AH
LENİN, AH!
Feryal
Bekdik
Kaynak:
https://feryalce.blogspot.com/2023/12/ah-lenin-ah.html
Kalfayı yıllar önce ortağımla beraber kendi işimizi
kurduktan sonra, ilk iş yaptığımız firmada tanıdım. Kısa boylu, esmer, kalın
davudi sesli, kara yağız biriydi. Kalfalıkta ki becerisiyle kendini mühendisler
ile yarıştırır, üzerine aldığı işi canla başla tamamlamaya çalışırdı.
Birkaç yıl sonra iş yaptığımız firma Rusya’nın Sibirya
bölgesinde ihale aldığında, biz de taşeron olarak oraya gittik. 1994,1995,1996
yılları yaz aylarımız Sibirya’da geçti. Kış şartlarının zorlu olduğu, hava
sıcaklığının eksi kırk dereceyi bulduğu bölgede çalışmalar, Mayıs ayında
başlıyor, 29 Ekim günü göndere bayrağımızı çekip İstiklal Marşı’mız
söyledikten sonra son buluyordu. Kalfada ana firmanın kadrolu elemanı olarak
orada bizlerleydi.
Nedense beni çok sever, bir gün çok büyük işler yapacaksın
abla diye bana moral verirdi. Dünyanın bir ucunda iş yaparken, her konuda bize
yardımcı olmaya çalışırdı.
Kalfanın hikayelerini anlatmadan önce o zamanın
Rusya’sından söz etmem gerekiyor. Prestroykanın ilk yılları.
Parlemento Binası saldırıya uğrayalı bir yıl olmamış, ülke eski ile yeni
arasında dalgalanır halde. Sosyalizme inananlar ile sistemden çaldığı paraları
daha da çoğaltma derdinde oligarkların çekişme dönemi.
Sibirya’ya gitmek için, ilk önce THY ile Moskova’ya
gidiliyor, bazen bir gece Moskova’da ki şantiyede kalınıyor, sonrada Tupolev’in
uçaklarıyla Irkutsk'a uçuluyor.
THY ile uçarken Rusların bavul turizmi diye bildiğimiz
İstanbul’dan topladıkları çul çaput, uçak personeli ile yolcular arasında
tartışmaya neden oluyor. Baş üstü dolaplarına sığmayan hurçlar geçiş yollarını
kapatıyor, kavga dövüş, hurçlar boş koltuklara sığdırılmaya çalışılıyor.
Pasaport kontrolünde biz Türkler ayrıcalıklıyız. Alman, İngiliz vatandaşları
sırada beklerken bizi ayrı kuyruğa alıp çabucak geçiriyorlar. Gümrükte kendi
vatandaşlarına özellikle ağır bavul ve hurçlar ile gümrükten geçmeye çalışan
kadınlara karşı çok kaba davranıyorlar.
Irkutsk’a, giderken Tupolev’in uçakları, kuyruk piste ha
değdi ha değecek diklikte kalkıyor, inerken de baş aşağı çakıldık çakılacağız
diklikte zınk diye iniyorlar. Uçağın içindeki geçiş yollarında koliler, küçük
valizler normal karşılanıyor. Hostesler kolilerin üzerinden atlaya zıplaya
servis yapmaya çalışıyorlar. Yemekler çok kötü. Bir keresinde tavuk veriyorlar.
Tavuk resmen kendini bize yedirmiyor. Daha sonra ki gidişlerde, bir bardak
şarap içip uyumayı tercih ediyorum. Koltuk araları çok dar, sağıma soluma
şişman Rus erkekleri denk geliyor, aralarında büzülüp sekiz saat uçmaya ancak
içip, sızarak dayanıyorum.
Bir keresinde uçak Omsk’a iniş yapıyor. Yakıt ikmali
yapılacakmış, hepimizi uçaktan indiriyorlar. Bize “in turist” diyorlar. Bizim
biletlerimiz Rusların ödediğinin iki katı. In turist statüsündeki beş kişiyi
alıp mihmandar eşliğinde VIP salona götürüyorlar. Havaalanının terminal
binasının yerleri beton, zemin yer yer çökmüş, çöken yerlere su
birikmiş, su birikintilerinin üzerinden atlayarak VIP salona giriyoruz. Salon
köy odası konforunda, yerler halı kaplı, nenem zamanından kalma koltuklar ve
televizyon var. Rusya’nın orta göbeğinde televizyonun üzerinde BEKO yazıyor.
Nasıl hoşumuza gidiyor, nasıl gururlanıyoruz.
Bir diğer gidişte, uçakta uyurken hostesin anonsuyla
uyanıyoruz, Ulan diye bir kelime yakalıyorum. Ortak da yanımda, “Kalk ortak
kalk uçağı Ulan Bator’a kaçırdılar galiba” diyorum. Neyse çok geçmeden durumu
anlıyoruz. Hostes “Irkutsk tuman”diyor. Tuman, duman demek.
Irkutsk’da havaalanı çok sisliymiş. O nedenle Moğolistan’ın Ulan Ede
havaalanına inmişiz. Uçağı boşaltıyorlar. Karnımız acıkıyor. Havaalanında Ruble
geçmiyor, Dolar geçmiyor, yalnızca Mark kabul ediliyor. Bekleme
süresi uzayınca Almanlar bize Mark bozuyorlar. Böylece çay kurabiye
alabiliyoruz.
Bazen de Moskova’dan Irkutsk’a giderken havaalanında
bekleme süresi çok uzayabiliyor. Bir keresinde sekiz saat bekliyorum.
Şoförümüzün yanında bulunsun abla diye verdiği bisküviler bitiyor. Terminalde
Rusların açtığı tezgahlardan birinden kurabiye alıyorum. Kurabiyeyi alır almaz,
uçağa çağrılıyorum. O günden beri bir yerde bekleme sürem uzadığında ya su, ya
da yiyecek bir şey alıyorum. Burada yiyecek ekmeğim, içecek suyum var diye
düşünerek, yiyip içmeden gidemiyorum.
Uçağın gecikme nedeni de mahkum taşınacakmış. O nedenle
beklenmiş. Sibirya hala mahkumların gönderildiği, romanlara konu olan sürgün
yeri. İkinci Dünya savaşında Alman esirlerde buraya yollanmış. Bizim
yenilenmesinde çalıştığımız rafineriyi de zamanında Alman esirler yapmış.
Ortak ile bir ay o, bir ay ben olmak üzere dönüşümlü olarak
gidip geliyoruz. Bazen de birlikte gidip ya o ya da ben kalıyoruz. İlk yıl
Moskova’dan Türkiye’ye dönmek çok eziyetli oluyor. ENKA firması yıkılan
parlamento binasının yapım işini almış, işi tamamlamak üzereyken THY larının
bütün koltuklarını tutmuş. Türkiye’de işler var, dönmem lazım, şoföre “Beni bir
havaalanına götür, orada aktarmalı bilet bakayım” diyorum. İnternetin olmadığı
yıllar.
Havaalanı’nda ki tüm hava yolu şirketlerini dolanıyorum,
bilet yok. Bir ara kulağıma Antalya sözü çalınıyor. Şoför “Yok abla Almati”
diyor. “Git bir sor" diyorum. Çağrının yapıldığı uçak charter uçağıymış ve
Antalya’ya gidiyormuş. Son üç kişi diyorlarmış. ”Abla yanında yüz dolar var mı
diyor?” “E var ne olacak?” hamal kılıklı bir adama yüz doları ve
bavulu veriyorum” Adam parayı ve bavulu alıp gidiyor ve elinde biletle dönüyor.
Beni uçağa götürüyor. Uçak iki katlı, içinde asansör bile var. Uçaktaki şortlu
adamlar, askılı elbiseli kadınlar Antalya’ya tatile gidiyor, ben Sibirya’dan
gelmiş kazaklı, botlu kadın epey dikkat çekiyorum.
Antalya havaalanında dış hatlardan çıkıp iç hatlara gitmem lazım.
O zamanlar dış hatlar ile iç hatların arası bayağı bir
mesafe. Elimde bavul Antalya’nın sıcağında yürüye yürüye ölmek
üzereyken iç hatlara ulaşıyorum. THY kontuarında ki hanımlar yüzüme hayretle
bakıyorlar. “Sibirya’dan geliyorum, İzmir’e gitmek istiyorum” diyorum. “Tamam
diyorlar, siz bir tuvalete gidip üstünüzü değiştirin, elinizi yüzünüzü yıkayıp
kendinize gelin, biz bileti hallederiz diyorlar” THY’larındaki canım hanımlar
beni ekonomi parasıyla Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan İzmir’e business
bölümünde uçuruyorlar.
Birazda o zamanki Sibirya’da ki hayattan bahsetmek
istiyorum. Daha önceden de söylediğim gibi Prestroyka’nın ilk yılları. Magasin
denilen marketlerde hiç bir şey yok. Boş raflarda bizim Türk firmaları göze
çarpıyor. Bir rafta, Dalan sabunları, altında birkaç Ülker bisküvisi, süt,
yumurta ve de Efes Bira. Şehirde bira tankerlerle satılıyor. Tankerlerden
satış, ahalinin getirdiği naylon torba, ya da plastik kaplara doldurularak
yapılıyor. Şişede satılan Efes Bira büyük lüks. Bir keresinde hafta sonu
eğlencesi için, -oranın tabiri ile banket- magasinden iki kasa bira almak
istiyorum, kasadaki hanım, içerden yetkiliyi çağırıyor, verdiğimiz ruble sıkı
sıkı kontrol ediliyor ve hanımın tezgahın üzerinden alıp kaçmayalım diye sıkı
sıkı sarıldığı kasalar bize zorlukla bırakılıyor.
Sibirya günleri, kış gelmeden işleri bitirmek için, uzun
çalışma saatleri ile çok stresli geçiyor. Rus personel ve yetkililer
ile iletişim, Türkçe, İngilizce, Rusça ve geriye dönüşü Rusça, İngilizce,
Türkçe olarak gerçekleşiyor. İlerleyen günlerde “Dil dile değince dil
öğrenilir” sözünü doğrularcasına kız arkadaş edinen işçiler Rusçayı derdini
anlatacak düzeyde öğreniyorlar. Böylece Ruslar ile direk anlaşmaya başlıyorlar.
Benim ve tercümanın işi kolaylaşıyor.
Ertesi yıl tekrar işe başladığımızda ekip Sibirya’ya
alışmış, az çok Rusça öğrenmiş vaziyette. İşçilerin çoğu sosyalleşmiş, birer
kız arkadaş edinmiş, işçi koğuşu yerine, kız arkadaşlarının evinde kalmaya
başlamışlar. Bu arada nahoş hadiselerde olmuyor değil.
İşçiler kendi çaplarında ticarete bile girişmişler.
Türkiye’den getirdikleri çul çaputları pazarda kız arkadaşlarına sattırıyorlar,
kazandıkları üç beş kuruşu paylaşıyorlar. Deri ceket getirenler, ticarette üst
seviye sayılıyor. Satışı da Azeriler vasıtası ile yapıyorlar.
Günlerden bir gün deri ceket satışında anlaşmazlık çıkıyor,
içki sofrasında birbirlerine giriyorlar. Bizim işçinin kafasını merdiven
basamağına vura vura kafasını dağıtıyorlar. Gerekçe de hazır, kız arkadaşıma
sarktı. Cenazenin Türkiye’ye gönderilmesi, karakol ifadeleri şantiyeyi epey
meşgul ediyor.
İlk geldiğimizde şehrin Emniyet müdürü bize
konuşma yapmıştı. “Bir Rus size vurursa sakın karşılık vermeyin, yere yatıp ölü
taklidi yapın, kımıldarsanız, kımıldamaz hale gelene kadar size vururlar”
demişti.
Bir başka gün kafa göz dağılmış vaziyette bir başka
işçi şantiyeye geliyor. Ne oldu diye sorduğumda “Abla bu komünist
karıların alayı o…., şapkayı gören girmez derlerdi doğruymuş” diyor. Hele anlat
dediğimde anlatmaya başlıyor. Efendim kız arkadaşı ile güzel güzel anlaşırken,
aynı anda bir başka hanıma yeşillenmiş bizimki. Rus hanımlarda biriyle
birlikteyken, bir başkası ile birlikte olmazlar, ama sizin bir yamuğunuzu
gördüklerinde bitirir, kendilerini özgür sayarlar, yeni ilişkilere yelken açarlar.
Yok öyle sen ona buna hoplayıp zıplayacaksın, kadın senin yoluna gözleyip
sadakat gösterecek. Oğlum bu ülkede devrim olmuş, kadın erkek eşitliği
sağlanmış, eğitimde ileri düzeydeler, sen kim oluyorsun da aynı anda iki dalda
tünemeye kalkıyorsun.
Neyse bizimki kadının evine gidiyor, kadın “Ben seni
istemiyorum” diyor. Bizimki birkaç gün kadının aleyhinde atıp tutuyor, sonra da
kadına olan özlemi ağır basınca kadının kapısına dayanıyor. Kadın da bu arada
yeni bir erkek arkadaş edinmiş. Bizimki kapıya dayanınca yeni arkadaş bizimkini
bir dövüyor, kafa göz dağılması ondanmış. “Oh olsun” diyorum. Çalışamadığı
günlerin parasını kesiyorum. Hatta yemek, yatak parasını da kesiyorum. Gıkını
çıkaramıyor. İlk postada da memlekete gönderiyorum.
Bu arada hanımlardan biri beni evine davet ediyor. Bizim
mühendislerden birinin kız arkadaşıymış. Tercümanı alıp gidiyorum. Hanımın
birkaç kız arkadaşı da gelmiş, uzun bir sofra kurmuşlar, varlarını yoklarını
ortaya koymuşlar. Bir tabakta iki adet turşu, bir başkasında üç adet lahana. Ev
dökülüyor, evler devletin olduğu için kira ödemiyorlarmış, Sovyetler
dağıldıktan sonra da evlerin bakımını yapan olmamış, içinde oturanlarda saldım
çayıra mevlam kayıra vaziyetindeler. Yokluk her yerde kendini belli
ediyor. Yemeğin ilerleyen saatlerinde votka şişeleri devrildikçe hanımlar
efkarlanarak Rusbesk şarkılar söylemeye başlıyorlar.
Tercümana bir şeyler söylüyorlar. Tercüman çeviriyor.
“Madam, biz kadın olsun erkek olsun birisiyle birlikteyken bir başkası ile
olmayı ahlaksızlık sayarız. Oysa sizin erkekleriniz burada bizimle birlikte
oluyorlar. Sonra memlekete gidip karılarıyla birlikte oluyorlar, bu nasıl
oluyor? Eşleri yokken hanımlarda Türkiye’de başkası ile mi birlikte oluyor?”
diye soruyorlar. “Hanımlar bizim erkeklerimiz or…u, ama hanımların bir şey
yaptığını sanmıyorum” diyorum. Bizde feodal düzen devam ediyor. Devrimi
yapamadık bacılar.
İşçiler ile akşam saatlerinde sohbet ediyoruz. “Bakın
diyorum, bir zamanlar İzmir’de Nato’da görevli Amerikalı askerleri
pek revaçtaydı. Evlenenler olduğu gibi, kızlarımızdan biri de –adını hala
hatırlarım Mesude- öldürülmüştü. Biz şu anda Sibirya’da Amerikalı askerler
gibiyiz. Dolar kazanıyorsunuz, buradaki yoksulluk içinde insanlara av olmayın”
diyorum. İşçilerden biri “Abla burada yoksulluk yok, devlet bunlara her şeyi
vermiş, evleri var, sıcak suları var, kaloriferleri var. Herkes yüksek okul ya
da üniversite mezunu. Benim köyümde daha elektrik bile yok, bunlar hırgızlık
etmiş, çalışmamışlar” diyor.
Haklı olduğu yer çok, insanların eğitim seviyesi gerçekten
çok iyi. Her fırsatta bol bol kitap okuyorlar. Tramvayda, ayakta seyahat
ederlerken, şoförlüğümü yapan çocuk, beni bir yere bıraktığında beklerken, hep
ellerinde kitap var. Şehir kütüphanesini merak ediyorum neler var diye. Nazım
Hikmet ve Aziz Nesin’i görünce gözlerim yaşarıyor. Rusçayı değilse bile Kiril
alfabesini söktüğüm için kitap sırtlarını okuyabiliyorum. Tolstoy’un “Diriliş”
adlı kitabını bile buluyorum. Burada adı “Yeniden Doğuş”.
Moskova’dan, denetlemeye birinin geleceği söyleniyor. Bizim
elektrik mühendisi ağabey, Dağıstanlı, çokta güzel Türkçe konuşuyor. Kendisi
parti üyesiymiş. Gelecek kişinin de parti üyesi olduğunu söylüyor. Dağıstanlı
ağabey, benle yaptığı tartışmalar sonucunda, benim parti manifestosunu
kendinden iyi bildiğimi söylüyor. Akşam büyük odalardan birinde toplanılmış,
beni de çağırıyorlar.
Moskova’dan gelen partili ile tanıştırıyorlar. İçkinin de
verdiği samimiyet ile parti öz eleştirisi yapılıyor. Dağıstanlı ağabey, “Ülkeyi
dışarıya bu kadar sıkı kapatmayacaktık, bir naylon çorap bile arzu nesnesi
oldu” diyor. Moskova’dan gelen üye, asıl hatanın silah ve uzay yarışına bu
kadar çok para harcanmayacaktı, asıl yoksulluğun nedeni bu diyor.” Bense,
”Adına Proleterya Diktatörlüğü dediniz, her ne nam altında olursa olsun,
diktatörlük, zora dayanır. Zor da dağılmanın ebesidir” diyorum. Bu
lafı Stalin zamanında söylesem, kurşuna dizerlerdi, neyse ki Prestroyka var.
Şantiye da akşamları kağıt oynuyor, fıkra anlatıyor, işin
baskısında kurtulmaya çalışıyoruz. Beni de kız birader saydıklarından yakası
açılmadık fıkralarda anlatılabiliyor. Ben de Rusya’ya gidiyorum dediğimde bir
arkadaşımın anlattığı fıkrayı anlatıyorum.
Fıkra bu ya, Moskova’da iş görüşmesine gelen bir
vatandaşımız, otelde kayıt yaptırırken resepsiyondaki görevli, otelin başka
hizmetlerinden yararlanmak isteyip istemediğini soruyor. Yani odasına kadın
gönderebileceğini söylüyor. Bizim ki teklife atlıyor ve kendince güzel bir gece
geçiriyor. Sabahta otelden ayrılırken kendisine bin dolar ödeme yapılıyor. Bizimkinin
ağzı kulaklarında, geceyi birlikte geçirdiği hanımın çok memnun kalıp parayı
ödediğini düşünüyor. Bu iş bu kadarla kalmıyor, ülkeye döndüğünde arkadaşlarına
ballandıra ballandıra anlatıyor. Gel zaman git zaman, olayı anlattığı
arkadaşlarından birinin yolu da Moskova’ya düşüyor. O da aynı otele gelip kayıt
yaptırıyor. Aynı hizmet ona da sunuluyor. Sabahleyin hesap kesmeye gittiğinde
kendisine 100 dolar ödeniyor. Bizimki hemen itiraz ediyor. “Neden bin yerine
yüz ödeniyor? Kimi Kandırıyorsunuz? Arkadaşıma ödediğiniz rakamı biliyorum,
benim eksiğim ne?” diye kafa tutuyor.
Resepsiyondaki görevli kayıtlara bakıyor. “Haklısınız”
diyor. “Arkadaşınıza bin dolar ödedik, arkadaşınızın eylemini tüm Moskova’ya
yayınladık, sizinkini ise kapalı devre sadece otel içinde yayınladık” diyor.
Herkes gülüp geçerken, taşeron arkadaşlardan biri hiç gülmüyor, “Öyle bir şey
mümkün mü abla?” diyor. “Tabi mümkün, sen KGB’yi ne
zannediyorsun, her şey onların kontrolünde” diyorum.” Kimin ne
yaptığını bildikleri gibi ne yapacağını bile biliyorlar” diyorum. “Rusya’ya
girerken hepinizden AIDS testi istendi. Bir tek benden ve diğer mühendis hanım
kızdan istenmedi. KGB bizim bir halt yemeyeceğimizi biliyor. Sizin ne
olduğunuzu KGB bile biliyor” diyorum. Düşünceli bir şekilde odasına gidiyor.
Çocuklar, “Abla amma işlettin adamı, biz bile inanacaktık “
diyorlar. Bu arada arkadaşlardan biri, odadan ayrılan taşeron arkadaşın kaldığı
odada kız arkadaşı ile gecelediğini ağzından kaçırıyor.
Ertesi gün akşam şantiyeden döndüğümüzde kapıya bir ilan
asıldığını görüyoruz. İlanı tercüme ediyorlar. “Lütfen odalardaki yangın alarm
dedektörünü sökmeyin” Bizim taşeron arkadaş, odada kayıt cihazı aramış, olsa
olsa budur diyerek yangın alarmını sökmüş.
Sibirya’da çok hoş anılarda birikiyor. Mühendis ağabeylerden
biri, “Sibirya’ya alışıp alışamadığımı soruyor. “Alıştım, alıştım ama,
sabahları Dobra Utra diye uyandırılmak hiç hoşuma gitmiyor” diyorum.
Sabah sabah dünyanın bir ucunda oluşum, eşimden oğlumdan ayrı kalışım kafama
kakılıyor gibi geliyor. Ertesi sabah telefon çaldığında ahizeyi
kaldırıyorum. “Gunaydın” diye bir ses çınlıyor kulağımda. Günaydın
yerine, gunaydın da dense, bu incelik çok hoşuma gidiyor. “Spasiva” deyip
kapatıyorum.
Sabahları, misafirhaneden şantiyeye Rus personelle beraber
aynı servise binerek gidiyoruz. Sabah sabah radyoda çalan Rusça şarkılar
dinleyerek, camdan Sovyet tipi binaları ve taygaları seyrederek giderken,
mühendis arkadaşlardan biri bana dönüp “ Abla Allah var ve
bizle dalga geçiyor” diyor.” Neden?”diye soruyorum. “Abla on sene önce bize
Rusya ‘da hem de Sibirya’da çalışacaksın, Ruslarla aynı otobüste işe gideceksin
deseler, hadi oradan derdik” diyor. Ben de “O da bir şey mi?” diyorum. Bizim
kaldığımız misafirhanenin yenileme inşaatını yapan ve de yapmaya devam edenler
Çinliler. “On sen önce Çinliler Rusya’ya çalışmaya gidecek dense, üniversitede
millet birbirine kafa göz dalardı” diyorum. Dünya hızla değişiyor, bildiğimiz
ne varsa hızla eskiyor.
Mühendislerin kaldığı odalarda televizyon var. Akşamları
Amerikan filmleri oynatıyorlar. Film İngilizce ama arkadan tek düze bir ses
simultane olarak Rusçaya çeviriyor. Dublaj, alt yazı hak getire. Daha önce
seyretmiş olduğum bir film olursa seyredebiliyorum, yoksa tek eğlencem kitap
okumak. Kaldığım üç yıl boyunca bir türlü Türk televizyonlarını seyredecek
anten sistemi kurulamıyor. Oysa Moskova’da ki şantiyelerde herkes rahat rahat
Türk kanallarını seyredebiliyor.
Şantiyede futbol meraklıları var. Arada bir kendi aramızda
maç yapıyoruz. Üniversitede basketin yanı sıra futbol oynamışlığım var. Takımda
bende kendime yer buluyorum. Bizim antrenör Angarsk şehir takımı ile dostluk
maçı bağlamış. Ruslarla maç yapacağımız için çok heyecanlıyız. İşten sonra
ciddi ciddi antrenman yapıyoruz.
Maç günü şehir stadına gidiyoruz. Rusya’nın bir ucunda
bizim büyük şehirlerde görebileceğimiz bir stat. Sahaya çıkıyoruz, karşı takımı
görünce ben değil yedek kulübesinde oturmak, tribüne çıkıp oturuyorum. Adamlar
hem en hem de boy olarak gelişkinler. Bizim takım yanlarında, kedinin yanındaki
fare gibi kalıyor.
Tribünde bizim kontroller hatta Kombinat’ın başı olan büyük
patronda var. Maç oynanırken votka şişeleri ortaya çıkıyor. Bildiğimiz su
bardağı dolusu votka elden ele bana geliyor. Patron yollamış, içmemek çok büyük
saygısızlıkmış. Bir bardak votkayı içiyorum ama, boğazım, midem nasıl yanıyor.
Köpek içse ölür. Halk arasında adı zaten “Köpek Öldüren” miş. Bugün ölmezsem
bir daha ölmem. Statdyum gözümün önünde yan dönüyor. Ayağa kalkıyorum.
Yanımdaki mühendis arkadaş “Ne oldu diyor?” “Stadı düzeltmeye çalışıyorum”
diyorum. Maç devam ediyor. İlk yarı 6-0 bitiyor. Angarsklılar bile bizim takımı
tutmaya başlıyor. Allahtan karşı takım oyunu gevşetiyor, yoksa 20-0 olacağız.
İkinci yarı bir gol atmamıza izin veriyorlar. Adı üzerinde
dostluk maçı. Maç 8-1 bitiyor. Forma bile değişiyorlar. Karşı takımın
formalarının içine bizimkilerden üç kişi sığar. Adamlar o cüsse ile nasıl
koşuyorlar, nasıl güzel oynuyorlar, görmek lazım.
Ben ise midemin ve baş dönmesinin derdindeyim. Çoluğa
çocuğa rezil olmadan odama gideyim başka bir şey istemiyorum. Otobüse nasıl
bindim, odaya nasıl vardım bir de bana sorun. Bir de hava soğuk üşümüşüm. Odaya
gidince hayatımın hatasını yapıyorum. Sıcak duşa giriyorum. Duştan çıkıp,
giyinmem ve kendimi yatağın üzerine atmamla film kopuyor. Sabah uyandığımda oda
soğumuş, ben üstüm açık yatmışım ve kaskatı olmuşum. Sürünerek banyoya
gidiyorum. Saç kurutma makinası ile boynumu, kollarımı açıyorum. O günden sonra
sırtıma musallat olan ağrı, hayat boyu başıma bela oluyor.
Şantiyede yemekler bizim damak tadımıza uygun çıkıyor. Rus
personelde bizle beraber yiyor. Önceleri, mühendislerin oturduğu iki masaya
beyaz örtü örtülüyor. Sonra bizim işçiler burada mühendis işçi ayırımı yok, ya
sizde bizim gibi örtüsüz masada yiyin, ya da bizim masalara da örtü örtün diye
söylenince örtüler kaldırılıyor. Benim için hava hoş, ben zaten işçilerle
yiyorum.
Sibirya mahrumiyet bölgesi. Un, bulgur, mercimek, pirinç,
kahvaltılık malzeme Trek Turizmden kiralanan kargo uçakları ile Türkiye’den
geliyor. Yerel halk lahana ve patates ile besleniyor. Kapuska ve kartoşka
ikilisi. Süt bedavaya yakın, çocuklar için ise ücretsiz veriliyormuş. Yumurtada
çok ucuz. Lüks sayılan tek şey dondurma, o biraz pahalı.
Et tedariki için bir çiftlik ile anlaşma yapılıyor. Her gün
şantiyeden iki kişi dana kesmeye gidiyor. Sıra alüminyum ekibine gelince, onlar
kesime gitmeyi reddediyor. Şehirli çocuklar, ne anlar dana kesmekten. Bu böyle
olmaz deyip Türkiye’den kasap isteniyor.
Burada hırsızlık çok yaygın. Ortada en ufak bir şey
bırakmaya gelmiyor. Anında yok oluyor. Bu çalıp çırpma işine de “Ali Baba”
diyorlar. Demir kapılar için hırdavatçılar çarşısından özene bezene aldığım
kapı kollarından ikisi takıldığı gün çalındı. Güzelim kapı kollarını doğramaya
kaynaklamaya başlıyoruz, yoksa başa çıkamayacağız.
Çelik için kullandığımız boyalar iki bileşenli. İki bileşen
karıştırıldıktan sonra dört saat içinde kullanılması gerekiyor. Bizim
arkadaşlardan biri boyayı hazırlayıp tuvalete gidiyor, döndüğünde bakıyor ki
boya kovası yok. “Oh iyi oldu abla. Akşam eve götürdüğünde donmuş boya hiçbir
işine yaramayacak, bir daha yapmazlar” diyor.
Evlerin önündeki galvaniz saçtan yapılmış kulübeler
görüyorum. Depo sandığım kulübeler meğer, arabalar içinmiş. Arabaları bile
kaşla göz arasında götürüyorlar. Kısa duraklamalarda bile direksiyon kilidi
takılıyor.
Rusya’da kaçınılmaz olarak bizimkiler ile Sibiryalı
hanımlar arasında kadın erkek ilişkileri gelişiyor. Önceleri bu kız
arkadaş işine çok karşı çıkıyordum. Dünyanın bir ucuna üç kuruşun peşinde
çalışmaya gelmişler, çoluğun çocuğun rızkını burada döküp saçıyorlar diye çok
kızıyordum. Zaman içinde gördüm ki hem iş verimleri artıyor, hem de
eğitiliyorlar. Ceket tutmayı, eve giderken çiçek almayı, mutfağa girip salata
yapmayı, hatta sevmeyi belki de sevişmeyi öğreniyorlar. Bu da işin doğasında
var, en azından memlekete döndüklerinde karılarını dövmezler, bu durumun
karılarına bile faydası olur deyip normal karşılamaya başlıyorum.
Uçakta dönerken bizim vinç operatörlerinden biri uçakta
ağlamaya başlıyor. Adamı görsen 0,1 ton ağırlığında bir babayiğit, çocuk gibi
ağlıyor. Kendisini pazarda kendisi gibi 0,1 ton ağırlığında bir hanım ile
görmüştüm. Hanım da vinç operatörüymüş. Burada kadınlar sıva yapıyor, vinç
kullanıyor, tramvayı sürüyor, eline koca demiri alıp tramvay hattını
değiştiriyor, marangoz atölyesinde çalışıyorlar. Hepsi de tertemiz
giyimli ve dudaklarında da ruj eksik değil. İş hayatında kadın erkek ayrımı
yok.
Rusya’yı ayakta tutan kadınlar. Erkekler ne mi yapıyor?
İçiyorlar, sabah akşam içiyorlar. Gelelim bizim ağlayan arkadaşa. Neyse
adamcağıza bir şey oldu zannediyoruz. “N’oldu abi?” diye sorunca ağzından “Ben
şimdi kime ya tebya lyublyu diyeceğim” sözleri dökülüyor. Türkçe de seni
seviyorum diyemiyen diller Rusça da bülbül kesiliyorlar. Bize bile söylerken,
seni seviyorum diyemiyor.
Kombinatta verilen yemeklere bizimkiler kız
arkadaşlarını getirmeye başlıyorlar. Bizimkiler kız arkadaşlarıyla dans bile
ediyorlar. Kaynak ustası vals yapıyor, forklift operatörü vallahi rock on roll
yapıyor. Ne demişler “Eğitim şart”.
Gece ilerledikçe su gibi içilen içkiler kendini gösteriyor.
Ruslar dışarda ayazda merdivenlere yatıyor, tuvalet önlerinde sızıyorlar.
Tuvalete giderken üstlerinden atlıyoruz. Benim midem votkayı kaldırmıyor. Bir
bardak votka önümde durup duruyor. Gecenin sonunda minibüslere biniyoruz.
Şoföre kaset veriyorlar. Karışık kaset. Burada en çok Erkin Koray kasetleri
seviliyor. Tarkan’ın şarkıları ise gece kulüplerinde söyleniyor.
Minibüs Angara nehri kıyısında ilerlerken nehrin donduğunu
görüyoruz. Angara nehri, Baykal gölünü besleyen ana nehirlerden biri. Minibüsü
durdurup arabadan inip göle koşuyoruz. Arabadan Fatih Kısaparmak’ın söylediği
Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Karadut” şarkısı geliyor.” Karadutum, çatal karam
çingenem vay” diye bizde şarkıya eşlik ediyoruz. Donmuş nehirde kayıyoruz. Bu
arada patenle kayan Ruslar yanımıza geliyorlar. İçlerinden bir tanesi beni iki
kolumdan tutup buz üzerinde kaydırıyor. Bir Sibirya gecesinde ben ayağımda
botlar ile buzda dans ediyorum.
Arada bir hoş olmayan durumlar olmuyor değil. Memlekete
dönerken, kız arkadaş ile çekilen resimleri bavuluna koyma hatasına düşenler
oluyor. Türkiye’de erkek eve dönünce bavulunu ya karısı açıyor, ya da annesi.
Anneler hadi neyse de karısı açtığında resmi bulan benim büroda soluğu alıyor.
Kadınların en çok üzüldüğü şeyler, evde kaybettiği sandığı
yüzüğünü resimde Rus hanımın parmağında görmek, kaybolan deri ceketini Rus
hanımın sırtında görmek. İlk şok ile hepsi boşanmak istiyor. “Abla sen olsan ne
yapardın?” diyorlar.
“Ben böyle bir durumda ne yaparımın cevabını yıllar önce
Türkiye’nin en zor üniversitesini bitirip ekmeğimi kazanarak vermişim. Bir daha
adamın yüzüne bakmamak kaydıyla işi bitiririm” diyorum. “Sizin de yapacağınız
işler vardır. Çalışan yüzlerce kadın evde yemek yapacak, çocuklarına bakacak
yardımcı arıyor, sizde bir işin ucundan tutar, bir yandan çalışır, diğer yandan
nafaka alır, çocuklarınıza bakarsınız” diyorum. Hiçbir kadın buna
cesaret edemiyor, evde oturmak, ihaneti sineye çekmek kolaylarına geliyor. “O
zaman susun diyorum, sonsuza kadar susun ve de benim başıma gelip sızlanmayın.
Bir arkadaşımızı kız arkadaşı ile birlikteyken kalp
krizinden kaybediyoruz. Herkesin morali çok bozuluyor. Ölüm olunca insan önce
kendini düşünüyor. Şantiyedekiler arkadaşımız için üzülseler de yüzlerinden
anlıyorum ki aynı şey başımıza gelirsenin endişesi var. Kimsenin ağzını bıçak
açmıyor. “Kardeşler boş verin, hepinize Allah böyle ölüm nasip etsin,
arkadaşımız mutlu öldü diye teselli bulun “ diyorum. Akıllarından geçen
dillenince kendilerine geliyorlar. Yapılacak çok iş var. Arkadaşımızın eşyaları
toplanacak, cenaze ile birlikte Türkiye’ye gönderilecek.” Dikkat edin” diyorum.
“Bavulda resim falan olmasın” Bavula dantel çamaşırını koyan kız arkadaş bile
gördük. “Kadın kadının kurdudur” demişler.
Rusya’da kadın erkek eşitliği sağlanırken, sınıfsız
toplum içinde uğraş verilmiş. Bu nedenle mühendis ile işçi bir tutuluyor. Rus
kızları da bu nedenle, bu mühendis, bu işçi diye ayrım yapmadan gönlünün
istediği ile birlikte oluyor. Bu arada evliliklerde oluyor. Mühendisi seçen
şanslı, Türkiye’de alıştığı konforu bulabiliyor. Kaloriferi sıcak suyu olan
evde oturabiliyor, istediği gibi giyinebiliyor. Gerçi giyimden pek anladıkları söylenemez.
Kırmızı kazağın altına mor etek, ördek yeşili kazağın altına fuşya pantolon
giyebiliyorlar. Hele bantlı pabuçları çorapla giymeleri yok mu anlamak mümkün
değil.
İşçi ile evlenen kız ise, Bitlis’in bir köyüne gelin
gidebiliyor. Çeşmeden eve su taşımaya, ocakta odun yakmaya birkaç ay
dayandıktan sonra ne yazık ki geriye dönüyor. Aşk aşk da, aşk da bir yere
kadar.
Kursk şantiyesinde bir problem olmuş. Ortak ile beraber
durum tespiti için gitmemiz isteniyor. Moskova’dan Kursk’a tren ile gidiyoruz.
Rusya’da ray araları 1,520 mt, Oysa bizim ülkemizde 1,435 mt olan standart ölçü
kullanılıyor. O nedenle arada ki 10 cm, vagonlarda bir metreye yakın genişlik
sağlayabiliyor. Bütün gece yol gidiyoruz. İki kanepe ortasındaki
masada çay takımı var. Gümüş taklidi zarflar içinde porselen çay
takımı. Havlu ve peçete için ayrıca cüzi bir miktar bedel ödeniyor. Parayı
ödediğimiz hanıma üstü kalsın diyoruz. Bir telaş paranın üstünü verip yanımızda
kaçarcasına ayrılıyor. Bahşiş bile almaya çekiniyorlar. Peçeteler ve havlular
kanaviçe ile işlenmiş.
Kursk’ta ki şantiyede akşam düğünümüz var deniyor. Bizim
güney-doğu illerinden bir delikanlı postanedeki hanım kızın gönlünü çalmış.
Gelin kızımız beş aylık hamile. Düğünde kızımız çok rahat, arkadaşları ile
gülüp oynuyor. Bizim kara yağız delikanlı sanki kendi hamile kalmış gibi
mahcup, başı önünde, durmadan terini siliyor. Sonradan öğreniyorum ki hanım
kızı aile kabul etmemiş, doğan çocuk oğlan olduğu için çocuğu alı koyup kızı
göndermek istemişler. Bayağı diplomatik kriz çıkmış, sonunda kızımız
çocuğu alıp ülkesine dönmüş.
Sovyet rejimi, herkes için tek çizgi çekmiş. Asgari konforu
sağlamaya çalışmış. İşçisi de memuru da, teknik personeli de aynı şartlarda
yaşıyor. Okul, hastane, barınma ücretsiz. Yazları on beş gün daça denilen
yazlıkta kalma hakları var.
Aslında kültür olarak benziyoruz. Irkutsk’da ki Etnografya
Müzesi’ni gezdiğimde bunu daha iyi anlıyorum. Ucu dantelli perdeler, kanaviçe
yastıklar, örgü kazaklar. Sanki bir Anadolu kasabasındaymışsınız hissi
veriyor.
Şantiyenin sabah 8:00 akşam 8:00 temposunda çalışırken,
çalışanlara nefes aldırmak için on beş günde bir verilen Pazar tatilinde
aktiviteler düzenleniyor.
Birinde Baykal gölünde tekne gezisi yapıyoruz. Tekneden
indikten sonra, kamyonla şantiyeden taşınan masa, sandalyelere oturuyoruz,
mangalda pişen etleri afiyetle yiyoruz. O arada karşı dağda beyaz upuzun üç
adet nesne ilerliyor. Dikkatle bakınca bunların roket olduğunu
görüyoruz. Ruslar bunların nükleer başlıklı füzeler olduğunu ve dağların içindeki
hangarlarda muhafaza edildiğini söylüyor. "Bunlar böyle
arada bir gezmeye mi çıkıyorlar?” diye soruyorum. Gülüyorlar. Muhtemelen
Kazakistan’da yeni üretilenlerden olduğunu söylüyorlar. Ne yani dünyanın
korkulu rüyası bu füzeler üç bin kilometreden fazla yolu böyle, güpegündüz
milletin gözü önünde tıngır mıngır mı taşıyorlar? Biz bu felakete bu kadar mı
yakınız? Hele röntgen ile kaynak ölçümü yapan ekip havada çok fazla radyasyon
var deyip duruyordu. Kanser olmasak bari.
Gelelim bizim kalfa ile olan hikayelerimize. Bir gün
şantiyede mühendisler odasında otururken, makine mühendisi ağabeyimiz kapıyı
aralayarak “Çocuklar, 1 angström ne kadar eder? diye soruyor. Sene 1994
internet yok, herkes birbirine soruyor, hatırlayan yok. Birkaç dakika sonra
angströmü soran ağabey geri geliyor. Çocuklar 1 Angström çok küçük bir
birimmiş, bir milyon angström anca 0,1 mm ediyor diyor.
Dışarı çıktığımda kalfaya denk geliyorum. “Gel gel hele”
diyorum “Buyur abla diye” koşturuyor. “Bak ben mühendis odasına gidiyorum,
birazdan arkamdan gel, rastgele birini sor. Ben sana kalfa 1 angström ne eder
diye soracağım, sende bir milyon angström 0,1 mm eder diyeceksin” diyorum. Ne
diyeceğini bir güzel ezberletip odaya geri dönüyorum.
Çok geçmeden kalfa geliyor, mühendislerden birini soruyor,
ben de kalfaya soruyu soruyorum. Bizim artist elindeki telsizin anteniyle
kafasını kaşıyor, biraz düşünüyor, “Abla 1 angström bir bok etmez, ama bir
milyon angström 0,1 mm eder” deyip gidiyor.
Bizim mühendislerin hepsi şoka giriyor. Kimi okulda bir
yığın lüzumsuz bilgi öğretiliyor, işe yarayanlar öğretilmiyor, bak adama şak
diye cevabını verdi diyor. Kimisi de kalfanın beyin byteları boş, ne duysa
hafızaya kaydediyor diyorlar. Dışarı çıktığımda kalfa milletin ne dediğini
merak etmiş bekliyor. İçerdeki konuşmaları anlatıyorum. “ Sen öyle degerli bir
ablasan ki, beni mühendislerin yanında onere etmişsindir” diyor. Kalfanın bana
olan sempatisi bir kat daha artıyor.
Açık havada boya işleri yaparken, korkunç bir yağmur
başlıyor. Bir gün, iki gün, üç gün hiç durmadan yağıyor. Bu yağmur ne zaman
diner diye Ruslara soruyoruz. Allah bilirmiş, yağmur durunca da kar başlarmış.
Canım çok sıkılıyor. İşler öylece ortada kalacak. Odada sıkıntı içinde
otururken kalfa geliyor. “Neyin var abla ?” diyor. “Görmüyor musun yağmuru, canımıza
okuyor” diyorum. “Senin itikadın yoktur abla ama bizim oralarda delikli demir
okunarak yağmur kesilir” diyor. Kalfa güneydoğu illerinden birinden, şıh
olduğunu söyler ama ben onun şıhlığına pek takılmam, o da benim seküler olmama
takılmaz, birbirimizi idare edip gidiyoruz bir şekilde.
“Yemişim itikadını kalfa, hele söyle şu delikli demir
işini” diyorum. Tarifi veriyor. Ben demiri hazırlatıyorum, dua kısmı sana ait
deyip atölyenin olduğu kısma gidiyorum. Yağmurdan çalışma olmadığı için
atölyede kimseler yok, sadece bizim Bişar, ortalığı topluyor. “Bişar, bana bir
lama bul” diyorum. Lamadan bol ne var ki, hemen bulup veriyor. “Makineyi
çalıştır delik deleceğiz” diyorum. “Yağmur mu keseceksin abla?” diyor. Bak sen
Bişar’da biliyor yağmur kesmesini. “He ya yağmur keseceğim” diyorum. “Kaç delik
deleyim abla?” diyor. Çocukken söylediğimiz bir bilmece geliyor aklıma. “Yedi
delikli tokmak bunu bilemeyen ahmak?” “Yedi delik del diyorum” Delikler
deliniyor. Bu arada kalfa geliyor. Şaloma ile ısıttığımız lamayı yerdeki su
birikintisine “kes yağmur, kes yağmur, kes yağmur” diyerek batırıyoruz. Bu
işlemi üç kere daha yapıyoruz. Sonra da kalfa demiri eline alıp, içinden bir
dua okuyor. Duanın sonunda demiri yere bırakıyor veeee mucize oluyor, yağmur
duruyor. Bir hafta yağmur yağmıyor. Biz boya işlerini bitiriyoruz. Kar yağmaya
başlıyor. Başta Ruslar olmak üzere herkes şaşkın, ben herkesten daha şaşkınım,
tek şaşırmayan kalfa ile Bişar.
Millet bizle dalga geçiyor.” KGB peşinizde, Rusya’nın
ekolojik dengesini bozdunuz” diyorlar. O yıl Sibirya maceramız böylece sona
eriyor.
Döndükten bir süre sonra kalfa İzmir’de ki büroya
ziyaretime geliyor. Bir iki hoş beş ediyoruz. Ben bir yandan bir yere teklif
hazırlıyor, bir yandan da kalfaya kısa kısa cevaplar
veriyorum. “Abla bak hele beni bir dinleyesen” diyor. “Sen o işi
alırsan merak etme, beni bir dinleyesen diyor”. Elimdeki işi bırakıyor,
karşısına geçiyorum.
“Abla ben buralara sığamıyorum” diyor. Tanya yengemizi çok
özlemiş, onsuz duramıyormuş. “Saçmalama” diyorum. “Yaşandı bitti, b….u
çıkarmanın alemi yok, çoluğun var, çocuğun var” diyorum. “Abla ben şerefsiz
evladı değilim, çoluğumu çocuğumu senden fazla düşünüyorum, evi onlara
bırakacağım, emekli maaşımı da oğluma vekalet vereceğim onlara bırakacağım.
Tanya kanıma buyruk” diyor. Vay kalfa, “”Kanına buyruk” ha.
Tanya yengemiz, bizim iş yaptığımız rafinerinin, yani koca
kombinatın mekanik işler daire başkanı, makine mühendisi, çok hoş bir hanım.
Kalfa beni eve davet ettiğinde tanışmıştım. Eve giderken kalfa, yengen sever
diye karanfil almış, eve gittiğimizde de mutfağa girmiş salata yapmıştı.
Tanya yenge beni çok sevmiş, oğlunun kilisede yapılan
düğününe davet ediyor. Pazar günü kiliseye gidiyorum. Bizim kalfa bıyıklarını
kesmiş, lacivert takım elbise giymiş, kayınpeder kadrosundan misafirleri
karşılıyor. “Abla orası da Allah’ın evidir” diyor. Meryem ananın bizim dinde ki
kutsallığından söz ediyor. “Bana anlatma kalfacım, Meryem Suresi’ni bende
biliyorum. Kim neye inanırsa benim kabulüm, yeter ki kimse beni
zorlamasın” diyorum. Tanya yenge ramazanda oruç tutuyor. Bunu
da kalfa ile birlikte aynı şeyi hissetmek için yaptığını, onunla
birlikte sahura kalkmaktan hoşnut olduğunu söylüyor. Ey aşk sen nelere
kadirsin.
Kalfa gitmeyi kafaya koymuş, baharı beklemeye niyeti yok.
Ben gene de kalfaya “Bak gitmemize şunun şurasında birkaç ay kaldı, yapma etme”
nutukları çekiyorum. “Ne var bu kadar vazgeçilmez olan?” diyorum.
“Bak abla sana bir şey anlatayım” diyor. Kalfa Tanya
yengemiz ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra, bir gün banyoya giriyor ki,
yengemiz leğenin içinde çamaşır yıkıyor. Bizimki “Bu ne hal ? “ diyor.
Kadında “Sana söyleyemedim, çamaşır makinası bozuldu, epeydir elde
yıkıyorum” diyor.
“Abla bir zoruma gitti” diyor. “Neresinden baksan ben bir
işçi parçasıyım, koskoca bir kombinatın müdürü, mühendis kadın benim kirli
çoraplarımı yıkıyor” diyor. Kalfa hemen makinayı tamire götürüyor, makine
çoktan ölmüş, motoru yapılacak gibi değil. “Sordum buraların en iyi markası
nedir?” diyor. Ariston demişler. Şantiyeden kamyoneti, yanına da parayı alıp,
Irkutsk’a gidiyor. Makinayı yüklenip eve getirip, çalışır vaziyete getiriyor.
Akşam olunca yengemiz eve geliyor, kalfa hiç ses etmiyor.
Kadın, banyoya girip makinayı görünce bu ne diyor? “Dedim ona ki, bu benim sana
hadayamdır (hediye demek istiyor)” diyor. Kadın “Bu kadar büyük hediye olmaz”
diyor. Bizimki de “Sen beni evine almışan, koynuna almışan, biz bir olmuşaz, bu
sana çok değildir” diyor. Kadın fiyatını soruyor. Kalfa söylemek istemiyor,
yemin billah fiyatı söyletiyor.
Ertesi günü kadıncağız eve geldiğinde çantasından bir zarf
çıkarıyor, paranın yarısını veriyor. “Ben kocamda olsan bu kadar büyük bir
hediyeyi kabul edemem bari yarısını ödememe izin ver” diyor.
“Abla, sen söyle, bu kadına ölünmez mi? diyor.” Buradaki
kadınlar adamın ciğerini sökme derdinde, bir de onların zihniyetine bakasın”
diyor. “Ne diyeyim kalfa, devrim dediğin böyle bir şey işte. Kadın
erkek eşitliği böyle bir şey, aşk, saygı böyle bir şey”
“Doğru diyon abla, Lenin bunlara çok şey vermiş ama bu
namussuzlar çalışmamış, çalmış çırpmışlar, memleketlerini böyle böyle
batırmışlar. Bak biz de Atatürk’ün kıymetini bilmiyoruz, göreceksin biz de
batacağız” diyor. “Eh kalfa tüm bu konuşmayı Atatürk ile Lenin’e bağladın ya,
sen çok yaşa” diyorum.
O yıl kalfa, Sibirya’ya hepimizden önce gidiyor. Şirket ile
de konuşmuş. Bizler gelmeden önce depoyu, ambarı gözden geçirip hazırlık
yapayım demiş, onlarda peki demişler.
Bizim kalfa Rusça’sını ilerletiyor, her şeyini bırakıp bir
ceketini alarak eşinden boşanıyor, yengemiz ile evleniyor. Rus vatandaşı bile
oluyor. Türkiye’ye dönüşümüzde Moskova’da birkaç gün kalıyorum. Bu arada bir iş
için kalfada geliyor. Gelmişken Kızıl Meydan’a gidelim diyoruz. Şantiyenin
arabasından Bolşoy Tiyatrosu önünde iniyoruz. Karl Marks’ın heykeli önünden
geçiyoruz. Kızıl Meydan’ı görmek beni çok heyecanlandırıyor. Rüya’da gibiyim.
Meçhul Asker anıtı, önünde yanan meşale, literatürden tanıdığım adamların
mezarları ve Lenin’in mozolesi.
Karşıda Aziz Vasil Kilisesi var. İnsanlar burada kiliselere
koşar olmuşlar. Kiliselerde, tütsüler, dualar, ilahiler yoğun bir şekilde
sürüyor. Birkaç gelin ve damat Kızıl Meydan’da
dolaşıyorlar. Meydanda görkemli bir bina daha var. GUM Mağazaları.
Bu mağazalar Rusyanın Devlet Mağazaları. Günümüzün AVM’leri. GUM
mağazaları parti parti renove ediliyor. Yenilenmesi biten yerlerde marka
mağazalar açılmış.. Benetton mağazasının önünde upuzun kuyruk var. Yirmişer
kişilik gruplar halinde içeri alınıyorlar.
Lenin’in mozolesi önünde çok az kişi var. İleriki yıllarda
gezmeye gittiğimde bir saat kuyrukta beklemiştim. O zamanlar milletin Rusya’ya
uzak durduğu yıllar. Lenin’i ziyaret etmek üzere kuyruğa giriyoruz. İçeri
alınıyoruz. Ağır ağır vakar içinde cam fanus içindeki Lenin’in etrafında
ilerliyoruz. Kalfa benden birkaç kişi önde. Birden bir gürültü oluyor, Rusça
sert sesler ve bizim kalfanın davudi ses, herkes hişt diyor, sus diyor,
ilerlemeye devam ediyoruz.
Dışarı çıktığımızda kalfaya ne olduğunu soruyorum. Ağır
ağır ilerlerken bizimki durmuş, Fatiha suresini okumaya kalkmış. Askerlerde
durma ilerle diye bunu uyarmışlar. “İlahi kalfa, adam ateist, ne Fatihası
okuyorsun sen?” diyorum. “Abla, adam bunca işler yapmış, Rusya’yı adam etmiş,
böyle böyük bir adam bir Elham’ı hak etmiyor mu? diyor. Ah Lenin ah.
Feryal
Bekdik
Aralık
2023 ANKARA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder