Aydın
Sezer
Kaynak:
http://www.medyagunlugu.com/
Uzun yıllar Enka'nın Moskova temsilciliği görevinde bulunan
Murat Gülmezoğlu'nu kısa süre önce kaybettik. Murat ağabeyin anısına "Mavi
Düş" kitabımda kendisiyle yer alan söyleşiyi aktarıyorum:
"1980'lerin ikinci yarısından itibaren Moskova'ya
gitmeye başlayan firmalarımızın öncüsü ENKA'ydı. ENKA'nın Rusya'da
gerçekleştirdiği projelere sonra değinilecek olmakla birlikte, ENKA'nın Moskova'daki
ilk yerleşik müdürü, Sayın Murat Gülmezoğlu'yla gerçekleştirdiğim söyleşiyle
1988'in Moskovası'na dönelim. Söyleşimize başlarken, uzun yıllar ABD'de,
Avrupa'da ve Suudi Arabistan'da yaşamış olan Sayın Gülmezoğlu'na, Moskova'ya
giderken neler hissettiğini sordum.
"Eylül 1988'de, yıllarca adını duyduğum fakat pek
söyleyemediğim bir şehir olan Moskova'ya gidiyordum. Açık söylemek gerekirse,
biraz korku, biraz da merak vardı. Gittiğimde Moskova değişim
dönemindeydi. "Perestroyka yaşanıyordu. Herkes ümitli fakat yine de
kuşkuluydu" diyerek söze başlayan Gülmezoğlu, Moskova'da çok güzel bir
şehircilik anlayışıyla karşılaştığını belirterek, şehrin ortasından geçen
nehrin önce iki kola ayrılıp sonra tekrar birleştiğini ve bu durumun
Paris'e çok benzediğini, orada da Sein Nehri'nin ikiye ayrılıp tekrar
birleştiğini anlattı. "Paris'te Notre-Dame Kilisesi ve köprüler,
Moskova'da Kremlin, Kızıl Meydan, St. Basil Kilisesi ve yüzlerce
tarihi eser" diyerek şehircilik açısından çok etkilendiği Moskova'ya
hayranlık duyduğunu gizlemeyen Gülmezoğlu, Moskova'yı anlatmaya devam etti.
"Her şey çok güzel korunmuş... Merkezin etrafında bir
çevreyolu var, Bulvar Çevreyolu. Sonra bir ikinci çevreyolu geçiyor şehrin
ortasına yakın, Sadovaya Çevreyolu. Üçüncü çevreyolu şehrin sonunda, MKAD
Çevreyolu. Bu dış çevreyolundan dik olarak merkeze doğru gelen bulvarlar var.
Her taraf o kadar yeşil ki kendinizi bir şehrin merkezinde değil bir ormanın
kenarında sanırsınız. Uçakla Moskova'ya inerken zaten etrafın yemyeşil
ormanlarla kaplı olduğunu görürsünüz. Fakat şehri gezerken bu yeşilin şehrin merkezine
kadar indiğini görünce hayran olmamak elde değil. Şehrin kuzey doğusunda
kilometrelerce uzanan İsmailovsk Parkı. Güneybatısında Olimpik Köy ve güneyde
tarihi Kolomenskaya Kompleksi sonsuz ormanlıklar içinde. Ne kadar da seversen
sev kendi vatanını, kıskanmamak mümkün değil Moskova'yı".
Ulaşım sisteminin mükemmelliğine değinen Gülmezoğlu,
"Metro teşkilatı ile yer altından istediğiniz yere gidebiliyorsunuz. Metro
istasyonları çok derinlerde, çok uzun eskalatörlerle inip çıkıyorsunuz.
İstasyonlar müze gibi. Heykeller, avizeler, duvarda süsler" diyor.
Moskova'daki ilk sonbaharında, ağaçların neredeyse bütün
renklere büründüğünü, yaprakların yeşilden, sarı ve kırmızıya
dönüştüğünü, en hafif bir rüzgârda yollara düştüğünü anlatan Gülmezoğlu,
"Yürüyorum sık adımlarla, tabiatın şahane senfonisi her
yanda..." diyor ve devam ediyor:
"Moskova'da mimari olarak dikkati çeken yedi büyük
kule bina var. Bunlara Stalin Binaları deniliyor. Ellili yıllarda inşa edilmiş
bu çok farklı binalar, Stalin'in Alman harp esirlerine yaptırdığı bile
söylenir. Hepsinin çok muhteşem girişleri, cephelerinde motifler ve heykeller
bulunur. Ortalarında süslü yüksek bir kule oturtulmuştur. Dışişleri Bakanlığı,
Ulaştırma Bakanlığı, Leningrad ve Ukrayna Otelleri, Moskova Üniversitesi ve iki
iskan ünitesi bu binalardır. Merkezdeki Moskova Oteli ve Parlamento binası gibi
daha bir çok bina da Stalin devrinde yaptırılmıştır. Stalin mimariye meraklı
birisi olmalı ki, bütün bu mimari eserler Stalin'in bizzat kontrolünde
yaptırılırmış. Kendisinin bizzat imzalamadığı hiçbir proje
inşa edilememiştir."
Ekim 1988'de ilk Türk işçi kafilesinin gelecek olmasından
büyük heyecan duyduğunu vurgulayan Gülmezoğlu, "Onları Kievskiy Vagzal'da
(gar) karşıladım. Muhtelif ülkelerde çok yüksek artı derecelerde çalışan
işçilerimiz, şimdi de çok eksi derecelerde çalışacaklardı. Başarılarından
şüphem olmasa da, heyecanlanmıyorum desem yalan olur" diyerek sözlerine
devam ediyor.
"Kievskiy Garı'nda karşıladık işçilerimizi. Beni kalın
bir palto ve başımda kalpakla görünce şaşırdılar. 'Hava soğuk...' dedim. Pek
kabullenemedi Erzurumlu Rıza, 'Pek değil' demekle yetindi. Yeni bir devir
başlıyordu bizim için, bu şehre yepyeni binalar yapacaktık işçilerimizle.
Onlara güveniyordum. İşçilerimiz gelmeye başlamıştı, artık adımızı burada
duyuracaktık güzel eserlerimizle. İlk işimiz olarak Moskova'nın merkezinde
Petrovskiy Pasajı'nın restorasyonuna başladık.
Cephe tamamen örtüldü. Trafik pek fazla olmadığından
rahatça çalışabiliyoruz. Pasaj'ın yanında bir kemer, ondan geçince ofisimiz,
iki katlı bir bina, yanında ilaveten yaptığımız tuğla bina. Petrovskiy
inşaatımızdan sola doğru yürürseniz iki dakika sonra şehrin merkezindesiniz.
Sağ tarafta Bolşoy Tiyatrosu, sol tarafta Mali Tiyatro, karşıda bir yabancı
firmanın restore ettiği Metropol Otel, yanında Karl Marx'ın heykeli, ileride
bir meydan ortasında bir heykel, Derjinskiy, KGB'nin kurucusu. Arkasında KGB
Binası, burası Ruslara göre dünyanın en yüksek binası, 'bodrumundan bile
Sibirya'yı görür...' diyorlar. Geriye doğru yürürseniz, resim satan bir galeri,
sağda
GUM mağazaları, solda aynı yolda kitapçılar, pulcular,
hatıra eşyası satanlar. Petrovskiy'den çıkıp sağda ilk sokağa saptığınızda
Budapeşte Oteli ve lokantasını görürsünüz. Bu lokanta bizim öğlen ve akşam
yemeklerini işçilerle beraber yediğimiz yer. Şirket, bu yemekler için adam
başına 3,5 ruble ödüyor ve az da olsa lokantada Ruslar da oluyor. Ekseri cuma
akşamları düğünler oluyor. İster istemez katılmış oluyoruz bu mutlu anına yeni
Rus dostlarımızın. Burada benim dikkatimi çeken Anadolu'nun köylerinden gelmiş
işçilerimizin bu havaya kolayca adapte olmuş olmaları. Herkes akşam iş
paydosunda tulumunu çıkarıp, kravat bağlıyor ve yemeğini etrafın dikkatini
çekmeyecek derecede kibarca yiyor. Rusça öğrenme ve terbiye kurallarını tatbikte
işçilerimiz çok başarılı. Uzaktan kulak misafiri olduğum bir konuşmada,
Yozgatlı Hüseyin hemşerisine dikkatle anlatıyordu: 'Bir kız arkadaşına giderken
çiçek götüreceksin... Çiçek sayısı tek olacak 3, 5, 7... Yemeğe giderken bir
şişe şampanya da götür, üstüne bir kırmızı kurdela bağlamayı unutma...'"
İşçilerin sosyal hayata hemen uyum sağlamalarının iş
performanslarını olumsuz olarak etkileyip etkilemediğini sordum.
"Bilakis" dedi, Gülmezoğlu, "Arabistan'da yıllarca kalıp,
tek kelime Arapça öğrenmeyen, cuma günleri namaza dahi gitmeyen işçilerimiz,
burada işlerine dört elle sarıldıkları gibi, hanım arkadaşlarıyla operaya,
baleye hatta, pazar günleri kiliseye dahi gitmeye başladılar. Hemen Rusça
konuşuyor olmaları, yabancı dile karşı ne kadar kabiliyetli olduklarını
gösteriyordu."
Sosyal ilişkilerde yaşanan bazı aşırılıklara da göz
yummadıklarını belirten Gülmezoğlu, bu nedenle Türkiye'ye göndermek zorunda
kaldıkları işçilerin yüzündeki hüznü hiç unutamadığını da vurguladı. Sayın
Gülmezoğlu'yla yaptığım söyleşiyi burada noktalamak gerekiyor. Zira,
Sovyetler'in son dönemine ve 90 yıllara ilişkin ortak anılarımız bizi, Sovyet
ve Rus muhipliğine götürecek kadar uç noktalara gidiyor."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder