Hazal
Yalın
Kaynak:
https://medyagunlugu.com/
Medya Günlüğü, bana yeni yayınlanan kitabımla ilgili (Rusya:
Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler) dokuz soru yöneltti. Bu sorulara cevap vermek
için masaya oturduğumda gördüm ki, sorular neredeyse kitap kadar önemli ve az
çok doyurucu cevaplar verebilmek için uzun uzadıya yazmak gerek. Zira bunlar,
tarih tartışmalarından başka sosyalizm teorisini de doğrudan ilgilendiriyor.
Ancak sorular arasında biri var ki, tarihi ve ideolojik yanları çok önemli
olmakla birlikte, güncel siyasetteki etkisi bakımından özel olarak incelemeyi
hak ediyor. Bu nedenle, şimdilik bu soruyu etraflıca ele almakla yetinmeyi ve diğer
soruları da daha kapsamlı değerlendirmeyi tercih edeceğim.
Söz konusu soru şu:
“Kitabınızda
sık sık ‘devletlilik’ kavramına değiniyorsunuz. Bu konu neden önemli?"
Cevabı, her şeyde olduğu gibi, esas itibarıyla tarihte
yatıyor.
Bolşevik Partisi’nin (bu sırada tam adı: Rusya
Sosyal-Demokrat İşçi Partisi (bolşevik)) üye sayısı 1917 mart ayında 24 binden
ekim ayında, yani devrimin arifesinde 350 bine fırladı. Aynı zaman aralığında
Menşeviklerin üye sayısı 15 binden 193 bine, sosyalist devrimcilerin (“eser”)
üye sayısı ise 500 binden 700 bine çıkmıştı. Bir başka deyişle, “eserlerin” üye
sayısı 1,4, Menşeviklerin yaklaşık 13, şubat devrimi sırasında en küçük
partilerden biri olan Bolşeviklerin ise ise 15 kat artmıştı.
Bolşevik Partisi’nde kadınların oranı da yüzde 18’i buluyordu; yani bütün diğer
partilerden daha fazlaydı. Bunların yüzde 45,7’si işçi sınıfındandı.
Parti üyelerinin sınıf kökeniyle ilgili genel istatistikler
yok; ancak 1907-1921 arasındaki kongrelere katılan delegelerin nitelikleri esas
alınırsa, bunların üçte biri aydın kesimden, üçte biri de işçi sınıfındandı.
Bunlardan hiç değilse ikisine nispeten ayrıntılı bakmaya
değer.
Ağustos 1917’de VI. Kongre’de toplam 264 delegenin 171’iyle
anket yapıldı. Bunların 55’i üniversite mezunu veya öğrencisi, 39’u ortaöğrenim
mezunu, 60’ı ilkokul mezunu, 11’i evde, 3’ü hapishanede öğrenim almış, 3’ü de
kendini eğitmiş kimselerdi. Meslek bileşimi ise şöyleydi: işçi-70, büro
çalışanı ve diğer memurlar-22, edebiyatçı-20, öğretim görevlisi-12, tıp
görevlisi-7, hukukçu-6, istatistikçi-4, teknisyen-2, subay ve astsubay-3,
asker-2, mesleği belirsiz-23.
Mart 1919’daki VIII. Kongre’de ise toplam 403 delegeden
305’i anketleri doldurdu. Bunların 73’ü üniversite mezunu veya öğrencisi, 76’sı
ortaöğrenim mezunu, 113’ü ilkokul mezunu, 24’ü evde, 4’ü hapishanede
öğrenim almış, 15’i de kendini eğitmişti. Meslek bileşimi bu defa şöyleydi:
profesyonel parti kadrosu-27, işçi-108, zanaatçı-14, büro çalışanı, muhasebeci,
memur vb.-29, edebiyatçı-6, öğretim görevlisi-19, doktor-8, hukukçu-8,
istatistikçi-5, teknisyen-16, tarım işçisi-6, subay-1, asker-7, mesleği
belirsiz-51.
Bunu şu nedenlerden dolayı hatırlatıyorum: Birincisi,
Bolşevik Partisi (Kurucu Meclis seçimlerinin de gösterdiği gibi) Ekim
Devriminin arifesinde, iktidarın doğrudan alternatifi haline gelmişti;
dolayısıyla devrim, sadece tarihi bir eylem olarak değil, güncel siyasi ortamın
dolaysız bir sonucu olarak da bütünüyle meşruydu. İkincisi, bununla birlikte,
parti kadrolarında aşırı bir şişme vardı; üyelerinin yüzde 90’dan fazlası
ideolojik olarak bilgisiz, örgütsel olarak tecrübesiz, dolayısıyla siyasi
olarak güvenilmezdi. Üçüncüsü, bu kadroların da çok büyük bir bölümü öğrenim
görmemişti; sadece yüzde 25-30 kadarı üniversite mezunu veya öğrencisi, yüzde
45-50 kadarı en çok ilkokul mezunuydu. Dördüncüsü, delegelerin üçte birinden
fazlasını (dolayısıyla, kabul edilebilir ki, üyelerin muhtemelen yarısını)
işçiler oluşturuyorlardı. Beşincisi, kadınların oranının yüksekliği partinin
ilerici rolünün altını çiziyordu; ancak onların da büyük bölümünün düzgün
öğrenim görmemiş olmalarından başka, ataerkil bir topluma kadın yöneticileri
kabul ettirmek başlı başına ayrı bir güçlüktü.
Buraya kadar anlattıklarım, somut durum. Şöyle de ifade
etmek mümkündür: Yeni iktidarın kurumsallaşmasından iç savaşın yürütülmesine,
savaş komünizminden NEP’e ve sonrasına kadar bütün her şey, bu kadro yapısıyla
gerçekleştirilmek zorundaydı.
Bu, benim bildiğim kadarıyla, tarihin daha önce görmediği
muazzam bir iştir.
Bir de
meselenin teorik tarafı var.
Lenin’in devlet teorisiyle ilgili hemen bütün temel
metinleri, en başta da “Devlet ve Devrim”, devrim öncesi döneme aittir. Devlete
dair görüşlerindeki değişiklik, ona has Leninist diyalektiği yansıtır; ünlü
deyişiyle çubuğu her iki tarafa da büker; devrim öncesinde, proletaryanın
sömürülmesine hizmet eden burjuva devletinin mutlak tasfiyesine dair vurguların
yerini devrim sonrasında iç ve dış kapitalistlerin iktidarıyla mücadelenin
aracı olarak bir sosyalist devlet tasavvuru alır. Devrim arifesinde devletin
sönümlenmesinden söz eden Lenin, şimdi devletin zorunluluğunu öne çıkartır: “Biz
bu makineyi kapitalistlerden kopardık, onu kendimize aldık. … Her tür sömürüyü
bu makineyle yahut sopayla bozguna uğratacağız ve … ancak buna bir zaruret
kalmadığında bu makineyi hurdaya çıkartacağız.”
Marksist metinlere âşina okur, burada, devletin yıkılması
yerine alınmasının altının çizildiğini fark etmiş olmalı.
Stalin bunu daha da ileri götürür. 1939’da, devleti hâlâ
sönmekte olan bir araç olarak anar ama bu sönümlenişi dünya devriminin kaderine
bağlı olarak belirsiz bir geleceğe erteler: “Eğer sosyalizmin bütün
ülkelerde ya da ülkelerin çoğunluğunda zafer kazandığı, kapitalist bir
çevrelenme yerine sosyalist bir çevrelenmenin mevcut olduğu kabul edilirse,
artık dışarıdan bir saldırı tehdidi yoktur, orduyu ve devleti güçlendirme
gereği yoktur.”
Demek ki, çok temel bir şeyle karşı karşıyayız: Devlet
iktidarına el konulmuş, ancak bu iktidarı yürütebilecek kadrolar mevcut
değildir; oysa bu iktidarın yürütülmesi, şimdi her şeyden çok önem kazanmıştır,
zira iç ve dış kapitalistlerin iktidarını alaşağı etmenin aracı, bu devlettir.
Bu teorik temelin pratik karşılığı ise her dişlisiyle mükemmelleştirilmek
istenen bir devlet cihazıdır -evet, özel bir devlet, bütünüyle başka türlü,
demokratik bir devlet, ama neticede devlet.
Bu devleti demokratik olarak nitelediğimde, çoğu yerde
dudak bükülerek karşılanacağının farkındayım. Bugün genellikle, Sovyet
toplumunda seçimlerin yasaklanması şöyle dursun, seçimlerin en yaygın
uygulandığı bir toplum olduğu unutuluyor. Gerçekten de, bu toplumda, adı
üzerinde, Sovyetler vardı; bunlar hemen bütün yerel kararları kendileri
alıyorlardı, hemen bütün yerel organlar seçimle tespit ediliyordu, hemen bütün
yerel düzenlemeler tartışma ve oylamayla kararlaştırılıyordu. Siyasi çerçeve
tepeden çizilerek geliyordu, bu doğru; ama aslında her yerde öyle olmaz mı?
Kaldı ki, güçlü demokratik işleyiş, siyasi karar alıcılarla da kendine has bir
etkileşim doğmasına yol açıyordu; karar alıcılar, siyasi çerçeveyi bu
demokratik tabanın eğilimlerini gözeterek belirliyorlardı. Buna başka bir
yazımda daha değinmiştim. İlk bakışta bu mükemmel bir işleyiş gibi görünür;
oysa, o yazımda da, bizatihi bu demokrasinin kendini yozlaştırma tehlikesi
taşıdığını belirtmiştim: “Sosyalist Rusya, son günlerine kadar, dünyanın en
demokratik ülkelerinden biriydi, bütün yerel kararlar yerel organlarda geniş
tartışmalarla alınıyordu. Ne var ki bizatihi bu durumun bürokratik işleyişi
tahkim ettiği örneklere de sık rastlanır. İlgilenen okura, Moskova’da küçük bir
otopark etrafında dönen tartışmaları alaycı ama son derece gerçekçi bir üslupla
anlatan Ryazanov’un Garaj’ını izlemesini öğütleyeceğim.” Bu, benzeri ne o
zamana kadar, ne de o günden bugüne neredeyse görülmemiş veya hiç değilse bu
kapsamda görülmemiş, muazzam bir deneyimdir; Bolşevik Partisi, bir devlet
yaratmakla kalmamış, bu devletin işleyişini hiç değilse yerel düzeyde kitlelerin
eline vermiştir.
Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nde (ve her ne kadar
kendimi uzman saymasam da, belki Doğu Bloku ülkeleri hariç bütün sosyalist
ülkelerde) devlet, bütünüyle fetişleştirildi. Yerel seviyede demokratik
işleyiş, devleti kendi varlığının teminatı olarak görüyordu (oysa tersi olması
beklenirdi); keza, kanun ve düzen bilincinin altı çiziliyordu.
Şimdi, elimizde şunlar var: Bolşevik Partisi’nin benzeri
belki hiç görülmemiş muazzam örgütleme yeteneği ve (tabiri caizse)
mükemmelliyetçiliği. Pek az sayıda kadronun çabasıyla muhkim olması beklenen
bir devlet organizasyonunun ortaya çıkması. Bu maddi organizasyonun teorik
çerçeveyle örtüştürülmesi. Bununla birlikte mutlaklaştırılması ve
fetişleştirilmesi.
Devletlilik kavramı, devletin bu mutlaklaştırılması ve
fetişleştirilmesiyle ilişkili. Nasıl ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım; onun
bugün ne olduğunu anlamaya çalışırken de yanlış ve doğru damgası vurmaktan
kaçınmak, nesnelliği içinde kavramak gerekli.
Bu, 1991’den veya 1999’dan sonra ortaya çıkmış bir kavram değil. Kavram,
Sovyetler Birliği döneminde de kullanılıyordu.
Kastedilen devlette devamlılık değildi (her ne kadar bunun
da izlerini bulmak mümkünse de); esas itibariyle devlet-oluşta devamlılıktı.
Yani her şart altında bir devletin varlığı. Devlet, sınıf iktidarı, ama bununla
birlikte aynı zamanda kanun ve düzen.
Bunu akılda tutalım.
Kitapta da yazdığım gibi, Rusya’da halk bilincinin en temel
ideolojik unsurları sorulsa, bunlardan birinin “bardak” olduğunu söylerdim.
“Bardak” Rusçada, kargaşa, düzensizlik demek. Halk bilinci Rusya’da hep
“bardak” görür; bu yüzden Avrupa’ya, hatta zaman zaman Türkiye’ye bile
çoğunlukla imrenerek bakar. Devletlilik, bu “bardak”ın antitezidir; kamu düzeni
ve devlet disiplinidir. Kitaptaki ifadeyi alıntılamak isterim: “Buradaki temel
önerme şudur: Kiev prensliğinden veya en azından Moskova çarlığından bu yana
devlet-oluş bir devamlılık içindedir. Rusya’nın devletliliği, onun varlığının
da biricik teminatıdır.” Bu yüzden, devletin disipline edilmesi, Rusya’da yönetici
elitin en temel kaygılarından biridir. Üstelik sadece yönetici elitin değil.
Devletlilik, Rusya’nın varlığıdır, hayatta kalışıdır, Rusya oluşudur.
Bunun korunması, Komünist Partisi’nin de önceliklerinden
biridir. Mesela, Rusya Federasyonu Komünist Partisi lideri G. Zyuganov’un
Putin’e Haziran 2021 tarihli açık mektubundaki şu ifadeler:
“Düşünen ve manen sağlıklı insanlar, gerçek yurtseverler,
ancak kendi geçmişine saygılı ve siyasi konjonktür uğruna bu geçmişin çamurda
çiğnenmesine izin vermeyen bir ülkede yetiştirilebilir. Aksi takdirde, Rus
ruhu, Sovyet devleti ve ölümsüz sosyal adalet ideali hedef alındığında, sadece,
yarın, devletliliğimizin bütün dayanaklarını yıkmaya hazır Navalnıycıların
[beşinci-H.Y.] koluna akacak aldatılmışların sayısı katlanır.”
Buradaki “Rus ruhu”na dikkat edin. Bu, hâkim ideolojik
söylemin bir unsurudur. Bununla birlikte bu unsur, bir egemen millet şovenizmi
yaratmaya yönelik değildir. Bu, Sovyet milli marşındaki tarihi bir coğrafya
olarak “Rus”u çağrıştırır. Keza bu, Stalin’in 9 Mayıs 1945’te zaferi duyurduğu
radyo konuşmasında, “Slav halklarının varlığı ve bağımsızlığı için asırlardır
süren mücadelesinin, Alman istilacılar ve Alman tiranlığı karşısında zaferle
sonuçlandığını” vurgulamasını hatırlatır. Keza bu, gene Stalin’in, aynı yıl 24
Mayıs’ta Kremlin’deki büyük davette Rus halkının şerefine kadeh kaldırırken
söylediği şu cümleleri çağrıştırır: “Kadehimi Sovyet halkımızın ve her
şeyden önce de Rus halkının sağlığına kaldırmak isterim. Rus halkının sağlığına
kaldırıyorum, çünkü o, Sovyetler Birliği bünyesine giren bütün uluslar arasında
en seçkin olan ulustur. Kadehimi Rus halkının sağlığına kaldırıyorum, çünkü o,
ülkemizin bütün halkları arasında Sovyetler Birliği’mizin yönetici gücü olarak
bu unvanı bu savaşta ve daha önce hak etmişti.” Bununla birlikte, geçmişte
olduğu gibi bugün de, Rusya’nın çokuluslu bir devlet olduğunun altı gayet kalın
çizilir. Rusya sadece Ruslardan oluşmaz. Rusya vatandaşlarına Rus değil Rusyalı
denir. Rusya’nın bütün devlet kurumları, Rus değil Rusya sıfatıyla anılır:
Rusya dışişleri, Rusya başkanı, Rusya ordusu, Rusya milleti, vb.
Milli meselenin çözülmüş olması (ve bu çözümden ötürü Rusya
Federasyonu yöneticileri Bolşevik Partisi’ne ne kadar minnettar olsalar azdır),
bu kavrama, bütün halklar ve milliyetler tarafından kabul edilebilir bir anlam
yükler.
Bunun üzerinde bu kadar durmama rağmen, gene de,
Türkiye’deki kavranan biçimiyle bir “devlette devamlılık” olarak anlaşılacağını
biliyorum. Bu yüzden, tekrar ve tekrar, kısmen örtüşmekle birlikte iki kavramın
aslında birbirinden köklü şekilde farklı olduklarını vurgulamalıyım. Hayır;
“efkâr-ı umumiyenin” gözünde öyle bile görülse “devlette devamlılık” söz konusu
değildir. Hemen bütün kurumlarıyla başka bir devlet vardır. Ama
bir-devlete-sahip-oluşta, yani yönetmenin sürekliliğinde, dahası yönetme
biçiminde bir devamlılık vardır. Örneğin milli meseleye bakışta bir devamlılık
vardır; Rus milliyetçilerini rahatsız etse bile, yönetici elit, milli meseleyi
kaşımaz, Sovyet sistemini devam ettirir. Dahası, daha önce Medya Günlüğü’ndeki
bir başka yazımda belirttiğim gibi, düpedüz Rus milliyetçiliği, devletliliğe
karşı bir tehdit olarak görülür. (*) Keza, dış siyasette de bir
devamlılık vardır; Rusya’nın dünyanın herhangi bir köşesine yönelik siyaseti,
Sovyet dönemiyle neredeyse eksiksiz bir devamlılık içindedir. Dolayısıyla,
Rusya’da yönetici elit, iç siyasette kimliğini ve çağdaş Rusya’nın dış
siyasetinde egemenliğini tesis etmek için sadece güncel sembollerle yetinmez;
tarihi bir referans da gösterir. Bu tarihi referans, özellikle kilise
tarafından ve onun üzerinden görüldüğü gibi, çarlığı da kapsar; ne var ki bu,
güncel gerçeklikle ilgisi olmayan, gerici-ideolojik bir eğilimden ibarettir.
Devamlılığın esas nirengi noktası Sovyet devletidir.
Rusya’da devlet, herhangi bir başka burjuva devleti gibi,
kendisini ideolojisiz olarak tanımlar. Bu devlette yurtsever söylem, sadece
Rusları değil, bütün Rusyalıları etki alanına alabiliyor; ama bu gene de,
Sovyetler Birliği’nin bütün dünyayı kapsayan ideolojik etkisinin çok gerisinde.
Elitin ileride kendi programını ideolojik seviyede nasıl tahkim edeceğini
bilmiyoruz. Ancak nasıl tahkim edemeyeceğini biliyoruz. Çokuluslu bir ülkede
tek ulus milliyetçiliğinin tahkim edilmesinin yıkıcı sonuçları iyi bilinir.
Bunu elit de çok iyi biliyor. Bu nedenle yurtseverlik, tıpkı Sovyetler Birliği
döneminde, tıpkı Stalin’in Kremlin kabulündeki söylevinde olduğu gibi, Rus
halkının birleştirici halka rolünü oynadığı çokuluslu bir ülkenin
yurtseverliğidir.
Zyuganov’un sözlerinde gördüğümüz gibi, çeşitli renkleriyle
Komünist Partisi de bu nitelik üzerinde duruyor. Ama bu sadece siyasi değil,
aynı zamanda (demagojik olmanın çok ötesinde) köklü entelektüel bir
eğilimdir.
Birkaç hafta önce Andrey Fursov’un Yakın Doğu Haber için
çevirdiğim ve yorumladığım bir yazısında, Kerenski’nin geçici hükümetinde görev
almış olan Aleksandr Blok’un sözleri, birçok okurun dikkatini çekmiş olmalı.
Blok, bu dönem için, Bolşevikliğin “dumada bir fraksiyon değil Rus ruhunun
niteliği” olduğunu söylemişti. Ünlü şair, bu sırada geçici hükümet için eski
bakanların ve yüksek mevkilerdeki memur ve askerlerin faaliyetlerini inceleyen
Olağanüstü Soruşturma Komitesi’nde çalışıyordu; ancak Bolşeviklerin yükselişini
de coşkuyla karşılamıştı. Ruslukla Bolşeviklik arasında kurulan bu ilk
entelektüel ilişkiler, doğal ki daha sonra, benim yeni bir ulus inşası süreci
olarak gördüğüm Sovyetleri de niteleyecekti.
Bu, kuşkusuz doğru değil; Bolşeviklik, veya en genel
anlamıyla Leninist komünizm, Rusya’ya özgü renkleri olsa bile sadece Rus
değildi, sadece Rusyalı değildi, sadece Sovyet değildi; ama her şeyden önce
enternasyonalist bir eylemdi. Milliyetçilikten böylesine uzak bir ideolojiye
milli nitelik izafe edilmesi kuşkusuz kabul edilemez; ancak bu ideolojinin
milli renklerden pek çok esintisi olduğu da aynı ölçüde doğrudur. Dahası, bir
ideolojinin siyasi mücadelede araç haline getirilirken, temel nitelikleri
bozulmasa bile, mücadelenin önderleri tarafından ve mücadelenin hedeflerine
erişmek için milli bir haslet olarak kabul edilmesi de seyrek görülen bir şey
değildir.
Ne var ki bu artık başka bir tartışma. Esas meseleye
dönersek, şunu tekrar etmek gerek. Devletlilik kavramı doğası gereği, zayıf bir
devletliliğin, 90’ların adeta ilan edilmemiş lokalize iç savaşlar ortamını
tetikleyeceği fikrini ihtiva eder; bu nedenle güvenlik aygıtı, devletliliğin
başlıca maddi unsurudur. Bu aygıt, kendi dışındaki siyasi ve sosyal
gelişmelerden etkilenmeyecek kadar muhkim ve üstelik geniş olmalıdır. Bununla
birlikte devlet-oluş, doğrudan doğruya sağlam bir rıza ilişkisini de
gerektirir. Çünkü, birincisi, rıza eksikliği devletliliğin zayıflaması anlamına
gelir. Devletin zayıflaması değil, zor aygıtının zayıflaması değil,
devlet-oluşun zayıflaması; zira devlet-oluş, zaten bu fikrin kitleler
tarafından dolaysız kabulünü gerektirir. İkincisi de güvenlik aygıtının
genişliği, onun gettolaşmasının önünde engeldir. Bu da, güvenlik aygıtının
sermaye ilişkilerinin dışında tutulmasını gerektirir. Rusya’da, Türkiye’de
olduğu gibi bir OYAK yoktur. OYAK vb. ordunun doğrudan doğruya hâkim sınıf
kompozisyonun bir unsuru haline gelmesi sonucunu doğururken Rusya’da ordu, en
klasik anlamda (en klasik anlam, en ideal anlam demek değildir) milli ordu
pozisyonunu korur.
(*) https://medyagunlugu.com/haber/rusyada-yonetici-elit-rus-milliyetcisi-mi-47439
Hazal
Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla
çevirisi var. “1945. SSCB-Türkiye İlişkileri” ve "Rusya: Çöküş, Yükseliş
ve Dinamikler”in yazarı. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin,
Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko,
Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap,
İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri
genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder