Kaynak:
https://turkrus.com/
Rusya'da uzun yılbaşı tatili koronavirüs günleri ile
birleşince çoğunluk evde kaldı... Bu "düşük yoğunluklu" günlerde,
arşivlerden bazı yazıları yeniden siz okurlarımızla paylaşmak istedik. Bu
dönemin, hep hayali kurulan "Rus klasiklerini okumaya" vesile olması
için, güzel bir derlemeyi sunuyoruz. Leblebitozu.com sitesinde yayınlanan
yazının maalesef yazarı belirtilmediği için paylaşamadık, özür dileriz:
"Okumanız Gereken 12 Rus
Edebiyatı Eseri"
1.
Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza
Dostoyevski’nin Rusya’da yaşanan siyasi ve ekonomik olaylar
sonrasında gözlemlediği hayatlardan esinlenerek 1866 yılında yazdığı eser ilk
olarak Rus Habercisi isimli edebiyat dergisinde yayınlanmıştır. Roman sanatını
dış dünyayı anlatma konusunun tekdüzeliğinden uzaklaştırarak, insanın iç
dünyasında olup bitenlerin de işin içine sokulması, insan psikolojisinin
derinliklerine inme kaygıları Dostoyevski ile başlar.
“Heyecanını sözcüklerle de, ses tonuyla da anlatamıyordu.
Daha yaşlı kadının evine giderken yolda yüreğini sıkıştırmaya, ezmeye başlayan
sınırsız tiksinti duygusu şimdi öylesine büyümüş, öylesine belirginleşmişti ki,
bu can sıkıntısından nasıl kurtulabileceğini bilemiyordu. Yanından gelip
geçenleri görmeden, insanlara çarparak sarhoş gibi yalpalayarak yürüyordu yaya
kaldırımında. Ancak bir sokak ötede biraz gelebildi kendine. Çevresine
bakınınca, yaya kaldırımından merdivenle inilen bodrum kat bir meyhanenin
önünde olduğunu fark etti. O sırada meyhanenin kapısından iki sarhoş birbirine
yaslanarak, küfürler savurarak çıkmış, merdivenin basamaklarını
tırmanıyorlardı. Hiç düşünmeden merdivenden indi Raskolnikov. Daha önce
meyhaneye adımını atmamıştı. Ama şimdi başı dönüyordu. Üstüne üstlük çok
susamıştı. Soğuk bir bira içmek istiyordu. Dahası, ansızın kendini bitkin
hissetmesini de açlığına veriyordu. Meyhanenin karanlık, pis bir köşesinde
yapış yapış bir masaya çöktü. Bir bira söyledi. İlk bardağı bir dikişte içti.
Bir anda rahatlamıştı sanki. Toparlamıştı kendini. “Boş şeyler bunlar! diye
mırıldandı. Telaşlanacak, endişe edecek bir şey yok ortada!.. Sıradan bir
fiziksel rahatsızlıktı işte, geçti… Bir bardak birayla bir dilim peksimet yetti
de arttı düzelmeme. Bir anda yerine geliverdi aklım. Düşüncelerim duruldu,
karar verme yeteneğimi yeniden kazandım!.. Kahretsin!.. Ne boş şeyleri
önemsemişim!..” Durumunu böylesine küçümsemesine karşın, rahatlamış, ağır bir
yükten kurtulmuş hissediyordu kendini. Dostça bakıyordu çevresindeki insanlara
şimdi. Ama o anda bile bu aşırı iyimserliğinin sağlıklı bir ruhsal durum
olmadığı kuşkusu vardı içinde.”
2. Lev
Tolstoy, Anna Karenina
Tolstoy, 1873’te Anna Karenina’yı yazmaya başladığında
aslında bir yandan da Peter the Great üzerine bir tiyatro eseri kaleme almak
istiyordu. Ama konu, Tolstoy için bile zorlu bir destana dönüşmüştü. Hatta bir
arkadaşına yazdığı mektupta, “Çok kötü durumdayım. İlerleme kaydedemiyorum.
Seçtiğim proje çok zor. Araştırmanın sonu gelmiyor” demişti. Sonra fazla
abartılmamış ve tarihsel olmayan tam aksine gayet kişisel, içten ve bir o kadar
da üzücü bir konu buldu. Henri Troyat’ın kaleme aldığı Tolstoy biyografisinde
“Bir yıl önce onu derinden etkileyen bir olayı anımsadı. Komşusu ve aynı
zamanda da arkadaşı olan Bibikov, Anna Stepanovna Pirogova adlı bir kadınla
yaşıyordu. Uzun boylu, geniş yüzlü bu kadın, onun metresiydi. Adam, onu pek
umursamıyordu. Hatta başka biriyle evlenme planları yapıyordu. Onun bu
ihanetini öğrenen Anna, sadece birkaç eşyasını alıp kaçtı. Ve ardından kendini
trenin altına attığı haberi geldi.” 1872’de yaşanan bu olayı Tolstoy yakından
takip etmiş, polisle birlikte incelemeler yapmıştı.
“Onlara da ne oluyor? Ne diye herkes benimle ilgilenmeyi
bir görev sayıyıor? Ne diye üzerime düşüyorlar? Çünkü onlar bunun kendilerinin
anlayamadığı bir şey olduğunu seziyorlar. Bu her zaman görülen bayağı, kabak
tadı vermiş bir sosyete ilişkisi olsaydı, beni rahat bırakırlardı. Onlar, bunun
başka bir şey olduğunu, oyuncak olmadığını, bu kadının benim için hayatımdan
daha değerli olduğunu hissediyorlar. İşte, buna akılları ermiyor, bundan ötürü
de canları sıkılıyor. Alınyazımız ne olursa olsun, bizi nasıl bir gelecek
beklerse beklesin, onu biz yaptık ve ondan şikayetçi değiliz,” diye aklından
geçirdi. Vronski, bu “biz” sözüyle Anna’yı ve kendisini bir teklik içinde
bütünleştiriyordu. “Hayır, onlar hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini bize
öğretmek istiyorlar. Mutluluk üzerine en küçük bir bilgileri bile yok. Bu aşk
olmadan, bizim için mutluluğun da, mutsuzluğun da, hayatın da olamayacağını
bilmiyorlar.”
3.
İvan Turgenyev, Babalar ve Oğullar
Romanın ana kahramanı Bazarov, 19. yüzyıl Rus toplumunda
belirmeye başlayan materyalist dünya görüşünün temsilcisidir. Bazarov ve
arkadaşı Arkadi’ye göre, her şey kuvvete bağlıdır. Kuvvetli oldukları için de
her şeyi yıkabilme hakkına sahiptirler. Turgenyev, bu yeni insan tipinin ortaya
çıkışını fark etmiş ve buna romanında yer vermiştir. Roman boyunca Bazarov,
bütün kabalığı, kalpsizliği ve acımasız soğukluğuyla Nihilist bir tipi temsil
etse de onun soylulardan üstün bir kişi olduğu vurgulanılır. Yazar, nasıl
yaşayabileceğini ve neler yapabileceğini göstermeden onu ölümle buluşturur.
“Bir an durdu. Sonra sözlerine Fransızca devam etti:
– Aşırı derecede kurallara bağlı bir ahlakçı benim bu
samimiliğimi yersiz bulabilir fakat, bu işi gizlemeye imkan yok. Sen de
bilirsin ki, benim baba-oğul ilişkileri konusunda birtakım kendime özgü
düşüncelerim var. Şunu da hemen söyleyeyim ki, beni suçlarsan sana hak veririm.
Çünkü, benim yaşımda bir adam… Yani ki… O kız… Onun hakkında bir şeyler
duymuşsundur.
Arkadiy ilgisiz bir şekilde:
– Feniçka mı, diye sordu. Babasının yüzü kızardı:
– Lütfen, adını bu kadar yüksek sesle söyleme! Şey, evet. O
artık benimle kalıyor. Yanıma aldım onu. Neyse, bütün bunları değiştirmek
elimizde.
– Baba lütfen! Neden değiştirecekmişiz?
– Oğlum! Arkadaşın bizde misafir kalacak. Ayıp olur.
– Bazarov için bunları düşünme. O böyle şeylerle uğraşmaz.
Nikolay Petroviç kendi kendine söylendi:
– Sonra sen de varsın. İşin kötüsü o daire pek de iyi
değil.
– Baba, rica ederim böyle konuşma. Özür diliyor gibisin.
Utanıyor musun yoksa?”
4.
Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ölü Canlar
Gogol’un en önemli ve ünlü eseri Ölü Canlar’dır. Rusya’nın
ünlü yazarı Puşkin’in yakın arkadaşlarındandır. Hatta bu kitabın konusunun
Puşkin tarafından kendisine önerildiği söylenmektedir. Aslında Gogol romanı üç
cilt olarak tasarlamak istemiştir. Fakat o kadar çok tepki almıştır ki diğer
iki cildini tamamlayamamıştır. Bir kriz anında ikinci cildi için yazdıklarını
yaktığı söylenir. Tam bir vatansever olan Gogol, bu eserinde ülkesindeki
çarpıklıkları gerçekçi bir dille anlatır.
“Eğer okuyucu, Çiçikof’un, çektiği bu çilelerden, bu
azaplardan, üzüntülerden, özellikle bu son olaydan sonra artık, elindeki küçük
servetiyle rahat ve sakin bir hayat geçirmek için küçük bir kasabaya çekilmiş
olduğunu sanmışsa bu düşüncesinde pek aldanmıştır. Ve biz de, Çiçikof’un, çok
az kimseye nasip olan o kuvvetli azmini takdir etmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu felaket fırtınalarının hiçbiri bizim kahramanı ne yıldırmış ve ne de
sakinleştirebilmişti; içinde yanan ihtiras ateşi sönmemişti. Gerçekten de çok
üzgündü. Ve bütün dünyaya, şansının tersliğine, insanların gösterdikleri
insafsızlığa lanetler yağdırıyordu ama yeni deneyimlere girişmekten de
vazgeçmiyordu. Bu sebeple öyle bir sabır gösterdi ki, soğukkanlılıklarda
bilinen almanların dillerde destan olan sabır ve sakinlikleri onun bu azim ve
sebatın yanında sıfır hükmünde kalmıştı. Tersine, Çiçikof’un kanı şiddetle
kaynıyor ve o, bu taşkın kuvvete hakim olabilmek, onu yatıştırmak için çok
büyük bir dayanıklılık ve azimle hareket etmek zorunda kalıyordu. Bizim
kahraman düşünüyordu ve fikirleri de doğruydu. “Bu nasıl olur? Ben bu
felaketlere niçin uğradım? İdare memuru olup da zengin olmayan kim var ki? Ben
kimseye kötülük etmedim: Dul kadınların parasını yemedim, kimsenin ayağını
kaydırıp yerine geçmedim, herkesin istifade edebileceği fazla bir paradan
yararlandım, eğer ben bunu yapmamış olsaydım bir başkası yapacaktı.
Başkalarının başarılı olmalarındaki sebep nedir? Ben niçin başarılı olmayacak
mışım? Şimdi kimim? Bir aile babasının yüzüne nasıl bakacağım? Yeryüzünde en
kıymetli zamanımı böyle kaybetmiş olmaktan vicdan azabı çekmeyecek miyim? İleride,
çocuklarım ne diyecekler? “Babamız alçak herifin biriydi.. Bize hiçbir şey
bırakmadı!”
5.
Maksim Gorki, Ana
Maksim Gorki’nin 1906’da yazdığı ve Rus Devrimi’ne adadığı
Ana, en başarılı romanıdır. Kitabın ana konusu devrimci düşünce ve devrimci
mücadele denebilir. Halkın kendi acılarına bakarak, nedenini inceleyerek biraz
da cesaretle kendini savunabilecek onu ezenlere baş kaldırabilecek duruma
gelebileceğidir. Bu düşünceyi aşılamak içinse bu yolda yoldaşlarıyla mücadele
veren bir oğlu olan, kendine bir zarar gelmediği sürece sesini çıkarmayan,
hakkını arayamayan bir kadının, oğlunun ve çevresinin etkisiyle insanların
acısını algılayan ve onları uyarmaya, uyandırmaya çalışan bir savaşçı haline
gelmesi anlatılmaktadır.
“Oğlunun hep ciddi ve sert bakan mavi gözlerinin şimdi
böylesine sevecenlik ve tatlılıkla parıldadığını görmek, ana için büyük zevkti.
Pelageya’nın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Kırışık yanaklarında
hâlâ yaşlar titreşiyordu, ama kıvançlıydı. İki duygu arasında bocalıyordu. Bir
yandan, yaşamdaki acıların nedenlerini bu kadar iyi gören oğlundan gurur
duyuyordu; ama onun, genç olmasına karşın arkadaşları gibi konuşmadığını ve
kendisi de dahil herkesin sürdüğü tekdüze yaşantıya karşı tek başına savaşa
girişmeye kararlı olduğunu da düşünüyordu. Ona şöyle demek istiyordu: “Ama
yavrucuğum, sen ne yapabilirsin ki?” Ne var ki, bu kadar akıllı bir genç olup
çıkan oğluna hayranlıkta kusur edebileceğinden çekiniyordu. Gerçi onu biraz da
yabancı bulmuyor değildi ya, neyse… Anasının dudaklarında gülümseme, yüzünde
dikkat, gözlerinde sevgi gördü Pavel. İnandığı gerçeği ona anlatabildiğim’
sandı. Konuşma gücünden duyduğu gurur kendisine karşı güvenini artırdı. Ateşli
ateşli konuşuyordu. Kâh alay ediyor, kâh kaşlarını çatıyordu. Zaman zaman kin
fışkırıyordu sesinden. Anası bu haşin sesleri işitince ürküyor, başını
sallıyor, alçak sesle soruyordu : Ya! Demek öyle, Pavel!”
6.
Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler
Karamazov Kardeşler, özelde Rus insanının, genelde de insan
denen varlığın üzerine büyük bir teffekür romanı ve edebiyat sanatının zirveye
çıktığı bir deneyimdir adeta. Dimitri Karamazov, günah işlemekten kendisini
alıkoyamayan, ama bu günahların kendisinde yarattığı değişimlerle kurtuluşa
eren birisidir. İvan ise Tanrı’ya inanmayan, Tanrı’nın olmadığı bir dünyada her
şeyin mübah olduğunu düşündüğü için de kimseyi sevmenin bir dayanağı olmadığına
inanan, o devirlerde çokça görülen nihilist bir liberaldir. Alyoşa ise
Budala’daki Prens Mişkin gibi, bir iman insanıdır.
“Şunu bilin ki, şu dünyada yaşamak için iyi bir anıdan,
özellikle çocuklukta yaşanmış, ana baba ocağıyla ilgili güzel bir anıdan daha
yüce, daha güçlü, daha sağlam, daha yararlı bir şey yoktur. Size terbiye
konusunda birçok şeyler söyleyeceklerdir. Oysa belki de çocukluktan bu yana
içinizde sakladığınız güzel, kutsal bir anı, belki de terbiyenin en güzel
şeklidir. Bir insan bu çeşit birçok anıları toplayıp hayata atılırsa ömrünün
sonuna dek kurtulmuş olur. Eğer yüreğimizde sadece bir tek güzel anı kalmışsa o
bile bir gün bizim için kurtuluş çaresi olacaktır…
7.
Anton Çehov, Vişne Bahçesi
Çağdaş tiyatronun öncü isimlerinin başında gelen Anton
Çehov, 1900 yıllarında, büyük bir değişimin arifesinde olan Rusya’da yaşamış,
eserlerinde bu coğrafyayı ve insanlarını konu etmiştir. Çehov, çöküşe geçen
aristokrasiyle, zenginleşen orta sınıfa dair gözlem ve yorumlarına dayanan
Vişne Bahçesi’nde bir ailenin dramını anlatsa da oyunu bir dram değil bir
komedidir. Elde tutulmaya ya da ele geçirilmeye çalışılan, sonunda daha çok kazanç
için kesilen vişne bahçesi odak noktaya oturtulmuştur. Yazar, oyuna bu ismi
vermekle vişne bahçesini, adeta anlam üreten bir metafora dönüştürmüştür. vişne
bahçesi eski, feodal yaşamın bir simgesidir. Buna bağlı olarak onun
kaybedilmesi ya da yok olması, yaşanan toplumsal değişimi kodlar.
“Hangi gerçeğin? Siz gerçeğin ve gerçek olmayanın nerede
olduğunu görebiliyor musunuz? Bense yitirdim görme yeteneğimi, hiçbir şey
göremiyorum. Siz bütün önemli sorunları gözüpekçe çözümlüyorsunuz, fakat
söyleyin bana cancağızım, gençliğinizden ötürü değil mi bu; bu sorunların
hiçbirinin size acı vermeyişinden ötürü değil değil mi? Gözüpekçe bakıyorsunuz
ileriye doğru; fakat bunun nedeni orada korkunç bir şey görmeyişiniz, böyle bir
şey beklemeyişiniz değil mi? Hayatın genç gözlerinize henüz kapalı oluşu değil
mi? Bizden daha dürüst, daha cesur, daha ciddi bir kişiliğiniz var… Fakat biraz
derinliğine düşünün, azıcık yüce gönüllü olun da bağışlayın beni. Burada doğdum
ben; babam, annem, dedem burada yaşıyorlardı… Seviyorum bu evi; vişne bahçesi
olmadan kavrayamıyorum hayatımı. Satılması çok gerekiyorsa beni de onunla
birlikte satın… Oğlum burada boğuldu… Acıyın bana, iyi doğru insan.”
8. Lev
Tolstoy, Savaş ve Barış
Yazarın en büyük romanı olarak kabul edilmektedir. Tolstoy
Napolyon Savaşları’nı Rus toplumuna etkileri açısından anlatırken
kahramanlarının 1820’ye kadarki gelişimlerini özetler. Yüzden fazla kişinin yer
aldığı bu olaylar dizisi, daha çok dört soylu ailenin bireyleri arasındaki
ilişkilerle dile getirilir. Tolstoy savaş meydanlarının yabancısı değildir.
1854-1855’deki Kırım Savaşı sırasında Türkler, İngilizler ve Fransızlara karşı
çarpıştığını da biliyoruz. Muhtemel ki Tolstoy’un savaş meydanı betimlemelerini
yaşadığı deneyimlerinden almaktadır. Tolstoy’un Savaş ve Barışı’nın bu denli
güçlü bir eser olmasının en önemli nedeni yazarın savaş ve tahakküm sorununa ve
savaş yaşayan insanlık durumlarına getirdiği filozofik yaklaşımlardadır. Eser,
dramatik kurgu, çarpıcı karakterler, usta betimlemeler ve mükemmel yazılmış
savaş temalı aksiyon sahneleri sunar, tüm bunların yanı sıra insanlığın varoluş
sorunu dair tartışmaları da gündemimize taşır.
“Piyer tutsaklıkta, barakada iken aklıyla değil, bütün
varlığıyla, bütün yaşamıyla insanın mutluluk için yaratılmış olduğunu,
mutluluğunu da kendi içinde taşıdığını, mutluluğun insanın kendi ihtiyaçlarını
karşılamaktan ibaret olduğunu, bütün mutsuzluğun da yoksunluktan değil,
fazlalıktan ileri geldiğini anlamıştı. Ama şimdi, yola koyulduklarının bu üç
haftası içinde yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti. Öğrenmişti ki,
dünyada korkulacak hiçbir şey yoktu. İnsanın tam anlamıyla mutlu, tam anlamıyla
özgür olmasını sağlayacak bir çare bulunmadığı gibi, tam anlamıyla mutsuz, tam
anlamıyla özgürlükten yoksun olmasına yol açacak bir durum da olamazdı; bunu
öğrenmişti. Anlamıştı ki; acının da, özgürlüğün de sınırı vardı ve mutlulukla
mutsuzluğun sınırı birbirine çok yakındı; pembe yatağında, çarşafın bir ucu
kıvrıldı diye rahatsız olan bir insan, tıpkı çıplak, rutubetli bir toprağın
üzerine uzanıp da, vücudunun bir yanı ısınırken, öbür yanı üşüyen bir insan
gibi rahatsız oluyordu; eskiden dar balo ayakkabılarını giyinirken nasıl bir
acı duymuşsa, şimdi artık yalın ayak, (ayağındaki pabuçlar çoktan
parçalanmıştı), daha doğrusu her yanı yaralarla dolu, çıplak ayaklarıyla
yürürken aynı acıyı duyuyor, canı acıyordu.”
9.
İvan Gonçarov, Oblomov
Rus edebiyatındaki gereksiz adamların en tipiği olan
Gonçarov’un Oblomov romanı 1859’da yayımlandı. Karakteristik özelliği ve yaşama
biçimi Oblomovluk olarak adlandırır. Gereksiz adamlığın en uç örneğidir. Okuru
isyan edecek noktaya getiren, neredeyse, romanın içine dalıp onu silkeleyip
sarsmak istetecek kadar tembel, hareketsiz, fakat zeki ve duygulu bu genç,
insana aynı zamanda öfke, acıma, bağışlama duygularını hissettirir. İyi bir
ruhun tembelliğin kafesi içinde bu derece tutsak olması anlaşılır gibi görünmese
de, çok kişi Oblomov’da kendinden bir şey bulabilir.
“Otuz iki, otuz üç yaşlarındaydı Oblomov. Orta boyluydu.
Hoş görünüşlüydü. O anda onun hiçbir şeyi umursamadığı, hiçbir şeyin onu
tedirgin etmediği; koyu gri gözlerinin belirsiz bir dalgınlıkla, sürekli
duvarlarda, tavanda kaygısızca dolaşıp durmakta olmasından belliydi. Yüzündeki
umursamaz ifade bedenine, hatta ropdöşambrının kıvrımlarına sinmişti sanki.
Bakışı arada bir, yorgunluğa veya can sıkıntısına benzer bir ifadeyle
bulutlanır gibi oluyordu. Ne var ki, yorgunluk ya da can sıkıntısı, yalnızca
yüzünün değil bütün ruhunun da esas yerleşik ifadesi olan yumuşaklığı bir an
olsun kovamıyordu yüzünden. Ruhu öylesine açık seçik, aydınlık parlıyordu
gözlerinde, gülümseyişinde, başının ve kollarının her hareketinde… Oblomov’a
ilgisizce şöyle bir bakan kimse, “İyi niyetli, saf biri olmalı!” diye geçirirdi
içinden. Daha derin düşünebilen, içten biri ise onun yüzüne baktıktan sonra hoş
bir duyguyla, gülümseyerek ayrılırdı yanından.”
10.
Aleksandr Puşkin, Yüzbaşının Kızı
Gogol, Yüzbaşının Kızı ile ilgili olarak şöyle demektedir:
“Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük
hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki
bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya
gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı,
karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı,
sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek
değil, onu da aşan bir şey”. Roman da bir Rus subayı ile görev yaptığı kalenin
komutanı olanı yüzbaşının kızı arasındaki duygusal ilişki anlatılmaktadır.
“Adamın uyanıklığı, hislerinin hassaslığı şaşırtmıştı beni.
Dönmesini söyledim arabacıya. Atlar kara bata çıka yürüdüler. Araba kâh kara
batarak, kâh çukurlara düşerek, kâh bir o yana bir bu yana yaslanarak yavaş
yavaş ilerliyordu. Fırtınalı bir havada bir gemideymişiz gibi ilerliyorduk.
Saveliç yandan dürtüyordu beni, ah vah ediyordu. Battaniyeyi indirdim, kürküme
iyice sarınıp uyumaya hazırlandım. Rüzgârın uğultusu ninni gibi geliyordu bana,
arabanın sallanması beşik gibi… Ömrümün sonuna dek unutamayacağım, yaşamımın
tuhaf anlarında hatırladığımda bir kehanet olduğunu düşündüğüm bir rüya gördüm.
Okur bağışlayacaktır beni: Çünkü deneyimlerinden o da bilmektedir, kör
inançları ne kadar küçümserse küçümsesin, insanın bu tür batıl düşüncelere
yatkın olduğunu. Duygusal olarak da, ruhsal olarak da gerçeklerin yerini
hayallere bıraktığı ve onlarla belirsiz rüya öncesi görüntülere karıştığı
durumdaydım. Kar fırtınası uğuldayarak sürüyordu ve her yanın karla kaplı
olduğu ıssız bir yerde dolanıp duruyorduk sanki… Ansızın bir kapı çıkıyor
önüme, kapıdan bizim köyün bey evinin avlusuna giriyorum. İlk duygum, zorunlu
olarak eve dönmeme, bunu bilerek yaptığımı sanıp, sözünü dinlemediğim için
babamın kızacağı korkusu oluyor.”
11.
Mihail Şolohov, Ve Durgun Akardı Don
Bu eser, özellikle Don bölgesindeki Kazakların bir
destanıdır. Ana figürü Kazak asıllı Gregor Melekof olan eser, I. Dünya
Savaşı’nın hemen öncesindeki gençlik döneminden başlar ve kahramanın bütün
yaşamını ve o günün koşullarını vererek sona erer. Yazarın yaşamını ve günün
koşullarını bütün yalınlığıyla vermesi bu eseri bir başyapıt yapar. Bu
başyapıt, I. Dünya Savaşı’ndaki Rus Devrimi’ni ve o dönemki toplumun sosyal ve
politik duruşunu tarafsızca ve gerçek anlamıyla okura yansıtmaktadır.
“Topu topu dört kere görmüştü kızı. Son karşılaşmalarında
aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Liza, bana varır mısın?”
“Saçmalama!” “Sana bakarım, severim seni. Evde çalışan
adamlarımız var bizim. Sen pencerede otur, kitabını oku. Bir işe el sürme, ha?”
“Bırak aptallığı şimdi!” Mitka gücendi, üstelemedi. O akşam
eve erken gitti. Ertesi sabah babasının şaşkın yüzüne bakıp niyetini
açıkladı:
“Baba, düğün hazırlığımı yap benim.”
“Haydi ordan, salak!”
“Sahiden baba. Şaka etmiyorum.”
“Acelen var, öyle mi? Kime yakalandın? Kaçık Marfa
olmasın?”
“Görücüleri Sergey Platonoviç’e gönder!”
Miron Gregoriyeviç koşum takımlarını onarıyordu. Elindeki
araçları dikkatle bir yana koydu, katıla katıla gülmeye başladı.”
12.
Mayakovski, Şiirler (Çeviren Sait Maden)
Mayakovski çağdaş Rus şiirinin simgesi sayılıyor. Onun
geniş soluklu, coşkulu lirizmi, şiir diline getirdiği yenilikler, yaşamı ve
yapıtlarıyla uyandırdığı ilgi, devrimin baş ozanlığını üstlenip sonra sonra
bağımsızlık tutkunu, özsever kişiliğiyle devrimcilik sorumluluğunu
bağdaştıramayarak genç yaşta canına kıyması, adını sürekli gündemde tutan
etkenler oldu. Rus şiirinin geleneksel düzenini içerik ve biçim
araştırmalarıyla altüst eder. O güne dek kimsenin bilmediği ses uyuşmaları,
zengin iç ve dış uyaklarla, ölçü tanımaz, aşırı benzetmeler, abartmalarla
yüklü etkin, sarsıcı bir şiir dili yaratır. 1917’den sonra kendini devrimin
hizmetine verir. Şiirleri, oyunları, yazılan ve çizip boyadığı afişlerle
devrimin günlüğünü tutar sanki. Bu kitap Mayakovski’nin 1817’den önce yazdığı
şiirlerin en önemlilerini içeriyor.
“Dumanlar içinde mavi olmayı unutan
gökyüzü,
paçavralar giyinmiş
sığıntı gibi bulutlar,
son aşkımla tutuşacaksınız bütün!
Sevinç çığlıklarımla bastıracağım
ordular
gürültünüzü!”
Kaynak: http://www.leblebitozu.com/okumaniz-gereken-12-rus-edebiyati-eseri/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder