Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
Öğleden sonra iki sularıydı ve Vernadskavo Caddesinin
derinliklerinde bilinen bir esinti dolaşıyordu. Havalandırma boşluklarından
metro tünellerine sızan kış soğuğu gezinip duruyordu vagonlarda. Yine de
rahatsız edici bir soğuk sayılmazdı bu.
Makinistin aynı hattan kaçıncı geçişiydi kim bilir. Hattı
ezberlemiş olmalıydı; her bir kıvrımı, tünel duvarlarında uzayıp giden
kabloları, kararmış boruları... Belki raylar taşımasa treni, onların yerine
ilerletecek bir kendinden eminlik vardı ifadesinde.
Nispeten eski olan vagonlar öylesine savrularak ve homur
homur ilerliyordu ki o yarım litrelik şişe gezinip duruyordu zeminde. Bir
oyunun içindeymiş ya da tekdüze bir günün önem kazanmaya çalışan parçasıymış
gibi.
Tenha vagonun bir başına doğru hızla ilerlerken rayların
açısı ansızın değişiyor ve kimsenin beklemediği anda duruyordu şişe. Bir an
için asılı kalmış gibi oluyordu. Sonra da tersi yöne seğirtiyordu. Belleksiz ve
bilinçsizdi elbette. Bu yüzden dayanıyordu yaşadıklarına.
Yolcular dalgındı. Sessizdi. Şu anda bir yerde değillerdi.
Ama olacaklardı. Bu yüzden sakindiler. Sıkıldıkları ya da acele içinde
oldukları söylenemezdi. Genç olanlar kulaklıklarını takmış ve bu dünyadan
ilişkisini kesmişti. Bir kaç yaşlı kadınsa ellerindeki kitaplara dikmişti
gözlerini. Yaşadıkları dünyayı yeniden tartıp kendi anlarını yargılıyordu kimi.
Şişenin bir bilinci olsaydı eğer onu fark etmelerini ve bu
dönüp duruşun bir son bulmasını isterdi. Bir ara yolculardan birinin ayağında
durdu. Sonra da başka birinin. Onu fark ediyorlardı. Ellerindeki kitaplara,
telefonlara dalmalarına rağmen, varlığının, deli gibi dolanıp duruşunun, bu
sıra dışı sürüklenişin ayrımındaydılar. Bazıları onu göz ucuyla süzüyor ve bir
sonraki seferde kimin yanında duracağına ilişkin tahminler yürütüyordu. Yani
bir tür oyun oynuyorlardı şişeyle.
Şişenin bir bilinci olsaydı eğer fena halde canı sıkılırdı
buna. Neyse ki dönüp duruyordu işte. Aklı olsa çıldırırdı zaten. Canını sıkan
başka bir şey de etrafına doladıkları ve üzerinde bilmem nelerin değerini yazan
o kağıt parçasının yarıya kadar açılması olurdu. Peşinde sürüklenip duruyordu
ve çekiciliğini azaltıyordu. Oysa koyu yeşil rengi farklı kılıyordu onu. Yine
de boş, plastik bir şişeydi işte.
Öylesine sakin ve ıssızdı ki zaman duraklarda yeni binen
yolculara da umut bağlayamazdı. Eğer kimse almazsa onu, bir ara görevli dolaşacak
ve bir cellat gibi atık kutusuna gönderecekti.
Şişenin bir bilinci olsaydı eğer umutsuzluğa kapılabilir ve
onu burada bırakıp giden delikanlıya kırgınlık duyabilirdi.
Günlerce çantasında taşımıştı onu. Hatta şişeyle tuhaf bir
bağ kurduğu söylenebilirdi. Damacanadan hep ona dolduruyordu suyu. Ne zaman
canı sıkılsa elinde dolandırıp duruyordu. Gözünün önüne getiriyor, öğrenmek
istemediği için aklına girmeyen o mineral adlarına bakıp duruyordu.
Ne olduysa şişeyi metroda düşürdüğü gün olmuştu. Üniversite
amfisinde, sıranın üzerindeydi. Hocayla istemediği bir tartışmaya girmişti.
Oysa hiç de konuşkan değildi. Hoca bir şeyler sorup üzerine gelmiş, o ise
birikmiş bir öfkenin ifadesi gibi peş peşe sıralamıştı cümleleri. Hışımla
çıkmıştı sınıftan. Sokaklarda dolaşıp durmuştu. Şişenin bir bilinci olsaydı
eğer nişanlısı ile yaşadığı sorunu bilebilirdi. Bir gezinti sırasında,
nişanlısının susaması üzerine alış veriş merkezinin pahalı marketinden aceleyle
alındığını, içindeki suyu paylaştıklarını da bilirdi.
Delikanlı karlı sokaklarda sıkıntı içinde dolaştığı sırada
telefonu çalmış ve heyecandan aklı çıkacak gibi olmuştu. Günlerdir telefonuna
çıkmayan nişanlısı ile konuşabilmişti sonunda. Ama bir trende olduğunu, başka
bir şehre gittiğini, telefonunun kapalı olacağını ve kalacağı yeni adresi
öğrenmişti şaşkınlıkla. Öylesine hızlı olmuştu ki bütün bunlar bir karşılık
dahi verememişti. “Şimdi yaz söyleyeceğim adresi, seviyorsan gelirsin belki”,
demişti. Sitem ve kırgınlık vardı sesinde. Bir tuhaflık da vardı ama. Delikanlı
aceleyle bir kalem çıkarmıştı cebinden. Ama çantasını açmaya vakit yoktu.
Elinde tuttuğu şişenin kağıdına yazmıştı adresi. Nişanlısı görse yine
özensizlikle suçlardı onu.
Metroya bindiğinde sıkıntıdan şişeyi eline almıştı her
zamanki gibi. Kalan suyu da içtikten sonra çantasının cebine koymaya çalıyordu.
Fakat öylesine dalgındı ki, koltuğa, sonra da zemine düştüğünü fark
etmemişti bile. Sonra da inip gitmişti vagondan. İşte o andan beri dönüp
duruyordu şişe. Fakat bir bilinci olsaydı eğer önemli bir şey taşıdığını,
delikanlının da deli gibi onu aradığını bilirdi.
Şişenin peşindeydi delikanlı. Nişanlısının tuhaflıklarına,
hayatın tuhaflıklarına kızıp duruyordu içinden. Onu yeniden aramayı istememişti
önce. Adresi kaybettiğini söylemeyi, bir mesaj istemeyi ciddiyetsizlik
sayacağını düşünmüştü. Mecbur kalıp aramıştı yine de. Ama telefon kapalıydı
artık. Düşünüp durmuştu. Metroda su içtiği anı, şişeyi çantasına yerleştirmeye
çalışırken koltuktan gelen o önemsiz sesi hatırlamıştı sonunda.
Şişenin bir bilinci olsaydı eğer bunları bilebilirdi ve
sorumlulukla taşırdı kağıdı. Ama o dönüp durmakla meşguldü.
Bilinçsizce gezinip durduğu vagonda birbirlerini yastık
yapmış iki adam vardı. Üzerlerine kalın ama eski püskü kıyafetler
giyinmişlerdi. Zamanı metroda uyuyarak geçirecekleri belliydi. Vagon, tren,
makinist, yolcular her şey yok hükmündeydi. Tıpkı diğerlerinin onlara yaptığı
gibi. Birbirlerinden aldıkları desteğin ve uykunun tatlı sarmalına kapılıp
gitmişlerdi.
Bir ara genç bir çift binmişti vagona. Ellerinde muhtemelen
yeni evleri için aldıkları mutfak eşyaları vardı. İyimser bir tebessüm
yerleşmişti yüzlerine. Oturduklarında eşyaları boş koltuklara bıraktılar. Kadın
başını erkeğin göğsüne yaslamıştı. Erkeğin sevecen ve arzulu eli ise kadının
saçlarında dolaştı bir süre. Bu genç çift bir umut olabilir miydi şişe için?
Onlara doğru yuvarlanıp geldiğinde yeni şeylerden kurulu hayatlarında yeri
olamayacağı anlaşılmıştı. Yine de dönüp durması bir an için eğlendirmişe
benziyordu onları.
İşte yine açısı değişiyordu rayların. Yorgun vagonlar
homurdanıyor, titreyip duruyordu. Şişenin bir bilinci olsaydı eğer bu dönüp
durmayı sonlandıracak bir şey yapardı mutlak.
Bir ara vagondaki o evsizlerin ayağına doğru geldi. Şişe
için mucize olmuş ve biri uyanmıştı o sırada. Zamanda kaybolmuş gibi dolanıp
duran bu şaşkın şişeye gülümseyerek baktı adam. Pek sıradan bir şişe gibi
gelmemişti. Koyu yeşil rengi hoşuna gitmişti. Hem işe yarayacağı kesindi. Eline
alıp yırtılan kağıdı yapıştırmayı denedi önce. Bu olmayınca kağıdı tamamen
söktü ve buruşturup cebine koydu. Şişeye bir kez daha baktı dikkatle.
Çantasından daha büyük bir şişe çıkardı sonra. İçinde meyve suyu ve votka
karışımı bir içecek vardı. Arkadaşıyla sırayla içtikleri şişenin kapağını açtı
yavaşça. Bütün gün metroda gezinip duran bu yorgun şişeye içkiden boşalttı.
Uyanan ve ne olup bittiğini anlamaya çalışan arkadaşına uzattı onu.
Şişe dönüp durmaktan kurtulmuştu sonunda. Bir bilinci
olsaydı eğer yeniden sahibi olmasından hoşnutluk duyabilirdi. Ama eski sahibine
ait olan şeyin sorumluluğunu da taşırdı muhtemelen.
Şişenin gerçek sahibi olan delikanlı nişanlısını seviyordu
elbette. Bunu o da biliyordu üstelik. Ama her aşk bazı sınavlara tabiydi
sonuçta. Delikanlı bazı hatalar yapmıştı belli ki. Metro vagonunun dolaştığı
hatta inmişti durakların birinden. Görevliden iniş zamanını söylediği trenin
numarasını, kaçta hangi istasyonda olacağını öğrenecekti.
Orta yaşlı dolgunca bir kadındı konuştuğu. Aşka hürmet
gerekmez miydi sonuçta. Ama derdini aceleden tam anlatamamıştı delikanlı. Bu
yüzden görevli kadın plastik, boş bir şişenin nasıl bir önemi olabileceğini
kavrayamamıştı. Buna rağmen delikanlının gergin halinden, heyecanından bir
şeyler çıkarabilmişti. “Demek bu kadar önemli ha!”, deyip şaşkınlığını ifade
etmişti kadın.
Bir numaralı metro hattında, Prospekt Vernadskavo durağında
saat dördü beş geçe vagonlar durdu. Delikanlı bir hızla içeri attı kendini.
Birbirine benzeseler de yerdeki tuhaf izden hatırlıyordu vagonu. Zaten sondan
ikinci vagondu. Zemine, koltukların altlarına dikkatle bakmaya başladı.
Umutsuzluk içinde bir kez daha zeminde gezindi gözleri. Yolcuları tek tek
inceledi. Hatırladığı hiç kimse yoktu.
O metrodayken orada olan kimse kalmamıştı elbette. Evsizler
ise bir önceki durakta indirilmişti. Makinist sürekli izlediği kameralardan
onların farkındaydı. Birkaç saat sıcakta vakit geçirmelerine sesini
çıkarmamıştı. Hem kimseye bir zararları yoktu. Ama akşamdı ve kalabalık
olacaktı tren. Bu yüzden görevliden indirilmelerini istemişti.
Delikanlı umutsuzluk içinde metrodan çıktı. Kar başlamıştı
ama hava soğuk sayılmazdı. Ne yapabilirdi? Onu aramaya devam edecekti. Belki
açardı telefonu. Ama adresi kaybetmesini iyi bir işaret saymazdı nişanlısı. Ve
aşkta olumsuz işaretlerin etkisi yıkıcı oluyordu nedense. Böyle düşünmüştü. Ama
en azından gittiği şehir aklındaydı. Hem büyük bir şehir değildi. Oraya gidip
çarşı pazar dolaşacaktı. Ve her şeye rağmen aramaya devam edecekti onu. Kendi
hatalarını düşünerek yürüdü uzun süre.
Metrodaki evsiz adamlar delikanlının bir kilometre uzağında
başka bir sokakta yürüyordu. Binalara dikkatle bakıyor, geceyi geçirecekleri
sıcak bir kuytuluk arıyorlardı.
Şişenin ömrü en azından birkaç gün uzamış gibiydi. Bir
bilinci olsaydı eğer eski sahibinin yanında olmayı seçer, nişanlısı ile
kavuşmalarını dilerdi.
Delikanlının nişanlısına gelince, başka bir şehre gideceği
doğru değildi. Verdiği adres şehir ismi hariç tamamen her zamanki adresiydi.
Delikanlıyı hep özensiz ve dikkatsiz bulurdu. Belki şu dönüp duran şişe kadar
belleksizdi. Çünkü doğum gününü unutmuştu. Yine de hala umut vardı. Delikanlı
yeterince isterse bulabilirdi onu. Fakat aşkta insanların kendi iradelerinin
dışında güçler olduğuna da inanıyordu. Bu tuhaf fikirler kafasına nereden
yerleşmişti bilinmez tabi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder