Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.ru/
İyice yaklaşıyorum pencereye. Yüzümü bir çocuk gibi cama
yapıştırıyorum. Kar taneleri sokak lambalarının etrafında gizemli küçücük
canlılar gibi dans ediyor. Dönüp duruyorlar bir girdabın içindeymiş gibi. Yere
düşmüyorlar bazen, boşlukta asılı kalıyorlar sanki. Bir araya geliyor, şekilden
şekile giriyorlar. Kuşların grup halinde yere çakılacakmış gibi hızlanışlarını,
sonra yükselip, ustaca dağılışlarını hatırlatıyor bu. Yine de farklı karın
yağışı. Şehre gelen uysallık ve bu iyimser hava inkâr edilemez. Peki, neden
depreşiyor iç sıkıntım yine? Neden bir isyan havası çalınıyor içimde? Pencereyi
açıp dokunmaya çalışıyorum onlara. Kaçıp gidiyorlar ama. Kendi girdabına
savruluyor onlar da.
Çıkıp, amaçsız bir köpek gibi gezinmek istiyorum Moskova
sokaklarında. Kar taneleri saçlarıma tutunsun istiyorum. Yüzüme iğne uçları
gibi dokunup acıtsınlar önce. Teskin edici bir serinlik bırakıp,
iyileştirsinler sonra da. Çalgısız, isyankâr bir müzik yankılansın içimde.
Adımlarım tempo tutsun. Şehir okusun içimi, öğütler versin. “Bak, ne çok insan
var sokaklarda, ne çok hikâye var”, desin.
Kendimi sokağa atmam vakit almıyor fazla. Kırmızı, mavi
şeritler halinde renklendirilmiş ışıklı binalar arasında, Yeni Arbat’ın
kaldırımlarındayım. Binalara yerleştirilmiş hoparlörlerden cadde boyunca müzik
çalan bir radyo eşlik ediyor. Kar ince ince yağmaya devam ediyor. Arkasında
süpürgesi olan küçük kar araçları geçiyor kaldırımlardan, kürklü, çizmeli
kadınlar, kışa kafa tutan delikanlılar.
Bir süre yürüyorum cadde boyunca. Zihnimi sürekli meşgul
edip, aklıma olur olmaz şeyler getirme oyunumu sürdürüyorum.
Ayaklarımın altında sıkışan kar çatırdıyor. Belli belirsiz
bir aydınlık yükseliyor kaldırımlardan. Sokak lambaları, binaların rengârenk
ışıkları çoğaltıyor bu aydınlığı. Sarı ışık sızan pencerelerden, birbirine
heyecanla bir şeyler anlatan, gülen, içkilerini yudumlayan insanlar görüyorum.
Çok geçmeden küçük bir sıranın içinde, bilinen bir barın
önünde buluyorum kendimi.
Kapıdaki heybetli adama selam verip bekliyorum.
Yüzüme bir süre dikkatle baktıktan sonra içeriye girmeye hak kazandığımı
müjdelercesine işaret ediyor. Hızlı, kesin bir yüz işareti bu. Paltomu çıkarıp
vestiyer görevlisine teslim ediyorum. Bu sırada
Çarşamba günleri kızlara içkinin bedava olduğunu
öğreniyorum birinden. Birkaç ucuz içki sadece. Yine de çok kız geliyormuş, bu
yüzden çok erkek geliyormuş.
Bar bölümünde küçük bir boşluk olduğunu fark ediyorum. Bir
şeyler istiyorum hemen. Bu büyük, kalabalık mekânı, birbirinden ilginç
insanları, neşeli, meraklı yüzleri incelemeye koyuluyorum. Dans pistinde
durmaksızın, neşe içinde salınıyor birileri. Kadınlar neden daha coşkulu
erkeklerden? İşte başlıyor lüzumsuz sorular. Bu iyiye işaret ama.
İnsanların toplandığı hemen her mekânının bir matematiği
var. Çevre var, merkez var. Merkeze uzaklık var. Çevre merkezdir bazen. Merkez
hiç bir şeydir bazen. Ama bir barda coşturucu müzikler çalınca, merkez
sahnedir. İşte o zaman merkezi küçümsememek gerekir. Kimse kayıtsız kalamaz
oraya. Biraz içtikten sonra hele kızlar kayıtsız kalamaz sahneye. Erkekler
kayıtsız kalamaz kızlara. Kızlar başka bir şey düşünmez belki dans ettiklerinde
ama erkeklerin olduğunu bilmeleri rahatlatır. Yine de erkekler için dans
ettikleri anlamına gelmez bu. Kızlar ne için dans eder sahi? Dans etmek bir
eylem mi her şeyden önce, bir tavır mı, eğlence mi? Kendini ifade etme, içini
dökme, rahatlama, bedenin yaratıcıya şükranı, bedenin estetiği kutsaması mı?
Libidonun varoluşçu coşması, coşmanın libidoyla taçlanması mı?
Sorularla boğuştuğum sırada o büyük dans pistinde sıra dışı
iki kişi olduğunu fark ediyorum bir anda. Türk olmalılar, Kürt belki de. Ne
fark eder sanki, bizden birileri işte! İki arkadaş onlar. Aynı yaşlarda
olmalılar. Biri daha uzun. Gülümseyen o. Üzerinde gri bir hırka var. Diğeri
siyah bir gömlek giymiş. Saçları dümdüz. Alnına, şakaklarına dökülmüş.
Yanakları geniş, kararmış. Daha çok içmiş. Ya da daha düşük içki eşiği.
Sallanıyor, yalpalıyor. Ama tutturduğu dans ritmini bozmuyor hiç. Bir kuklanın
elleri gibi yukarı kalkıp aşağı iniyor elleri. Arzusu sabit, kızlara yöneliyor
hep. Sanki bir mucize olacakmış gibi, birileri onları görecekmiş gibi
umutlular. Uzun olan daha umutlu. Yanaştıkları kızlar ritmini bozmadan, fazla
kabalaşmadan uzaklaşıyorlar. Uzun olan gülümsüyor hep. Güzel! Daha iyi dans
ediyor, eğilip doğruluyor ama arkadaşını büyük bir sadakatle takip ediyor.
Şarkıları maharetle değiştiren, ritimleri, tempoyu
ustalıkla ayarlayan DJ dans etmeyi ihmal etmiyor. Uzamış saçları yüzüne,
yanaklarına dökülüyor. Eliyle düzeltip, arkaya atıyor saçlarını, gizli, çapkın
bakışlar yöneltiyor sahneye. Dj’in iki yanında masa yüksekliğinde platformlar
var. O platformların üzerinde bar için dans eden, lastik gibi eğilip doğrulan,
ritimlerini inatçı, kendinden emin bir vakarla tekrarlayan dansçı kızlara kimse
bakmıyor bile. Kimsenin hedefinde değil onlar. Hedefte olmadıklarını da
biliyorlar. Bu yüzden fazla profesyonel ve soğuk onların dansı. DJ şarkı
değiştirdiğinde büyük bir hızla ritmi takip ediyor sahnedekiler. İşçiler de
geri kalmıyor onlardan. Güzel!
Aşırı hareketli bu yüzden hiç şansı olmayan bir genç
yanaşıp, neden dans etmediğimi soruyor. Yanıt vermiyorum. Dans etmeyen kaybeder
bilmiyor musun, burası ağır abilere göre değil, der gibi bakıyor. Gidiyor
sonra. Ben dans etmem, sevmem, pek de bilmem, bilmediğim için sevmem,
sevmediğim için bilmem, şu anda yapamam bunu, hangisi olduğunu ben de
bilmiyorum. Ama kimseye bir açıklama yapman gerekmiyor. Canım sıkkın belki,
yüzümden anlaşılmıyor mu, bara hep mutlular, libidosunun peşinde sürüklenenler
mi gelecek. İçimden bunlar geçiyor. İçkiden hızlıca bir yudum alıp sahneyi
izlemeye devam ediyorum. Yalnızca ben değil, siyah giyimli iri adamlar da
izliyor. Aşırıya gidenleri, sarhoşluktan yere kapaklananları dışarıya atmaktan
çekinmiyorlar.
İşçiler devam ediyor. Daha ne kadar sürecek, ne zaman
anlayacaklar kaybettiklerini? Sadece dans ettiklerine, bundan keyif aldıklarına
inanmıyorum. İyice yorulacakları, morallerinin dibe vuracağı anı, içlerindeki
sesin, işçisin sen, uyuman lazım, yarın yedide ayağa dikecekler, artık
prefabriğine dön diyecekleri anı bekliyorlar. Öyle değil belki de. Belki de
orta yaşlı, dolgun dudaklı birilerinin dikkatini çekecekler birazdan, hadi
çukurlaşmış döşeklerinize götürün bizi diyecekler. Belki onlar kızlar için
gelmemiş buraya, iki bira içip rahatlamak, biraz da güzellerin içinde salınmak,
arkadaşlarına gördüklerini anlatmak için buradalar belki de. Sana ne bundan?
Sen kendi işine bak! Sen ne halt etmeye buradasın? Neden üzülüyorum onlara,
neden bir belgesel dünyasındaki gibi vahşi burası, neden herkes mutlu olamıyor,
aşkın kıyılarında harap olunuyor böyle?
Birden sahnede olmadıklarını fark ediyorum. Kötü oluyor bu.
Onlar olmayınca, içki ve müzikle coşmuş, libidonun kıyılarına iyice yaklaşmış
onlarca insan da ortadan kaybolmuş gibi bomboş geliyor sahne. Nereye gittiler?
Barın büyükçe salonunu bir baştan bir başa adımlıyorum. Çıkış kapısına
iniyorum. Pencereden sokağı süzüyorum. Yoklar! Neden sonra tuvalet geliyor
aklıma. Uzun bir sıra var. Fırsatını bulup aralıyorum kapıyı. İçerideki iki kız
şaşırtıyor beni. Yanlış girdiğimi düşünüp geri çekiliyorum önce. Ama hayır.
Erkekler tuvaleti burası. Onlarca erkek var işte. Bu ikisi kadınlar bölümünün
sırasını beklemeyen, erkekler tuvaletini tercih etmiş, güzel ve cesur
olanlardan. İşçiler oradalar işte. Uzun olan düz saçlıyı ayakta tutabilmek için
uğraşıyor, iskeleti olmuş onun. Avucuna doldurduğu suyu yüzüne boca ediyor
arkadaşının. Bir yandan da tuvalette erkeklerle şakalaşan cesur kızlara bakıyor.
Onları izlediğimi fark ediyor sonunda. Bana baktığı sırada
selam veriyorum. “Abi Türk müsün?” diye soruyor. Başımı sallıyorum bir şey
söylemeden. “Arkadaşın nasıl?” diye soruyorum. “Daha iyi ama biraz kendine
gelmesi lazım”, diyor. Bu sırada olan biteni anlamaya çalışan diğeri soruyor:
“Kim bu abi?” “ Türk’müş”, diye yanıtlıyor arkadaşı. “Nasıl oldun, iyi misin?”,
diyorum. “Bir ara çok başım döndü. Baksana etrafa abi, başı dönmez mi insanın”,
diyor gülerek. O sırada uzun olan dikkatle yüzüme bakıyor. “Abi neden böyle
üzgün görünüyorsun, bir şey mi oldu?”, diye soruyor. Duraklıyorum bir an. Bu
kadar belli oluyor demek. Başka zaman olsa geçiştirebilecekken öyle yapmıyorum
nedense. “Uzun hikâye, ayrılık acısı diyelim, herkesin yaşadığı gibi işte, boş ver”,
diyorum. Birbirlerine bakıyorlar. “Abi biz çıkıyoruz”, diyor. Kapıyı aralayıp,
peşlerinden yürüyorum. Uzun olan dikkatle takip ediyor arkadaşını. O sırada
beklenmedik bir şey yapıyor düz saçlı. Pistin ortasına atılıp dans etmeye
başlıyor yeniden. Uzun olan ne yapacağını bilmez halde tereddüt ediyor bir an.
Bu sahne siyah giyimli adamların dikkatinden kaçmıyor. Düz
saçlının limite geldiğine emin şekilde ilerliyorlar. Onu kucaklar gibi
sarılıyor iri adam. “Bırak biz çıkarırız”, diyorum. Sarsılmaz görev bilinciyle
tersliyor beni. Gurur yapıyor düz saçlı işçi. Direnip duruyor. Ama fayda
etmiyor.
Kapı ağzındaki vestiyerden paltolarımızı almaya
çalışıyoruz. Ama numarasını bulamıyor o. Düşürmüş olmalı bir yerlerde. Üst üste
yığılmış onlarca palto arasından bulmak imkânsız görünüyor. Hem görevli “Numara
olmadan veremem, kural bu”, diyor. Üsteliyor düz saçlı işçi. “Görevli haklı,
numara olmadan palto veremez”, diyorum.
Numarayı aramak için yukarı çıkıyorum. Bar saatle uyumlu,
bilinen döngüsü içinde deviniyor. Salınan bedenler, mutlu, mutsuz yüzler, masum
yakınlaşmalar arasında yerleri inceliyorum. Ama bulamıyorum bir şey.
Yok diyorum aşağı inince. İşçilerin yüzü asılıyor. Görevli
“Yarın gelin diyor, tarif ettiğiniz palto geriye kalırsa, alabilirsiniz”.
Artık dışarıdayız. Temiz, ferahlatıcı havayı duyumsuyoruz
hemen. “Endişelenme, çözülecek palto işi” deyip, teselli etmeye çalışıyorum.
“Kar çok güzel yağıyor, hiç üşümüyorum”, diye yanıtlıyor.
Uzun boylu işçi paltosunun bir kanadıyla sarıyor
onu.
Üçümüz, o iki işçi ve ben. Artık sessizliğe gömülen Yeni
Arbat caddesinde ilerliyoruz ağır adımlarla. Kar yağmaya devam ediyor. Bir örtü
gibi yayılıyor ayak izlerinin üzerine. Sessizliğin içine saklanıyor Nazım’ın
şehri. Güzel Moskova susuyor şimdi. Yürek susmuyor ama.
Bir taksiye binecekler ve ayrılacağız. Onlar prefabriğine, bense
nereye bilmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder