Puşkin,
Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Nabokov... Yoksa, roman diye
onların çocukluklarını mı okuduk?
Elif
Türker
Kaynak:
http://t24.com.tr/k24/
Cansev
Turan’a
Hani şu, geçenlerde Erzurum’da, karda, leğene oturup kayan
dedeleri hatırlıyor musunuz? “Ne yapalım yani, yaşlıyız diye çocukluğumuzu
hatırlamayacak mıyız” diye sormuştu içlerinden uzun sakalları en beyaz olanı.
Ne haklı bir soru. Çocukluk üzerine düşününce o dedeler geldi gözümün önüne.
Onlar gelince de dede diye bildiğim kimi koca koca sakallı, kimi fraklı, kimi
manşetleri fırfırlı mintanlı Rus yazarlar geldi. Sahi ya, onlar da çocuk
olmuşlardı. Klasikler diye, sakallılar diye çocukluklarından söz etmeyecek
miyiz yani? Ya da, roman diye çocukluklarını mı okuduk biz o dedelerin? Biraz
uzun olacak. Onun için hemen başlayayım.
En büyük ama en genç dedemden başlamak isterim: Aleksandr
Puşkin. 1799’da, sevgisiz bir ailede dünyaya gelmiş Puşkin. Aristokrasiye
abartılı bir düşkünlüğü olan ebeveyni, bu kara tombul oğlanı kendilerine pek
yakıştıramamış. Üstüne bir de, sessiz ve hantalmış bu oğlancık. Dışarıya nasıl
göründüğü her şeyden önemli olan annesinin sinirine dokunan bir evlatmış. Bu
gülmez, konuşmaz, sakar ve uyuşuk çocuğun annesinin hayalindeki ise, atak,
canlı, cıvıl cıvıl bir oğulmuş. O kadar ki, annesi, “kötü beyazlatılmış zenci
çocuğa” benzeyen oğluna tiksinti beslermiş. Babası da anne gibi aristokrasiye
yaraşacak bir evlat sahibi olmak istermiş ama çocuğun sorumluluğunu almak
istemezmiş. O her zaman meşgul bir babaymış; her zaman çocuklarından daha
önemli işleri varmış.
Çocukları eğitmek de anneye düşmüş böyle olunca. Eğitmekten
anladığı da, sinirini bozan huyları yüzünden çocuklara işkence etmekmiş. Mesela
Aleksandr’ın, avuçlarını sürekli birbirine sürtmesine sinir olduğu için
ellerini arkadan bağlayıp bir gün aç kalma cezası vermiş oğluna. Mendilini,
cebinden düşürüp durmasına da katlanamadığı için cebine diktirmiş, misafirlerin
karşısına çıkarıp oğluyla alay ederek neden bu cezayı aldığını anlattırmış.
Aleksandr’ın kız kardeşi Olga da benzer cezalar alırmış. Olga bir gün, “Kendimi
asarım da af dilemem” diye ortalığı ayağa kaldırınca, bir telaşla çivi bulup
duvara çakmaya çalışmış Aleksandr, kardeşi kendini asabilsin diye.
İşkenceci anne ve umursamaz babaya rağmen Aleksandr’a rahat
nefes aldırabilen büyükler de varmış evde neyse ki. Büyükannesi ona kendi
çocukluğunu, atalarını anlatırmış tatlı tatlı; torununu sever, onun için
endişelenir ve ona çok iyi davranırmış. Kimi zaman da sütninesi kurtarırmış
Aleksandr’ı annesinin işkencelerinden. Pek şen tabiatlı olan bu kadıncağız,
Puşkin’in dinlemekten asla sıkılmadığı Rus sözleriyle, masallarla şefkat
gösterirmiş ona; zaman zaman şımarıklık yapmasına müsaade ederek çocukluğunu
yaşama fırsatı verirmiş.
Puşkinler St. Petersburg’dan ayrılıp Moskova’daki Zakharovo
malikânesine yerleştiklerinde Aleksandr Puşkin için de, büyükannesinin ve
sütninesinin anlattıklarına benzer yeni bir hayat başlamış. Burası bir köymüş
ve etrafında, aristokrasinin kasım kasım kasılan tipleri yerine sahici insanlar
varmış. Anne babasına görünmeden çamurlara bata çıka yaşıtlarıyla oyunlar
oynayabilmekteymiş Aleksandr. Bir gün, “düşman başları” olarak gördüğü otları
bir değnekle biçerken saçları karmakarışık bir kadın görmüş. Kadın bir şeyden
korkmuş, kaçıyormuş. Puşkinlerin acıyıp tedavi ettirmek için yanlarına aldığı
uzak bir akrabaymış bu kadın. Akıl hastasıymış ve doktorlar şok tedavisi
uygulamak için kadını yangın hortumuyla ıslatmışlar. Baştan ayağa sırılsıklam
olmuş zavallı kadın, Aleksandr’ı görünce korkuyla, “Hey kardeş, beni yangın
sanıyorlar” diye bağırmış. Puşkin sakin ve müşfik, “Yanılıyorsun” demiş, “seni
yangın değil, çiçek sandıkları için suluyorlar.” Yazar olacak çocuk hayal
gücünden belli olur, diyelim mi burada? Aleksandr Puşkin’in tombul yanaklarını
sıkalım mı? Gerçi bütün çocuklar yaratıcıdır; onları büyükler sıradanlaştırır,
değil mi?
Köye yerleşmeleri Aleksandr’ın bünyesine epey hareket getirmiş.
Annesinin tiksindiği uyuşuk çocuk değilmiş artık o. Kimi zaman ateş parçasına
dönüşürmüş. Kimi zaman da, hayallere daldığından belki, biraz durgun olurmuş.
Büyükannesi torununun geleceği için kaygılanırmış. Ya, dermiş büyükannesi, bu
çocuk çok önemli biri olacak ya da yitip gidecek.
Gel zaman git zaman bizim küçük Puşkin büyümüş, lise çağına
gelmiş. Zorlu bir sınavdan geçerek Rusya’nın sayılı öğrencilerinden biri olmuş.
Okulda da biraz gelgit akıllıymış. Ne zaman sakin davranacağı, ne zaman
taşkınlık çıkaracağı belli olmazmış pek. Ne ki, hiçbir öğretmeninin görmezden
gelemediği, kimisinin görmezden gelmek için çaba sarf ettiği yeteneği gün
yüzüne çıkmış o günlerde. Sonrası malum. Sonrası, küçük Aleksandr büyümüş,
büyümüş, büyümüş ve “Aleksandr Puşkin” olmuş.
Puşkin’in şöhreti Rusya’daki edebiyat heveslisi gençlerin
hassas kalplerini gümbüdü gümbüdü attırırken o gençlerden biri bir gün
Puşkin’in kapısının önünde heyecanla dolanmaktaymış. Kapıyı çalıp Puşkin’le
tanışmak istediğini dile getirecek cesareti kendinde bulsa gerisi gelecekmiş
de… Bir kadeh bir şeyler içse mi? Cesaret verir belki, ha? Tamam, oldu. Bir
cesaret kapıyı çaldığında karşısına çıkan hizmetçi, Puşkin’in uyuduğunu
söylemiş. E tabii, demiş genç adam, bütün gece eserleri üzerine çalıştığı için
yorgun düşmüş olmalı. Hizmetçi alayla gülmüş, genç adam yanılmışmış. Puşkin
bütün gece arkadaşlarıyla oyun oynadığı için sabaha karşı uyumuş meğer. Ne ki,
böylesi sıradan bir gerekçeyle tatmin olabilecek biri değilmiş kapıdaki genç
adam. Ta çocukluğundan itibaren gerçekle azıcık oynamanın nesi kötü olabilir ki
fikrini keşfeden Nikolay Gogol’müş o. Değil mi ki kaderinde “Gogollük” varmış
onun. Kötü uçan, iyi yüzen ve hiç yürüyemeyen; donuk tüylü, upuzun sorguçlu,
sivri gagalı bir deniz kuşu olan “gürlü kuşu” manasındaki “gogol”ün, ismiyle
müsemma olmadığını iddia edebilir misiniz?
Kimi der ki Nikolay Gogol 1 Nisan’da doğdu. Kimi de der ki,
hayır efendim, 20 Mart 1809’da dünyaya gelmiştir fakat doğum günlerini hep bir
gün önce kutlardı. Hangi gün doğduğunun bir önemi var mı bilemem de, 1 Nisan da
Gogol’ün Gogollüğüyle mümkün, 20 Mart’ta doğmasına rağmen 19 Mart’ta doğduğunu
kabul etmesi de. İyi ki doğmuş ya, o yeter.
Annesi de öyle dermiş hep. Korkarmış evladına bir şey
olacak diye. Üst üste iki kez ölü doğum yapmış. Ne var ki, uğruna bir kilise
yaptıracağı küçük oğlu da hastaymış. Hep ağrı sızı içindeymiş. Doktorlar
ellerinden geleni yapıyormuş ama ne çare. İş annenin başına düşmüş elbet. Günde
yüz kere kontrol edermiş oğlanı; terledi mi, üşüdü mü, üstünü değiştirsem mi…
Bu zavallı anne kimi zaman oğlunun öldüğünü düşünür, kederler içinde kıvranır;
kimi zaman da onun dünyayı sarsan bir dâhi olduğunu hayal eder kıvanırmış.
Nikolaycığından sonra iki yavrusu daha olmuş bu annecağızın ama Nikolay
başkaymış. Evdeki herkes de anne gibi düşünür, bütün dünyayı el birliğiyle
Nikolay’ın etrafında döndürürlermiş. E çocuk bu tabii; gak dese olur guk dese
olursa biraz şımarır, kendini tanrı gibi görür.
Dört- beş yaşındayken akşam vakti bir kedi görmüş. Kedinin
bakışlarından ürkmüş ve tuttuğu gibi havuza atmış kediyi. Yerden bulduğu bir
değnekle de havuzdan kurtulmaya çalışan kediyi suya itmiş. Kedi nihayet
nefessiz kalıp öldüğünde Nikolay yorgunluktan bitap düşmüş bir halde yere
çökmüş ve ağlamaya başlamış. Yıllar sonra bir mektubunda bu olaydan bahsederken
aynı travmayı tekrar yaşadığını hissettirecek tonda “Bir insanı öldürmüş gibi
hissetmiştim” diyecek. Bu olay küçük Nikolay’ın dünyasında atlatamadığı bir
travma yaratmış olsa gerek. Bir de burun meselesi var, tabii. O da travmatik
bir durum. Nikolay oldubitti burnundan şikâyetçiymiş. O ünlü “Burun”
hikâyesindeki “Affedersiniz, siz benim burnumsunuz galiba” sözünü eden adam
Gogol’ün ta kendisiydi belki. Nikolay’ı kitapların dünyasına iten bu takıntıları
mıydı, bilemem.
Neşeli bir ailede, çok nazlı yetiştirilen bu çocuğun Allah
vergisi gözlem yeteneği varmış. Bir yere geziye gidip döndüklerinde Nikolay
gözlemlerini çok canlı tasvirler ve zengin kelime hazinesiyle öyle güzel
anlatırmış ki dinlemeye doyamazlarmış. Babası da ufacık oyunlar yazarmış.
Zengin bir akrabalarının parkta yaptırdığı tiyatro sahnesinde oynanırmış bu
oyunlar. Nikolay, babasının cümlelerini başkalarının sahnede canlandırmasını
hep büyüleyici bulmuş.
Okul çağına gelince tanışmış kitapların efsunlu dünyasıyla.
Okul arkadaşlarıyla bir kütüphane kurmaya karar vermiş. Üstü başı her zaman
darmadağınık ve hatta kirli olan Nikolay Gogol’ün kitaplara karşı aşırı bir
hassasiyeti varmış. Kütüphanede diğer çocuklar kitapların sayfalarını kıvırmasın
diye, okurlarken başlarından ayrılmazmış. Sayfaları çevirirken kirletmesinler
diye de kâğıttan bir kılıf taktırırmış parmaklarına. Bu özeni sayesinde okul
müdürü, gelen kitapları ilk okuma hakkını Nikolay’a verirmiş.
Nikolay’ın kitaplara bu kadar düşkün olmasını, gerçekle
arasının hoş olmamasına bağlıyorum. Çocukluğunda kendini tanrı gibi gördüğünden
mi, travmalarından mı bilemem ama Nikolay Gogol, gerçekle oynamayı hep sevmiş,
gerçeği olduğu gibi kabullenmekten kaçmış. Sevmediği okul ortamından uzaklaşmak
istediğinde, ailesine hasta olduğu yalanını, doktora götürüleceği zaman da,
birdenbire iyileşiverdiğini söylermiş. Okulda yaramazlık yapıp dayak yediği bir
gün deli taklidi yapmış ve müdürü tedirgin etmiş, üstelik bir daha da ceza
almamış. Aslında yalancıktan yaptığı taklit bir süre sonra Nikolay’ı bir hafta
kadar etkisi altına almış. İyileşince de herkesle alay ettiğini söylemiş
arkadaşlarına. Duygularını böyle uçlarda yaşarmış o hep zaten. Hüzün onda her
an neşeye dönüşebilirmiş. Hayatına ya da diğerleriyle ilişkilerine bazen eser
miktarda bazen de fazlaca yalan katarak geçirmiş ömrünü. Evet, o, çocukken
değil, yetişkin olduğunda da yalancıktan katılmış büyüklerin arasına.
Sözgelimi, üniversitede tarih hocası olduğunda, ilk gün öğrencilerini kendine
hayran bırakacak kadar güzel anlatmış dersi. Sonraki hafta, sonraki hafta ve
daha sonraki hafta da, diş ağrısı çektiği bahanesiyle başına beyaz bir mendil
bağlayıp hiç ders anlatmamış. Anlatmazdı tabii ya, üç dersten ikisini kaçırır,
zahmet buyurup kürsüye çıkarsa da anlaşılmaz birkaç cümle eder giderdi, diye
anlatır Gogol’ü öğrencilerinden İvan Sergeyeviç Turgenyev. O; kibarlığıyla,
soyluluğuyla meşhur Turgenyev ki, hoca Gogol’e değil, yazar Gogol’e hayranmış.
“Oryol’da,
malikânemde, öğlen 12’de, 53 cm boyunda oğlum İvan doğdu” yazmış günlüğüne Rus
aristokrasisini dize getiren anne Turgenyev. Aristokrasiye, sanata düşkün bir
anneymiş. Öyle ki, koca malikânelerinin bahçesindeki binalardan birini tiyatro
ve opera gösterimleri için ayırtmış. Çocukların eğitimi ve gelişimi için
elinden gelen ne varsa yaparmış. İlerleyen yıllarda oğlunun yazar olmasına da
engel olmaya çalışmış örneğin. Onun çok daha saygın bir meslek edinmesini
istiyormuş çünkü. Çocuklarının tam bir aristokrat gibi yetişmesini baba da
arzularmış. Fakat mesafeli biri olduğundan çok ilgilenmezmiş. Av tutkunuymuş
baba. İvan da, babasının gözüne girebilmek için onunla ava çıkar, at binermiş.
Oysa İvancık, hayvanları öldürmeye çalışmaktansa yol boyunca rengârenk açan
çiçekleri incelemeyi, kuşları seyretmeyi severmiş. Fakat babasının duygulara,
kölelere yaraşacak türden duygulara tahammülü yokmuş. Aristokrat kişinin sert
ve güçlü bir yapısı olması gerektiğine inanırmış. Zannediyorum ki İvan
duygularını bastıramayacağını anlayınca avcılıkta çok iyi olursa babasına yakın
olabileceğini düşünmüş. Ölümünün yaklaştığı günlerde bile tıpkı gençliğindeki
kadar atikmiş ava çıktığında. Belki de, Rus edebiyatının Batı’ya açılan yüzü
olacak genç İvan, ilk Avrupa seyahatine çıktıklarında, bir ayı inine düşmekten
son anda babası sayesinde kurtulduğu için ispatlamak istiyordu kendini. Meydan
okuyuştur bu belki. Belki, tabutu için ölçü alınacak denli hasta olup
ölmeyişinin karşılığını vermek istiyordu babasına. Neyse, hangi baba- oğul
ilişkisine akıl sır ermiş ki zaten.
Kibarlığın dozunun kaçtığı noktada çok sinsi bir kabalık
başlar ya, kabalık olduğunu bilirsiniz ama ispat edemezsiniz, bir şey
diyemezsiniz hani. Turgenyev’de de varmış bu huy. Onun bu huyundan en çok
mustarip olan da içten içe yeteneğini kıskandığı, kıskanmakta da haklı olduğu
bir fukara yazarmış. İvan Turgenyev hem kibarlığı, hem serveti ve yanı sıra
yeteneği sayesinde Rus edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olunca, henüz
romanı bile yayımlanmamış, toprak sahibi olmayan bu tuhaf sesli, fakir adam
peydahlanmış. Eleştirmen Belinski’nin “Yeni bir Gogol” diye selamladığı bu
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski de kim ola?
Turgenyev’le tanıştıktan sonra kardeşine, “Öyle sanıyorum
ki doğa ondan hiçbir şeyi esirgememiş” diye yazmış doğanın her şeyi esirgediği
Dostoyevski. Başta da çocukluk tabii. Turgenyev’in de çocukluğu harika geçmemiş
ama Dostoyevski’ninkiyle kıyas bile kabul etmez. Müşfik bir annesi varmış
Fyodor’un. Çocukları için elinden geleni ardına koymazmış, kocası da öyleymiş
ama farklı açılardan. Kendi doğrularından bir milim sapmayan bir doktormuş o.
Varlıklı değillermiş, neredeyse kıt kanaat geçinirlermiş. Fakat çocuklarının
iyi eğitim alması için didinip durur, bu yolda elinde avucunda ne varsa
harcarmış. Belli ki iyi eğitimin yolunun da çok sert bir disiplinden geçtiğine
inanıyormuş.
Evde neredeyse askerî disiplin varmış. Çay, yemek, uyku
saatleri asla şaşmayan bir düzende devam edermiş. Fiziksel şiddete maruz
kalmasınlar diye çocuklarını devlet okulu yerine özel okula gönderen babanın
hassas biri olmasını beklemekte haklıyız. Fakat gerçek tam tersi: Oğullarını
Latince çalıştırmak isteyen baba, ders boyunca çocukların hazırolda
beklemelerini istermiş, saatlerce ayakta kalan çocuklar yorulup da kollarını
bir kenara dayamaya kalkıştılar mı, öyle bir bağırırmış ki çocuklar neye
uğradıklarını şaşırır, tir tir titrerlermiş. Ailece gezmeye çıktıklarında,
babanın kontrolünde aritmetik ve geometri pratikleri yaparlarmış gezi boyunca.
“Bayağı çocuklar” gibi oyunlar oynamak, şımarıklık etmek, koşmak, çamurlara
bulanmak katiyen yasakmış. Çocuk olmak yasakmış yani Dostoyevskilerde. Doğrusu,
baba varken yasakmış bunlar. Babadan uzaklaşıp yazları köye gittiklerinde ise
sınırsız bir özgürlükle cıvıldarmış Dostoyevski kardeşler. Özellikle Fyodor,
köylülerle ya da babasının hastalarıyla sohbet etmeye bayılırmış. Karısı
Anna’ya, harika bir çocukluk geçirdiğini söylemesine neden olan, gururu muydu,
yoksa bu köy hayatı mıydı acaba? Şunu biliyorum ki, yılda bir iki ay çocuk
olmakla çocukluk yaşanmıyor.
Dostoyevski, babasının ölüm haberini aldığında müthiş bir
suçluluk duygusuna kapılmış. Okuldaki zengin arkadaşlarından geri kalmak
istemediği için -ki bu, babanın empoze ettiği manasız bir gururdur- sürekli
para istermiş babasından. İlk yıl, yüksek notlar almasına rağmen sınıfta
kalınca, babası kısmi felç geçirmiş. Ve gelen son mektupta, açlıktan ölecek
durumda olmasına rağmen oğluna para gönderdiği yazılıymış. Babanın ölüm haberi
de aynı mektupla gelmiş. İlk sara nöbetini bunun üzerine geçirmiş Dostoyevski.
Suçluluk duygusundan bir türlü kurtulamıyormuş; oğluna para gönderebilmek için
sıkıştırdığı, kötü davrandığı köylüler tarafından linç edilerek öldürülmüş
babası çünkü. Baba Dostoyevski’nin ölüm sebebi hakkında kesin bir yargı yoksa
da Dostoyevski’nin ilerleyen yaşlarında ya da romanlarında görüleceği üzere
suçluluk duygusu yakasını hiç bırakmamış.
Artık Rus yazarlar arasında yerini aldığı zaman
Turgenyev’in “Edebiyatın burnunda kızaran bir sivilcesin sen” diye alay
etmesinde, Dostoyevski’nin yeteneğini kıskanması, onun soylu olmayışı kadar,
her durumda kendini suçlu kabul etmesi ve kontrolsüzce kibirli ya da gururlu
davranıp kendini küçük düşürmesi de varmış. Ne var ki, Dostoyevski’yi böyle
davranmaya iten somut sebepler de yok değilmiş. Yayıncılar bile Dostoyevski’ye
yeteneğinin hak ettiği kadar ödeme yapmazmış. Eşit şartlarda yaşamadıkları için
eşit koşullarda değerlendirilmenin yanlış olduğunu anlatamadıkça deliye
döndüğü, deliye döndükçe de daha çok kıskandığı kişi ise Lev Tolstoy’muş. O Lev
Tolstoy ki, ömrünün sonlarına doğru, aç ve yarı çıplak yaşayan insanlar varken
kendisinin bu derece lüks ve budalaca yaşamasından tiksindiğini dile getirecek.
Turgenyev’le garip bir dostluğu, Dostoyevski ile hiç
karşılaşmadan tuhaf bir ilişkisi, dahası rekabeti olmuş Tolstoy’un. Çok zengin
bir ailede dünyaya gelen, yaşlılığında bu zenginliğin ağırlığı ve ailesinin
hakları üzerine düşünürken ıstıraplar içinde kıvranacak Lev Tolstoy’u yazmaya
iten, annesini çok ufacıkken kaybetmesi olsa gerek. Annesi öldüğünde Lev
konuşmayı bile bilmiyormuş daha. Kaderin cilvesi mi demeli; annesinin on- on
iki yaşlarındaki bir portresinden başka resmi de yokmuş evde. Şefkat açlığı
çektiği her an, sığınabileceği tek yer hayalleriymiş Lev’in. Kendisine
hayalinde bir anne yaratmalı ve ondan saçlarını okşamasını istemeliymiş. Ölene
kadar da o hayale sığınmaya devam etmiş, biliyor musunuz? Ölümünden birkaç yıl
önce yazdığı bir notta, okşanma ve şefkat arzusu çektiği bir anda, bir kez bile
seslenemediği annesinin yanına gidip “Anne sev beni, okşa, al beni anne” demek
istediğini yazmış.
Anne eksiğini kapatması mümkün değil ama anne hayalini
canlı kılmasını sağlayan bir şansı varmış Tolstoy’un: Ağabeyi Nikolay. Müthiş
bir hayal gücü olan bu çocuk, kardeşleri için tek başına bir anaokulu yaratmış
sanki. Her gün türlü türlü oyunlar üretirmiş. Bir gün, kardeşlerini toplayıp
onlara bir sır vereceğini söylemiş. Bu sır açığa çıktığında, hastalıklar
dünyayı terk edecek, herkesin kalbine sevgi yerleşecek ve insanlar nihayet
mutlu olarak karınca kardeşler hâlini alacakmış. Bu müthiş sırrı öğrenme
heyecanı küçük Lev’i ağlatmış. O kadar mutluymuş ki artık insanlar kavga
etmeyecek, birbirlerini daima sevecekler diye. Nikolay nihayet açıklamış: O sır
yeşil bir sopaya kazılıymış ve o sopa da Zakaz ormanındaki dar bir vadinin
kıyısına gömülüymüş. “Vaktiyle,” diye yazmış Tolstoy, “insanların içindeki tüm
kötülüğü yok edecek ve onlara en büyük iyiliği getirecek şeyin yazılı olduğu
yeşil bir sopanın varlığına nasıl inandıysam, bugün de bu hakikatin varlığına
inanıyorum. (…) Eğer bir gün bedenimi bir yere gömmek gerekecekse, bunun
Nikolay’ın anısı olmasını isterim.”
Lev Tolstoy’un çalkantılarla geçen hayatında değişmeyen
yegâne şey, o ilk çocukluktaki hissiyatı her daim korumasıymış. Yaşlılığında,
etrafındaki insanları telaşlandırma pahasına da olsa bisiklete binmekten hiç
vazgeçmemiş mesela. Ne ki, ziyaretçilerinin kendisini bisiklet üstünde
görmesini hiç istemezmiş. O dönem Tolstoy’un kapısını pek çok hayranı çalarmış.
Bunlardan biri, omzuna havlu atıp nehirde yüzmeye giden Lev Tolstoy’u köylü
zanneden Anton Çehov’muş. Ziyaretçi, adını söylediğinde Tolstoy’un yüzü
aydınlanmış çünkü yazarlık hayatına yeni başlayan bu genç adamı çok beğenirmiş.
Aralarında sıkı bir ilişki oluşmuş Tolstoy’la Çehov’un. Her ikisi de
birbirlerinin yazdıklarını beğenmekle birlikte, fikirlerini benimsemiyor, hatta
eleştiriyormuş. Öte yandan birbirlerinin yazdıklarını da eleştiriyorlarmış ve
birbirlerine darılmıyorlarmış. Sevgileri çok kuvvetliymiş. Çehov, Tolstoy için,
“Onun ölmesinden korkuyorum. Birincisi, kimseyi onun kadar sevmedim. İkincisi,
Tolstoy eserlerini herkes için yaratıyor, edebiyata bağlanan tüm ümitlere cevap
veriyor. Üçüncüsü de, Tolstoy bir otorite ve o giderse geriye çobansız bir sürü
kalacak” diye yazmış bir mektubunda. Tolstoy da, “Tanrıtanımaz bir kafa ama
altın bir kalp. Dili olağanüstü. İlk okuduğumda bana tuhaf, beceriksizce
görünmüştü ama zamanla beni içine çekti. Çehov’un teknik olarak benden üstün
olduğunu söyleyebilirim” diye yazdığında ne yazık ki Çehov artık hayatta
değilmiş.
Gencecik yaşında hayattan ayrılan Anton Çehov’un
fotoğrafına bakınca bile insan dinginleşiyor, değil mi? Bakışlarında anlayış
var çünkü. Anlamışlık var hatta. O da, ne toprak sahibi ne de çocuk olmuş
Dostoyevski gibi. Fakat Dostoyevski’den farklı olarak o kadar hırçın da
olmamış, öfkeli de. Dostoyevski’den fazla olarak babasından şiddet görmüş. Yine
de anlayış göstermiş. “Büyükbabamızı beyler döverdi. Büyükbabamız, babamızı;
babamız da bizi döverdi” dermiş.
“Sürekli diş ağrısı gibi” yoksulluk çeken bir ailenin
oğludur o. Ders çalışması gereken vakitlerde, soğukta, babasının bakkal dükkânında
beklermiş titreyerek. Akşamları küçük bir meyhaneye dönüşen dükkânda, içki
içenlerin gürültüleri arasında dersini yapmaya çalışırmış. Tabii ne mümkün.
Başarılı bir öğrenci olamamış o yüzden. Fakat her zaman esprili bir çocuk
olmuş. Okulda, arkadaşlarıyla kırıcı olmadan alay eder, en büyük alay konusu
kendisi olur ve arkadaşlarının da espri yapabilmesi için zemin hazırlarmış. Bu
tatlı özellikleri öğretmeninin dikkatinden kaçmamış ve onu yönlendirmek için,
Puşkin, Gogol, Shakespeare, Molière gibi yazarları okumasını önermiş. Operaya,
tiyatroya gitmesini salık vermiş. Derslerden daha keyifli olduğu için Anton
seve seve tutmuş bu tavsiyeleri. İlk kez opera izledikten sonra ise başka
birine dönüşmüş. Kardeşleriyle bir tiyatro topluluğu kurmuş hemen. Böylece üzerindeki
baba şiddetini, baskısını biraz olsun hafifletip neşelenebiliyormuş. Tam da bu
neşeli günlerde, yazın kavurucu sıcağında buz gibi bir nehre girip hasta olmuş.
Tedavi olduğu doktor, Anton’u iyileştirmek için o kadar özveriyle, şefkatle
uğraşmış ki, Anton da büyüyünce tıpkı o doktor gibi, insanların acılarını
dindirebilmek istemiş.
İnsan ve acıları üzerine kafa yoran hemen herkesin
uğradığı, kiminin ömür boyu kaldığı köydür yazı. Fakat taze kanı, yeni bir dili
kolay kabullenmez bu köyün insanları. Çehov’un başına gelen de aynı hikâye. Kalıpları
kırdığının farkında olmasına rağmen buna engel olmamış, olmak istememiş, aksine
çok keyif almış. Başarısız olmayı da göze almış çünkü onun güvenli bir sığınağı
varmış: Öykü. “Öykü yazarken kendimi evimde hissediyorum. Bir piyes
yazdığımdaysa sanki birisi enseme tokat atıyormuş gibi keyfim kaçıyor” dermiş.
“Yapmacıklı, şamatacı, küstah ve yıpratıcı bir sevgili” gibi görüp bir daha
oyun yazmayacağına yüz kez ant içmesine rağmen kendine engel olamaması,
hatta Martı’nın ilk sahnelendiği gece yaşadığı hayal kırıklığının
hastalığını artırdığını düşününce, oyun yazarlığının onda bir tutku olduğunu
düşünmekte haklı oluruz. İşte o tutkuya bir ad vereceksek de onu, çocukluğunda
oynadığı oyunlarda aramak gerek bana kalırsa. “Zira,” diyor Nabokov
çocukluğundaki ilk anıyı hatırlarken, “dünya yüzünde zamanın varlığını fark
eden ilk yaratıklar, aynı zamanda, tebessüm edebilen ilk yaratıklardı.” Fakat
ben, “Tasavvur edilebilecek en mutlu çocukluğu” geçirdiğini iddia eden
Nabokov’a inanmıyorum yine de. Çünkü, zekâmın yetmediği oyunlarla aklımı karman
çorman eden Vladimir Nabokov’un, Yunan mitolojisinde “hafıza tanrıçası”
anlamına gelen “Nimozini”nin yardımıyla çocukluğunu anlatırken satırlarına
sinen huzursuzluğu hissedebiliyorum.
Dostoyevski ve Çehov’a nazaran sahip olduğu olanaklar
açısından, şanslı bir çocukmuş Nabokov. Petro ve Pavel Kalesini’nin
kumandanlarından olan büyük dedesi, Dostoyevski burada tutuklu olduğu
zamanlarda, kitaplarını ödünç verirmiş ona. Ayrıca bu dede, Puşkin’in en yakın
arkadaşlarından İvan Puşçin’in kız kardeşiyle evliymiş. Nabokov’un babası da
annesi de iyi eğitimli, çocuklarına düşkün kimselermiş. Adaleti her şeyden
üstün tutan aktivist bir adammış babası. Kelebeklere çok düşkünmüş; adının
verileceği kelebek türlerini keşfedecek kadar tutkun olacağı bu sevda,
babasından geçmiş Vladimir’e. Vladimir’in kardeşi Sergey’e de opera tutkusunu
miras bırakmış baba.
Sergey, Vladimir’den bir yaş küçükmüş. Kekemeymiş ve
gözleri iyi görmediği için kocaman gözlük takmak zorundaymış. Vladimir ise
karizmatik, dışa dönük bir çocukmuş. Kardeşi Sergey’i hiçbir zaman dostu olarak
görmemiş; aksine onu her zaman ezebileceği, kendi istekleri için
kullanabileceği bir “şey” gibi görmüş. Bir Almanya seyahatlerinde örneğin,
Vladimir, Sergey’i kandırmış ve birlikte mürebbiyelerini atlatıp Wiesbaden’den
demir alarak Ren Nehri boyunca yol alan buharlı bir gemiye binmişler. Zavallı
Sergey, Vladimir’in her dediğini yaptığı yetmezmiş gibi, evde de rahat yüzü
göremezmiş. Canı sıkılan Vladimir, piyano çalan kardeşinin arkasından sessizce
gelip onu korkuturmuş. Ya da buz pateni yaptıkları sırada sürekli kardeşinin
etrafında döner ve ona rahat vermezmiş. Bilmem, belki erkek çocuklar arasında
mümkün olabilecek mücadelelerdir bunlar. Fakat Vladimir, kardeşine karşı biraz
fazla acımasızmış. İlk gençlik yıllarında kardeşinin günlüğünü karıştırmış ve
onun eşcinsel olduğunu anlayınca da günlüğü öğretmenlerine vermekten
çekinmemiş. Öğretmenler de durumu aileye bildirmiş ve Sergey okul değiştirmek
zorunda bırakılmış.
Vladimir Nabokov, keşfettiği ilk hayal dünyasına, annesinin
attığı okları takip ettiğinde ulaşmış. Hayal kırıklığının verdiği acıyı iyi
bilen anne, yanlarındaki yaşlı kâhyanın ya da baba tarafından dedenin
hayallerini bozmamak için evin düzenini onların hayallerindekine göre dizayn
edecek denli titizmiş bu konuda.
Zaten çok zeki bir çocuk olan Vladimir’in hayal dünyasını
annesinin yanı sıra, babasından öğrendiği kelebek avcılığı da etkilemiş olmalı.
Çünkü nadir bulunan kuyruklu kelebekleri eterle öldürüp gövdelerine iğne
batırarak sergiler, sınıflandırır ve bütün özelliklerini incelermiş. Sadece
kelebekleri değil tabii, olur olmadık her an, herhangi bir yerdeki bir deseni
izleme ihtiyacı hissedebilirmiş Nabokov. Bu, muşambadaki bir desen de olabilir,
bir kelebeğin kanatları da. Oralarda çeşitli yüzler görürmüş çünkü. Anne-
babalardan bir ricası var Nabokov’un: “Bir çocuğa asla ve asla ‘çabuk ol’
demeyin.”
Nabokov’un hayal dünyasındaki esas etkiyi sihirbazlık yapan
birkaç tanıdık gerçekleştirmiş olsa gerek. Vladimir bu sihirbazlık oyunlarıyla
gerçeğin yanılsamalı bir şey olduğunu keşfetmiş. Çünkü, sonuna kadar
şımarabileceği bir hayat yaşarken, gerçeğin yanılsamalı bir şey olduğu
bilgisine ihtiyaç duymuş. Ona bu ihtiyacı yaşatan ise eşcinsel dayısı
Ruka’ymış. İlginç bir adammış Ruka dayı. Çok iyi eğitim almış, Rusçayı pek iyi
bilmezmiş, şiir yazarmış ve genellikle yurt dışında yaşarmış. Nabokovlara
geldiğinde, uşaklar yemek odasındaki masayı temizlerken Ruka dayı Vladimir’i
kucağına oturtur, mırıltılar ve süslü sözlerle severmiş. Vladimir, dayısının
uşakların önünde böyle davranmasından utanır ve babası gelmeleri için
seslendiğinde rahatlarmış. Daha fazla detay vermiyor Nabokov bu konuda. Sanırım
gerek de yok. Elli hizmetçinin çalıştığı bir evde büyüyen, banyo suyu
termometreyle ölçülen, Çehov’un köpeğinin yavrusuna sahip olan, çok sayıda özel
öğretmenden eğitim alan, babasının muhteşem kütüphanesinde dilediğince
okuyabilen bir çocuk yazmış Lolita’yı. Tesadüf mü bu yani? Yoksa Ruka
dayının bir etkisi olduğunu düşünelim mi?
Velhasılıkelam.
Salıncak sanki şu çocukluk, bir ileri bir geri, ancak
iplerinin müsaade ettiği kadar yükselebiliyorsun işte. Ve gidebildiğin en
yüksek noktada bile çocukluğuna bağlısın. Yoksa çakılıverirsin yere. İyisi mi,
illa çakılacaksak da çocukluğumuzu hatırlatan leğenle çakılalım yere, derim
ben. Ve hadi bir kez daha düşünelim: “Yazar öldü mü?”
Hamiş: Okuma akışını bozmasın diye alıntıların sayfa
numaralarını vermedim. Aşağıdaki kaynak listesini de ilgilenen olursa diye
geniş tuttum.
KAYNAKÇA
Bahtin, Mihail M. Dostoyevski Poetikasının Sorunları.
Çev.: Cem Soydemir. İstanbul: Metis
Yayınları, 2004.
Yayınları, 2004.
Berdayev, Nikolay Alekseyeviç. Dostoyevski. Çev.:
Ender Gürol. İstanbul: Adam Yayınları,
1984.
1984.
Carr, Edward Hallett. Dostoyevski. Çev.: Ayhan
Gerçeker. İstanbul: İletişim Yayınları, 2010.
Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. Bir Yazarın Günlüğü
I-II. Çev.: Kayhan Yükseler. İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Dostoyevski, Mektuplar. Çev.: Hüseyin Kandemir. Konya:
Çizgi Kitabevi Yayınları, 2014.
Dostoyevski, Puşkin Konuşması. Çev.: Tektaş Ağaoğlu.
İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
Dostoyevski, Anna Grigoryevna. Anna Dostoyevski’nin
Hatıraları. Çev.: Kenan Durdu.
İstanbul: İnsan Yayınları, 2016.
İstanbul: İnsan Yayınları, 2016.
Frank, Joseph. Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı. Çev.:
Ülker İnce. İstanbul: Everest
Yayınları, 2016.
Yayınları, 2016.
Girard, René. Dostoyevski: Yeraltı İnsanı. Çev.: Orçun
Türkay. İstanbul: Everest Yayınları,
2014.
2014.
Nabokov, Vladimir. Nikolay Gogol. Çev.: Yiğit Yavuz.
İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
——. Konuş, Hafıza. Çev.: Yiğit Yavuz. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2015.
——. Rus Edebiyatı Dersleri. Çev.: Yiğit Yavuz, Fatih
Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut.
İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
Olcay, Türkan, İvan S. Turgenyev, Tabevi, İstanbul
2005.
Pitzer, Andrea. Vladimir Nabokov: Yazarın Gizli Tarihi.
Çev.: Yiğit Yavuz. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
Rolland, Romain. Tolstoy’un Yaşamı. Çev.: Tahsin
Yücel. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
1995.
1995.
Tolstoy, Lev. Çocukluk. Çev. Rana Çakıröz. İstanbul:
Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizi: 33,
1999.
1999.
Troyat, Henri. Çehov. Çev.: Vedat Günyol. İstanbul:
Ada Yayınları, 1987.
——. Dostoyevski. Çev.: Leylâ Gürsel. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2010.
——. Gogol. Çev.: Bedia Kösemihal. İstanbul:
Multilingual, 2000.
——. Puşkin I-II. Çev.: Oğuz Peltek. Ankara: Millî
Eğitim Basımevi, 1951.
——. Tolstoy. Çev.: Z. Canan Özatalay, Işık Ergüden.
İstanbul: İletişim Yayınları,
2010.
2010.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder