Moskova

Moskova

24 Ocak 2024 Çarşamba

Kedi ve Ölüm


M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

 

“Ah, benim minik kedim, gözleri gözlerime benzeyen kış kedim!”

 

“Kedi ve Ölüm” Erhan Bener’in severek okuduğum bir romanının adı. Konuyla bir ilgisi yok, ama haberi okurken, düşünürken birden o aklıma geldi.

***

Bizim ofis konuşmalarına aşinasınız.

İrina, sabah, daha içeri girer girmez “Gördünüz mü vicdansız kadının zavallı kediye yaptığını?” diye bağırıp, arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.

Neden bahsettiğini anlayamamıştım.

Meğer bütün Rusya’yı meşgul eden, sosyal medyayı çalkalayan bir olay olmuş.

Ukrayna sorunu, Davos Toplantısı, Gazze’deki insanlık dışı katliam, iktisadi problemler,.. Bunlar tabii ki önemli konular. Bu olayın haber değerinin onları aşması mümkün değil kuşkusuz. Ama bu da kamuoyunu meşgul eden haberlerden biriydi.

Sahibiyle birlikte seyahat eden bir kedi görevli kondüktör kadın tarafından trenden atılmıştı.

Rusya’yı meşgul eden bu konu İrina tarafından bizim ofise de taşınmıştı.

Yulia da İrina’yı teyit eder bir tonda “Vicdansız kadın, n’olacak!” bağırdı.

İgor, “Durun bir dakika yahu! Önce işin aslını, faslını bir anlayalım,” diye müdahale etti.

Aramızda bir tartışma başladı. Neler konuştuğumuzu aktaracağım.

Yaşananlar ilginçti. Ben bundan bir yazı çıkarmalıyım diye planlar yaparken turkrus.com’un çoktan haber yaptığını gördüm.

https://turkrus.com/2884631--30da-trenden-atildi-5-bin-kisi-aradi-kedi-tviksin-aci-sonu-xh.aspx

Mutlu oldum. Turkrus.com haberi atlamamıştı. Helal olsun dedim içimden.

Sonra Rusça kaynaklara da baktım. Gerçekten ilginçti.

Zalim bir kondüktörün onu trenden attığı yazılıyordu.

Rusya’nın Yekaterinburg şehrinden St. Petersburg’a giden trende yaşanan ihmaller zinciri bir kedinin ölmesine neden olunca kamuoyunda büyük tepki ortaya çıkmıştı.

Medyaya yansıyan haberlere göre olay, 11 Ocak gecesi Kirov şehrinde, "Yekaterinburg - St. Petersburg" treninin istasyonunda meydana gelmişti.

Haber yayılmıştı...

Herkes Tviks isimli kedinin başına gelenleri tartışıyordu. 

Hayal etmesi bile ürkütücü…

Herkes, son hızla giden bir treni, kar yığınlarının ve donun kapladığı tren yolunun çakıl taşlı zeminini, sert bir tipiyi, uğultulu bir rüzgarı düşünerek “zavallı kedicik!” diye feryat ediyordu.

Üstelik kedi, küçük bir ev kedisi idi. Bir sokak kedisi kadar kötü koşullarda yaşamaya alışmış olması mümkün değildi.

***

Rusların hayvan sevgisi üzerine çok yazmıştım. Biliyorsunuz.

Bu yüzden kamuoyundaki hassasiyeti kolay anlıyoruz.

“Hayvan sevmeyen insan da sevmez” veya “İnsan sevmeyen hayvan da sevmez” diyebiliriz.

***

Yekaterinburg’daki bir veterinerde ameliyat geçiren Tviks adlı bu kedi, o gece özel kafesinde sahibiyle birlikte St. Petersburg’a dönüyordu.

Tviks, beleşçi, kaçak bir yolcu değildi. Onun için de ayrı bir bilet satın alınmış, belgeler düzenlenmişti. Sahibi ile birlikte 13 numaralı vagonda seyahat ediyordu.

Muhtemelen sahibinin uyuyakaldığı bir sırada, artık nasıl olduysa, kedi kafesinden çıkarak koridora kaçmıştı.

O sırada vagonları kontrol etmekte olan kondüktör, kediyi fark etmişti. Sahipsiz olduğunu düşünmüş olmalıydı. Belki de bir önceki istasyonda platformdan vagona girdiği sonucuna varmıştı.

Tviks’i yakalayıp bir sonraki istasyonda, dışarıda havanın çok soğuk, eksi 30 derece olduğunu bilmesine rağmen dışarı atmıştı.

Sonradan yapılan soruşturma sırasında Kirov istasyonu çalışanları CCTV kameralarından gelen kayıtlara bakmışlar ve kedinin kondüktör tarafından dışarı atıldığını görmüşlerdi. 

Atılma mı, fırlatılma mı, yoksa bırakılma mı demek lazım?

Aslında kediler için üç adımlık bir yükseklikten bırakılmak genellikle travmatik bir duruma neden olmaz. (Kayıtlar kondüktörün hayvanı sert bir düşüş olmaması için daha önce bir iki saniye boyunca elinde tuttuğunu açıkça gösteriyor) Bu duruma "dışarı atmak veya fırlatmak" dememek gerekir sanırım.

Devamında neden sonra uyanarak kedisini göremeyen sahibi köşe bucak aramaya başlamış. Ancak çabaları sonuç vermemişti.  

Durumu öğrenince de öfke seline kapılmıştı.

Evcil hayvanın sahibi, REN TV'ye verdiği röportajda, trenden atılan Tviks’in biletle seyahat ettiğini ve kondüktörlerin hayvanın bir yolcuyla birlikte seyahat ettiğini bildiğini söylemiş.

Serkan, “Kondüktör kadın, kedinin sahibine mi, yoksa kediye mi gıcık olmuş?” diye soruyor.

İrina, “Nerden bileyim” anlamında omuzunu silkiyor.

İgor, internetteki tartışmalara göz gezdirdikten sonra, “Kondüktör kadın girişte bir kedi olduğunu görmüş. Belki de aklına ilk gelen, muhtemelen fare kovalayan veya çevredeki kafelerde, restoranlarda yiyecek arayan yerel bir istasyon müdavimi olduğu idi. Hatta yakındaki evlerden birinin kedisi bile olabilirdi… Ve bu yüzden de kediyi dışarı bıraktı,” dedi.

Aramalar ancak ertesi gün başlamıştı. 

Sosyal medyada örgütlenen gönüllüler bölgeyi taramaya başlamışlardı. Sahipleri kedinin bulunması için para ödülü sözü vermişlerdi.

İgor, “Fakat kedinin sahibinde de bir tuhaflık var,” diyor, “Kedisine niye Tviks adını koymuş? Popüler, güzel, bir sürü kedi ismi var.”

Serkan, “Böyle buna benzer bir çikolatalı kraker markası var. Belki adam bu krakerin müptelasıydı ondan,” diye araya giriyor.

İgor, “Şokolatnıy batonçik,” deyip gülüyor.

Yulia, “Örneğin İrina’nın kedisinin adı Barsik,” diyor.

Barsik, Rusya’da en popüler, geleneksel kedi isimlerinden. Ruslar gerçi kedilerine değişik isimler koymayı seviyorlar, ama bazıları da bu tür geleneksel isimleri tercih ediyor.

İgor:

“Ben olsam kedime eski bir kahraman kedinin ismini, Sluhaç ismini verirdim mesela. Leningrad'da yaşayan bu kedi, düşman hava saldırılarını şöyle haber veriyordu: tüyleri diken diken oluyor, acı acı çığlıklar atıyordu. Sluhaç adlı bu kedinin tahminleri hep doğru çıkardı ve zaman olarak Sovyet radarların uyarılarından çok önce gelirdi. Devlet himayesi altına alınan kediye bir de madalya verilmişti.”

Devam ediyor:

“Mourka da olabilirdi mesela. İkinci Dünya Savaşı’nda Stalingrad savunması çok can ve mal kaybına neden olmuştu. Alman kuvvetleri 199 gün boyunca bu Sovyet şehrinin kontrolünü Kızıl Ordu’dan almaya çalıştı. Naziler sonunda geri püskürtüldü. Şehir sokaklarında cereyan eden korkunç çatışmalarda, insanların başını çıkarması intihar anlamına geliyordu. Bu koşullarda karargâha bilgi göndermek işi bir sokak kedisi olan “Mourka”ya düştü. Boynuna bağlanan notları kimse farkına varmadan götürüp getiriyordu. Bu kedi nasıl sevilmez?!..”

***

Sosyal medyadaki mesajlaşmaların bazen ne kadar şirazesinden çıktığını biliyorsunuz.

Tartışmalar büyümüştü. Herkes kendisine göre olayı yorumluyor, fikir yürütüyordu.

Kondüktörünün görevden alınmasını talep eden bir dilekçeyi 71 binden fazla kişi imzalamıştı.

İgor:

“İyi de, bir diğer soru; sahibi neden kendisi dışında herkesi suçluyor ve bu konuyu en yukarılara kadar götürmekle tehdit ediyor?”

Yulia.

“Evet, ama belki konunun tarafı olan herkes suçlu. Ancak sadece -30 derecede kediyi ensesinden tutup dışarı fırlatan kişi değil, öyle mi?”

İrina:

“Kedinin sahibi, kondüktör hakkında ceza davası açacakmış,” diyor.

Serkan:

“Ne biçim iş? Herkes kediyi ve kondüktörü, kedinin nasıl kafesten kaçtığını konuşuyor, kedinin sahibinin nerede olduğunu konuşmuyor. Neden kimse sahibi hakkında konuşmuyor? Belli ki çok dikkati ve sorumlu değildi. Muhtemelen içip, sızmış, uyumuştu. Ve şimdi manevi zarar için tazminat mı almak istiyor? Sahibini de sorgulamak gerek. Genellikle hayvanları seven insanlar seyahat ederken onları yalnız bırakmazlar.”

Kamuoyu, idareyi, kadın kondüktörü ve kedinin sahibini suçlu bulanlar arasında ikiye bölünmüştü.

Gördüğünüz gibi biz de kendimizi konuya kaptırmış, hararetle konuşuyoruz.

Devlet Duması milletvekili Valery Seleznev de “Her normal insan gibi ben de kedi Tviks için çok üzülüyorum, ancak bu hikayede pek çok anlaşılmaz şey var,” demiş.

Rusya Demiryolları yönetimi, kural değişikliği yapıldığına dair açıklamayla ortalığı yatıştırmaya çalışmıştı. Kedinin ailesinden özür dilenmiş. Ayrıca dahili soruşturmanın bir sonucu olarak, "düzenleyici belgelerde bazı eksikliklerin yanı sıra çalışanların ve yolcuların sorumsuz davranışları tespit edildi ve bu da sonuçta hayvanla ilgili trajik bir olaya yol açtı," diye açıklama yapılmıştı.

***

İgor, bir ara dışarı çıkıp geldiği için konuşmaların tamamına katılamamıştı. Hikayenin sonunu merak ediyordu.

İrina, gözleri yaşlı, “Günlerce süren aramaların sonunda kedicik büyük bir ihtimalle sokak köpeklerinin saldırısında ağır yara alıp ölmüş olarak bulunmuş,” dedi.

Yüzlerce gönüllü kediyi aramak için seferber olmuştu. Gönüllüler Tviks'i arıyorlardı, ancak 20 Ocak sabahı onun öldüğü öğrenilmişti. Kediciğin cansız bedeni Kirov istasyonundan sekiz kilometre uzaklıktaki demiryolu hattının yakınında bulunmuştu.

Sessizleştik.

Sözün bittiği yerdeydik.

Moskova'nın en yüksek gökdelenleri


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Son yıllarda "gökdelenler şehri" haline gelen Moskova'da yeni bir liste hazırlandı: RBC gazetesi 2024 itibarıyla başkent Moskova'daki en yüksek yapıları sıraladı. 

İlk sırada 373,7 metrelik yüksekliğiyle Moscow City'nin parçası Federasyon Kulesi var. Şehirdeki en yüksek ikinci yapı 354 metreyle OKO.

Bunu 345 metre ile Neva Towers, 338 metre ile Mercury City Tower ve 309 metre ile Avrasya gökdelenleri takip ediyor.

İlk 10'da yer alan diğer yapılar Gorod Stolits (301,5 m), Capital Towers (295 m), Triumf-Palas (264 m), Evolutsia (246 m) ve İmperia (238,7 m).

13 Ocak 2024 Cumartesi

Rus argosuna giren 10 yeni kelime



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya'da yeni bir araştırma 2023'te konuşma diline giren yeni argo ifadeleri sıraladı. Yüksek Gazetecilik Okulu'nun Livedune ile ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırma sosyal medya paylaşımlarını esas alıyor.

Araştırmaya göre Rusya'da dile yeni giren kelimeler söz konusu olduğunda en etkili alt kültür bilgisayar oyunu tutkunları. İşte en popüler 10 ifade:

1. LS. Türkçesi DM, özel mesaj.

2. Zalutat'. Değerli bir şey bulmak ya da edinmek. (bilgisayar oyunlarından)

3. Ghosting. Görmezden gelme.

4. Go. Hadi gidelim.

5. HZ. Bilmiyorum, kim bilir manasındaki Rusça küfürlü ifade h*y znaet'den.

6. Jiza. Hayat işte! 

7. Çuşpan. Karaktersiz. Fenomen dizi Slovo patsana'dan.

8. Hayp. İngilizce hype ifadesinden.

9. Strim. İngilizce stream ifadesinden, online yayın.

10. Tg. Telegram.

7 Ocak 2024 Pazar

Şimdi ve sonra

 


Şimdi ve sonra

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru


Vladimir İvanoviç’le dertleşiyoruz.

Aslında dertleşmek için değil, birbirimizin yeni yılını kutlamak için bir araya gelmiştik.

2023 ne yazık ki pek hayırla anacağımız bir yıl değildi, 2024’ün en azından bir önceki yıl kadar lanet bir yıl olmamasını diliyoruz.

“Gelen gideni aratır” sözünü hatırladıkça da ürperiyoruz.

Uzun zamandır kötü olayların pençesindeyiz.

Pandemi, vekalet savaşları, ekonomik zorluklar,.. say say bitmiyor.

Malum beylik kutlama sözleri vardır. Sağlık, mutluluk, başarı, huzur, falan filan diliyoruz gibilerinden…

İyilik ve kötülük, 12 raunt, sanki asırlardır ringde dövüşen boksörler gibi. Umarız bu son raunt olur; iyilik, sıkı bir sol kroşe ile kötülüğü yere indirip nakavt eder; rahatlar, feraha çıkarız.

Bazen karamsarlaşıyoruz, ancak sonra yeniden gücümüzü topluyor iyimser bir ruh halini kuyruğundan yakalıyoruz.

İnsanlar genellikle umudunu tümüyle kaybetmiyor, içlerinde her şeye rağmen yeni yılın eski yılı aratmayacak olmasına dair bir ümidi yeşertiyorlar. Yılbaşlarını coşkuyla kutluyorlar.

Hele hele bu, Rusya’da önemli bir gelenek halinde.

Bu sene de öyle oldu. Yeni yılın gelişi sıkıntılara rağmen neşeyle kutlandı diyebiliriz.

***

Canımız bir şeylere sıkıldığında insan, bazen bir zaman makinesine binip ütopyaların vadettiği iyi bir zaman dilimine dertlerin üzerinden atlayarak ulaşmak veya geri vitesine takıp geçmişe, güzel olduğunu düşündüğümüz günlere geri dönmek, eskileri yeniden yaşamak hayalini kuruyor.

“Ben ikisine de razıyım,” diyorum.

Vladimir İvanoviç,“Sen de çok şey istiyorsun,” diyor. “Ve hatta kolaycısın, bu pasifist bir tutum; tam tersine günün zorluklarına göğüs gerip, iyilikler için mücadele etmelisin.”

Düşünüyorum, “Haklısın,” diyorum. “Bugün mesajlara bakarken gördüm Elon Musk, yılın ilk gününde ‘Today is the first day of the rest of your life’ diye bir mesaj paylaşmış, bugün yaşamınızın geri kalan kısmının ilk günü diyor.”

Gülüyor:

“Aferin ona, bazen doğru laflar ediyor, ancak bu, sosyal medyada dolaşıp duran yazarı belirsiz bir şiirden alınmış bildik bir dize.”

***

Vladimir İvanoviç’e bizim Serkan’ın anneannesinin bir hikayesini anlatıyorum.

Serkan, anneannesine sormuş, “Nine, zaman makinen olsa n’apardın?” diye.

Meğer kadıncağız senelerden beri komşusu Nezahat Hanıma içerlermiş. O, oğlunun düğününde geline bir cumhuriyet altını takmış, Nezahat Hanım ise onun kızının düğününde sadece bir çeyrek altın takmış.

“Ah, öyle bir zaman makinem olsa atlar giderdim yirmi sene geriye, cumhuriyet altını yerine ben de çeyrek altın takardım, ah aptal kafam,” diye söyleniyormuş.

***

Bazı bilim insanlarına göre, çok hızlı yolculuk yapmak zamanda geleceğe gitmemizi sağlarmış. Zamanda geçmişe gitmek ise birçok fizik modeline göre imkânsızmış.

Bilemiyorum.

Benim aklım, bildiklerim, popüler bilim kitaplarının ötesindeki şeyleri anlamaya pek yetmiyor. Onun için haddimi bilip, fazla derin konulara girmiyorum.

Vladimir İvanoviç’in de topa girmeye pek niyeti yok.

Yine de ucundan, kenarından devam ediyoruz.

Zaman makinesi henüz icat edilmedi, fikrini ise ilk dillendirenlerden biri ünlü İngiliz bilim kurgu yazarı Herbert George Wells idi.

Wells’in ilk romanı olan Zaman Makinesi 1895 yılında yayımlandı.

Roman, bir mucidin uzak geleceğe yaptığı yolculuğu anlatıyordu.

Romanda Victoria dönemi Londra’sında yaşayan bir bilim insanı zamanda yolculuk yapmak üzere icat ettiği makineyle geleceğin İngiltere’sini ziyaret ediyor. Ve Sekiz Yüz İki Bin Yedi Yüz Bir yılında yaşadığı serüveni bir dost, arkadaş toplantısında etrafındakilere anlatıyor.

Geleceğin dünyası ayrıcalıklı insanların rahat, dertsiz, tasasız bir hayat sürdükleri bir yermiş meğer.

Wells, romanında Victoria dönemi İngiltere’sindeki zenginlerle yoksullar arasında giderek büyüyen uçuruma yönelik eleştirisini dile getirir. Tarihin ve gelişmenin anlamını sorgular. Toplumsal adaletsizliğin sürüp gitmesi halinde meydana gelecek felaketlere dair uyarılarda bulunur.

Yazar, 1866’da doğmuş, 1946 yılında yaşamını yitirmişti. Ve haliyle iki büyük dünya savaşı felaketine de şahitlik etmişti.

Romanındaki gibi bir zaman makinesine sahip olsaydı kuşkusuz bu zaman dilimlerini atlamak isterdi.

İlave bir bilgi: Wells, Rusya'yı 1914, 1920 ve 1934'te üç kez ziyaret etmiş, Sovyet liderleri Vladimir Lenin ve Joseph Stalin ile görüşmüş.

***

Zamanda yolculuk sadece bir olasılık olarak görülmüyor, aynı zamanda yaşanıyor, ama galiba Wells’in hayal ettiği bir şekilde değil.

Vladimir İvanoviç’in aklına Sergey Krikalyev geliyor.

Sergey Konstantinoviç Krikalyev, 27 Ağustos 1958 Leningrad doğumlu, Rusya Kahramanı, Sovyet ve Rus havacılık sporcusu ve kozmonot… SSCB'nin pilot-kozmonotu.

Uzayda geçirilen toplam süre rekorunu elinde tutuyor. Bu rekor 803 gün. Bu, kozmonot tarafından altı fırlatmada başarıldı. Ayrıca Sergey Krikalyev toplam 41 saat 26 dakika süren sekiz uzay yürüyüşü gerçekleştirdi.

Sovyet kozmonotu Sergey Krikalyev'in meslek yaşamının uzay araştırmaları tarihinde özel bir bölümü ve ilginç bir hikayesi var.

Kazakistan'daki Baykonur fırlatma sahasından Sovyetler Birliği zamanında Soyuz roketiyle uzaya başarıyla gönderilmiş, ancak görev süresinin uzamasıyla Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra dönebilmişti.

Sergey Krikalyev, Sovyetler Birliği vatandaşı olarak başladığı yolculuğunu farklı bir ülke vatandaşı olarak tamamlayan tek kozmonot olma hüviyetiyle tarihe geçti.

Sergey Krikalyev'in 1991'de nasıl "uzayda unutulduğuna" dair bir hikaye var; ancak kozmonotun kendisi bunun gazetecilerin türettiği düzmece bir haberden ibaret olduğunu söylemişti. Yani "unutulma" söz konusu değildi.

“O sırada ana keşif gezimin yarısı geçmişti ve benzer üç zaman dilimi daha uzayda kalmak zorunda kaldım,” demişti.

Princeton Üniversitesi Fizik Bölümü akademisyeni J. Richard Gott'a göre, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük zaman gezgini Sergey Krikalyev imiş.

Sovyetler Birliği'nin çöküşü nedeniyle 311 gün - yani 10 aydan biraz fazla - uzayda mahsur kalmıştı.

Sovyetler Birliği çöktüğünde uzaydaydı. Eve dönemeyince, başlangıçta olduğundan iki kat daha fazla zaman harcadı ve bambaşka bir tarihi dönemde yurduna döndü.

Her türlü zorlukla baş edebilmek için özel bir eğitim görmüş bir bilim insanı ve kozmonot olmasına rağmen bu zaman atlama haline belki Sergey Krikalyev de şaşırmıştır.

*** 

ODTÜ Fizik Bölümü’nden, bilim ustası Özgür Can Özüdoğru, Bilim ve Gelecek Dergisi’nde yayımlanan “Zaman yolculuğunun kısa bir tarihçesi” başlıklı bilimsel makalesinde konuyla ilgili şöyle yazmış:

“H. G. Wells, ilk romanı The Time Machine’i (Zaman Makinesi) 1895’de; yani Büyük Britanya Kraliçesi Victoria’nın hükümdarlığının sona ermesinden yalnızca birkaç yıl önce yayımlamıştı. Tıpkı bu hanedanın bitişi gibi, o dönemde dünyada başka bir hanedanlık da etkisini yitirmekteydi: 200 yıllık Newton fiziği… 1905 yılında Albert Einstein özel görelilik kuramını yayımladı. Kuram Newton’ın “elma fiziği”ni bir kenara atıp, Wells’in varsayımlarını mutluluğa boğuyordu, çünkü kuramın mümkün kıldığı şeylerden biri de zamanda yolculuktu. Böyle bir şeyi Newton fiziğinde düşünmek bile imkânsızdır, zira Newton fiziği için zaman düz akan bir ok gibidir, ne hızlanır ne de yavaşlar. Fakat Einstein için zaman “göreli”ydi.

Zamanda yolculuk yalnızca mümkün olarak görülmüyor, aynı zamanda yaşanıyor, yalnızca Wells’in hayal ettiği bir biçimde değil. Princeton Üniversitesi Fizik Bölümü akademisyeni J. Richard Gott’a göre, dünyadaki gelmiş geçmiş en büyük zaman gezgini Sergei K. Krikalev’dir. 1985’de başlayan uzun kariyeri boyunca Sovyet kozmonot, uzayda kesintisiz olarak 803 gün geçirdi. Einstein’ın da kanıtladığı gibi, onun için zaman Mir Uzay İstasyonu’nda, Dünya’ya göre çok daha yavaş geçti. Tüm bunların sonucunda Krikalev, dünyada bulunan tüm varlıklardan 1/48 saniye daha az yaşlandı, yani başka bir açıdan baktığımızda zamanda 1/48 saniye geleceğe gitmiş oldu.

Zamanda yolculuğu gözlemlemek, çok yüksek hızlarda çok uzun mesafeler kat edildiğinde daha kolay anlaşılır. Eğer Krikalev Dünya’yı 2015 yılında terk edip Betelgeuse yıldızına, ışık hızının yüzde 99,995’ı gibi bir hızda gidip geri gelseydi (Betelgeuse 520 ışık yılı uzaktadır), döndüğünde Dünya’da 1000 yıla yakın bir zaman geçmiş ve tanıdığı herkes ölmüş olacaktı. Onun için ise, yalnızca 10 yıl gibi bir süre geçmiş olurdu. “Zamanda yolculuğu nasıl yapacağımızı biliyoruz,” diyor Gott, “bu tamamen para ve mühendislik meselesi”.

***

Benim zaman makinesiyle orda burda dolaşma hayalimden vazgeçip ayaklarımı yere basmam gerekiyor sanırım.

Bildiğimiz uluslararası olaylara benzemeyen yeni bir dönem yaşıyoruz. Dünyanın her köşesinde sorun var. Hem sıcak, hem de soğuk savaş bir arada yaşanıyor. Bu yeni soğuk savaşta delikanlılık da iyice tarihe karışmış durumda.

Eskisinde uzay yarışı vardı mesela. Bilime, teknolojiye bir nebze katkısı vardı hiç olmazsa. Şimdiyse neredeyse unutuldu.

Sosyal bilimciler, “Tarihin tekerleği hep ileriye ve iyiye doğru döner,” der.

Hızla ileriye doğru döndüğünü bildiğimiz bir tekerlek bazen geriye dönüyormuş gibi görünebiliyor. Belli bir noktaya gelindiğinde önce tekerlekler daha yavaş dönüyor gibi görünür, sonra kısa süreliğine duruyor gibi görünür ve devamında da geriye dönüyormuş gibi görünür.

Bu bir yanılsamadır.

Yani telaşa, enseyi karartmaya gerek yok!

Tolstoy, “En güçlü iki savaşçı, sabır ve zamandır,” demiş. 

Yaşayan en büyük matematikçi

 


Grigoriy Perelman

Yaşayan en büyük matematikçi

 

Kaynak: https://mysticalmagazine.com/

 

Bir milyon doları reddeden matematikçi Grigoriy Perelman, Rusya Bilimler Akademisi'nin üyelerine katılma teklifini de aynı derecede kararlı bir şekilde reddetti. Aksine, gönüllü geri çekilmeden ayrılmadan bu teklifi görmezden geldi ...

Grigoriy Yakovlevich'in giderek daha şok edici biçimler alan görünüşte tuhaf davranışı, onun her türlü tanıtıma karşı en derin küçümsemesinden ilham alıyor. Bir bilim adayından akademisyenliğe atlamayı kabul etmesi garip olurdu ve Rusya Bilimler Akademisi'nin bu teklifi PR'nin çıkarları dışında başka hiçbir şeyle açıklanamaz.

“Evreni nasıl yöneteceğimi biliyorum.

Ve söyle bana, neden bir milyonun peşinden koşayım ki? "

Ancak daha da tuhafı, yalnızca inancı "skandallar, entrikalar, soruşturmalar" olan TV gazetecilerinin değil, aynı zamanda ciddi bilim adamlarının da eksantrik bir matematik dehasının şerefine tutunma arzusudur.

Poincaré'nin varsayımını kanıtladı; 100 yılı aşkın süredir kimsenin çözemediği ve onun çabalarıyla bir teorem haline gelen bir bilmece. Bunun için St. Petersburg'da ikamet eden bir Rus vatandaşı olan Grigory Perelman'a söz verilen milyonlardan biri verildi. Rus matematik dehasının çözdüğü Milenyum Problemi, evrenin kökeni ile ilgilidir. Her matematikçinin bilmecenin özünü anlaması mümkün değildir ...

Rus dehasının çözdüğü bilmece, topoloji adı verilen matematik dalının temellerine değiniyor. Topolojisine genellikle "kauçuk levha geometrisi" denir. Şeklin uzatılması, bükülmesi ve bükülmesi durumunda korunan geometrik şekillerin özellikleriyle ilgilenir. Yani yırtılmadan, kesilmeden ve yapıştırılmadan deforme olur.

Topoloji matematiksel fizik için önemlidir çünkü uzayın özelliklerini anlamamızı sağlar. Veya bu mekanın şekline dışarıdan bakmadan değerlendirin. Örneğin, Evrenimize.

Poincaré hipotezini açıklayarak şöyle başlıyorlar: İki boyutlu bir küre hayal edin; lastik bir disk alın ve onu bir topun üzerine uzatın. Böylece diskin çevresi tek bir noktada toplanır. Aynı şekilde örneğin bir spor sırt çantasını da kordonla bağlayabilirsiniz. Sonuç bir küre olacaktır: bizim için üç boyutludur, ancak matematik açısından sadece iki boyutludur.

Daha sonra aynı diski bir çörek üzerine çekmeyi teklif ediyorlar. İşe yarayacak gibi görünüyor. Ancak diskin kenarları artık bir noktaya çekilemeyecek bir daire şeklinde birleşecek - çörek kesilecek.

Dahası, sıradan bir insanın hayal gücü için erişilemez olmaya başlar. Çünkü zaten üç boyutlu bir küreyi, yani başka bir boyuta giden bir şeyin üzerine gerilmiş bir topu hayal etmek gerekiyor. Yani Poincaré'nin hipotezine göre, yüzeyi varsayımsal bir "hiperkord" tarafından tek bir noktaya çekilebilen tek üç boyutlu şey üç boyutlu bir küredir.

Jules Henri Poincaré bunu 1904'te önerdi. Artık Perelman, Fransız topologun haklı olduğuna anlayan herkesi ikna etti. Ve hipotezini teoreme dönüştürdü.

Kanıt, evrenimizin nasıl bir şekle sahip olduğunu anlamaya yardımcı oluyor. Ve bu bizim oldukça makul bir şekilde bunun aynı üç boyutlu küre olduğunu varsaymamıza olanak tanıyor. Ancak Evren bir noktaya çekilebilecek tek "figür" ise, o zaman muhtemelen bir noktadan uzatılabilir. Bu, Evrenin tam olarak bu noktadan kaynaklandığını öne süren Büyük Patlama teorisinin dolaylı bir doğrulaması olarak hizmet ediyor.

Alexander Zabrovsky büyük matematikçiyle konuştuğu için şanslıydı - birkaç yıl önce Moskova'dan İsrail'e gitmek üzere ayrıldı ve önce St. Petersburg'daki Yahudi cemaati aracılığıyla Grigory Yakovlevich'in annesiyle iletişime geçerek ona yardım etmeyi düşündü. Oğluyla konuştu ve onun güzel açıklamasının ardından oğlu bir toplantı yapmayı kabul etti. Bu gerçekten bir başarı olarak adlandırılabilir - gazeteciler, girişinde günler geçirmelerine rağmen bilim adamını "yakalamayı" başaramadılar.

Psikologlar ona neredeyse resmi olarak "çılgın profesör" diyorlar - yani kişi düşüncelerine o kadar dalmış ki farklı ayakkabılar giyiyor ve saçını taramayı unutuyor. Ancak modern Rusya'da bu neredeyse nesli tükenmiş bir türdür.

Zabrovsky'nin dediği gibi Perelman, "kesinlikle aklı başında, sağlıklı, yeterli ve normal bir insan" izlenimi yarattı: "Gerçekçi, pragmatik ve aklı başında, ancak duygusallık ve heyecandan yoksun değil ... tam bir saçmalık! Ne istediğini kesin olarak biliyor ve hedefe nasıl ulaşacağını biliyor. "

Bilim adamı, Rus basınında denildiği gibi kırgın

Perelman, gazetecilerle iletişim kurmadığını, çünkü gazetecilerin bilimle ilgilenmediğini, kişisel ve gündelik konularla ilgilendiğini açıkladı - bir milyonu reddetme nedenlerinden başlayarak saç ve tırnak kesme sorununa kadar.

Özellikle Rus medyasıyla da kendisine yönelik saygısız tutum nedeniyle temas kurmak istemiyor. Örneğin basında ona Grisha deniyor ve bu tür aşinalık rahatsız edici.

Grigory Perelman, okul yıllarından beri "beyin eğitimi" denilen şeye alıştığını söyledi. SSCB'den bir “delege” olarak Budapeşte'deki Matematik Olimpiyatları'nda nasıl altın madalya aldığını hatırlatarak, şöyle konuştu: “Soyut düşünme yeteneğinin ön koşul olduğu problemleri çözmeye çalıştık.

Ancak sonuçta, 2000'li yıllarda özü basit olan ulusal bir fikir nihayet oluşturuldu: ne pahasına olursa olsun kişisel zenginleşme. İnsanlarda kulağa şöyle geliyor: Onlar verirken çal ve vaktin varsa dışarı çık. Bu ideolojiye aykırı her türlü davranış tuhaf ve delice görünebilir, ancak Perelman'ın olayının özellikle yabancı olduğu ortaya çıktı.

Elleri bakımsız olan bu tüylü adamın, modern düzenle hiçbir ilgisi olmadığını yüzlerce kez açıkladığı akademisyenlerin davranışını başka hiçbir mantık açıklayamaz. Asla ve asla. Ve böyle bir şey bulduğunda, ünlü kanıtı ilk kez ele geçirmek isteyen Çinliler gibi, bilimsel bir blogda burada yayınlayacak, çalacak.

İnsanoğlu bizden nefret ediyor, evet, ama belki de tek kişi o ve bunu yapmaya ahlaki hakkı da var. Perelman tamamen sivil hislerden yoksundur. Ancak modern tüketimciliğe ve vahşi kapitalizmin dayattığı ulusal kimliğin kaybına radikal bir şekilde karşı çıkan tek kişi o.

Grigory Yakovlevich'in kendisinin sivil misyonunun farkında olmadığını ve bu konu hakkında hiç düşünmediğini göz ardı etmiyorum. O, Forbes listesinin ayrıcalığın ana ölçüsü olduğu, hayvani gerçekliğimize paralel bir dünyada yaşıyor.

Perelman, refahla dolup taşan "hayatın efendileri"nin aksine, bir normallik modelidir. Perelman'ın yerine birinin onur ve zenginlikle baştan çıkarması pek olası değil, ama o bunu asla yapmayacak. Birilerinin topluma ne durumda olduğunu, vicdanının nerede olduğunu göstermesi gerekiyor.

Yaşayan en ilginç matematikçi

 


Barış Özcan

Kaynak: https://barisozcan.com/

 

“Bugüne kadar yaşamış en büyük matematikçi kimdir?” gibi tartışmaya açık bir soruyu araştırdığınızda karşınıza bazı listeler çıkar. Pisagor vardır mesela o listelerde… Çünkü dünyanın şeklinin düz olmadığını ilk söyleyen kişilerden biridir. Hypatia vardır, hatta onun hikayesini anlatan “Agora” adlı filmden sonra biraz daha ünü artmıştır. Gauss’u okul yıllarından hatırlarız hayal meyal. Ama yine de matematikçiler, fizikçiler kadar ünlü değildir nedense. Nobel ödüllerinde bile en parlak kategori fizikken, matematik diye bir kategori bile yoktur. O yüzden matematiğin Nobel’i olarak görülen bir Fields Madalyası verilme ihtiyacı görülmüştür ama sorarım size kaçınız duydu bu Fields madalyasını? Biz Isaac Newton’ı çok duyarız, Einstein’ı sokaktaki vatandaş bile tanır ama matematikçi George Cantor desem kim bilir? 

Ben bunu matematiğin anlaşılması çok zor bir dil olmasına bağlıyorum. Matematik bu evrendeki her şeyden farklı geliyor bana. Bu evreni anlamak için fizikçilerin kullandığı deney ekipmanlarına, astrofizikçilerin koca koca teleskoplarına, teorik fizikçilerin yerin altında kilometrelerce uzanan parçacık çarpıştırıcısı tünellerine, milyon dolarlık laboratuvarlara filan hiç ihtiyaç duymuyor matematikçiler. Sadece bir kağıt ve kalemle, önlerindeki problemleri olabilecek en saf, en net, en pür şekilde çözüyorlar. Biz de öylece bakıyoruz. Bırakın çözümünü, daha soruyu bile anlayamıyoruz. 

Matematik öyle bir dil ki, dünyada çok az kişi o dili konuşabiliyor. 

İşte Gauss’ların, Pisagorların olduğu bu dünyanın gelmiş geçmiş en iyi 10 matematikçisi listesindeki isimleri de o yüzden tanımıyoruz. Oysa o kadar ilginç hikayeleri var ki. Bakın bu listedeki 10 kişiden sadece iki kişi hayatta. O iki kişiden biri objektif değerlendirmelere göre yaşayan en dahi matematikçi olarak kabul ediliyor. Gerçekten de öyle ve onun hikayesini de başka bir videoda anlatmak istiyorum. Ama bana göre, yani sübjektif olarak diğeri çok daha ilginç bir matematikçi. 

Her ikisi de matematiğin Nobel’i olarak görülen Fields Madalyası’na layık görüldü. Ama o bunu almayı reddetti. Binyıl ya da milenyum problemleri olarak adlandırılan çözülmesi en zor 7 matematik probleminden bugüne kadar sadece biri çözülebildi ve tahmin edebileceğiniz gibi o çözdü. Ama ödül törenine katılan yüzlerce matematikçi arasında bir tek ona ayrılan koltuk boştu. Törene katılmadı ve 1 milyon dolarlık ödülü almayı yine reddetti. Onunla ilgili çekilmiş bir film yok. Rusça hazırlanmış kısa bir yapım dışında herhangi bir belgesel yok. Doğru dürüst bir fotoğrafı bile yok. Hakkında yazılmış tek kitap bu ve onu yazan kişi bile kendisini görememiş. Şu anda yaşayan en büyük iki matematikçiden biri dedim ama yaşayıp yaşamadığından bile emin değiliz. 

Peki kim bu matematikçi?

En zor problemi nasıl çözdü? Ve sonra neden tüm dünyayla ilişkisini kesti? Yaşayan bu en ilginç matematikçiye ne oldu?

Bunlar Milenyum problemleri… 1000 yılın en zor 7 matematik problemi olarak gösteriliyor. Clay Matematik Enstitüsü tarafından her birinin başına 1 milyon dolar ödül kondu. Milenyum için Milyon! Hangisini çözerseniz çözün, bir milyon dolar garanti. 

Birch ve Swinnerton-Dyer Sanısı

Hodge Sanısı

Navier-Stokes Denklemi

P vs NP

Riemann Hipotezi

Yang-Mills Teorisi ve Kütle Problemi

Poincaré Sanısı

Bırakın çözümlerini bulmayı, bu soruları dahi hayatımız boyunca anlayamayabiliriz. Her bir problem ayrı bir kariyer gerektiriyor. Bazıları için 20-30 yıl çalışanlar var. Yine de çözümü bulmaya ömürleri yetmiyor. 

Fermat’ın Son Teoremi olarak bilinen matematik problemini, 1637 yılında ortaya atılmasından 357 yıl sonra çözen Sir Andrew Wiles’ın da dediği gibi: “Bu problemlerin ne zaman çözülebileceğini ya da çözülüp çözülemeyeceğini bilemiyoruz.” Bunun için 5 yıl da bekleyebiliriz 100 yıl da…

İşte matematik dünyası 2000’lı yıllara yani yeni milenyuma böyle bir meydan okumayla girdi. Ve sadece bir kişi, bu 7 problemden sadece birinin çözümünü, sadece 2 yıl sonra buldu. 


 

Evet bu kişi Rus matematikçi Grigori Perelman.

Ben aklımda daha kolay tutabilmek için ona “Gizemli Grigori” lakabını taktım 

Onun neden gizemli olduğuna geçmeden önce çözdüğü problemin neden önemli olduğunu anlamaya çalışalım. 

Bu kitap sadece o problemle ilgili. Yine dahi matematikçilerden biri olan Fransız Henri Poincare tarafından 1900’lü yıllarda ortaya atılmış. “Conjecture” kelimesini varsayım ya da hipotez olarak değil de “sanı” olarak çevirmek daha uygun olacak gibi. Ortaya atılan problem, öyle Pazar bulmacası gibi bir şey değil. İçinde yaşadığımız evrendeki nesneleri, o evrenin şeklini ve hatta olası başka evrenleri ve boyutları bile anlamamızın kapılarını açacak türden bir şey… 

Problem, matematiğin topoloji alanından… Yani şekiller üzerinde yaptığımız esnetme, bükme, deformasyon gibi eylemlerin incelendiği matematik dalı. Örneğin şu küp şeklindeki hamuru alıp, elimle masada yuvarlayarak bir küre haline getirebilirim. Ya da bu küreyi alıp, şöyle biraz bastırıp ortasına da bir delik açarak simit yani torus şeklini yapabilirim. İşte tüm bu eylemleri matematik diline döktüğümüzde, topoloji alanı ortaya çıkıyor.

Poincaré sanısı da tam olarak bununla alakalı. Az önce yaptığım simidin bir deliği var. Fakat bu simitten küreye geçiş yapmak, bunu kesip sıkıştırmadığım ya da deliği kapatmadığım sürece, öyle eğip büzerek şeklini değiştirerek filan mümkün değil. Yoksa bu simidi şurasından keser, bir solucan yapardım. Sonra da bunu sıkıştırıp küreye dönüştürürüm. Oldu bitti! Fakat bunu yapmak yasak. İsterseniz siz de deneyebilirsiniz. Bu simidi alıp, şöyle bir fincana dönüştürebilirim! Çünkü ikisinin de sadece tek bir deliği var. Topografi açısından bu fincanla bu simit arasında temel bir farklılık yok. Hatta fincanın içindeki pipet bile aynı grupta. Çünkü onun kaç deliği var? İki gibi gözükse de aslında bir. Ve onu da sadeleştirdiğinizde bir simide yani torus şekline ulaşabilirsiniz. Kısaca simitlerle küreler temelde birbirinden farklılar. Aralarındaki farkı da delikli olup olmamaları belirliyor.

İşte Henri Poincaré ortaya bir sanı atıyor, yani bir tahminde, varsayımda bulunuyor. Eğer başlangıçta hiçbir deliği olmayan, küçük bir cisim alırsanız, yani sonsuza kadar falan uzatamayacağınız, sınırlı boyuta sahip bir cisim bu… Bu cisim bir küredir ya da küreye dönüştürülebilir diyor. Şimdi az önceki simit ve küre durumuna bakınca ve delik açmanın, kesmenin yasak olduğunu da düşününce, gayet sezgisel ve akla yatkın geliyor. Fakat bunun sadece üç boyutta değil, dört, beş… Tüm boyutlarda doğru olduğunu iddia ediyor. Tabii dört boyutlu bir küre nasıl olur o çok daha karmaşık bir konu. Fakat hatırlayın, bazı fizik teorileri çok boyutlu uzay-zamanlardan bahsediyor. Bu nedenle çok boyutlu durumlarda da ne olduğunu anlamak gerek.

Neden önemli ki bu problem? Yani bu küreyi ezdim, büzdüm yok kupa oldu falan… Küre için burada önemli bir özellik var. Üzerine eğer bir çember çizecek olursanız, bu çemberi bir kement gibi büzüştürerek bir noktaya sıkıştırabilirsiniz. Fakat aynısını bir simitte (torusta) yapmak mümkün değil. Buraya çizeceğimiz hiçbir çemberi, bir noktaya sıkıştıramıyoruz. 

Şimdi taaa antik Yunan’a gidelim. Ta dediğime bakmayın. Dilek yarımadasının hemen karşısında Sisam Adası var ya. İşte orada doğan başka bir büyük matematikçi var: Pisagor. 2500 yıl önce dünyanın düz olmadığını söylemişti. Düz gibi görünen bir yüzeyin üstünde bir karınca misali yaşarken nasıl böyle bir iddia da bulunabildi? Matematik düşüncesiyle. İkinci boyuttan, üçüncü boyuta fiziksel olarak çıkamadı ama zihinsel olarak çıktı. Ondan binlerce yıl sonra, insanlar uzaya çıktıklarında bize iki boyutlu gibi gözüken Dünya’nın üçüncü boyuttan küreselliğini “görsel” olarak gösterdi.

Yani biz daha dışarıya çıkmadan, nasıl bir şeyin içerisinde olduğumuzu matematik, geometri sayesinde biliyorduk. 

Şimdi bunu bir boyut daha arttırın? Evrenin geometrisini nasıl biliyoruz? Nasıl anlayabiliyoruz? Eğer elimize bir ip alıp,bir uzay aracından dışarıya salarak evrende şöööyle bir tur atsaydık ve sonra ipin saldığımız ilk ucunu tutup, birbirine bağlasaydık… Ardından ipi bir ucundan çekmeye başlasaydık… Ne olur? 

İki şey olabilir.

Çektiniz çektiniz çektiniz… Hop, gelmiyor! Bu, tıpkı bir simidin üzerinde halka yapmak gibi. Eğer yolculuğumuza buradan başladıysak ve böyle dolaşıp bitirdiysek, ipi çektikten sonra bir noktada sıkışır gelmez! 

Fakat ikinci bir ihtimal daha var. Eğer ipi çekmeye devam edebiliyorsak… Çektik, çektik, çektik… Hooop, küçüldü büzüştü ve bir nokta oldu. İşte Poincaré sanısı bize bu noktada, bir kürede yer aldığımızı söylüyor. 

Pratikte elbette uzay aracına atlayıp bunu yapamayız  Fakat tıpkı antik Yunan’da olduğu gibi, matematik sayesinde, içinde bulunduğumuz şeyleri daha onun dışına çıkmadan anlayabiliriz. 

Matematik, daha gözümüzle görmeden, zihnimizle görebilmemizi mümkün kılar. Evrenin dışına çıkmadan onun nasıl bir şey olabileceğini bize anlatan bir dil gibidir matematik. 

Maalesef çok az kişinin konuşabildiği bir dil.

Bunlardan biri Grigori Perelman. Kendisi Rusların ünlü matematik ekolünden yetişmiş. Leningrad Üniversitesi’nde doktorasını bitirmiş. Rusya’da kazanılabilecek tüm matematik yarışmalarını kazanmış. Tabi hemen ABD’den davet almış. Gerek doğuda New York bölgesinde ve gerekse batıda Kaliforniya’da meşhur matematikçilerin derslerine katılmış. Hem Princeton ve hem Stanford gibi üniversitelerden iş teklifi almış. Ama bunları reddetmiş. Richard Hamilton adlı bir matematikçinin Ricci akışı denkleminden çok etkilenmiş ve buna odaklanmaya karar vererek 1995’te Rusya’ya geri dönmüş. O zamanlar Berkeley’den bir yakını giderken kendisine şöyle söylediğini aktarıyor: “Sanırım bunu nasıl çözeceğimi biliyorum.”

Sonra ne mi olmuş? 7 yıl süren bir sessizlik. 

İşte Perelman’ın ortadan kaybolup tek bir konuya odaklanmasının 5. Yılında yani 2000’e girerken milenyum problemleri ilan edildi. 

2002’de, Perelman bir internet sitesine bir yazı yükledi. Bu bile çılgın bir hareket. Çünkü milenyum ödüllerini düzenleyen enstitüye değil makalelerin ön basımlarının yüklendiği genel bir siteye yükeldi bu yazısını. Aslına bakarsanız çok riskli bir hareket. 

39 sayfalık bu yazıda birçok konuyla birlikte sonlara doğru Poincaré sanısının çözümü de var. İyi de bu doğru olabilir mi? Poincaré sanısı, tarihte belki de en çok yanlış çözüm yapılan sanılardan biri. Her gün bir sürü çözüm yükleniyor ama hepsi hatalı. Dolayısıyla Perelman’ın çözümü ilk anda göze çarpmadı. Ama çok geçmeden birileri, “yahu bu doğru olabilir sanki” demeye başladı. Giderek bu makaleye olan ilgi arttı. Perelman’ı önceki çalışmalarından tanıyanlar, durumun ciddi olabileceğinin farkına vardı. Birçok kişi bu çözümü anlamaya çalıştı. Fakat alanının uzmanı matematikçiler için bile, bu yazının tek bir bölümünü anlamak dahi kolay değil. O yüzden cevabın doğruluğundan emin olmak için komiteler kuruldu. 

Bir milyon dolar ödül vaat eden Clay Matematik Enstitüsü, 2010 yılında nihayet bu çözümün doğru olduğunu kabul etti ve Perelman bu ödüle layık görüldü. Bir başka deyişle onun 7 yılda çözdüğü bu problemin cevabının anlaşılması 8 yıl sürdü. 

Problemin çözümüyle bunun ödüllendirilmesi arasında geçen bu 8 yıllık dönemde bir yandan Perelman’ın şöhreti büyürken bir yandan da zaten çok fazla kişiyle görüşmeyen Perelman iyice ortalıktan kayboldu. Rusya’ya döndüğünde babası ailesini terk ederek İsrail’e yerleşmişti. Daha sonra kız kardeşi de babasına katıldı. Ailesinden görüştüğü tek kişi annesi kalmıştı. 

2005’te Rusya Steklov Enstitüsü’ndeki işinden de bir anda ayrıldı. 

İşte tam burada bana istifa mektubunu verdi. Bunu iyi düşündün mü diye sordum. Evet kesin kararlıyım dedi.

Artık maaş aldığı bir işi yoktu. Matematik dünyasından görüştüğü iş arkadaşları kalmamıştı. Batı dünyasında kendisi hakkında bir sürü övgü dolu yazı yazılırken ona ulaşan gazetecilerin hiçbiriyle görüşmek istemedi.

Science dergisi onun çözümünü “10 yılın Atılımı” olarak ilan etti. 

New Yorker dergisinden Sylivia Nasar, aynı problemi çözdüğünü iddia eden Çinli matematikçilerin foyasını ortaya çıkartan çok etkili bir makale yazdı. Bu arada kendisi öyle bir yazar ki başka bir kitabı “A Beatiful Mind” Hollywood tarafından film yapılınca kimsenin tanımadığı başka bir matematikçi John Nash bir anda meşhur olmuştu. 

Ama Perelman kendisini meşhur etmeye çalışan tüm bu gazeteci ve yazarlardan giderek uzaklaştı. “Eğer yaptığım çözüm doğruysa başka bir ödüle gerek yok” deyip kestirip attı. 

İşte yine aynı dönemde matematiğin Nobel’i olan Fields madalyasına layık görüldü ama reddetti. Bu kez de şu sözleri söyledi: “Parayla veya şöhretle ilgilenmiyorum. Hayvanat bahçesindeki bir hayvan gibi sergilenmek istemiyorum. Ben matematiğin kahramanı falan değilim. Sanıldığı kadar başarılı bile değilim. Bu nedenle herkesin bana bakmasını istemiyorum.”

Es kaza ona telefonla ulaşmayı başaran bir gazeteciye söylediği son şeyler şu oldu: “Beni rahatsız etmeyin, mantarlarımla uğraşıyorum.”

İşte böyle bir durumda nihayet 1 milyon dolarlık milenyum ödülünü almak için davet edildi. Matematik dünyasından arkadaşları onun bu tür ödüllerle ilgilenmediğini ama paraya ihtiyacı olabileceğini biliyordu, çünkü 2005’ten beri çalışmıyordu. O yüzden Uluslararası Matematik Birliği başkanı Sir John Ball uçağa atlayıp onun yaşadığı St. Petersburg’a gitti. Soğuk ve yağmurlu iki gün boyunca toplamda 10 saat onunla konuşup ikna etmeye çalıştı. Ama Perelman ne ünvanı ne de para ödülünü kabul etmedi. 

2010 yılından bugüne Grigori Perelman’ın gizemi daha da arttı. 13 yıl önce elinin tersiyle reddettiği bu ödülden sonra neredeyse kimse ona ulaşamadı. 

2014’te İsveç’te nanoteknoloji üzerinde çalıştığı yolunda Rus medyasında bir haber çıktı. Ama kısa süre sonra yaşadığı St. Petersburg’da gazetecilerden kaçmaya çalışırken görüntülendi. 

İşte bu onun son görüntüleriydi. Yaklaşık 10 yıldır kendisinden haber alınamıyor. Kimse şu anda onun nerede olduğunu ve ne yaptığını bilmiyor.

Neden tüm bu ödülleri reddetti? Bunun da sebebini tam olarak bilmiyoruz. Yaptığı çözümde başka bir matematikçinin, daha önce sözünü ettiğimiz Richard Hamilton’ın geliştirdiği bir yöntemi kullanıyor ve bunu da zaten makalesinin her yerinde belirtiyor. Sebebi onun da en az kendisi kadar bu çözümde payı olduğunu düşünmesi olabilir. 

Matematikçi arkadaşları onu asla yalan söylemeyen, kusursuz derecede dürüst bir insan olarak tanımlıyor. Belki de oldukça kusurlu bu dünyanın, yine kusurlu bir ödül mekanizması içine tam olarak sinmediği için olabilir.

Onu yetiştiren öğretmeni matematikçi Aleksandrov ölüm döşeğindeyken “ben geometriyle ilgilenmiyorum, ahlakla ilgileniyorum.” demişti. Sebebi kusursuz bir ahlak arayışı olabilir. 

Çünkü matematik bazılarına göre bilimin kraliçesidir ve aynı zamanda mantığın ve ahlakın bilimidir. 

Ödüllerle ilgilenmeyen, gazetecilerden kaçan, asosyal bir dahi. 

Bu gezegenin üstünde sadece birkaç kişinin anlayabileceği bir çözüm sundu. Bir zamanlar sadece birkaç kişinin anlayabildiği Pisagor gibi. Pisagor dünyanın göründüğü gibi düz olmadığını başka bir boyuta çıkmadan anlamıştı. Belki de Perelman da çözdüğü problemle evrenin dışına çıkmadan onun matematiksel dilini anladı.

Belki de bunu konuşabileceği, kendisini anlayabilecek hiç kimsesi yok. 

Belki de Matematik ona istediği her şeyi verdi. Kesin kuralların hüküm sürdüğü bir dünyada, yalnızlık, karmaşıklık ve derinlik. 

Tıpkı evrenin kendisi gibi…

9 Aralık 2023 Cumartesi

AH LENİN, AH!

 

 

AH LENİN, AH!

Feryal Bekdik

Kaynak: https://feryalce.blogspot.com/2023/12/ah-lenin-ah.html

 

Kalfayı yıllar önce ortağımla beraber kendi işimizi kurduktan sonra, ilk iş yaptığımız firmada tanıdım. Kısa boylu, esmer, kalın davudi sesli, kara yağız biriydi. Kalfalıkta ki becerisiyle kendini mühendisler ile yarıştırır, üzerine aldığı işi canla başla tamamlamaya çalışırdı.

Birkaç yıl sonra iş yaptığımız firma Rusya’nın Sibirya bölgesinde ihale aldığında, biz de taşeron olarak oraya gittik. 1994,1995,1996 yılları yaz aylarımız Sibirya’da geçti. Kış şartlarının zorlu olduğu, hava sıcaklığının eksi kırk dereceyi bulduğu bölgede çalışmalar, Mayıs ayında başlıyor, 29 Ekim günü göndere bayrağımızı çekip  İstiklal Marşı’mız söyledikten sonra son buluyordu. Kalfada ana firmanın kadrolu elemanı olarak orada bizlerleydi.

Nedense beni çok sever, bir gün çok büyük işler yapacaksın abla diye bana moral verirdi. Dünyanın bir ucunda iş yaparken, her konuda bize yardımcı olmaya çalışırdı.

Kalfanın hikayelerini anlatmadan önce o zamanın Rusya’sından  söz etmem gerekiyor. Prestroykanın ilk yılları. Parlemento Binası saldırıya uğrayalı bir yıl olmamış, ülke eski ile yeni arasında dalgalanır halde. Sosyalizme inananlar ile sistemden çaldığı paraları daha da çoğaltma derdinde oligarkların çekişme dönemi.

Sibirya’ya gitmek için, ilk önce THY ile Moskova’ya gidiliyor, bazen bir gece Moskova’da ki şantiyede kalınıyor, sonrada Tupolev’in uçaklarıyla Irkutsk'a uçuluyor.

THY ile uçarken Rusların bavul turizmi diye bildiğimiz İstanbul’dan topladıkları çul çaput, uçak personeli ile yolcular arasında tartışmaya neden oluyor. Baş üstü dolaplarına sığmayan hurçlar geçiş yollarını kapatıyor, kavga dövüş, hurçlar boş koltuklara sığdırılmaya çalışılıyor. Pasaport kontrolünde biz Türkler ayrıcalıklıyız. Alman, İngiliz vatandaşları sırada beklerken bizi ayrı kuyruğa alıp çabucak geçiriyorlar. Gümrükte kendi vatandaşlarına özellikle ağır bavul ve hurçlar ile gümrükten geçmeye çalışan kadınlara karşı çok kaba davranıyorlar.

Irkutsk’a, giderken Tupolev’in uçakları, kuyruk piste ha değdi ha değecek diklikte kalkıyor,  inerken de baş aşağı çakıldık çakılacağız diklikte zınk diye iniyorlar. Uçağın içindeki geçiş yollarında koliler, küçük valizler normal karşılanıyor. Hostesler kolilerin üzerinden atlaya zıplaya servis yapmaya çalışıyorlar. Yemekler çok kötü. Bir keresinde tavuk veriyorlar. Tavuk resmen kendini bize yedirmiyor. Daha sonra ki gidişlerde, bir bardak şarap içip uyumayı tercih ediyorum. Koltuk araları çok dar, sağıma soluma şişman Rus erkekleri denk geliyor, aralarında büzülüp sekiz saat uçmaya ancak içip, sızarak dayanıyorum.

Bir keresinde uçak Omsk’a iniş yapıyor. Yakıt ikmali yapılacakmış, hepimizi uçaktan indiriyorlar. Bize “in turist” diyorlar. Bizim biletlerimiz Rusların ödediğinin iki katı. In turist statüsündeki beş kişiyi alıp mihmandar eşliğinde VIP salona götürüyorlar. Havaalanının terminal binasının yerleri beton, zemin  yer yer çökmüş, çöken yerlere su birikmiş, su birikintilerinin üzerinden atlayarak VIP salona giriyoruz. Salon köy odası konforunda, yerler halı kaplı, nenem zamanından kalma koltuklar ve televizyon var. Rusya’nın orta göbeğinde televizyonun üzerinde BEKO yazıyor. Nasıl hoşumuza gidiyor, nasıl gururlanıyoruz.

Bir diğer gidişte, uçakta uyurken hostesin anonsuyla uyanıyoruz, Ulan diye bir kelime yakalıyorum. Ortak da yanımda, “Kalk ortak kalk uçağı Ulan Bator’a kaçırdılar galiba” diyorum. Neyse çok geçmeden durumu anlıyoruz. Hostes “Irkutsk tuman”diyor.  Tuman, duman demek. Irkutsk’da havaalanı çok sisliymiş. O nedenle Moğolistan’ın Ulan Ede havaalanına inmişiz. Uçağı boşaltıyorlar. Karnımız acıkıyor. Havaalanında Ruble geçmiyor,  Dolar geçmiyor, yalnızca Mark kabul ediliyor. Bekleme süresi uzayınca Almanlar bize Mark bozuyorlar. Böylece çay kurabiye alabiliyoruz.

Bazen de Moskova’dan Irkutsk’a giderken havaalanında bekleme süresi çok uzayabiliyor. Bir keresinde sekiz saat bekliyorum. Şoförümüzün yanında bulunsun abla diye verdiği bisküviler bitiyor. Terminalde Rusların açtığı tezgahlardan birinden kurabiye alıyorum. Kurabiyeyi alır almaz, uçağa çağrılıyorum. O günden beri bir yerde bekleme sürem uzadığında ya su, ya da yiyecek bir şey alıyorum. Burada yiyecek ekmeğim, içecek suyum var diye düşünerek, yiyip içmeden gidemiyorum.

Uçağın gecikme nedeni de mahkum taşınacakmış. O nedenle beklenmiş. Sibirya hala mahkumların gönderildiği, romanlara konu olan sürgün yeri. İkinci Dünya savaşında Alman esirlerde buraya yollanmış. Bizim yenilenmesinde çalıştığımız rafineriyi de zamanında Alman esirler yapmış.

Ortak ile bir ay o, bir ay ben olmak üzere dönüşümlü olarak gidip geliyoruz. Bazen de birlikte gidip ya o ya da ben kalıyoruz. İlk yıl Moskova’dan Türkiye’ye dönmek çok eziyetli oluyor. ENKA firması yıkılan parlamento binasının yapım işini almış, işi tamamlamak üzereyken THY larının bütün koltuklarını tutmuş. Türkiye’de işler var, dönmem lazım, şoföre “Beni bir havaalanına götür, orada aktarmalı bilet bakayım” diyorum. İnternetin olmadığı yıllar.

Havaalanı’nda ki tüm hava yolu şirketlerini dolanıyorum, bilet yok. Bir ara kulağıma Antalya sözü çalınıyor. Şoför “Yok abla Almati” diyor. “Git bir sor" diyorum. Çağrının yapıldığı uçak charter uçağıymış ve Antalya’ya gidiyormuş. Son üç kişi diyorlarmış. ”Abla yanında yüz dolar var mı diyor?”  “E var ne olacak?” hamal kılıklı bir adama yüz doları ve bavulu veriyorum” Adam parayı ve bavulu alıp gidiyor ve elinde biletle dönüyor. Beni uçağa götürüyor. Uçak iki katlı, içinde asansör bile var. Uçaktaki şortlu adamlar, askılı elbiseli kadınlar Antalya’ya tatile gidiyor, ben Sibirya’dan gelmiş kazaklı, botlu kadın epey dikkat çekiyorum.

Antalya havaalanında dış hatlardan çıkıp iç hatlara gitmem lazım. O zamanlar dış hatlar ile iç hatların arası bayağı bir mesafe.  Elimde bavul Antalya’nın sıcağında yürüye yürüye ölmek üzereyken iç hatlara ulaşıyorum. THY kontuarında ki hanımlar yüzüme hayretle bakıyorlar. “Sibirya’dan geliyorum, İzmir’e gitmek istiyorum” diyorum. “Tamam diyorlar, siz bir tuvalete gidip üstünüzü değiştirin, elinizi yüzünüzü yıkayıp kendinize gelin, biz bileti hallederiz diyorlar” THY’larındaki canım hanımlar beni ekonomi parasıyla Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan İzmir’e business bölümünde uçuruyorlar.

Birazda o zamanki Sibirya’da ki hayattan bahsetmek istiyorum. Daha önceden de söylediğim gibi Prestroyka’nın ilk yılları. Magasin denilen marketlerde hiç bir şey yok. Boş raflarda bizim Türk firmaları göze çarpıyor. Bir rafta, Dalan sabunları, altında birkaç Ülker bisküvisi, süt, yumurta ve de Efes Bira. Şehirde bira tankerlerle satılıyor. Tankerlerden satış, ahalinin getirdiği naylon torba, ya da plastik kaplara doldurularak yapılıyor. Şişede satılan Efes Bira büyük lüks. Bir keresinde hafta sonu eğlencesi için, -oranın tabiri ile banket- magasinden iki kasa bira almak istiyorum, kasadaki hanım, içerden yetkiliyi çağırıyor, verdiğimiz ruble sıkı sıkı kontrol ediliyor ve hanımın tezgahın üzerinden alıp kaçmayalım diye sıkı sıkı sarıldığı kasalar bize zorlukla bırakılıyor.

Sibirya günleri, kış gelmeden işleri bitirmek için, uzun çalışma saatleri ile çok stresli  geçiyor. Rus personel ve yetkililer ile iletişim, Türkçe, İngilizce, Rusça ve geriye dönüşü Rusça, İngilizce, Türkçe olarak gerçekleşiyor. İlerleyen günlerde “Dil dile değince dil öğrenilir” sözünü doğrularcasına kız arkadaş edinen işçiler Rusçayı derdini anlatacak düzeyde öğreniyorlar. Böylece Ruslar ile direk anlaşmaya başlıyorlar. Benim ve tercümanın işi kolaylaşıyor.

Ertesi yıl tekrar işe başladığımızda ekip Sibirya’ya alışmış, az çok Rusça öğrenmiş vaziyette. İşçilerin çoğu sosyalleşmiş, birer kız arkadaş edinmiş, işçi koğuşu yerine, kız arkadaşlarının evinde kalmaya başlamışlar. Bu arada nahoş hadiselerde olmuyor değil.

İşçiler kendi çaplarında ticarete bile girişmişler. Türkiye’den getirdikleri çul çaputları pazarda kız arkadaşlarına sattırıyorlar, kazandıkları üç beş kuruşu paylaşıyorlar. Deri ceket getirenler, ticarette üst seviye sayılıyor. Satışı da Azeriler vasıtası ile yapıyorlar.

Günlerden bir gün deri ceket satışında anlaşmazlık çıkıyor, içki sofrasında birbirlerine giriyorlar. Bizim işçinin kafasını merdiven basamağına vura vura kafasını dağıtıyorlar. Gerekçe de hazır, kız arkadaşıma sarktı. Cenazenin Türkiye’ye gönderilmesi, karakol ifadeleri şantiyeyi epey meşgul ediyor.

İlk geldiğimizde  şehrin Emniyet müdürü bize konuşma yapmıştı. “Bir Rus size vurursa sakın karşılık vermeyin, yere yatıp ölü taklidi yapın, kımıldarsanız, kımıldamaz hale gelene kadar size vururlar” demişti. 

Bir başka gün kafa göz dağılmış vaziyette bir başka işçi  şantiyeye geliyor. Ne oldu diye sorduğumda “Abla bu komünist karıların alayı o…., şapkayı gören girmez derlerdi doğruymuş” diyor. Hele anlat dediğimde anlatmaya başlıyor. Efendim kız arkadaşı ile güzel güzel anlaşırken, aynı anda bir başka hanıma yeşillenmiş bizimki. Rus hanımlarda biriyle birlikteyken, bir başkası ile birlikte olmazlar, ama sizin bir yamuğunuzu gördüklerinde bitirir, kendilerini özgür sayarlar, yeni ilişkilere yelken açarlar. Yok öyle sen ona buna hoplayıp zıplayacaksın, kadın senin yoluna gözleyip sadakat gösterecek. Oğlum bu ülkede devrim olmuş, kadın erkek eşitliği sağlanmış, eğitimde ileri düzeydeler, sen kim oluyorsun da aynı anda iki dalda tünemeye kalkıyorsun.

Neyse bizimki kadının evine gidiyor, kadın “Ben seni istemiyorum” diyor. Bizimki birkaç gün kadının aleyhinde atıp tutuyor, sonra da kadına olan özlemi ağır basınca kadının kapısına dayanıyor. Kadın da bu arada yeni bir erkek arkadaş edinmiş. Bizimki kapıya dayanınca yeni arkadaş bizimkini bir dövüyor, kafa göz dağılması ondanmış. “Oh olsun” diyorum. Çalışamadığı günlerin parasını kesiyorum. Hatta yemek, yatak parasını da kesiyorum. Gıkını çıkaramıyor. İlk postada da memlekete gönderiyorum.

Bu arada hanımlardan biri beni evine davet ediyor. Bizim mühendislerden birinin kız arkadaşıymış. Tercümanı alıp gidiyorum. Hanımın birkaç kız arkadaşı da gelmiş, uzun bir sofra kurmuşlar, varlarını yoklarını ortaya koymuşlar. Bir tabakta iki adet turşu, bir başkasında üç adet lahana. Ev dökülüyor, evler devletin olduğu için kira ödemiyorlarmış, Sovyetler dağıldıktan sonra da evlerin bakımını yapan olmamış, içinde oturanlarda saldım çayıra mevlam kayıra vaziyetindeler. Yokluk  her yerde kendini belli ediyor. Yemeğin ilerleyen saatlerinde votka şişeleri devrildikçe hanımlar efkarlanarak Rusbesk  şarkılar söylemeye başlıyorlar.

Tercümana bir şeyler söylüyorlar. Tercüman çeviriyor. “Madam, biz kadın olsun erkek olsun birisiyle birlikteyken bir başkası ile olmayı ahlaksızlık sayarız. Oysa sizin erkekleriniz burada bizimle birlikte oluyorlar. Sonra memlekete gidip karılarıyla birlikte oluyorlar, bu nasıl oluyor? Eşleri yokken hanımlarda Türkiye’de başkası ile mi birlikte oluyor?” diye soruyorlar. “Hanımlar bizim erkeklerimiz or…u, ama hanımların bir şey yaptığını sanmıyorum” diyorum. Bizde feodal düzen devam ediyor. Devrimi yapamadık bacılar.

İşçiler ile akşam saatlerinde sohbet ediyoruz. “Bakın diyorum, bir zamanlar İzmir’de Nato’da  görevli Amerikalı askerleri pek revaçtaydı. Evlenenler olduğu gibi, kızlarımızdan biri de –adını hala hatırlarım Mesude- öldürülmüştü. Biz şu anda Sibirya’da Amerikalı askerler gibiyiz. Dolar kazanıyorsunuz, buradaki yoksulluk içinde insanlara av olmayın” diyorum. İşçilerden biri “Abla burada yoksulluk yok, devlet bunlara her şeyi vermiş, evleri var, sıcak suları var, kaloriferleri var. Herkes yüksek okul ya da üniversite mezunu. Benim köyümde daha elektrik bile yok, bunlar hırgızlık etmiş, çalışmamışlar” diyor.

Haklı olduğu yer çok, insanların eğitim seviyesi gerçekten çok iyi. Her fırsatta bol bol kitap okuyorlar. Tramvayda, ayakta seyahat ederlerken, şoförlüğümü yapan çocuk, beni bir yere bıraktığında beklerken, hep ellerinde kitap var. Şehir kütüphanesini merak ediyorum neler var diye. Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’i görünce gözlerim yaşarıyor. Rusçayı değilse bile Kiril alfabesini söktüğüm için kitap sırtlarını okuyabiliyorum. Tolstoy’un “Diriliş” adlı kitabını bile buluyorum. Burada adı “Yeniden Doğuş”.   

Moskova’dan, denetlemeye birinin geleceği söyleniyor. Bizim elektrik mühendisi ağabey, Dağıstanlı, çokta güzel Türkçe konuşuyor. Kendisi parti üyesiymiş. Gelecek kişinin de parti üyesi olduğunu söylüyor. Dağıstanlı ağabey, benle yaptığı tartışmalar sonucunda, benim parti manifestosunu kendinden iyi bildiğimi söylüyor. Akşam büyük odalardan birinde toplanılmış, beni de çağırıyorlar.

Moskova’dan gelen partili ile tanıştırıyorlar. İçkinin de verdiği samimiyet ile parti öz eleştirisi yapılıyor. Dağıstanlı ağabey, “Ülkeyi dışarıya bu kadar sıkı kapatmayacaktık, bir naylon çorap bile arzu nesnesi oldu” diyor. Moskova’dan gelen üye, asıl hatanın silah ve uzay yarışına bu kadar çok para harcanmayacaktı, asıl yoksulluğun nedeni bu diyor.” Bense, ”Adına Proleterya Diktatörlüğü dediniz, her ne nam  altında olursa olsun, diktatörlük, zora dayanır. Zor da dağılmanın ebesidir” diyorum.  Bu lafı Stalin zamanında söylesem, kurşuna dizerlerdi, neyse ki Prestroyka var.

Şantiye da akşamları kağıt oynuyor, fıkra anlatıyor, işin baskısında kurtulmaya çalışıyoruz. Beni de kız birader saydıklarından yakası açılmadık fıkralarda anlatılabiliyor. Ben de Rusya’ya gidiyorum dediğimde bir arkadaşımın anlattığı fıkrayı anlatıyorum.

Fıkra bu ya, Moskova’da iş görüşmesine gelen bir vatandaşımız, otelde kayıt yaptırırken resepsiyondaki görevli, otelin başka hizmetlerinden yararlanmak isteyip istemediğini soruyor. Yani odasına kadın gönderebileceğini söylüyor. Bizim ki teklife atlıyor ve kendince güzel bir gece geçiriyor. Sabahta otelden ayrılırken kendisine bin dolar ödeme yapılıyor. Bizimkinin ağzı kulaklarında, geceyi birlikte geçirdiği hanımın çok memnun kalıp parayı ödediğini düşünüyor. Bu iş bu kadarla kalmıyor, ülkeye döndüğünde arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatıyor. Gel zaman git zaman, olayı anlattığı arkadaşlarından birinin yolu da Moskova’ya düşüyor. O da aynı otele gelip kayıt yaptırıyor. Aynı hizmet ona da sunuluyor. Sabahleyin hesap kesmeye gittiğinde kendisine 100 dolar ödeniyor. Bizimki hemen itiraz ediyor. “Neden bin yerine yüz ödeniyor? Kimi Kandırıyorsunuz? Arkadaşıma ödediğiniz rakamı biliyorum, benim eksiğim ne?” diye kafa tutuyor.

Resepsiyondaki görevli kayıtlara bakıyor. “Haklısınız” diyor. “Arkadaşınıza bin dolar ödedik, arkadaşınızın eylemini tüm Moskova’ya yayınladık, sizinkini ise kapalı devre sadece otel içinde yayınladık” diyor. Herkes gülüp geçerken, taşeron arkadaşlardan biri hiç gülmüyor, “Öyle bir şey mümkün mü abla?” diyor. “Tabi mümkün, sen KGB’yi ne zannediyorsun,  her şey onların kontrolünde” diyorum.” Kimin ne yaptığını bildikleri gibi ne yapacağını bile biliyorlar” diyorum. “Rusya’ya girerken hepinizden AIDS testi istendi. Bir tek benden ve diğer mühendis hanım kızdan istenmedi. KGB bizim bir halt yemeyeceğimizi biliyor. Sizin ne olduğunuzu KGB bile biliyor” diyorum. Düşünceli bir şekilde odasına gidiyor.

Çocuklar, “Abla amma işlettin adamı, biz bile inanacaktık “ diyorlar. Bu arada arkadaşlardan biri, odadan ayrılan taşeron arkadaşın kaldığı odada kız arkadaşı ile gecelediğini ağzından kaçırıyor.

Ertesi gün akşam şantiyeden döndüğümüzde kapıya bir ilan asıldığını görüyoruz. İlanı tercüme ediyorlar. “Lütfen odalardaki yangın alarm dedektörünü sökmeyin” Bizim taşeron arkadaş, odada kayıt cihazı aramış, olsa olsa budur diyerek yangın alarmını sökmüş.

Sibirya’da çok hoş anılarda birikiyor. Mühendis ağabeylerden biri, “Sibirya’ya alışıp alışamadığımı soruyor. “Alıştım, alıştım ama, sabahları Dobra Utra  diye uyandırılmak hiç hoşuma gitmiyor” diyorum. Sabah sabah dünyanın bir ucunda oluşum, eşimden oğlumdan ayrı kalışım kafama kakılıyor gibi geliyor. Ertesi sabah telefon çaldığında ahizeyi kaldırıyorum.  “Gunaydın” diye bir ses çınlıyor kulağımda. Günaydın yerine, gunaydın da dense, bu incelik çok hoşuma gidiyor. “Spasiva” deyip kapatıyorum.

Sabahları, misafirhaneden şantiyeye Rus personelle beraber aynı servise binerek gidiyoruz. Sabah sabah radyoda çalan Rusça şarkılar dinleyerek, camdan Sovyet tipi binaları ve taygaları seyrederek giderken, mühendis arkadaşlardan biri bana dönüp   “ Abla Allah var ve bizle dalga geçiyor” diyor.” Neden?”diye soruyorum. “Abla on sene önce bize Rusya ‘da hem de Sibirya’da çalışacaksın, Ruslarla aynı otobüste işe gideceksin deseler, hadi oradan derdik” diyor. Ben de “O da bir şey mi?” diyorum. Bizim kaldığımız misafirhanenin yenileme inşaatını yapan ve de yapmaya devam edenler Çinliler. “On sen önce Çinliler Rusya’ya çalışmaya gidecek dense, üniversitede millet birbirine kafa göz dalardı” diyorum. Dünya hızla değişiyor, bildiğimiz ne varsa hızla eskiyor.

Mühendislerin kaldığı odalarda televizyon var. Akşamları Amerikan filmleri oynatıyorlar. Film İngilizce ama arkadan tek düze bir ses simultane olarak Rusçaya çeviriyor. Dublaj, alt yazı hak getire. Daha önce seyretmiş olduğum bir film olursa seyredebiliyorum, yoksa tek eğlencem kitap okumak. Kaldığım üç yıl boyunca bir türlü Türk televizyonlarını seyredecek anten sistemi kurulamıyor. Oysa Moskova’da ki şantiyelerde herkes rahat rahat Türk kanallarını seyredebiliyor.

Şantiyede futbol meraklıları var. Arada bir kendi aramızda maç yapıyoruz. Üniversitede basketin yanı sıra futbol oynamışlığım var. Takımda bende kendime yer buluyorum. Bizim antrenör Angarsk şehir takımı ile dostluk maçı bağlamış. Ruslarla maç yapacağımız için çok heyecanlıyız. İşten sonra ciddi ciddi antrenman yapıyoruz.

Maç günü şehir stadına gidiyoruz. Rusya’nın bir ucunda bizim büyük şehirlerde görebileceğimiz bir stat. Sahaya çıkıyoruz, karşı takımı görünce ben değil yedek kulübesinde oturmak, tribüne çıkıp oturuyorum. Adamlar hem en hem de boy olarak gelişkinler. Bizim takım yanlarında, kedinin yanındaki fare gibi kalıyor.

Tribünde bizim kontroller hatta Kombinat’ın başı olan büyük patronda var. Maç oynanırken votka şişeleri ortaya çıkıyor. Bildiğimiz su bardağı dolusu votka elden ele bana geliyor. Patron yollamış, içmemek çok büyük saygısızlıkmış. Bir bardak votkayı içiyorum ama, boğazım, midem nasıl yanıyor. Köpek içse ölür. Halk arasında adı zaten “Köpek Öldüren” miş. Bugün ölmezsem bir daha ölmem. Statdyum gözümün önünde yan dönüyor. Ayağa kalkıyorum. Yanımdaki mühendis arkadaş “Ne oldu diyor?” “Stadı düzeltmeye çalışıyorum” diyorum. Maç devam ediyor. İlk yarı 6-0 bitiyor. Angarsklılar bile bizim takımı tutmaya başlıyor. Allahtan karşı takım oyunu gevşetiyor, yoksa 20-0 olacağız.

İkinci yarı bir gol atmamıza izin veriyorlar. Adı üzerinde dostluk maçı. Maç 8-1 bitiyor. Forma bile değişiyorlar. Karşı takımın formalarının içine bizimkilerden üç kişi sığar. Adamlar o cüsse ile nasıl koşuyorlar, nasıl güzel oynuyorlar, görmek lazım.

Ben ise midemin ve baş dönmesinin derdindeyim. Çoluğa çocuğa rezil olmadan odama gideyim başka bir şey istemiyorum. Otobüse nasıl bindim, odaya nasıl vardım bir de bana sorun. Bir de hava soğuk üşümüşüm. Odaya gidince hayatımın hatasını yapıyorum. Sıcak duşa giriyorum. Duştan çıkıp, giyinmem ve kendimi yatağın üzerine atmamla film kopuyor. Sabah uyandığımda oda soğumuş, ben üstüm açık yatmışım ve kaskatı olmuşum. Sürünerek banyoya gidiyorum. Saç kurutma makinası ile boynumu, kollarımı açıyorum. O günden sonra sırtıma musallat olan ağrı, hayat boyu başıma bela oluyor.

Şantiyede yemekler bizim damak tadımıza uygun çıkıyor. Rus personelde bizle beraber yiyor. Önceleri, mühendislerin oturduğu iki masaya beyaz örtü örtülüyor. Sonra bizim işçiler burada mühendis işçi ayırımı yok, ya sizde bizim gibi örtüsüz masada yiyin, ya da bizim masalara da örtü örtün diye söylenince örtüler kaldırılıyor. Benim için hava hoş, ben zaten işçilerle yiyorum.

Sibirya mahrumiyet bölgesi. Un, bulgur, mercimek, pirinç, kahvaltılık malzeme Trek Turizmden kiralanan kargo uçakları ile Türkiye’den geliyor. Yerel halk lahana ve patates ile besleniyor. Kapuska ve kartoşka ikilisi. Süt bedavaya yakın, çocuklar için ise ücretsiz veriliyormuş. Yumurtada çok ucuz. Lüks sayılan tek şey dondurma, o biraz pahalı.

Et tedariki için bir çiftlik ile anlaşma yapılıyor. Her gün şantiyeden iki kişi dana kesmeye gidiyor. Sıra alüminyum ekibine gelince, onlar kesime gitmeyi reddediyor. Şehirli çocuklar, ne anlar dana kesmekten. Bu böyle olmaz deyip Türkiye’den kasap isteniyor.

Burada hırsızlık çok yaygın. Ortada en ufak bir şey bırakmaya gelmiyor. Anında yok oluyor. Bu çalıp çırpma işine de “Ali Baba” diyorlar. Demir kapılar için hırdavatçılar çarşısından özene bezene aldığım kapı kollarından ikisi takıldığı gün çalındı. Güzelim kapı kollarını doğramaya kaynaklamaya başlıyoruz, yoksa başa çıkamayacağız.

Çelik için kullandığımız boyalar iki bileşenli. İki bileşen karıştırıldıktan sonra dört saat içinde kullanılması gerekiyor. Bizim arkadaşlardan biri boyayı hazırlayıp tuvalete gidiyor, döndüğünde bakıyor ki boya kovası yok. “Oh iyi oldu abla. Akşam eve götürdüğünde donmuş boya hiçbir işine yaramayacak, bir daha yapmazlar” diyor.

Evlerin önündeki galvaniz saçtan yapılmış kulübeler görüyorum. Depo sandığım kulübeler meğer, arabalar içinmiş. Arabaları bile kaşla göz arasında götürüyorlar. Kısa duraklamalarda bile direksiyon kilidi takılıyor.

Rusya’da kaçınılmaz olarak bizimkiler ile Sibiryalı hanımlar arasında  kadın erkek ilişkileri gelişiyor. Önceleri bu kız arkadaş işine çok karşı çıkıyordum. Dünyanın bir ucuna üç kuruşun peşinde çalışmaya gelmişler, çoluğun çocuğun rızkını burada döküp saçıyorlar diye çok kızıyordum. Zaman içinde gördüm ki hem iş verimleri artıyor, hem de eğitiliyorlar. Ceket tutmayı, eve giderken çiçek almayı, mutfağa girip salata yapmayı, hatta sevmeyi belki de sevişmeyi öğreniyorlar. Bu da işin doğasında var, en azından memlekete döndüklerinde karılarını dövmezler, bu durumun karılarına bile faydası olur deyip normal karşılamaya başlıyorum.

Uçakta dönerken bizim vinç operatörlerinden biri uçakta ağlamaya başlıyor. Adamı görsen 0,1 ton ağırlığında bir babayiğit, çocuk gibi ağlıyor. Kendisini pazarda kendisi gibi 0,1 ton ağırlığında bir hanım ile görmüştüm. Hanım da vinç operatörüymüş. Burada kadınlar sıva yapıyor, vinç kullanıyor, tramvayı sürüyor, eline koca demiri alıp tramvay hattını değiştiriyor, marangoz atölyesinde  çalışıyorlar. Hepsi de tertemiz giyimli ve dudaklarında da ruj eksik değil. İş hayatında kadın erkek ayrımı yok.

Rusya’yı ayakta tutan kadınlar. Erkekler ne mi yapıyor? İçiyorlar, sabah akşam içiyorlar. Gelelim bizim ağlayan arkadaşa. Neyse adamcağıza bir şey oldu zannediyoruz. “N’oldu abi?” diye sorunca ağzından “Ben şimdi kime ya tebya lyublyu diyeceğim” sözleri dökülüyor. Türkçe de   seni seviyorum diyemiyen diller Rusça da bülbül kesiliyorlar. Bize bile söylerken, seni seviyorum diyemiyor.

Kombinatta verilen yemeklere  bizimkiler kız arkadaşlarını getirmeye başlıyorlar. Bizimkiler kız arkadaşlarıyla dans bile ediyorlar. Kaynak ustası vals yapıyor, forklift operatörü vallahi rock on roll yapıyor. Ne demişler “Eğitim şart”.

Gece ilerledikçe su gibi içilen içkiler kendini gösteriyor. Ruslar dışarda ayazda merdivenlere yatıyor, tuvalet önlerinde sızıyorlar. Tuvalete giderken üstlerinden atlıyoruz. Benim midem votkayı kaldırmıyor. Bir bardak votka önümde durup duruyor. Gecenin sonunda minibüslere biniyoruz. Şoföre kaset veriyorlar. Karışık kaset. Burada en çok Erkin Koray kasetleri seviliyor. Tarkan’ın şarkıları ise gece kulüplerinde söyleniyor.

Minibüs Angara nehri kıyısında ilerlerken nehrin donduğunu görüyoruz. Angara nehri, Baykal gölünü besleyen ana nehirlerden biri. Minibüsü durdurup arabadan inip göle koşuyoruz. Arabadan Fatih Kısaparmak’ın söylediği Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Karadut” şarkısı geliyor.” Karadutum, çatal karam çingenem vay” diye bizde şarkıya eşlik ediyoruz. Donmuş nehirde kayıyoruz. Bu arada patenle kayan Ruslar yanımıza geliyorlar. İçlerinden bir tanesi beni iki kolumdan tutup buz üzerinde kaydırıyor. Bir Sibirya gecesinde ben ayağımda botlar ile buzda dans ediyorum.  

Arada bir hoş olmayan durumlar olmuyor değil. Memlekete dönerken, kız arkadaş ile çekilen resimleri bavuluna koyma hatasına düşenler oluyor. Türkiye’de erkek eve dönünce bavulunu ya karısı açıyor, ya da annesi. Anneler hadi neyse de karısı açtığında resmi bulan benim büroda soluğu alıyor.

Kadınların en çok üzüldüğü şeyler, evde kaybettiği sandığı yüzüğünü resimde Rus hanımın parmağında görmek, kaybolan deri ceketini Rus hanımın sırtında görmek. İlk şok ile hepsi boşanmak istiyor. “Abla sen olsan ne yapardın?” diyorlar.

“Ben böyle bir durumda ne yaparımın cevabını yıllar önce Türkiye’nin en zor üniversitesini bitirip ekmeğimi kazanarak vermişim. Bir daha adamın yüzüne bakmamak kaydıyla işi bitiririm” diyorum. “Sizin de yapacağınız işler vardır. Çalışan yüzlerce kadın evde yemek yapacak, çocuklarına bakacak yardımcı arıyor, sizde bir işin ucundan tutar, bir yandan çalışır, diğer yandan nafaka alır,  çocuklarınıza bakarsınız” diyorum. Hiçbir kadın buna cesaret edemiyor, evde oturmak, ihaneti sineye çekmek kolaylarına geliyor. “O zaman susun diyorum, sonsuza kadar susun ve de benim başıma gelip sızlanmayın.

Bir arkadaşımızı kız arkadaşı ile birlikteyken kalp krizinden kaybediyoruz. Herkesin morali çok bozuluyor. Ölüm olunca insan önce kendini düşünüyor. Şantiyedekiler arkadaşımız için üzülseler de yüzlerinden anlıyorum ki aynı şey başımıza gelirsenin endişesi var. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. “Kardeşler boş verin, hepinize Allah böyle ölüm nasip etsin, arkadaşımız mutlu öldü diye teselli bulun “ diyorum. Akıllarından geçen dillenince kendilerine geliyorlar. Yapılacak çok iş var. Arkadaşımızın eşyaları toplanacak, cenaze ile birlikte Türkiye’ye gönderilecek.” Dikkat edin” diyorum. “Bavulda resim falan olmasın” Bavula dantel çamaşırını koyan kız arkadaş bile gördük. “Kadın kadının kurdudur” demişler. 

 Rusya’da kadın erkek eşitliği sağlanırken, sınıfsız toplum içinde uğraş verilmiş. Bu nedenle mühendis ile işçi bir tutuluyor. Rus kızları da bu nedenle, bu mühendis, bu işçi diye ayrım yapmadan gönlünün istediği ile birlikte oluyor. Bu arada evliliklerde oluyor. Mühendisi seçen şanslı, Türkiye’de alıştığı konforu bulabiliyor. Kaloriferi sıcak suyu olan evde oturabiliyor, istediği gibi giyinebiliyor. Gerçi giyimden pek anladıkları söylenemez. Kırmızı kazağın altına mor etek, ördek yeşili kazağın altına fuşya pantolon giyebiliyorlar. Hele bantlı pabuçları çorapla giymeleri yok mu anlamak mümkün değil.

İşçi ile evlenen kız ise, Bitlis’in bir köyüne gelin gidebiliyor. Çeşmeden eve su taşımaya, ocakta odun yakmaya birkaç ay dayandıktan sonra ne yazık ki geriye dönüyor. Aşk aşk da, aşk da bir yere kadar.

Kursk şantiyesinde bir problem olmuş. Ortak ile beraber durum tespiti için gitmemiz isteniyor. Moskova’dan Kursk’a tren ile gidiyoruz. Rusya’da ray araları 1,520 mt, Oysa bizim ülkemizde 1,435 mt olan standart ölçü kullanılıyor. O nedenle arada ki 10 cm, vagonlarda bir metreye yakın genişlik sağlayabiliyor. Bütün gece yol gidiyoruz. İki kanepe ortasındaki masada  çay takımı var. Gümüş taklidi zarflar içinde porselen çay takımı. Havlu ve peçete için ayrıca cüzi bir miktar bedel ödeniyor. Parayı ödediğimiz hanıma üstü kalsın diyoruz. Bir telaş paranın üstünü verip yanımızda kaçarcasına ayrılıyor. Bahşiş bile almaya çekiniyorlar. Peçeteler ve havlular kanaviçe ile işlenmiş.

Kursk’ta ki şantiyede akşam düğünümüz var deniyor. Bizim güney-doğu illerinden bir delikanlı postanedeki hanım kızın gönlünü çalmış. Gelin kızımız beş aylık hamile. Düğünde kızımız çok rahat, arkadaşları ile gülüp oynuyor. Bizim kara yağız delikanlı sanki kendi hamile kalmış gibi mahcup, başı önünde, durmadan terini siliyor. Sonradan öğreniyorum ki hanım kızı aile kabul etmemiş, doğan çocuk oğlan olduğu için çocuğu alı koyup kızı göndermek istemişler.  Bayağı diplomatik kriz çıkmış, sonunda kızımız çocuğu alıp ülkesine dönmüş.

Sovyet rejimi, herkes için tek çizgi çekmiş. Asgari konforu sağlamaya çalışmış. İşçisi de memuru da, teknik personeli de aynı şartlarda yaşıyor. Okul, hastane, barınma ücretsiz. Yazları on beş gün daça denilen yazlıkta kalma hakları var.

Aslında kültür olarak benziyoruz. Irkutsk’da ki Etnografya Müzesi’ni gezdiğimde bunu daha iyi anlıyorum. Ucu dantelli perdeler, kanaviçe yastıklar, örgü kazaklar. Sanki bir Anadolu kasabasındaymışsınız hissi veriyor.  

Şantiyenin sabah 8:00 akşam 8:00 temposunda çalışırken, çalışanlara nefes aldırmak için on beş günde bir verilen Pazar tatilinde aktiviteler düzenleniyor.

Birinde Baykal gölünde tekne gezisi yapıyoruz. Tekneden indikten sonra, kamyonla şantiyeden taşınan masa, sandalyelere oturuyoruz, mangalda pişen etleri afiyetle yiyoruz. O arada karşı dağda beyaz upuzun üç adet  nesne ilerliyor. Dikkatle bakınca bunların roket olduğunu görüyoruz. Ruslar bunların nükleer başlıklı füzeler olduğunu ve dağların içindeki hangarlarda muhafaza edildiğini söylüyor.     "Bunlar böyle arada bir gezmeye mi çıkıyorlar?” diye soruyorum. Gülüyorlar. Muhtemelen Kazakistan’da yeni üretilenlerden olduğunu söylüyorlar. Ne yani dünyanın korkulu rüyası bu füzeler üç bin kilometreden fazla yolu böyle, güpegündüz milletin gözü önünde tıngır mıngır mı taşıyorlar? Biz bu felakete bu kadar mı yakınız? Hele röntgen ile kaynak ölçümü yapan ekip havada çok fazla radyasyon var deyip duruyordu. Kanser olmasak bari.

Gelelim bizim kalfa ile olan hikayelerimize. Bir gün şantiyede mühendisler odasında otururken, makine mühendisi ağabeyimiz kapıyı aralayarak “Çocuklar, 1 angström ne kadar eder? diye soruyor. Sene 1994 internet yok, herkes birbirine soruyor, hatırlayan yok. Birkaç dakika sonra angströmü soran ağabey geri geliyor. Çocuklar 1 Angström çok küçük bir birimmiş, bir milyon angström anca 0,1 mm ediyor diyor.

Dışarı çıktığımda kalfaya denk geliyorum. “Gel gel hele” diyorum “Buyur abla diye” koşturuyor. “Bak ben mühendis odasına gidiyorum, birazdan arkamdan gel, rastgele birini sor. Ben sana kalfa 1 angström ne eder diye soracağım, sende bir milyon angström 0,1 mm eder diyeceksin” diyorum. Ne diyeceğini bir güzel ezberletip odaya geri dönüyorum.

Çok geçmeden kalfa geliyor, mühendislerden birini soruyor, ben de kalfaya soruyu soruyorum. Bizim artist elindeki telsizin anteniyle kafasını kaşıyor, biraz düşünüyor, “Abla 1 angström bir bok etmez, ama bir milyon angström 0,1 mm eder” deyip gidiyor.

Bizim mühendislerin hepsi şoka giriyor. Kimi okulda bir yığın lüzumsuz bilgi öğretiliyor, işe yarayanlar öğretilmiyor, bak adama şak diye cevabını verdi diyor. Kimisi de kalfanın beyin byteları boş, ne duysa hafızaya kaydediyor diyorlar. Dışarı çıktığımda kalfa milletin ne dediğini merak etmiş bekliyor. İçerdeki konuşmaları anlatıyorum. “ Sen öyle degerli bir ablasan ki, beni mühendislerin yanında onere etmişsindir” diyor. Kalfanın bana olan sempatisi bir kat daha artıyor.

Açık havada boya işleri yaparken, korkunç bir yağmur başlıyor. Bir gün, iki gün, üç gün hiç durmadan yağıyor. Bu yağmur ne zaman diner diye Ruslara soruyoruz. Allah bilirmiş, yağmur durunca da kar başlarmış. Canım çok sıkılıyor. İşler öylece ortada kalacak. Odada sıkıntı içinde otururken kalfa geliyor. “Neyin var abla ?” diyor. “Görmüyor musun yağmuru, canımıza okuyor” diyorum. “Senin itikadın yoktur abla ama bizim oralarda delikli demir okunarak yağmur kesilir” diyor. Kalfa güneydoğu illerinden birinden, şıh olduğunu söyler ama ben onun şıhlığına pek takılmam, o da benim seküler olmama takılmaz, birbirimizi idare edip gidiyoruz bir şekilde.

“Yemişim itikadını kalfa, hele söyle şu delikli demir işini” diyorum. Tarifi veriyor. Ben demiri hazırlatıyorum, dua kısmı sana ait deyip atölyenin olduğu kısma gidiyorum. Yağmurdan çalışma olmadığı için atölyede kimseler yok, sadece bizim Bişar, ortalığı topluyor. “Bişar, bana bir lama bul” diyorum. Lamadan bol ne var ki, hemen bulup veriyor. “Makineyi çalıştır delik deleceğiz” diyorum. “Yağmur mu keseceksin abla?” diyor. Bak sen Bişar’da biliyor yağmur kesmesini. “He ya yağmur keseceğim” diyorum. “Kaç delik deleyim abla?” diyor. Çocukken söylediğimiz bir bilmece geliyor aklıma. “Yedi delikli tokmak bunu bilemeyen ahmak?” “Yedi delik del diyorum” Delikler deliniyor. Bu arada kalfa geliyor. Şaloma ile ısıttığımız lamayı yerdeki su birikintisine “kes yağmur, kes yağmur, kes yağmur” diyerek batırıyoruz. Bu işlemi üç kere daha yapıyoruz. Sonra da kalfa demiri eline alıp, içinden bir dua okuyor. Duanın sonunda demiri yere bırakıyor veeee mucize oluyor, yağmur duruyor. Bir hafta yağmur yağmıyor. Biz boya işlerini bitiriyoruz. Kar yağmaya başlıyor. Başta Ruslar olmak üzere herkes şaşkın, ben herkesten daha şaşkınım, tek şaşırmayan kalfa ile Bişar.

Millet bizle dalga geçiyor.” KGB peşinizde, Rusya’nın ekolojik dengesini bozdunuz” diyorlar. O yıl Sibirya maceramız böylece sona eriyor.

Döndükten bir süre sonra kalfa İzmir’de ki büroya ziyaretime geliyor. Bir iki hoş beş ediyoruz. Ben bir yandan bir yere teklif hazırlıyor, bir yandan da kalfaya  kısa kısa cevaplar veriyorum.  “Abla bak hele beni bir dinleyesen” diyor. “Sen o işi alırsan merak etme, beni bir dinleyesen diyor”. Elimdeki işi bırakıyor, karşısına geçiyorum.

“Abla ben buralara sığamıyorum” diyor. Tanya yengemizi çok özlemiş, onsuz duramıyormuş. “Saçmalama” diyorum. “Yaşandı bitti, b….u çıkarmanın alemi yok, çoluğun var, çocuğun var” diyorum. “Abla ben şerefsiz evladı değilim, çoluğumu çocuğumu senden fazla düşünüyorum, evi onlara bırakacağım, emekli maaşımı da oğluma vekalet vereceğim onlara bırakacağım. Tanya kanıma buyruk” diyor. Vay kalfa, “”Kanına buyruk” ha. 

Tanya yengemiz, bizim iş yaptığımız rafinerinin, yani koca kombinatın mekanik işler daire başkanı, makine mühendisi, çok hoş bir hanım. Kalfa beni eve davet ettiğinde tanışmıştım. Eve giderken kalfa, yengen sever diye karanfil almış, eve gittiğimizde de mutfağa girmiş salata yapmıştı.

Tanya yenge beni çok sevmiş, oğlunun kilisede yapılan düğününe davet ediyor. Pazar günü kiliseye gidiyorum. Bizim kalfa bıyıklarını kesmiş, lacivert takım elbise giymiş, kayınpeder kadrosundan misafirleri karşılıyor. “Abla orası da Allah’ın evidir” diyor. Meryem ananın bizim dinde ki kutsallığından söz ediyor. “Bana anlatma kalfacım, Meryem Suresi’ni bende biliyorum. Kim neye inanırsa benim kabulüm, yeter ki  kimse beni zorlamasın” diyorum. Tanya yenge ramazanda  oruç tutuyor. Bunu da  kalfa ile birlikte aynı şeyi hissetmek için yaptığını, onunla birlikte sahura kalkmaktan hoşnut olduğunu söylüyor. Ey aşk sen nelere kadirsin.

Kalfa gitmeyi kafaya koymuş, baharı beklemeye niyeti yok. Ben gene de kalfaya “Bak gitmemize şunun şurasında birkaç ay kaldı, yapma etme” nutukları çekiyorum. “Ne var bu kadar vazgeçilmez olan?” diyorum.

“Bak abla sana bir şey anlatayım” diyor. Kalfa Tanya yengemiz ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra, bir gün banyoya giriyor ki, yengemiz leğenin içinde çamaşır yıkıyor. Bizimki “Bu ne hal ? “ diyor. Kadında  “Sana söyleyemedim, çamaşır makinası bozuldu, epeydir elde yıkıyorum” diyor.

“Abla bir zoruma gitti” diyor. “Neresinden baksan ben bir işçi parçasıyım, koskoca bir kombinatın müdürü, mühendis kadın benim kirli çoraplarımı yıkıyor” diyor. Kalfa hemen makinayı tamire götürüyor, makine çoktan ölmüş, motoru yapılacak gibi değil. “Sordum buraların en iyi markası nedir?” diyor. Ariston demişler. Şantiyeden kamyoneti, yanına da parayı alıp, Irkutsk’a gidiyor. Makinayı yüklenip eve getirip, çalışır vaziyete getiriyor.

Akşam olunca yengemiz eve geliyor, kalfa hiç ses etmiyor. Kadın, banyoya girip makinayı görünce bu ne diyor? “Dedim ona ki, bu benim sana hadayamdır (hediye demek istiyor)” diyor. Kadın “Bu kadar büyük hediye olmaz” diyor. Bizimki de “Sen beni evine almışan, koynuna almışan, biz bir olmuşaz, bu sana çok değildir” diyor. Kadın fiyatını soruyor. Kalfa söylemek istemiyor, yemin billah fiyatı söyletiyor.

Ertesi günü kadıncağız eve geldiğinde çantasından bir zarf çıkarıyor, paranın yarısını veriyor. “Ben kocamda olsan bu kadar büyük bir hediyeyi kabul edemem bari yarısını ödememe izin ver” diyor.

“Abla, sen söyle, bu kadına ölünmez mi? diyor.” Buradaki kadınlar adamın ciğerini sökme derdinde, bir de onların zihniyetine bakasın” diyor. “Ne diyeyim kalfa,  devrim dediğin böyle bir şey işte. Kadın erkek eşitliği böyle bir şey, aşk, saygı böyle bir şey”

“Doğru diyon abla, Lenin bunlara çok şey vermiş ama bu namussuzlar çalışmamış, çalmış çırpmışlar, memleketlerini böyle böyle batırmışlar. Bak biz de Atatürk’ün kıymetini bilmiyoruz, göreceksin biz de batacağız” diyor. “Eh kalfa tüm bu konuşmayı Atatürk ile Lenin’e bağladın ya, sen çok yaşa” diyorum.

O yıl kalfa, Sibirya’ya hepimizden önce gidiyor. Şirket ile de konuşmuş. Bizler gelmeden önce depoyu, ambarı gözden geçirip hazırlık yapayım demiş, onlarda peki demişler.

Bizim kalfa Rusça’sını ilerletiyor, her şeyini bırakıp bir ceketini alarak eşinden boşanıyor, yengemiz ile evleniyor. Rus vatandaşı bile oluyor. Türkiye’ye dönüşümüzde Moskova’da birkaç gün kalıyorum. Bu arada bir iş için kalfada geliyor. Gelmişken Kızıl Meydan’a gidelim diyoruz. Şantiyenin arabasından Bolşoy Tiyatrosu önünde iniyoruz. Karl Marks’ın heykeli önünden geçiyoruz. Kızıl Meydan’ı görmek beni çok heyecanlandırıyor. Rüya’da gibiyim. Meçhul Asker anıtı, önünde yanan meşale, literatürden tanıdığım adamların mezarları ve Lenin’in mozolesi.

Karşıda Aziz Vasil Kilisesi var. İnsanlar burada kiliselere koşar olmuşlar. Kiliselerde, tütsüler, dualar, ilahiler yoğun bir şekilde sürüyor.  Birkaç gelin ve damat Kızıl Meydan’da dolaşıyorlar.  Meydanda görkemli bir bina daha var. GUM Mağazaları. Bu mağazalar Rusyanın Devlet Mağazaları. Günümüzün  AVM’leri. GUM mağazaları parti parti renove ediliyor. Yenilenmesi biten yerlerde marka mağazalar açılmış.. Benetton mağazasının önünde upuzun kuyruk var. Yirmişer kişilik gruplar halinde içeri alınıyorlar.

Lenin’in mozolesi önünde çok az kişi var. İleriki yıllarda gezmeye gittiğimde bir saat kuyrukta beklemiştim. O zamanlar milletin Rusya’ya uzak durduğu yıllar. Lenin’i ziyaret etmek üzere kuyruğa giriyoruz. İçeri alınıyoruz. Ağır ağır vakar içinde cam fanus içindeki Lenin’in etrafında ilerliyoruz. Kalfa benden birkaç kişi önde. Birden bir gürültü oluyor, Rusça sert sesler ve bizim kalfanın davudi ses, herkes hişt diyor, sus diyor, ilerlemeye devam ediyoruz.

Dışarı çıktığımızda kalfaya ne olduğunu soruyorum. Ağır ağır ilerlerken bizimki durmuş, Fatiha suresini okumaya kalkmış. Askerlerde durma ilerle diye bunu uyarmışlar. “İlahi kalfa, adam ateist, ne Fatihası okuyorsun sen?” diyorum. “Abla, adam bunca işler yapmış, Rusya’yı adam etmiş, böyle böyük bir adam bir Elham’ı hak etmiyor mu? diyor. Ah Lenin ah.

 

Feryal Bekdik

Aralık 2023 ANKARA