerine öncelik vermek zorunda kalır ve roman üzerindeki çalışmaları sık sık kesintiye uğrar. Gelişen olaylar çerçevesinde, düşlediği ana fikirden belli oranda uzaklaşır. Romanın çerçevesi genişler. Eserin başında, Çarlık döneminin son yılları anlatılır. Henüz öğrenci olan ana kahramanların tanıklığında, Sosyalist devrimin ses verdiği 1903-1905 olayları, o günlerin Moskova tablosunda verilir. Birinci Dünya Savaşı, 1917’de gerçekleşen devrim ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin oluşum sancıları yaşamın içinden canlı bir kesit olarak sunulur. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda roman da biter. Kısacası, sadece Sovyetler Birliği coğrafyası için değil dünyadaki siyasal dengeler, toplumsal gelişmeler açısından da çok önemli olan yaklaşık 40 yıllık süreç, Doktor Jivago’nun hayatı üzerinden anlatılmaktadır. Doğal olarak, bu kadar geniş bir zaman dilimine yayılan eserin, yazarının yaşamıyla paralellik taşımadığı düşünülemez. Pasternak da tıpkı çağdaşı diğer yazarlar, sanat insanları gibi başta devrime inançla yaklaşmıştır. Ancak sonraki yıllarda birtakım uygulamalar güvenini sarsar. Aydın kimliğinin zedelendiği noktalarda asla taviz vermez. Romanın başkahramanı Doktor Jivago ile en temel örtüşme noktası da budur kanımca.
Aslında, romanın adının çeviride ileti kaybı sorunu çerçevesinde incelenmesini düşünüyorum. Kahramanımızın soyadı “Jivago” Rusça “yaşamak” fiilinden geliyor. Pasternak bir söyleşide, küçükken kilisede söyledikleri bir ilahide İsa’dan sonsuz yaşayan (jivago) olarak bahsedildiğini ve sürekli bunu zihninde kendi kendine tekrar ettiğini söyler ve daha o zamanlarda bunun bir kahramanına ad olacağına karar verdiğini de ekler.  

Doktor Jivago, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde uzun yıllar yasaktı. Romanın bu serüveniyle ilgili ulaşabildiğiniz, sizin bilginiz dâhilinde olan ayrıntılar neler? Neden bu kadar korkulan bir metin?
Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği döneminde diğer sanat dalları gibi edebiyat da, Parti ideallerini duyurmak açısından önemli bir propaganda ve eğitim aracıydı. Bu anlamda, “yasal edebiyat” bir sansür komitesi tarafından denetleniyor ve Yazarlar Birliği üzerinden uygulanıyordu. Belirli dinamiklere uymayan eserlerin basılması söz konusu değildi. Roman Doktor Jivago ise tüm bu beklentilerin aksine, Rus entelektüelinin psikolojik çöküşünü anlatan bir eserdir. Pasternak, tarihsel zeminde açtığı pencereden, teslim olup kendi çöküşünü hızlandıran aydın sınıfın öyküsünü anlatmaktadır. Eserin başkahramanı, çektiği tüm eziyetlere karşın, bu “kişisel” çöküşe, toplumun geleneksel değerlerini göz ardı etmeye karşı durmaktadır. Jivago’nun beraberindeki diğer kahramanlar da tarihsel süreçte değişen fikirleri, yönetime uzaklık ve yakınlıklarıyla, değişen sosyal statüleriyle, Sovyet toplumundaki gelişmeleri gözler önüne sererler.
Üstelik Pasternak bunu çağdaşı diğer yasaklı yazarlar gibi ders verir şekilde yapmaz. Romanın bütünselliği içerisinde, hayattan kesitlerle verir mesajını. Belki de kendisinin en canını yakan uygulamalara ayna tutar usulca. Böylelikle, okur 1917 devriminden sonraki süreçte yaşanan toplumsal sıkıntıları, kırılma noktalarını, toplum tarafından içselleştirmesi hedeflenen yeni ideolojilerin bireysel gelişime olumlu/ olumsuz yansımalarını anlama fırsatı bulur. Tabi ki bu Sovyetler Birliği’nde yönetimin “edebiyat” anlayışına sığmayacak bir olgudur. Bu nedenle de korkulan bir metin olur. Üstelik bu ayna, eserde sadece Doktor Jivago kimliği üzerinden tutulmaz. Diğer kahramanlar da değişik perspektiflerden tutarlar aynayı yaşanan gelişmelere. Örneğin başta öğrenci gösterileriyle tanıdığımız Pavel (Paşa) Antipov’un, idealist bir öğretmen olarak genç ailesiyle Urallara yola çıkışına tanıklık ederiz. Ardından savaş sırasında gönüllü olarak askere gider. Sonrasında onu Sibirya’nın derinliklerinde Kızıl Ordu’nun önemli bir komutanı olarak buluruz. Artık başka bir isimle tanınmakta, Strelnikov olarak bilinmektedir. Ne var ki parti üyesi olmaz. Savaş sonrasında iç hesaplaşmalar döneminde kendini öldürerek kurtulur başına gelebilecekler. Gromiko ailesinin yaşadıkları ise soylu sınıfın yaşadıklarına tutulan bir aynadır. Moskova’daki büyük evlerinde verilen konserlerden, bir parça odun için mücadeleye dek uzanır. Bir dönem Sibirya’daki aile toprakları onlar için kurtuluş gibi görünse de sonunda kendilerini yurt dışında bulurlar. Sovyetlerin toplumsal ideolojisi, “ideal” tiplemesi, romanda daha pek çok örnekle “Acaba mı” sorusunu zihinlerde uyandıracak niteliktedir.  

Pasternak’a Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıran roman olarakgörülüyor Doktor Jivago. İlk romanla gelen bu evrensel başarının sırrı, romandan öte aslında biraz da romanın yayımlanma sürecinde başına gelenlerle, Sovyet rejimini eleştirmesiyle ilgili olabilir mi? Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? 

Pasternak 1955 yılında tamamlar romanını. Oysa 23 Ocak 1947 tarihinde dönemin en önemli resmî edebiyat dergisi olan “Novıy Mir” ile Doktor Jivago için yayın anlaşması imzalamış, teslim tarihini Ağustos 1947 olarak vermiştir. Ama mevcut koşullar çerçevesinde sekiz yıl gecikmeli olarak bitirebilir eserini. Ve sansür kurulundan onay alamaz. Yukarıda da değindiğim gibi ideolojik olarak “resmî edebiyat”ın bir parçası olamamıştır çünkü. Şiirlerinde, beklenen “coşkulu” dizeler bir türlü ses bulamamıştır. Üstelik tek romanı, Doktor Jivago da Sovyet rejimini desteklemediği gibi eleştirel bir bakış açısıyla yazılmıştır ve yayımlanması mümkün değildir. İşte tam da bu noktada Batı istediğini bulmuştur. Burada CIA’in öyle davrandığı, böyle yaptığından daha çok edebiyatın gücü üstünde durulması gerektiğini düşünüyorum. Çift kutuplu dünyada, egemen güçlerin araç olarak edebiyatı kullanmaları ve bunda da başarılı olmaları çok daha etkileyici bence. Çünkü günümüzde pek çok ödülün siyasi duruşla ilgili olduğu biliniyor kanımca. Doktor Jivago için de aynı şey olmuş, Sovyetler Birliği’nde “sakıncalı” görülen eser, Batı’nın arayıp da bulamadığı bir propaganda aracına dönüşmüştür.

Peki Pasternak’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmesiyle ilgili neler söylersiniz? Aslında önce kabul mesajı yayınlayıp sonradan tehditler nedeniyle reddetmek zorunda kalmış sanırım.

Ekim 1958’de Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olarak açıklanır Pasternak. Ancak çok daha öncesinde, 1954 yılında Batı basınında bununla ilişkili haberler çıkmakta ve “Sovyet Yazar Boris Pasternak” Nobel’e en yakın aday olarak gösterilmektedir. Batı çeşitli kanallardan bu haberleri SSCB’ye de sızdırmanın yolunu bulmakta, gerekli kamuoyunu yaratmak için hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Pasternak, dostlarına bunun imkânsız olduğunu tekrarlar her defasında. “Hemingway’in adının geçtiği bir yerde ben nasıl ödül alayım?” diyerek bu söylentilere şaşkınlığını belirtir.
Nobel Komitesi’nden 23 Ekim 1958’de bir telgraf gelir. Artık Nobel Edebiyat Ödülü kazanmış bir yazardır. Ödülün gerekçesinde Doktor Jivago romanının adı bile geçmez. Değerlendirmede şiirleri esas alınmıştır. Yazarın Moskova yakınlarındaki kır evinde mütevazı bir kutlama masası kurulur. En yakın dostlarla kadeh kaldırılır. Boris Pasternak hemen bir telgraf çeker Nobel Edebiyat Komitesi’ne. “Sonsuz minnettarım. Çok etkilendim, gururlandım, şaşırdım” diye yazar. Pasternak duygularını ifade edecek uygun sözcükler ararken Parti Merkez Komitesi toplanmıştır bile. Acil gündemde “Pasternak’ın iftiralarla dolu romanı” vardır. “Soğuk Savaş’ta Batı’nın eline önemli kozlar veren, uluslararası arenada Sovyetler Birliği karşıtı propagandayı güçlendiren bu ödülü, ülkeye ihanet” sayan rapor derhal kaleme alınır. Ertesi gün Pravda gazetesinde “uluslararası provokasyon ve ona hizmet edenler” etkileyici bir dille halka duyurulur. 27 Ekim’de Pasternak, Yazarlar Birliği’nden ihraç edilir. Sovyet vatandaşlığından çıkarılması söz konusudur. Bu artık Pasternak tarafından beklenen bir hamledir. Kendisinden istenen Nobel Edebiyat Ödülü’nü geri vermesidir.
Pasternak Peredelkino’ya kapatır kendini. Kimseyle görüşmeyi kabul etmez, gazete okumaz. Taviz vermemeye kararlıdır. 29 Ekim’de sevdiği kadın İvinskaya’dan haber almak üzere Moskova’ya gider. Kısa bir telefon konuşmasından sonra ahizeyi yerine koyduğu gibi postaneye gider ve önce Stockholm’e bir telgraf çekerek ödülü alamayacağını bildirir. İkinci telgrafın metni daha kısadır: “İvinskaya’yı işe geri alın. Ödülü reddettim.” Telgrafın adresi Merkez Komite’dir.         

Aslında Doktor Jivago, son derece karmaşık ve çok katmanlı yapısı, çok sayıda karakteriyle zor bir roman. Ancak dünya çapında bir efsaneye dönüşmüş ve çok sevilmiş. Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Uzamdaki tek ortak dilin sevda dili olmasına bağlıyorum öncelikle. Öyle derin aşklar var ki romanda. Çok katmanlı olan bu eser, bu aşkların sayesinde rahatlıkla okunabiliyor. Sadece karşı cinsler arasındaki aşk değil, sözünü ettiğim. Memleket sevdası, edebiyat sevdası, yapılan işe karşı duyulan sevda ve hepsinin temelinde de insan sevdası! İnsan olma sevdası!
Doktor Jivago bir dönem romanı olarak okunabilir. Bu çerçeveden bakıldığında, özellikle bizim toplumumuz için oldukça çok bilgilendirici yanı var. Eleştirel bir eser olarak okunduğunda ise gene son derece doyurucu olacaktır. Eleştirinin böylesi yaşamın içinden öğelerle yapılıyor olması değerini arttırmaktadır. Tüm bunların yanı sıra felsefe ve dinî açıdan da oldukça zengin bir metin.

Bununla birlikte çok eleştirildiği yanları da olmuş. Örneğin bir diğer edebiyat devi Nabokov, romanı inandırıcılıktan uzak, çok sayıda tesadüflerle ilerleyen, beceriksizce yazılmış, fazla dramatik ve gereksiz romantik öğelerle dolu olarak suçlamış...

Çok fazla katıldığımı söyleyemeyeceğim. Çağdaşları Pasternak’ı “vicdanlarının sesi” olarak tanımlıyor. Sanırım bu daha uygun. Nobel Edebiyat Ödülü ile başlayan Pasternak’ın toplumdan ve edebiyat çevrelerinden iyice dışlandığı dönemde klişe olan bir deyiş var. Herkes “Ben Pasternak’ı okumadım” der, ardından kendini tutamaz “ama” diye devam ederek romandan alıntılar yaparmış.
Beceriksizce yazılmış olduğunu da kabul etmek biraz zor. Alışılmışın dışında biraz kalabalık bir roman sadece. Günümüz değerleri açısından bakıldığında iki roman yazılabilecek malzeme var eserde.  

En büyük hayranlarından biri olan Italo Calvino, “20. yüzyılın ortasında, 19. yüzyılın büyük Rus romanı, Kral Hamlet’in hayaleti gibi, geri dönüp bizi ziyaret ediyor,” demiş. Sizce de Doktor Jivago büyük Rus klasikleriyle benzer niteliklere ve değere sahip bir roman mıdır?

Pasternak 19. yüzyıl Rus yazarlarıyla büyümüş bir yazar. Lev Tolstoy’un evlerindeki toplantılara katıldığı bilinmekte. Onun yetiştiği dönemin öncü yazarları, ressam babası ve müzisyen annesi ile aynı çevreden insanlar. Dolayısıyla edebiyat tutkusunu zengin bir ortamda beslemiş.
Eserinde bunun izlerini görmek mümkün. Bu bağlamda, beklenenin aksine Dostoyevski’ye Tolstoy’dan daha yakın olduğunun altını çizmemiz gerekir. Lara’dan bahsederken Dostoyevski’nin Sonya’sı ile olan bağlantıya değinmiştim. Bu noktadan devam edebiliriz. Lara’nın kocası Pavel Antipov/ Strelnikov’da da, gene Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u ile güçlü paralellikler bulmak mümkün. Roman boyunca kahramanımız Jivago zaten Blok’un etkisinde. Sürekli onu tartışıyor, ondan örnekler veriyor. Uzun kış geceleri, Sibirya’nın derinliklerinde Puşkin ve Çehov okumakla geçiyor. Romanın yazım sürecinde dostlarına yazdıklarından parçalar okuyan Pasternak, Tolstoy’dan farklı bir din anlayışı olduğunu söylüyor. Ve eserinde bunun anlaşılmasını istediğini de vurguluyor. Bakarsanız, bireysellik açısından da toplumsal duruşu Tolstoy’a biraz uzak.

Gelelim Doktor Jivago ve Lara arasındaki büyük aşka... Sizce bu romantik aşk öyküsü, yazarın okura Sovyet devrimine dair söylemek istediklerini aktarabilmek için ön plana koyduğu bir tür dekor, bir oyun olarak yerleştirilmiş bir tema mıdır? Yoksa Rus edebiyatının çok bilinen romantizminin doğal bir yansıması mıdır? 

Sadece Rus edebiyatının değil, sanıyorum dünya edebiyatının ana ekseninde de aşk duruyor. Bir eserin ölümsüz olması için gerçek yaşamdan çok uzak olmaması gerekir kanımca. Bunun için de aşk gerekli elbette. Yukarıda da değindiğim gibi Jivago ile Lara’nın aşkı öylesine güçlü ki ikisi de eşlerine olan sorumluluklarını birbirleriyle paylaşıyorlar, birbirlerine yardımcı olmaya çalışıyorlar. Onların aşkını bu kadar kuvvetli yapan ve okuyucunun ahlaksal sorunlara takılmadan onların aşkına kapılıp gitmesini sağlayan, hayatla olan ilişkileri. Birbirleriyle örtüşen yaşam felsefeleri. Etraflarında olan biteni, kendi değer yargıları içerisinde değerlendirebilme yetilerini kaybetmemeleri. Koşulsuzca sevdalarını yaşamaları bu anlamda oldukça önemli. Ve elbette bu, kırk yılı aşkın bir zaman dilimini konu alan bir eser için daha pek çok mesajı vermeye son derece uygun bir çatı.

Yapı Kredi Yayınları’nın yayımladığı, elimizde bulunan ve çevirisi sizin tarafından yapılan en son Doktor Jivago edisyonu için “ilk kez eksiksiz bir biçimde ve doğrudan Rusçadan çevrildi. Jivago’nun yazdığı şiirler ekiyle birlikte,” bilgisi veriliyor. Daha önce eksik olan ve şimdi tamamlanan bölümleri nereleriydi?

Doktor Jivago daha önce de dilimize çevrilmiş. Hatta birkaç farklı çevirisi var. O zamanlar orijinal metin bilgisi vermek gibi bir alışkanlık olmadığından bunların hangi dil ya da dillerden çevrildiğini bilemiyorum. Ancak orijinal metne göre bazı kısaltmalar yapılmış. Ancak bu, çeviriye esas alınan metinden kaynaklanıyor olabilir. Bildiğiniz gibi, kahraman Doktor Jivago, roman boyunca şiirler yazar ve Rusça aslında bu şiirler romanın son bölümü olarak sunulur okuyucuya. Daha önceki çevirilerde bu bölüm yok. Ayrı bir kitap olarak başka çevirmenlerce dilimize aktarılmış bu şiirler. Ne var ki romandan bağımsız olarak yayımlandığı için anlam kaybı yaratıyor. Çünkü metinle şiirler arasında sıkı bir ilişki var. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu metin, bu anlamda tam çeviridir. Şiirler de kitabın sonunda bir bölüm, tıpkı orijinalinde olduğu gibi.
Çevirinin orijinal dilinden yapılmış olmasının değerlendirmesini de okurlara bırakalım dilerseniz.  

Pasternak’ın düz yazısıyla şiirleri arasında ne gibi farklılıklar var sizce? Ve şiirlerin çevirisi sürecinde neler yaşadınız?

Pasternak gibi seslerle çok oynayan ve bunu da çok başarılı yapan şairlerin şiirlerini çevirmek bir hayli zorlu bir iş. Hem anlamı yakalamak hem de aynı ses tınısını vermek maalesef pek çok yerde olası değil. Ben daha çok anlam kaybı olmamasına özen gösterdim. Benim çalışmalarım üzerinde Güven Turan son derece ince düzeltmeler yaparak şiirlerin biçemini oluşturdu. Bence bu aşamada Türk bir şairle birlikte çalışmamız önemliydi ve sonuçta kaliteyi yükseltti. Çevirisinde en az sıkıntı duyduğum şiirlerin Lara’ya yazılmış aşk şiirleri olduğunu söylemeliyim. Çünkü kitabın sonunda zaten o duygularla o denli yoğunlaşmıştım ki şiirler bunun taçlanması oldu. Ama pek çok dinî içerikli, Kutsal Kitap’tan esinlenilmiş şiir var. Onlar için çok emek harcandığını söylemeliyim.

Peki Rusça aslından okurken sizin bir okur olarak nasıl bir deneyiminiz oldu?Doktor Jivago ve Boris Pasternak sizin için ne ifade ediyor?

Doktor Jivago’yu ilk kez öğrencilik yıllarımda Türkçe olarak okumuştum. Tabi ki bir genç kız olarak aklımda “aşk romanı” olarak kalmıştı. Daha sonraki yıllarda Rusça olarak okuduğumda da zorlandığımı anımsamıyorum açıkçası. O zaman “Sovyet Dönemi yasaklı edebiyatı neymiş” bakış açısından okumuştum. Bana ne gerekiyorsa onu anladım sanırım, o okumadan da.
Ancak çeviri amaçlı bir metni çözümlemek bambaşka bir olay. Örneğin siz bir eseri okurken betimlenen doğayı, kendi algınızda kendinizce biçimlendirip geçiyorsunuz kolayca. Oysa hedefiniz çeviriyse o ağaçları, ormanın o hışırtısını yazarın algılarıyla kavramanız ve hedef kitlenize bir anlam kaybı olmadan vermeniz gerekiyor. Bu, zorlu olduğu kadar da tuhaf bir keyfi olan bir süreç.

Ne kadar sürede çevirdiniz, nasıl bir deneyim oldu sizin için?

Çeviri süresi açısından yayınevini biraz üzdüğümü burada itiraf edeyim. Çünkü Pasternak’ı çözümlemem için çok fazla okumam gerekti. Hayatı, yazdıkları, onunla ilgili yazılanlar. Başka bir romanı da olmadığı için ipucu çok azdı. Ayrıca çok fazla dinî metin okumak zorunda kaldım. Etkilendiklerini, göndermelerini, alt metinde vurguladıklarını çözümlemem gerekiyordu. Tüm bu okumalar, araştırmalarla beraber toplam 4 yıl Pasternak, Jivago, Lara, Tonya, Strelnikov ve diğerleriyle birlikte yaşadım desem pek de abartmış olmam. Neyse ki üniversitede derslerim ve başka sorumluluklarım vardı da nefes alabiliyordum.
Roman 1965 yılında sinemaya da uyarlandı ve beş Oscar kazandı. Aynı zamanda tüm zamanların en çok gişe hasılatı getiren filmlerinden biri unvanına da sahip. Film uyarlaması hakkında neler söylemek istersiniz? Romanı en iyi tanıyan insanlardan biri olarak sizce başarılı bir uyarlama mı? Çok fazla değişiklik var mı yoksa romana sadık bir uyarlama mı?

Kitabın çok katmanlı olduğunu belirttim. Filme bu katmanlardan ikili bir aşk, Lara’yla Doktor’un aşkı esas alınmış. Müzik ve diğer detaylarla da bu son derece başarılı yapılmış. Kısacası filme Doktor Jivago romanının aşk kesiti için başarılı bir uyarlama demek mümkün. Ancak filmi izleyip “Doktor Jivago eserini biliyorum” diye bir kanıya kapılmak yanılgı olur.


3 Şubat 2015 Salı

Rus danteli KRUJEVO



Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Rusya’da bilinen en eski el sanatlarından biri “krujevo” (кружево) , yani dantel işlemedir.

Son derece kadınsı ve ince çizgileri olan bu el sanatı Rusya’da her zaman çok sevilen bir uğraşı olmuştur. Dantel işlemeleri hem soylu hanımlar, hem de sıradan köylü kadınları tarafından severek taşınan “milli ortak payda”lardandır. Bugün de “krujevo” adı verilen dantel işleme Rusya’dan kendi ülkenize götürebileceğiniz en güzel hediyelik eşyalardan biridir. Gelin yaşadığımız Rusya’nın güzelliklerinden birine yakından bakalım İgor Ryabtsev'in kaleminden öğrenelim:

1. Dantel işlerinin anavatanı nerededir?

Rus dantel işlerinin resmi anavatanı olarak Vologda şehri kabul edilir. Kadınlar çok uzun zamanlardan bu yana burada dantel şal işlemektedirler. Bunun yapımı hiç de kolay değildir: bu işin ustaları bir deseni işlemek için birden fazla araç kullanırlardı: yastık, ardıç ağacından özel tığlar, kilitli iğne, desenin işleneceği özel bir yüzey ve dantelin bizzat kendisi.

2. Vologda dantelleri hangi malzemelerden yapılır?

Geleneksel Vologda dantelleri sadece ketenden yapılır. Oysa bir zamanlar ustalar özel altın ve gümüş ipliklerden de faydalanırlardı. Bu iplikler özel bir telden üretilirdi.

3. Dantel Rusya’da nasıl yayılmıştır?

Dantel işlemeciliği, 18. yy’da Sankt-Peterburg’ta kurulan Mariinskaya Pratik Okulu’nu bitiren dört mezun tarafından popüler hale getirilmiştir. Kendileri de dantel işçiliği uzmanı olan bu ustalar her isteyene Vologda usulü dantel işlemeciliğini öğretmeye başlamışlardı. Bu ustalar tüm faaliyet süresi içinde bine yakın genç kıza dantel işlemeyi öğretmişlerdir. 19. yy sonunda ise sadece Vologda’da dört binden fazla dantel ustası çalışmaktaydı. 1912’de sayıları 40 bini bulmuştu. Dantel işlemeleri sipariş sahibi tarafından Rusya’ya ve yurt dışına pazarlanırdı.

4. Vologda dantellerinde hangi bezemeler kullanılır?

Dantel ustaları ilk başlarda soyut desenler, çiçekler ve yaprakları işlerlerdi. Ancak zaman içinde ustalıkları iyice gelişmiştir ve artık dantel işlemeler içinde, mesela sipariş verenin adı da işlenir olmuştur. Portre işlemeli danteller de çok popülerdir, evet doğru okudunuz, bu bile mümkündür! Şehir görüntüleri, görülmeye değer yerler ve doğa betimlemeleri dantele aktarılmıştır. 1940’lı yıllarda ise dantel işlemelerde işçiler ve köylülerin betimlenmesi çok popüler olmuştur. Bu şekilde Sovyet sistemine övgü dile getirilmekteydi. İşte o zaman dantel işlemeler içinde traktör ve uçak görüntüleri ortaya çıkmıştır.

5. Dantel nerelerde kullanılır?

Eskiden dantel kullanılarak masa örtüsü ve örtü yapılırdı. Ancak daha sonra hemen hemen her türlü kullanım eşyası yapılır olmuştur: şaller, giysiler, omuz atkıları. İç çamaşırlarına dantel işlemeler yapılabilir. Peçete yapılır. Dantel işlemeler giysilerin parçası olarak kullanılabilir: jabo fular, yaka, kravat, kaşkol ve eldivenler.

6. Vologda danteli ne zaman Avrupa’da kabul görmüştür?

Vologda dantelleri resmen Avrupa’ya ilk defa 1925 yılında girmiştir. O tarihte dantel işlemeleri Paris Uluslararası Fuarı’nda tüm dünyaya tanıtılmış ve hemen iki altın madalya kazanmıştır! Bir sonraki Avrupa seyahati 1937’de, yine Paris’e gerçekleşmiştir. O zaman da Vologda dantelleri Grand Prix ödülünü almıştır. 1958’de ise bu işlemeler Brüksel’de altın madalyaya layık görülmüştür. Ödül alan dantel çalışması ‘Rus motifleri’ adını taşıyan büyük bir dantel işleme perde idi. Dantel Amerika’ya ise çok daha önce, 1876’da gitmiştir: Bu tarihte Filadelfiya’da düzenlenen yarışmada Grand Prix ödülü almıştır.

7. Şimdi nerede dantel işleme sanatı öğretiliyor?

Tabii ki dantel işlemeyi öğrenmenin ana yöntemi ustalığın miras bırakılması şeklinde oluyor. Vologda Bölgesi’ndeki ailelerde anneler, hala küçük yaşlardaki kızlarına güzel dantel işlemeler yapmayı öğretirler. Ancak bunun resmi yöntemleri de mevcuttur. Daha 1960 yılında Vologda Bölgesi’nde beş dantel fabrikası kurulmuştur. İşinin ehli dantel ustaları daha sonra profesyonel olacak genç kızlara bizzat bu sanatı öğretirlerdi. Günümüzde bu fabrikalar büyük bir işletme şeklinde birleşmişlerdir ve burada 100’den fazla insan çalışmaktadır. Tüm Rusya’ya eşi olmayan dantel işlemelerin dağıldığı yer işte burasıdır.

8. En ünlü Vologda dantel işlemesi hangisidir?

Tüm uzmanlar en ünlü dantel işinin ‘Kar Tanesi’ olduğu konusunda hemfikirlerdir. Bu eser ünlü dantel işlemecisi V. Yelfina tarafından yaratılmıştır. Bu masa örtüsü, Vologda dantelinin ‘kartviziti’ olmuştur. Bu eser 1964’de yapılmıştır ve o tarihten bu yana kimse daha önemli ve tanınan bir eser yaratamamıştır.

9. Dantel işlemelerinin şaheserlerini nerede görmek mümkündür?

En alışılmadık dantel işlemelerini görmek için bizzat Vologda şehrine gitmek gerekir. Bir süre önce burada Dantel Müzesi açılmıştır. Müzenin alanı 100 metrekaredir. Müzede 500’den fazla eser sergilenir ve bunların sayesinde 17. yüzyıldan başlayarak Vologda dantellerinin tarihçesini detaylı bir şekilde görmek mümkündür. Yine burada sık bir şekilde yurt dışından dantel işleme sergileri düzenlenmektedir. Örneğin, 2011’de ‘Hayranlık uyandıran Avrupa dantelleri’, 2013’te ise ‘Rusya ve İsviçre: Dantel ülkeleri kaynaştırıyor’ adlı sergiler düzenlenmiştir.

10. Vologda dantellerini nerede satın alabiliriz?


Moskova’da dantel işlerini popüler turistik yerlerde almak mümkündür: Vernisaj, Eski Arbat, Manej Meydan. Ancak gerçekten güzel ve kaliteli bir dantel işi almak istiyorsanız bizzat Vologda’lı ustalara başvurmak gerekir. Vologda dantel fabrikasının Internet’te sitesi (www.snejinka.ru) vardır ve buradan eve teslim dantel işleri sipariş edebilirsiniz. Burada en önemli olan husus aldığınız her dantel işinin el yapımı olduğunun garantisidir.