İlham
Şeker
Kaynak:
http://www.azizmsanat.org/
“On
dokuzuncu yüzyılda sorun, ‘Tanrı’nın ölmüş’ olmasıyken; yirminci yüzyılda
‘insanın ölmüş’ olmasıdır.”
Erich
Fromm
Edebiyat tarihine açılan kapıdan içeri girdiğimizde
kaçınılmaz olarak, görkemli genişliği, yüzyılları sarsan yapıtları,
efsunkâr kabiliyetleriyle silinmez izler bırakmış yazarları ve insan zihninden
dökülmüş en güzel anlatıları içinde barındıran Rus edebiyatı ile karşılaşırız.
Özellikle 19. ve 20. yüzyıl dünya edebiyatını dikkatli bir kavrayışla ele alıp,
bir an içinden Rus edebiyatının söz konusu dönemlerde şiir alanında yarattığı
yapıtları çıkaracak olursak, dünya edebiyatının azımsanamaz bir yitiriş
yaşayacağını görürüz. Rus edebiyatında şiirin uzun, dolambaçlı, karşılıklı
çatışmalarla süre giden ve kimi zaman itidalli bir yolculuğu oldu. Bu yolculuk
ardında ciddi bir yazınsal sanat mirası bıraktı. Bu yüzyıllardaki şiir
yapıtlarını böylesine mühim kılan, öncelikle kültürel dinamikler, eski ifade
biçimlerini ve disiplinleri hedef alan avangart akımlar ve derin etkiler
yaratan eserler üretmeyi başarmış seçkin şairlerdir. Devrimci şiir
tartışmalarının yol açtığı çeşitli akımlar, ‘şiirin bir sanat olarak üstlenmesi
gereken rolün ne olması gerektiği’ konusuna dair yapılan tartışmalar ve Ekim
Devrimi ile birlikte gerçekleşen kültürel ve sanatsal dönüşümler Rus
edebiyatında şiirin uzun yolculuğunun önemli uğrak noktaları olmuştur. Elbette
bu uzun ve çetrefilli yolculuğun tamamını birkaç sayfaya sığdırmak
olanaksızdır. Dolayısıyla bu yazının meramı, 19. ve 20. yy. Rus edebiyatında
şiirin akışına yön vermiş akımları ve çarpıcı yetkinlikleriyle dönemin
belirleyici motifleri olmuş şairleri tekrar gün yüzüne çıkartmak olacaktır.
“İlk o
oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce?”
27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınlarında yapılan bir
düelloda, bir adam karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşamını yitirdi.
Bu adam, Rus halkına daha önce hiç kimsenin başaramadığı tutkulu bir şiir
sevgisi aşılamayı başaran, modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul
edilen Alexsandr Sergeyeviç Puşkin’di. Şairin ölüm haberinin yayılmasıyla
evine akın eden halk, bu ölümün hükümet tarafından gerçekleştirilmiş bir komplo
olduğunu düşünerek neredeyse bir ayaklanma yaratacaktı. Hatta bu ölüm onu
sevenlerde öylesine bir infial oluşturacaktı ki, bu durum karşısında çarın
polisleri kiliseden tabutunu alıp Mihaylovskoye köyünde sessizce toprağa
vereceklerdi. Bu ölüm ve ardından yaşananlar insanı şöyle bir çıkarsama yapmaya
itiyor: Puşkin’e sıkılan kurşunlar, aynı zamanda Rus halkına ve dolayısıyla Rus
edebiyatına sıkılmıştır. Peki, Rus halkını bu denli çarpıcı bir biçimde
etkileyen Alexander Sergeyeviç Puşkin kimdi?
Puşkin, 1799 yılında son derece soylu bir ailenin çocuğu
olarak Moskova’da doğdu. Henüz erken yaşlarda entelektüel müktesebatıyla
tanınan amcasından Fransız edebiyatını öğrendi. Seçkin ailelerin çocuklarının
eğitim aldıkları Çarskoye Selo lisesinde eğitim gördüğü yıllarda yazdığı ilk
şiirleri, ilerde yazacağı şiirlerinde temel bir disiplin olarak ele alacağı
gerçekçi ifade biçiminin izlerini taşıyordu. Dönemindeki siyasal gelişmelerden
etkilenen Puşkin, özgürlük fikrinin şiddetli savunucusu olmaktan ve bunu
şiirlerinde işlemekten asla vazgeçmedi. Yazdığı şiirler büyük bir etki yarattı
ve kısa zamanda şairin saygın bir üne kavuşmasını sağladı. Klasik şiirin
prangalarını kırmış özgür bir üslup ve yaşamın olağan gerçekliğiyle ele
alınışının doğurduğu imgeler Puşkin’in şiirlerinin en belirleyici iki özelliği
oldu. Gerçekliğin dramatik yazgılı şairi olan Puşkin’in ölümünün ardından, 26
Mayıs 1880’de anısına dikilen anıtın açılışında bir konuşma yapan büyük Rus
yazar Dostoyevski, onun edebi disiplinini şu sözleriyle ifade etmişti:
“İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce?
Doğrudan doğruya Rus gönlünden kopup gelen, halkımızın, kendi öz toprağımızın
gerçeğinden fışkıran Rus ahlak güzelliği, ilk Puşkin’in aramıza kattığı
kişilerde kendini buldu…’’ Nitekim Puşkin, gerçekçiliği, eserlerinin
yaratımında yol gösterici bir ilke olarak özümsemişti. Puşkin’in şiirlerinde
görülen realist yazın ve muhtevalar, sözgelimi Sibirya Madenlerinin
Derinliklerinde adlı şiirinde belirgin bir biçimde karşımıza çıkar:
“Sibirya
madenlerinin derinliklerinde bekleyin
Yitirmeden
gururlu sabrınızı.
Boşa
gitmeyecek acılı çabanız
Ve
düşüncelerinizin yüce amacı…
Bahtsızlığın
sadık kız kardeşi umut
Karanlık
zindanınızda diri tutacak dinçliği ve neşeyi
Ve
gelecek beklenen o zaman da.
Düşecek
ağır prangalar;
Ve
yıkılan zindanların kapısını aşarak
Sevinçle
girecek içeri özgürlük
Ve
kardeşleriniz uzatacak kılıçlarınızı.”
Puşkin’in buna benzer birçok özgürlükçü şiiri otokratik
güçler tarafından yasaklansa da onları ezberleyen dillerde hep özgürce yaşadı.
Askeri yönetime karşı olduğu için dört yıl başkente girmesi yasaklanan Puşkin,
kendi köyü Mihaylovskoye’ye sürüldü. Bu sürgün yıllarında dehasının en önemli
örneklerinden olan Çingeneler adlı eserini yazdı. Puşkin’in derin bir
umutsuzluğa düştüğü dönemlerde kaleme aldığı bu eserinde, umutsuz
duygulanımların karakterlerin trajik yazgılarına sirayet ettiği görülür:
“Gençlik
kuşlardan daha özgür;
Zapt
etmek aşkı kimin elinde?
Sevinç
sırasıyla herkese devrolur;
Olmuş
bulunan, artık olmaz yeniden.”
Puşkin, soylu bir ailenin kızı olan Natalia Goçarova’ya
evlilik teklifi eder fakat Gonçarova bu teklife karşı kayıtsız kalır. Evlilik teklifinin
reddedilmesinden sonra Puşkin, uzaklaşma isteğiyle gözlemci olarak Rus ordusuna
katılarak Osmanlı topraklarına gider. Erzurum Yolculuğu adlı eserinde şehre
dair izlenimlerini yazar. Daha sonra Puşkin, Natalia Gonçarova’nın ailesini
evlenmeleri için ikna etse de, Natalia bu durumda yalnızca ailesinin kararına
boyun eğerek evlenmek zorunda kalır. Sürgünden döndükten sonra şiirleri çarın
sansüründen geçen Puşkin, defalarca polis baskısıyla karşı karşıya kalır. George
Charles d’Anthes adlı bir gencin Puşkin’in hayatına girmesi ölümünü
hazırlayan koşulları yaratacaktır. Baron George Charles d’Anthes ile Natalia
Gonçarova’nın arasındaki ilişkinin dedikoduları Puşkin’i çileden çıkarmıştır.
Puşkin yazdığı birkaç imzasız mektupla George Charles d’Antes’in karısına kur
yaptığını öğrenince onu düelloya çağırır. Puşkin bu çağrıyı yaparak bir nevi
kendi canına susamışlığını göstermiştir, zira d’Antes’in ordunun en keskin
nişancılarından biri olduğunu biliyordur. Ve 1837 yılının bir kış günü yapılan
düelloda Puşkin, d’Antes’i omzundan yaralasa da karnına isabet eden kurşunların
etkisiyle yaşama gözlerini kapar. Puşkin’in şiirlerinde karşılaşılabilecek
kurgusal sonlar gibi olan ölümü yer edindikleri bilinçlere, ölüme dair
düşünceleriyle ördüğü Dolaştım mı Gürültülü Sokaklarda adlı şiirini
hatırlatıyor:
“Ne
zaman gösterecek kader ölümü?
Kavgada
mı? Ya da bir gezide, dalgaların koynunda mı?
Veya
komşu ova,
Soğumuş
küllerimi kabul eder mi?
Duyarsız
bedenime,
Her
yer aynı, çürümek için.
Ama
yine de sonsuz uykuya dalmayı,
İsterdim
sevdiğim yerlerin yakınında.”
Rus edebiyatında modern mısra tekniğiyle halk dili
geleneklerini ilk defa uzlaştırmayı başaran Puşkin, şiir dışında ürettiği edebi
eserleriyle, yenilikçi anlatım teknikleri ve gerçeği olduğu gibi aktarışıyla
kendisinden sonra gelen şairlere güçlü bir ilham kaynağı olmuş ve modern Rus
edebiyatının öncüsü olarak kabul edilmiştir. Puşkin henüz hayattayken bu denli
ciddi bir etki yaratacağını sezmiş midir bilinmez fakat bazı şiirlerinde buna
dair izler görmek kaçınılmazdır:
“Hayır,
tümüyle ölmeyeceğim.
Ruhum,
Kutsal lirinle kalarak,
Kurtulurken
çürümekten,
Tozlarım
yok olacak.
Ben de
ünleneceğim,
Duyulacak
ünüm her yerde,
Yeryüzünde,
ayın altında,
Tek
bir şair yaşadıkça.”
“Kelimelerle
ifade edilen düşünce yalandır.”
Puşkin’in Rus şiirinde yarattığı gerçekçilik etkisi 19. yüz
yılın son çeyreğinde önemini yitirmeye başladı. Dönemin Batı edebiyatı ve
felsefesinden – E.A. Poe, F. Nietzsche, C. Baudelaire vb. –
ilham alan bir grup şairin şiirlerinde işledikleri konular ve semiyotik
teknikler, Rus şiirine değişik ifade biçimleri kazandırarak yeni bir akım
meydana getirdi. Bu akım, idealizmi temel bir ilke olarak ele alan, somut
olanın yalnızca özün yansımasından ibaret olduğu düşüncesine dayanan, dünyanın
sembollerle dolu olduğuna kanaat getiren ve dolayısıyla da materyalizm temelli
gerçekçiliğe karşı bir tepki olarak doğan sembolizmdi. Rus sembolizminin
birinci kuşak şairleri – V. Bryusov, K. Bal’mont, Z. Gippius, F.
Sologup – sembolizmin vatanından, yani Fransız edebiyatından, özellikle de
Les poètes maudits (Lanetli Şair) olarak tanımlanan C. Baudelaire, P.
Verlaine, A. Rimbaud gibi şairlerden etkilendiler. Sembolistler
şiirde gerçeğin değil, gerçeğin insanda bıraktığı etkilerin yazılmasını
savundular. Dahası, şiirin başka dünyalarla iletişim kuran bir araç olduğuna
inandılar. Rus sembolistler, sembolizmin düşünsel strüktürünü, nesnel gerçeklik
koşulu olmaksızın ve rasyonel bakış açılarından azade bir şekilde, yalnızca
‘semboller referans’ alınarak sezginin egemenliğiyle ulaşılan sembolik idrak
olarak belirlediler. Teolojik bir içselliğe sıkı sıkıya bağlı olan sembolizm,
dilin, şairin düşündüğü imajları anlatmakta yetersiz olduğunu, kelimelerin
düşünceyi asla ifade edemeyeceğini – “kelimelerle ifade edilen düşünce
yalandır.” – düşünüyorlardı. Sembolist okulun kuramsal önderlerinden Valeri
Bryusov, Karşılama adlı şiirinde, sembolizmin yapı taşlarının en keskin
örneklerinden birini sunar:
“Karşılaşmalar
yok mu o karşılaşmalar
Büyük
şehirlerin caddelerinde
Ve o
ister istemez bakışmalar
Kırpışan
kirpiklerin o kısa konuşması!
Ulaşır
varlıklarımız birbirine
Bir
anlık bir çalkantının arasından.
Ve iki
arzunun çığlığı kopar sessizce:
“Söyle
kimsin, kimsin söyle? – Ya sen?”
Bir
bakışta anlatır tüm geçmişini,
Ve
havada bir çağrı dalgalanır: “BENİM OL!”
Bu
çağrının zincirine vurulmuştur artık o…
Ama
bir andır geçer ve yalnız kalırım.
Silinip
gidişine bakarım kalabalığın içinde…
Aldırma:
Yetmez mi bir tek an boyunca
Tüm
tutku ve aşkları tüketip yaşadığım!”
Bu şiir, sembolizmin anlatımda kullandığı tekniklerin nihai
hedefini, yani “ruhani yaşantıyı ifade etmek için başka bir üslup geliştirme”yi
gözler önüne serer. Rus sembolizmi ilk kez, daha çok bir yöntem olarak Fyodor
Tyutçev’in eserlerinde görülse de, Rus sembolizminin kurucusu Valeri
Brysov’dur. Kuşağının en iyi şiirlerini yazan ve bununla birlikte Moskova
Sembolistleri’nin lideri olan Bryusov, neredeyse tüm enerjisini çevirilere ve
entelektüel konuların yoğunlukta olduğu şiirlerini yazmaya harcamıştır. Şiir
biçimleri üzerine de çeşitli teorik yazılar kaleme alan Bryusov’un Rus
entelijansiyasında çok seçkin bir yeri olmuştur. Sembolistlerin şiire
taşıdıkları dini semboller ve mitolojik öğeler, bir tür dış dünyayı temsil ettikleri
için özenli bir tercihle kullanılıyordu; örneğin sembolistlerin öne çıkan
şahsiyetlerinden olan ve “şairin mistik bir dindar” olduğunu düşünen Viaçeslav
İvanov’un Aşk isimli şiirinde bu öğelere rastlanır:
“…İki
kederli gövdeyiz
Bir
Tanrı mezarının mermerine yaslanmış
Eski
Güzelliğin gömüldüğü mezarın
Aynı
sırları veren iki sesli bir ağız
Bir
tek aynı Sfenks’i kurarız durmaksızın
Bir
tek aynı çarmıhın iki kanadıyız biz.”
İkinci kuşak Rus sembolistlerinin en önemli şairlerinden
biri, sembolizmle ilk kuşak şairler kadar güçlü bir bağı olmayan İnnokenti
Annenski’dir. Annenski, sembolist bir lirizmin hâkim olduğu şiirlerinde günlük
yaşamı berrak bir şekilde dile getirir. Annenski’nin, şiirlerinde
gerçekleştirdiği sözsel deneyleme tekniği onun Rus Mallarmé’si olarak
anılmasına yol açmıştır. Annenski’nin, yaşadığı çağın sınırlarını aşan
hırpalayıcı bir lirizmle yüklü şiirlerinden biri de, İmkânsız adlı şiiridir:
Kelimeler
bilirim, çiçeklerin soluğunu andırır solukları,
Öylesine
yumuşak ve bir bunaltı okunur beyazlığından.
Ama
hiçbiri senin kadar yumuşak ve ince olamaz
İMKÂNSIZ,
ne de senin kadar hüzünlü ve solgun..”
Annenski, doğal tavrı –alışıldık yüzeysel realite- bir an
olsun bırakarak “imkânsız” kelimesini referans alıp düşünsel bir yolculuğa
çıkar ve kelimenin somut yüzeyselliğinin ardındaki duygusal evrenlerin
kilitlerini açar. Şiirin son dizelerinde ise hüzünlü bir lirizme yer verir:
“Bir
gün kelimeler de tıpkı çiçekler gibi
Bunaltıcı
bir beyazlık içinde dökülecek olursa,
Bilirim,
gözyaşlarıyla sulanacaktır her biri,
Ama
sevdiğim içlerinden sadece bir tanesi ve
İMKÂNSIZ
olacaktır.”
Henüz çocuk yaşlarda anne ve babasını yitiren İnnokenti
Annenski, St. Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi görmüş, eski dil ve
edebiyatlar, bir de Rus dili ve teorisi üzerine dersler vermiştir. Ölümü
gecenin karanlığıyla özdeşleştirmesiyle bilinen İnnokenti Annenski, bir gece
yarısı akademi müfettişi olarak atandığı Kuzeydeki illerden birine giderken,
bir gardaki silahlı çatışma sırasında vurularak ölmüştür.
Sembolizm akımının ve Rus şiirinin en gözde şairlerinden
biri de “Rusya’nın milli şairi” olarak anılan Aleksandr Blok’tur. Yaşadığı
dönemin edebiyat çevrelerini henüz öğrenim gördüğü sıralarda etkilemeyi
başarmış olan Blok, sembolizmin ikinci kuşak şairlerinden biri olarak bu akımın
öne çıkan örneklerini yaratmıştır. Hukuk profesörü bir baba ve Petersburg
Üniversitesi rektörünün kızı olan edebiyatçı bir anne tarafından dünyaya gelen
Blok, yüksek bir kültür ile yetiştirilmiş, annesinin etkisiyle Petersburg
Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi almıştır. Öğrenim yıllarında şımarık bir
bohem hayatı sürdüren Blok, zamanın en güçlü edebiyat akımı olan sembolizmin
etkisi altına girmekle kalmamış, yazdığı şiirlerle bu akımı doruk noktasına ulaştırmıştır.
Rusya’da, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiyle başlayan şovenizm dalgasından
kendini kurtarmış ender edebiyatçılardan biri olması ve Ekim Devrimi’ni müspet
bir şekilde karşılamasıyla yenidünyaya olan sadakatini göstermiştir. Devrimler
çağında yaşamış bir sanatçı olan Blok, bu zorlu çağın yıkımlarını ve ufukta
beliren umut dolu günlerin yetkin bir ozanı olmuştur:
Durgun
yıllarda gelmiş olanlar dünyaya
Anımsamazlar
geçtikleri yolları;
Biz,
Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları –
Gücümüz
yok hiçbir şeyi unutmaya.
Yakıp
kavuran, kül eden yıllar!
Çılgınlığın
mı, umudun mu kökü gizli sizde?
Savaş
günlerinden, özgürlük günlerinden
Kanlı
bir parıltı kaldı yüzlerde.
Uğultusu
tehlike çanlarının
Dilsiz
olmaya zorladı bizi.
Uğursuz
bir boşluk kapladı
Bir
zaman coşkuyla dolu yüreklerimizi.
Aleksandr Blok’un şiirlerinde diğer sembolist şairlerde de
gözlemlenen tinsel temalar, tanrısal bilgelik için duyulan özlem, lojik bir
kavrayışın dışında geliştirilen bir imgelem dünyası hâkimdir. Blok’un tanrısal
bilgelik için duyulan özlemi bir kadına duyulan aşkla cisimlendirdiği şiirleri
birçok edebiyat eleştirmenince eleştirilmiş, fakat dönemin entelijansiyasının
şapka çıkarttığı ismi ve Rus sembolizminin ustası Valeri Brysov bu eleştirilere
karşı Blok’u savunmuştur. Ekim Devrimi’nin ilk önemli eserlerinden biri olarak
kabul edilen On İkiler adlı destansı şiiri yazan Blok, devrimin safında
olduğunu tescilleyen ilk yazarlardan biri olmuştur:
ON
İKİLER’DEN
“Burjuva,
yol kavşağında bekliyor şimdi
Yakasını
burnuna kadar kaldırmış.
Önünde
tüyleri dökük zavallı bir köpek
Kuyruğunu
kısmış kıvranmaktadır.
İşte
bu aç köpek gibi bekliyor şimdi.
Sessiz
ve telaşlı, tıpkı bir soru gibi.
Ve
burjuvanın yanında eski dünya bekliyor:
O da
kuyruğunu kısmış sahipsiz köpek gibi.”
On İkiler şiiri Blok’un edebiyat yaşamında bir dönüm
noktası teşkil etmesi açısından oldukça önemli bir şiirdir. Zira Blok, bu
şiiriyle “…Devrim öncesi hayatın ve sanatın budalaca çıkmazında tükenip
gitmekteyken, Devrim’in tekerleğine tutunmayı başardı.” denebilir. On İkiler
adlı yapıtın tarihsel önemini daha belirgin kılmak ve Rus edebiyatındaki yerini
kavrayabilmek için Ekim Devrimi’nin önderlerinden Lev Troçki’nin, Blok
hakkında yazmış olduğu şu satırlara yer vermek yeterli olacaktır:
“Blok Ekim öncesi edebiyata aitti, ama ‘Onikiler’i yazdığı
zaman bunu aştı ve Ekim’in dünyasına girdi. Bu yüzden Rus edebiyat tarihi
içinde özel bir yeri olacaktır onun. Blok’un, onun anısının çevresinde uçuşup
duran ve onun Mayakovski’deki yeteneği nasıl fark ettiğini ve Gumilev’in
karşısında hiç gizlemeye gerek görmeden nasıl esnediğini anlayamayan (dindar
budalalar!) şu şair ve yarı-şair cinler tarafından karanlığa itilmesine ve
unutturulmasına izin verilmemelidir.”
“Dünya
kültürü için bir özlem”
İktidar taşlarının yerinden oynamaya başladığı yirminci yüz
yıl Rusya’sı sanatsal dönüşümlere sahne oluyordu. Uzun yıllardır bilhassa şiir
alanında bir otorite hali almış olan sembolizm, artık kitleler üzerinde eskisi
kadar etkili olamıyor ve bu tek düzeliğin yarattığı kriz yeni bir ifade
biçimini, öncekinden farklı bir şiir ekolünü zorunlu olarak ortaya çıkarıyordu:
Akmeizm.
1910 yılında, Nikolay Gumilev ve Sergey Gorodetsky’nin
önderliğinde teorik alt yapısı oluşturulan, Yunanca ‘achme’ kelimesi referans
alınarak ‘insanın en iyi çağı’ şeklinde bir anlam kazandırılan akmeizm,
sembolizme karşı bir tepki olarak biçimlerin somut niteliğini yücelten bir şiir
anlayışının savunusuna girişti ve bu reaksiyonla şiirler üretmeye koyuldu.
Akmeist öğretinin en çarpıcı ve berrak şekliyle işlendiği şiirlerin
yazarı Osip Mandelştam, bu akımı “Dünya kültürü için bir özlem” sözüyle
tanımlayarak, boyutunun derinliğini tevazu göstermeden vurguluyordu.
Akmeistler, Orta Çağ’ın lonca teşkilatlanmasından ilham alarak Şairler
Loncası’nı kurdular ve Rus sembolizminin bilinmezci gizemciliğine karşı eleştirel
bir tutum sergileyerek, Fransız parnasizminin temel ilkelerini benimsediler.
Şiirin mimaride olduğu gibi ustalığa ihtiyaç duyduğunu düşünen akmeistler, iyi
bir şiir yazmayı bir katedral inşa etmekle kıyaslayarak şiirin hatlarını ve
çerçevesini daha önce görülmedik bir tarzda yorumladılar. Akmeist okulun
öğretileri ve savunusunu üstlendiği şiirsel yaratım ilkeleri temelinde eserler
üreten başlıca şairler Nikolay Gumilev, Sergey Gorodetsky, Anna Akhmatova, Mikhail
Kuzmin ve Giorgi İvanov olmuştur. Fakat akmeizmin en
önemli şairi, bu hareketin teorisini saf haliyle açığa vuran, su götürmez en
önemli başarısı olarak gösterilen Kamen adlı esrin yazarı Osip Mandelştam’dır.
Şairler Loncası’nın kurucularından olan Mandelştam, ilk
şiirlerini bu loncanın dergisi Apollon’da yayımlamıştır. İlk şiirlerinde henüz
sembolist üslubun etkilerinden kurtulamadığı görülen Mandelştam, Avrupa
kültürüne özgü mitopoetik olgulara çokça yer vermesiyle bilinen bir şair
olmuştur. İlerleyen yıllarda sembolizm etkisinden sıyrılarak mimari
mükemmelliğe yönelen bir imaj yapısı ile bezelenmiş şiirler yazmıştır. Son
dönem şiirlerinde günlük olayları olağan durulukta anlatan şairin dolaysız bir
yalın üslup geliştirdiği göze çarpar. Leningrad adlı şiiri son dönem şiirlerine
verilebilecek güzel bir örnektir:
“Petersburg!
Hayır, ölmek istemiyorum daha!
Defterinden
silinmedi telefonumun numarası.
Petersburg!
Saklıyorum yazdığım adresleri,
Onlar
duyuracak ölülerin sesini.
Karanlık
bir eşikte oturuyorum; zil,
Etinden
sıyrılmış zil şakaklarıma vuruyor.
Kapı
zincirlerinin paslı demirlerine dokunarak
Sevgili
konukları bekliyorum bütün gece.
1917’de devrimin safında yer alan entelektüellerden biri de
Mandelştam’dır. Bir süre Maksim Gorki‘nın yönetiminde Dünya Edebiyatı
Yayınları’nda çalışan Mandelştam, bir süre sonra hiçbir edebiyat topluluğunda
yer almadan münferit bir edebiyat faaliyeti sürdürür ama bu durum dönemin
istibdat rejimince kuşkuyla karşılanır. Stalin diktasının korkusuyla yaşayan
tapınmacı, konformist yazarları esefle kınayan Mandelştam, kimsenin açık
yüreklilik gösterip en ufak bir eleştiri dahi yapmaya yeltenmediği korku dolu
bir dönemde, 1933 yılında Yaşıyoruz Ama Hissetmiyoruz isimli şiirini yayımlar:
“Yaşıyoruz,
ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı.
On
adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.
Oysa
ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri,
Kremlin’in
dağcısını anmadan edemiyorlar.
Parmakları
kalın tırtıllar gibi
ve
ağır kurşun gibi dökülüyor ağzından kelimeleri.
Hamamböceği
bıyığı sırıtıyor
ve pırıl
pırıl çizmelerinin üstleri,
İnce
boyunlu adamları sarmış çevresini,
bu
insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor.
Biri
ıslık çalıyor, biri miyavlıyor, biri inliyor,
Yalnız
o parmağını bize sallıyarak kükrüyor.
İnsan
karnına, alnına, şakağına, gözüne
nal
fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor.
Bu
geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi
dilinin
üstünde yuvarlıyor her idam kararını.”
Olağan üstü baskının yaşandığı öylesi bir dönemde Osip
Mandelştam’ın bu gözü kara hicvi, gayet tabii zülfü yâre dokunmuş, aynı zamanda
Mandelştam’ın bir nevi intihar mektubu olmuştur. Bu şiir yayımlandıktan sonra
tüm engellemelere rağmen elden ele dolaşır ve dönemin en sansasyonel
belgelerinden biri haline gelir. Şiirde “Kremlin’in Dağcısı” diye söz
ettiği Stalin ve onun bürokratik aygıtı Mandelştam’ı muhtelif yerlere
zoraki ikamet ettirir ve ardından 1938 yılında Sibirya’ya sürer. Ve 27 Aralık
1938’de Osip Mandelştam sürgünde ölür. Osip Mandelştam haksızlığa, zulme ve her
alanda varlığı hissedilen baskıya sanatıyla başkaldırarak, döneminde eşine
ender rastlanan bir cesaretle kendi yazgısını belirledi ve ardında onurlu bir
yaşamın pusulasını bıraktı:
“Omuzlarıma
atılıyor şu kurt köpeği çağ,
oysa
benim kanım kurt kanı değil.
İyisi
mi, bir Sibirya kürkünün koluna
bir
kalpak gibi sokun beni ki,
gözüm
görmesin korkakları, yıvışan çamuru,
çarka
gerilen kanlı kemikleri,
ve
bütün gece parlasın benim için
ilkel
güzellikleriyle mavi tilkiler.
Yenisey’in
aktığı geceye götürün beni
çamların
yıldızlara değdiği,
çünkü
benim kanım kurt kanı değil,
ancak
bir benzerim öldürebilir beni.”
“İşini
bitireceğiz senin romantik dünya!”
20.yy.ın ilk çeyreğinde, çarlık otokrasisinin pençesi
altında yönetilen Rusya’da adeta bir kaos yaşanıyordu. Köhnemiş çarlık
rejiminin toplum içinde yarattığı hoşnutsuzluk, bitmek bilmeyen savaşlar,
sınıfsal karşıtlıkların doğurduğu trajik tablo tarihsel zorunluluk olarak bir
devrimin gerçekleşmesini kaçınılmaz kılıyordu. Kelimenin tam anlamıyla baştan
aşağı politik bir ülke olan Çarlık Rusya, öteden beri çeşitli devrimci
yapılanmaların reaksiyonlarıyla karşı karşıya gelmiş, 1905 Devrimi ile geçici
bir yenilgi yaşamış, fakat lehine işleyen koşullar ve yaptığı manevralarla bu
yenilgiden 1917 Şubat Devrimi’ne kadar geçen sürede sıyrılmıştı. Böylesi
politik krizlerin cereyan ettiği yıllarda, edebiyat çevreleri çeşitli sanat
görüşleri etrafında kümelenmiş kendi savaşlarını veriyorlardı. Seyrini siyasal
gelişmelerin belirlediği iki temel sanat yaklaşımı üzerinde soluksuz ve ateşli
tartışmalar yaşanıyordu. Bu yaklaşımlardan ilki o güne değin varlığını sürdüren
egemen burjuva sanatı, diğeri ise bu egemen sanat anlayışını ve onun toplumsal,
felsefi ve dolayısıyla kültürel tahakkümünü radikal bir biçimde ilga etmek,
yerine çağdaş, sınıf bilinci esasına dayanan bir sanat yaratmak isteyen
proletarya sanatıydı. Bu çetrefilli dilemmanın içinde bocalayan Rus
entelijansiyası, bir grup şairin 1912 yılında yayımladıkları “Genel Beğeniye
Tokat” isimli fütürist (gelecekçi) bildiriyle sarsıldı. Başını David
Burliuk, Vladimir Mayakovski, Velimir Hlebnikov ve Aleksey
Kruçyonih‘in çektiği Hylia adlı grup, yayımladıkları avangart bildiride
geçmişin edebi değerlerini, yazınsal biçem ve üsluplarını daha önce eşine
rastlanmadık bir sertlikle yeriyorlardı. Bununla birlikte Puşkin, Tolstoy,
Dostoyevski gibi Rus edebiyatının kadim putlarını, kendi değimleriyle
söyleyecek olursak “…çağdaşlık gemisinin bordasından atmak gerek”tiğini ilan
ediyorlardı. Esasen İtalyan menşeli bir fikir hareketi olan fütürizm,
yazar Filippo Marinetti‘nin çevresinde toplanmış bir takım entelektüelin
1909 yılında kaleme aldıkları Fütürist Bildiri ile hayat bulmuştu. Geçmişin
sanatsal, kültürel değerlerini köktenci bir ısrarla reddeden fütüristler,
modernizmi geleceğin dünyasına açılan kapıların anahtarı olarak görüyor ve
makineleşme, sürat, şehirleşmiş medeniyet -bilhassa İtalya’da- ilkeleriyle yeni
bir dünyanın estetik strüktürünü oluşturmayı amaçlıyorlardı. Daha da ileriye
giderek, vandal bir cüretkârlıkla “Müzeleri, kütüphaneleri, yerle bir ederek,
ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız.” şeklinde
saldırgan söylemlerle varlığından nefret duydukları kültürel yapıyı tarumar
etmek istiyorlardı. Fakat Rus fütüristler, İtalyan fütürizminden başta politik
olmak üzere birçok hususta ayrılıyorlardı. Zira İtalyan fütürizminin kuramsal
önderi Marinetti ve çevresindekiler İtalyan Faşist Partisi’nin kurucu üyeleri
arasında yerlerini almışlardı -ki insanlığın kültürel mirasına susamış böylesi
mizantrop emeller ancak dönemin faşizm hareketi tarafından destek görebilirdi-
ve buna karşın Rus fütürizminin politik yönünü belirlemiş olan Mayakovski erken
yaşlarda Bolşeviklere katılmış bir Marksistsi. Rus fütüristler burjuva
kültürünün boğucu statükosunu yıkmak, çağın teknolojik ve siyasal
gelişmelerinin belirlediği nesnel koşullar minvalinde bir sanat anlayışı
yaratarak, özellikle edebiyatta epeydir egemen olan sembolizmi ortadan
kaldırmak istiyorlardı. Bu sebeple fütürizmin ontolojik sütunlarından biri olan
“kültürel yadsıma” ilkesini, geçmişin sanat anlayışlarını yok etmek için güçlü
bir silah olarak görüyor ve bu hedeflerini yazdıkları öfkeli bildirilerinde
açık yüreklilikle dile getiriyorlardı: “Biz çağımızın yüzüyüz… Geçmiş
daracıktır. Akademi ve Puşkin, hiyerogliflerden daha anlaşılmazdır… Sayısız
Leonid Andreev’lerin sümüklerine değen ellerinizi yıkayın…”
Rusya’da fütürizm çağı başladıktan sonra kübofütürizm,
egofütürizm vb. gruplar oluşmuş olsa da, bunlar arasından akımın en önemli
örneklerini, içinde Mayakovski, Hlebnikov, Burliuk, Kruçyonih’in bulunduğu kübofütüristler
vermiştir. Kübofütüristler, şiir dilinde bir devrim gerçekleştirerek, bir takım
deneylerle kendilerine özgü edebi teknikler oluşturmuşlardır. Sözgelimi
Hlebnikov, konuşma dilinin şiirsel ölçüsünü öne çıkarmıştır:
“Yıldızlara
bakmak uzun uzun
Bir
ölüm hükmü imzalamaktan
Çok
daha hoş gelir bana.
Ve çok
daha hoş gelir
Çiçeklerin
sesini dinlemek
“İşte
Hlebnikov!” diye mırıldanan sesini
Bahçede
dolaşırken
Çok
daha hoş gelir evet
Beni
öldürmek isteyenleri öldüren
Tüfekleri
görmekten.
Niçin
hiçbir zaman
Yönetici
olamayacağımı
Anladınız
mı şimdi!”
Çeşitli bilim dallarında görmüş olduğu tahsiliyle taşkın
bir birikime sahip olan Velimir Hlebnikov, Rus fütürizminin kuramsal taşlarını
örmüş bir filolog ve şairdir. Kelimelerle nesnelerin özü arasında dolaysız bir
bağlantı kuran bir dil felsefesi yaratması, şiirsel yaratı ve dil yaratısını
bütünleştirmesiyle oluşturduğu poetika, fütürist okulun dil doktrini konusunda
alametifarikası olmuştur. Sözcüğü, söylencenin yaratıcısı olarak kabul eden
fütüristler, bir şairin değerini, onun sözcük dağarcığının belirlediğini
düşünüyor ve kendilerinden önceki edebi üretim tekniklerini ve dil kuramlarını
bayağı bularak onlara karşı cephe aldıklarını yayımladıkları her bildiride
şiddetle ifade etmekten geri durmuyorlardı. Bu avangart topluluk, kurumsal bir
oluşum hali alarak, Yargıçlar Balıklığı adlı dergide on üç maddelik kendi şiir
kuramlarını ilan etti. On üç maddelik şiir kuramı amentüsünde en çok göze
çarpan, “Bireysel gerçeğin özgürlüğü adına yazım kurallarını yadsıma”ları,
“Sözcüklere yazılış ve söyleniş özelliklerine göre anlam yakıştırmaya
koyulma”ları ve yaratıcılığı dizginlediğini düşündükleri gramer kurallarında
reforma gittiklerini duyurmalarıdır.
“İşini bitireceğiz senin romantik dünya!” şiarıyla harekete
geçmiş olan Rus fütüristler, destekledikleri Bolşeviklerin öncülüğünde
gerçekleşen Ekim Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılarlar. Çarlık
otokrasisinden arta kalan sosyo-kültürel ilişkilerin ve Ekim Devrimi öncesi
sanat anlayışlarının dönüştürülmeye başlandığı yıllarda, eski kültür ve sanat
anlayışlarına karşı uzlaşmazlıkları varlıklarının yongası haline gelmiş olan
fütüristler, devrimi düşledikleri dünyayı yaratmak için çok önemli bir araç
olarak görmüşlerdir. Yeni bir kültürün inşası için seferber olan fütüristler,
başta Mayakovski olmak üzere, fütürizmi proletaryaya tanıtmak, işçi sınıfının
sanatını yaratmak iddiasıyla çalışmalara başlarlar. Fakat fütüristler tüm
çabalarına rağmen Rus proletaryası ile sanatsal bir bağ kuramazlar. Çünkü Ekim
Devrimi öncesi edebiyatın ve diğer sanat formlarının proletarya tarafından
bilinmemesi, eski estetiğin reddiyesinden doğan fütürizmle sınıfsal bir estetik
ilişki kuramama problemini ortaya çıkarır. Dolayısıyla fütüristler, en başta
olduğu gibi marjinal bir hareket olmayı sürdürerek kendi iç tartışmalarına
gömülürler. Bu tartışmalar gittikçe Ekim Devrimi’nin sorgulanmasına ve devrimle
uyum sorunu yaşamaya varır. Henüz şair olmazdan önce aktif politikaya girmiş ve
Bolşeviklerin safında yer almış olan Mayakovski, neredeyse hiç politik olmayan
fütüristlerden farklı olarak proletaryayla içten bağlar kurabilmiştir. Fütürist
çevrelerle yaşadığı uzlaşmazlıklar ve fütürizmin siyasal davranış sorunsalından
doğan nedenlerden ötürü Mayakovski, gittikçe fütürizmden kopar ve artık kendini
bütünüyle sosyalist gerçekçiliğe adar.
“Dünyayı
bozguna uğratarak sesimin gücüyle yürüyorum – yakışıklı, yirmi iki yaşında.“
Bir orman bekçisinin oğlu olan Mayakovski, 1893 yılında
Gürcistan’ın Bağdadi köyünde doğar. Lise eğitimi alması için ailesi Kutays’a
taşınır ve Mayakovski ilk kez burada sosyalist gruplarla tanışır. Babası Vladimir
Konstantinovich‘in ölümünden sonra aile Moskova’ya taşınır. Mayakovski, burada
odalarını kiraladıkları sosyalist öğrencilerin etkisiyle Marksist klasikleri ve
Lenin’in broşürlerini okumaya başlar. Derslerinden çok sol yayınları okumaya
zaman ayıran Mayakovski’nin okul yaşamı iyi gitmemektedir. Bu durumu fark eden
ablası, İ. Karahan isminde biriyle Mayakovski’ye ders vermesi için
anlaşır. Ne var ki İ. Karahan bir Bolşeviktir ve Mayakovski’nin İskra’nın eski
sayılarını, Bolşeviklerin yayınlarını okumasını sağlar. Böylece Mayakovski
henüz on beş yaşındayken Bolşeviklere katılır, artık bir devrimcidir ve yoldaş
Konstantin ismini almıştır. Yaşına aldırış etmeden İskra’nın yeni sayılarını
gizlice dağıtır ve Bolşeviklere toplantı için boş daire ayarlar. Yoldaş
Kanstantin, Bolşeviklerin bir yeraltı basım evinde çarın polislerince yakalanıp
tutuklanır. Cezaevinde çokça okuma şansı bulur, böylece dönemin şiir okullarını
ve şairlerini iyice öğrenmiştir. İlk şiirlerini cezaevinde yazan Mayakovski, bu
şiirlere gardiyanlar tarafından el konulmasıyla onlara bir daha ulaşamaz.
Yıllar sonra bu şiirlerden şöyle söz edecektir: “Gardiyanlar sağolsun, çıkışta
aldılar. Yoksa bir de yayınlardım!” Cezaevinden çıktıktan sonra ressam olma
arzusuyla Güzel Sanatlar okuluna girer ve burada hayatına bambaşka bir yön
verecek, onu fütürizmle tanıştıracak olan David Burliuk’la tanışır. Mayakovski
şiirlerini ilk kez Burliuk’a okur ve bu güçlü şiirlerin etkisinde kalan Burliuk
şairin dehasını hemen fark eder. Kübist bir ressam ve şair olan David Burliuk,
Mayakovski’yi ilerde Rus fütürizminin temellerini birlikte atacakları Velimir
Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih’le tanıştırır. Mayakovski, I. Dünya Savaşı’nın
başlamasıyla, savaşın sancılı koşullarından etkilenerek devrimci sanatının ilk
parıltılı eseri olan Pantolonlu Bulut’u yazar. Moskova’da olduğu bu dönemlerde
Rus edebiyatının en değerli kalemlerinden biri olan Maksim Gorki’nin evine
giderek başını kaldırmadan ona Pantolonlu Bulut’un bazı bölümlerini okur:
“Tek bir
ak saç yok ruhumda,
Yaşlılığın
çıtkırıldımlığı yok onda!
Dünyayı
bozguna uğratarak sesimin gücüyle
yürüyorum
– yakışıklı,
yirmi
iki yaşında.
İster
misiniz
ten
kudurtsun beni,
-ve
gök gibi renk değiştirerek ansızın-
İster
misiniz öylesine yumuşayım,
sevecen
olayım ki öylesine
hani,
erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!”
Mayakovski şiiri okuduktan sonra başını kaldırır ve
Gorki’nin yaşlanmış gözleriyle kendisine baktığını görür. Pantolonlu Bulut,
Mayakovski’nin 1915 yılında tanıştığı ve yaşamının sonuna dek şiirlerinde
sevgisini dile getirdiği Lili Brik‘in yardımıyla basılır.
Ekim Devrimi ile birlikte kendini yeni kültürün ve sanatın
yaratılmasına adayan Mayakovski, bu yıllarda durmadan ajit-prop resimlerle
bezenmiş politik pankartlar, afişler yapar, fabrikaları dolaşarak şiirler okur
ve sosyalist sanat anlayışını içeren konferanslar verir. Örneğin devrim ordusu
askerlerine ayakkabı toplanması için yaptığı bir pankarta şunları yazar:
“Arkadaşlar! Çetindir yolu geleceğin. Dayanaklı pabuçları olmalı öncülerin!”
Mayakovski, Parti Merkez Komitesi’nin de izniyle 1923
yılında, burjuva sanatına karşı her alanda mücadele etmek için Lef Dergisi’ni
(Sol Sanat Cephesi) kurar. Lef, sosyalist sanat fikrini savunan
entelektüellerin bir araya geldikleri, sosyalist gerçekçilik akımının kuramsal
çalışmalarının tartışıldığı bir dergi olarak, iki yıllık yayım hayatında sekiz
sayı çıkartmış ve dönemin en önemli edebiyat mecmuası olmuştur. Daha sonra
çeşitli tartışmalar beraberinde gruplaşmaları getirmiş ve Lef 1925’te
kapanmıştır.
1923-25 yılları Mayakovski’nın ağır buhranlar yaşadığı
yıllardır. 1924’te Lenin’in ölümüyle derinden sarsılan şair, uzun bir süre
kendini toparlayamaz. Lenin’in ölümünden sonra, içinde duyduğu acıyı kalemiyle
birleştiren şair, en değerli eserlerinden biri olarak görülen Lenin
Destanı’nı yazar. İlk kez Pravda’nın yazı kurulu odasında gördüğü, kitaplarını
her okuduğunda coşkuya kapıldığı ve ne yazık ki hiç tanışma fırsatı
bulamadığı Lenin için şunları yazar:
“Çelenkler
süslüyor başını.
Korkuyorum
kapanır diye Lenin’in gerçek bilge ve insan alnı.
Korkuyorum
kirletir diye geçit törenleri anıtkabirler ve kalıplaşmış saygı duruşları
Lenin’in
sadeliğini.”
Lenin’in ölümünün etkisini henüz atlatmamış olan
Mayakovski, ikinci bir felaket yaşar. Şiir tartışmalarında sürekli olarak
çekiştiği melankolik şair Sergey Yesenin, 28 Aralık 1925’te bir otel
odasında kendini asarak intihar eder ve Mayakovski’ye intiharından bir gün önce
damarlarını açıp kendi kanıyla yazmış olduğu Elveda Dostum isimli bir şiir
yazar:
“Elveda
sevgili dostum elveda,
Sen
kökleri içimde uzanan..
Ayrılık
yazılmış alnımıza
İlerde
gene karşılaşırız inan..
Elveda
dostum, el sıkışmadan
Sessizce..
Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek
yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama
yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.”
Sergey Yesenin’in trajik bir biçimde canına kıyışı
Mayakovski’yi büsbütün harap eder ve 1926 yılında Sergey Yesenin’e isimli
şiirini yazarak, Yesenin’in intiharını şiddetle kınar:
“Alışılmış
deyimiyle siz
Bir
başka dünyaya göçüp gittiniz
Hayır
Yesenin bu şaka değil,
Boğazında
düğümlenen acıdır
Kahkaha
değil…
Bu
dünyada ölmek güç bir şey değil,
Bir
hayat kurmaktır güç olan…”
Mayakovski bu zor zamanları atlatmak adına uzun bir yurt
dışı seyahatine çıkar. Birçok ülke dolaşır, gittiği ülkelerde çeşitli
konferanslar verir ve Sovyet Rusya’ya dair yapılan karalamalara karşın
insanları aydınlatır. Son yurtdışı gezisini konu edinen şiirinde sosyalist bir
ülkenin vatandaşı olması nedeniyle karşı karşıya kaldığı ayrımcılığı anlatır:
“Ve şu
polis milleti nasıl da şehvetle kırbaçlar
nasıl
çarmıha gererdi beni
sadece
ve sadece elimde oraklı çekiçli bir pasaport var diye…
Şu
memur zihniyetini bir kurt bir kuzuyu paralar gibi paralamak isterdim,
ve en
ufak bir saygı duymadım bu cinsten belgelere ömrüm boyunca
ve
cehenneme kadar yolu var tüm evrakların derdim.
Ama
bu.. bu başka..
Ve
daima gururla çekip çıkaracağım ceplerimden pasaportumu:
İyi
okuyun sayın baylar ve gıpta edin:
Yanılmıyorsunuz
evet
Sosyalist
bir ülkenin yurttaşıyım ben.”
Mayakovski 1 Şubat 1930 yılında yirmi yıllık
çalışmalarından oluşan retrospektif bir sergi açar. Şiirlerinin yayımlandığı
dergiler, gazete kupürleri, yazdığı kitaplar, iç savaş ve NEP döneminde yaptığı
pankartların sergilendiği bu sergi bir nevi şairin sevenlerine vedası gibidir.
Zira hiç takım elbisesi olmayan şair Mayakovski, 14 Nisan 1930’da, şakağıyla
buluşturduğu silahının tetiğini çekerek intihar eder. Rus edebiyatının militan
şairi, fabrikalarda okunan şiirlerin davudi sesi, “Genç şairlerin bitirilmemiş
şiirleri yoktur.” sözüne karşın henüz bitirilmemiş şiirleri olan, Yesenin’in
intiharını kınayan şiiri yazdıktan beş sene sonra, ardında son bir mektup bırakarak
kendinden vazgeçer. Hâlâ yakışıklıdır, fakat bu kez yirmi iki değil, otuz yedi
yaşındadır.
Son
Mektup’tan
“Anacığım,
kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de
öğütlemem), ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı. Lili beni sev.
Hükümet yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna
Polonkaya’dan ibarettir; yaşamalarını dağlardan ne mutlu bana.. Aşkın küçük
sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi! Dayanamayıp parçalandı işte
sonunda…”
KAYNAKÇA
TOKATLI Atilla, Sovyet Şairleri Antolojisi, Yön Yayınları,
İstanbul, 1992.
TROÇKİ Leon, Edebiyat ve Devrim, Çev: Hüsen Portakal,
Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1987.
FROMM Erich, İsa Dogması, Çev: Bozkurt Leblebicioğlu, Say
Yayınları, İstanbul, 2017.
DOSTOYEVSKİ Fyodor Mihayloviç, Puşkin Konuşması, Çev:
Tektaş Ağaoğlu, İletişim Yayıncılık, Ankara, 2009.
TÜTEN Özkaya, “Rus Edebiyatında Sembolizm”, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (2013), s. 412- 413- 415- 416.
Görsel: Puşkin – J. L. Obolenskaya (1925)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder