Moskova

Moskova

31 Mayıs 2019 Cuma

Kayıp şişe



Samih Güven





Öğleden sonra iki sularıydı ve Vernadskavo Caddesinin derinliklerinde bilinen bir esinti dolaşıyordu. Havalandırma boşluklarından metro tünellerine sızan kış soğuğu gezinip duruyordu vagonlarda. Yine de rahatsız edici bir soğuk sayılmazdı bu. 

Makinistin aynı hattan kaçıncı geçişiydi kim bilir. Hattı ezberlemiş olmalıydı; her bir kıvrımı, tünel duvarlarında uzayıp giden kabloları, kararmış boruları... Belki raylar taşımasa treni, onların yerine ilerletecek bir kendinden eminlik vardı ifadesinde.

Nispeten eski olan vagonlar öylesine savrularak ve homur homur ilerliyordu ki o yarım litrelik şişe gezinip duruyordu zeminde. Bir oyunun içindeymiş ya da tekdüze bir günün önem kazanmaya çalışan parçasıymış gibi.

Tenha vagonun bir başına doğru hızla ilerlerken rayların açısı ansızın değişiyor ve kimsenin beklemediği anda duruyordu şişe. Bir an için asılı kalmış gibi oluyordu. Sonra da tersi yöne seğirtiyordu. Belleksiz ve bilinçsizdi elbette. Bu yüzden dayanıyordu yaşadıklarına.

Yolcular dalgındı. Sessizdi. Şu anda bir yerde değillerdi. Ama olacaklardı. Bu yüzden sakindiler. Sıkıldıkları ya da acele içinde oldukları söylenemezdi. Genç olanlar kulaklıklarını takmış ve bu dünyadan ilişkisini kesmişti. Bir kaç yaşlı kadınsa ellerindeki kitaplara dikmişti gözlerini. Yaşadıkları dünyayı yeniden tartıp kendi anlarını yargılıyordu kimi.

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer onu fark etmelerini ve bu dönüp duruşun bir son bulmasını isterdi. Bir ara yolculardan birinin ayağında durdu. Sonra da başka birinin. Onu fark ediyorlardı. Ellerindeki kitaplara, telefonlara dalmalarına rağmen, varlığının, deli gibi dolanıp duruşunun, bu sıra dışı sürüklenişin ayrımındaydılar. Bazıları onu göz ucuyla süzüyor ve bir sonraki seferde kimin yanında duracağına ilişkin tahminler yürütüyordu. Yani bir tür oyun oynuyorlardı şişeyle. 

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer fena halde canı sıkılırdı buna. Neyse ki dönüp duruyordu işte. Aklı olsa çıldırırdı zaten. Canını sıkan başka bir şey de etrafına doladıkları ve üzerinde bilmem nelerin değerini yazan o kağıt parçasının yarıya kadar açılması olurdu. Peşinde sürüklenip duruyordu ve çekiciliğini azaltıyordu. Oysa koyu yeşil rengi farklı kılıyordu onu. Yine de boş, plastik bir şişeydi işte.

Öylesine sakin ve ıssızdı ki zaman duraklarda yeni binen yolculara da umut bağlayamazdı. Eğer kimse almazsa onu, bir ara görevli dolaşacak ve bir cellat gibi atık kutusuna gönderecekti. 

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer umutsuzluğa kapılabilir ve onu burada bırakıp giden delikanlıya kırgınlık duyabilirdi. 

Günlerce çantasında taşımıştı onu. Hatta şişeyle tuhaf bir bağ kurduğu söylenebilirdi. Damacanadan hep ona dolduruyordu suyu. Ne zaman canı sıkılsa elinde dolandırıp duruyordu. Gözünün önüne getiriyor, öğrenmek istemediği için aklına girmeyen o mineral adlarına bakıp duruyordu.

Ne olduysa şişeyi metroda düşürdüğü gün olmuştu. Üniversite amfisinde, sıranın üzerindeydi. Hocayla istemediği bir tartışmaya girmişti. Oysa hiç de konuşkan değildi. Hoca bir şeyler sorup üzerine gelmiş, o ise birikmiş bir öfkenin ifadesi gibi peş peşe sıralamıştı cümleleri. Hışımla çıkmıştı sınıftan. Sokaklarda dolaşıp durmuştu. Şişenin bir bilinci olsaydı eğer nişanlısı ile yaşadığı sorunu bilebilirdi. Bir gezinti sırasında, nişanlısının susaması üzerine alış veriş merkezinin pahalı marketinden aceleyle alındığını, içindeki suyu paylaştıklarını da bilirdi.

Delikanlı karlı sokaklarda sıkıntı içinde dolaştığı sırada telefonu çalmış ve heyecandan aklı çıkacak gibi olmuştu. Günlerdir telefonuna çıkmayan nişanlısı ile konuşabilmişti sonunda. Ama bir trende olduğunu, başka bir şehre gittiğini, telefonunun kapalı olacağını ve kalacağı yeni adresi öğrenmişti şaşkınlıkla. Öylesine hızlı olmuştu ki bütün bunlar bir karşılık dahi verememişti. “Şimdi yaz söyleyeceğim adresi, seviyorsan gelirsin belki”, demişti. Sitem ve kırgınlık vardı sesinde. Bir tuhaflık da vardı ama. Delikanlı aceleyle bir kalem çıkarmıştı cebinden. Ama çantasını açmaya vakit yoktu. Elinde tuttuğu şişenin kağıdına yazmıştı adresi. Nişanlısı görse yine özensizlikle suçlardı onu.

Metroya bindiğinde sıkıntıdan şişeyi eline almıştı her zamanki gibi. Kalan suyu da içtikten sonra çantasının cebine koymaya çalıyordu. Fakat öylesine dalgındı ki, koltuğa, sonra da zemine düştüğünü fark etmemişti bile. Sonra da inip gitmişti vagondan. İşte o andan beri dönüp duruyordu şişe. Fakat bir bilinci olsaydı eğer önemli bir şey taşıdığını, delikanlının da deli gibi onu aradığını bilirdi.

Şişenin peşindeydi delikanlı. Nişanlısının tuhaflıklarına, hayatın tuhaflıklarına kızıp duruyordu içinden. Onu yeniden aramayı istememişti önce. Adresi kaybettiğini söylemeyi, bir mesaj istemeyi ciddiyetsizlik sayacağını düşünmüştü. Mecbur kalıp aramıştı yine de. Ama telefon kapalıydı artık. Düşünüp durmuştu. Metroda su içtiği anı, şişeyi çantasına yerleştirmeye çalışırken koltuktan gelen o önemsiz sesi hatırlamıştı sonunda.

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer bunları bilebilirdi ve sorumlulukla taşırdı kağıdı. Ama o dönüp durmakla meşguldü.

Bilinçsizce gezinip durduğu vagonda birbirlerini yastık yapmış iki adam vardı. Üzerlerine kalın ama eski püskü kıyafetler giyinmişlerdi. Zamanı metroda uyuyarak geçirecekleri belliydi. Vagon, tren, makinist, yolcular her şey yok hükmündeydi. Tıpkı diğerlerinin onlara yaptığı gibi. Birbirlerinden aldıkları desteğin ve uykunun tatlı sarmalına kapılıp gitmişlerdi.

Bir ara genç bir çift binmişti vagona. Ellerinde muhtemelen yeni evleri için aldıkları mutfak eşyaları vardı. İyimser bir tebessüm yerleşmişti yüzlerine. Oturduklarında eşyaları boş koltuklara bıraktılar. Kadın başını erkeğin göğsüne yaslamıştı. Erkeğin sevecen ve arzulu eli ise kadının saçlarında dolaştı bir süre. Bu genç çift bir umut olabilir miydi şişe için? Onlara doğru yuvarlanıp geldiğinde yeni şeylerden kurulu hayatlarında yeri olamayacağı anlaşılmıştı. Yine de dönüp durması bir an için eğlendirmişe benziyordu onları.

İşte yine açısı değişiyordu rayların. Yorgun vagonlar homurdanıyor, titreyip duruyordu. Şişenin bir bilinci olsaydı eğer bu dönüp durmayı sonlandıracak bir şey yapardı mutlak. 

Bir ara vagondaki o evsizlerin ayağına doğru geldi. Şişe için mucize olmuş ve biri uyanmıştı o sırada. Zamanda kaybolmuş gibi dolanıp duran bu şaşkın şişeye gülümseyerek baktı adam. Pek sıradan bir şişe gibi gelmemişti. Koyu yeşil rengi hoşuna gitmişti. Hem işe yarayacağı kesindi. Eline alıp yırtılan kağıdı yapıştırmayı denedi önce. Bu olmayınca kağıdı tamamen söktü ve buruşturup cebine koydu. Şişeye bir kez daha baktı dikkatle. Çantasından daha büyük bir şişe çıkardı sonra. İçinde meyve suyu ve votka karışımı bir içecek vardı. Arkadaşıyla sırayla içtikleri şişenin kapağını açtı yavaşça. Bütün gün metroda gezinip duran bu yorgun şişeye içkiden boşalttı. Uyanan ve ne olup bittiğini anlamaya çalışan arkadaşına uzattı onu. 

Şişe dönüp durmaktan kurtulmuştu sonunda. Bir bilinci olsaydı eğer yeniden sahibi olmasından hoşnutluk duyabilirdi. Ama eski sahibine ait olan şeyin sorumluluğunu da taşırdı muhtemelen.

Şişenin gerçek sahibi olan delikanlı nişanlısını seviyordu elbette. Bunu o da biliyordu üstelik. Ama her aşk bazı sınavlara tabiydi sonuçta. Delikanlı bazı hatalar yapmıştı belli ki. Metro vagonunun dolaştığı hatta inmişti durakların birinden. Görevliden iniş zamanını söylediği trenin numarasını, kaçta hangi istasyonda olacağını öğrenecekti.

Orta yaşlı dolgunca bir kadındı konuştuğu. Aşka hürmet gerekmez miydi sonuçta. Ama derdini aceleden tam anlatamamıştı delikanlı. Bu yüzden görevli kadın plastik, boş bir şişenin nasıl bir önemi olabileceğini kavrayamamıştı. Buna rağmen delikanlının gergin halinden, heyecanından bir şeyler çıkarabilmişti. “Demek bu kadar önemli ha!”, deyip şaşkınlığını ifade etmişti kadın.

Bir numaralı metro hattında, Prospekt Vernadskavo durağında saat dördü beş geçe vagonlar durdu. Delikanlı bir hızla içeri attı kendini. Birbirine benzeseler de yerdeki tuhaf izden hatırlıyordu vagonu. Zaten sondan ikinci vagondu. Zemine, koltukların altlarına dikkatle bakmaya başladı. Umutsuzluk içinde bir kez daha zeminde gezindi gözleri. Yolcuları tek tek inceledi. Hatırladığı hiç kimse yoktu. 

O metrodayken orada olan kimse kalmamıştı elbette. Evsizler ise bir önceki durakta indirilmişti. Makinist sürekli izlediği kameralardan onların farkındaydı. Birkaç saat sıcakta vakit geçirmelerine sesini çıkarmamıştı. Hem kimseye bir zararları yoktu. Ama akşamdı ve kalabalık olacaktı tren. Bu yüzden görevliden indirilmelerini istemişti.

Delikanlı umutsuzluk içinde metrodan çıktı. Kar başlamıştı ama hava soğuk sayılmazdı. Ne yapabilirdi? Onu aramaya devam edecekti. Belki açardı telefonu. Ama adresi kaybetmesini iyi bir işaret saymazdı nişanlısı. Ve aşkta olumsuz işaretlerin etkisi yıkıcı oluyordu nedense. Böyle düşünmüştü. Ama en azından gittiği şehir aklındaydı. Hem büyük bir şehir değildi. Oraya gidip çarşı pazar dolaşacaktı. Ve her şeye rağmen aramaya devam edecekti onu. Kendi hatalarını düşünerek yürüdü uzun süre.

Metrodaki evsiz adamlar delikanlının bir kilometre uzağında başka bir sokakta yürüyordu. Binalara dikkatle bakıyor, geceyi geçirecekleri sıcak bir kuytuluk arıyorlardı.

Şişenin ömrü en azından birkaç gün uzamış gibiydi. Bir bilinci olsaydı eğer eski sahibinin yanında olmayı seçer, nişanlısı ile kavuşmalarını dilerdi.

Delikanlının nişanlısına gelince, başka bir şehre gideceği doğru değildi. Verdiği adres şehir ismi hariç tamamen her zamanki adresiydi. Delikanlıyı hep özensiz ve dikkatsiz bulurdu. Belki şu dönüp duran şişe kadar belleksizdi. Çünkü doğum gününü unutmuştu. Yine de hala umut vardı. Delikanlı yeterince isterse bulabilirdi onu. Fakat aşkta insanların kendi iradelerinin dışında güçler olduğuna da inanıyordu. Bu tuhaf fikirler kafasına nereden yerleşmişti bilinmez tabi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder