Moskova

Moskova

19 Nisan 2020 Pazar

Rusya: Bozkır prensliğinden imparatorluğa…





Enver Güney




Muscovy Prensliği, Cengiz Han’ın ardında kalan yıkıntılar arasında, bozkırda birbiriyle kıran kırana mücadeleye giren ulusların içinden sıyrılarak nasıl Rusya oldu?

1980'ler ve sonrası

Bazıları, Gorbaçov'un ülkesinin sonunu çok önceden gördüğünü ve hazırlıklara önceden başladığını yazar. Yıllar önce Ankara'ya özel bir bankanın sponsorluğunda geldiğinde izlemiştim. Gelişmeleri birçok nedene bağlıyordu. Bana göre sonu hazırlayan en önemli neden Çernobil kazasıydı. Dahası bu kazanın üstünü örtmeye çalışarak, olayı gözden kaçırmak. Gorbaçov, faciadan uzun bir süre sonra hazırlanarak önüne gelen raporda gerçeği görmüş, çağın hızlı atlısı haberleşmenin gücünden kaçamadığı için, derhal açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Mevcut hantal ve çağdışı yapıyla sistemin devamı artık mümkün değildi.

Gelirler Genel Müdürlüğü'nde Daire Başkanı iken, çözülme sürecine girilen bu dönemde Moskova'ya yaptığımız seyahatte resmi yapı hâlâ klasik Sovyetler Birliği idi. 1989 yılının sıcak bir Temmuz gününde Moskova'da idik. Günümüzde olduğu gibi iklim koşullarını önceden öğrenme olanağımız olmadığı için, soğuk olacağını düşündüğüm Moskova'ya kışlık elbiselerimle gittiğimi hatırlıyorum. Maliye Bakanlığı'nda "Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması" görüşmelerimize başladığımız ilk gün, olağanüstü bir gelişme olduğunu hemen hissetmiştik. Toplantı sırasında kapı aniden açıldığında, heyecanla bizlere bakan uzman; "İnanamayacaksınız, bugün Prezidyum Başkanı Gorbaçov'un teklif ettiği Genelkurmay Başkanı adayını Duma reddetti…" dedi. O gün belki de sürecin en önemli adımlarından birine şahit olmuştuk. Bakanlık görevlileri şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Böyle bir olay gerçekten yaşanmış mıydı?

Sonrası malum. Sovyetler lağvedilerek yerine yeni Rusya Federasyonu ve diğer cumhuriyetler kuruldu. Tank üzerinde Yeltsin'in direnişini televizyonlardan izlediğimiz başarısız darbe girişiminden Gorbaçov'un hasarsız kurtulması yaşanan ilk kritik olaydı. Üç yıl sonra, 4 Ekim 1993 günü, Yeltsin'in Meclis Başkanı Ruslan Hasbulatov ve Rusya Başkan Yardımcısı Aleksandr Rutskoy'u tasfiye etmek için parlamento binasını, Duma'yı bombaladığı olay, Rusya'yı Yegor Gaydar gibi ultra liberallerin çizdiği bambaşka bir yola mı götürüyordu?

1993 yılında Kasım ayında ikinci kez Moskova'ya gittim. Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Serbest Bölgeler Genel Müdürü olarak Türkiye tecrübesini anlatmak ve o günlerde Başkan Yeltsin'e sunulacak Rusya Serbest Bölgeler Kanunu çalışmalarına katılmak için Rusya Dış Politika Vakfı tarafından özel bir davet yapılmıştı.

Moskova'daki bu ziyaretim, Duma'nın bombalanmasının hemen bir ay sonrasına denk geldi. Havaalanından otele gelirken Rusların Beyaz Ev dediği Duma binasının, Yeltsin'in sadık adamı Savunma Bakanı Pavel Grachev'in emriyle köprü üzerindeki tanklarla ateş altına alındığını öğrendim. Saldırının izi birkaç gün içinde silinmişti. Davet eden diplomatlar yolda bana, Türk müteahhit şirketlerinin olağanüstü çabasıyla kendileri için çok üzücü vahim olayın izinin birkaç gün içinde tamamen yok edildiğini, anlattılar. Bu arada, olaydan bir hafta geçmesine rağmen, siyasi durumda gözle görünür sakinlik vardı. Yeltsin duruma artık tam olarak hakimdi. Bana görünen en belirgin şey, yeni Rusya'da fiyatlar genel seviyesinin dört yıl öncesine göre neredeyse 10-15 katı kadar arttığı idi. Toplantılarda tercümanlık yapmak için görevlendirilen Profesör Bykov, daha önce Yüksek Prezidyum Planlama Bakanlığı'nda çok üst düzeyde görevli iken, şimdi tercüman olarak çalıştığını, elinden gelse sokak satıcılığı dâhil her işi yapabileceğini söylemişti. Değişim, liberallerin kontrolsüz politikalarıyla mevcut yapı ve alışkanlıkları yerle bir etmişti. Söylentilere göre Rusya yağmalanmaya başlamıştı.

Krasnodar bölgesi kökenli yıllarca tarımla uğraşan hukukçu Gorbaçov ile çocukluğundaki soğuk kış günlerinde ısınmak için keçisine sarılarak uyuyan Sverdlovsk kökenli mühendis Yeltsin'in demokrasi savaşları, Rusya'yı sonunda hepimizin yakından izlediği şekilde KGB kökenli Putin'in eliyle bambaşka bir yola sokacaktı. Yeni girilen yolun, 1989'da ilk defa gördüğüm Sovyetler Birliği'ne şekilsel olarak çok yakın olduğunu söyleyebilirim.

Muscovy Prensliği'nden Çarlık Rusyasına

Michael Khodarkovsky'nin Russia's Steppe Frontier / Rusya'nın Bozkır Sınırları kitabı küçük Muscovy Prensli'ğinin nasıl emperyal Rusya hâline geldiğini açıklayan en iyi kitaplardan biri. Hemen ifade etmeliyim ki, kitabın yazarı Khodarkovsky ile 2010'lu yıllarda sahtecilik ve vergi kaçakçılığı gibi suçlamalara uğrayan Putin'in en büyük muhaliflerinden oligark Michail B. Khodorkovsky aynı şahıslar değiller.

Gelelim küçük bir Slavic kavimden Rusya'nın nasıl ortaya çıktığı konusuna. Muscovy Prensliği, Cengiz Han'ın ardında kalan yıkıntılar arasında, bozkırda birbiriyle kıran kırana mücadeleye giren ulusların içinden sıyrılarak nasıl Rusya oldu?

14. yüzyıl ortalarında kuzeyden gelen Viking saldırıları, İtalya'nın kuzeyini ve Balkanları sallayan Macar atakları ve doğudan gelen Slav kabilelerinin yer bulma çabalarıyla Avrupa'da uzun süren bir çalkantı dönemine girilir. Güneye giden Slavlar günümüzdeki Ortodoks Sırplardır. Kuzeydeki Slavların yani Katolik Hırvatların hemen altına daha sonra Müslüman olarak Boşnak adını alan Slav grubu yerleşir. Bu arada Balkanlar'a Osmanlı'nın yayılımı hızla devam eder.

15. yüzyıla girerken İberya yarımadasında Müslümanları kıtadan atan Birleşik Aragonya-Kastilya Krallığı Granada'yı ele geçirdiği sıralarda, keşiflerini finanse ettiği Kristof Kolomb Amerika'da yeni toprakların peşine düşüyordu. Aynı yıllarda Muscovy Prensliği, etrafındaki Cengiz Han kalıntısı irili ufaklı hanlıkları birer birer tepelemeye ancak başlamıştır. 1453 yılı geldiğinde Türkler İstanbul'u fethetmiş, dünyada ticaret yolları dâhil bilinen her şey değişime uğramıştır. Rönesans dâhil pek çok değişim bu dönemde başlar.

Moskova merkezinde kurulan küçük Muscovy Prensliği'nin en büyük özelliği komşularına göre daha kurumsal yapıda ve yerleşik bir devlet olmasıdır. Çevresindeki hanlıklar genelde yaylalarda at koşturan, kırsal yaşama uyarlanmış, merkezi ve kurumsal yapısı olmayan kabile devleti konumundadır. Rusya, bu yapıları erkenden çözerek, gelecekteki genişlemesinin planlarını çoktan yapmaya başlar. Onları, kısa sürede Çar'ın tebası yapacak modelleri geliştirir. Elinde üç değişik model vardır. Kabile yöneticilerini yeminle bağlamak (shert), hanların çocuklarından birini tutsak tutmak (amanat) ve vergiye bağlamak (yasak). Karşılığında rüşvet vermek, din değiştirmeye zorlamak ve yıllık toplu ödeme yapmak gibi politikalar üretilir. Shert (şart), amanat (emanet) ve yasak (yasa) gibi Türkçe terimler bugün bile Rusça'da aynı anlamları ile kullanılmaktadır.

Muscovy devletinin ilk genişleme döneminde kendi coğrafyasında karşılaştığı değişik sosyo-politik yapılar; şehirleşmenin bir ölçüde geliştiği Astragan, Kazan ve Kırım hanlıkları, yarı-kabilesel topluluklar Kabardinler ve Kumikler, son olarak kabile yönetimine daha uygun yapıdaki Nogaylar, Kalmıklar ve Kazaklar'dır. Kazaklar, Ukrayna'daki Cossack'larla karıştırılmamalıdır.

Kırım ve Kazan hanlıklarının her ikisi de 1430 yılında Cengiz Han devleti Altın Ordu'nun yok olması ertesinde tarihte yerlerini alırlar. Kazan Hanlığı'nı Altın Ordu Hanı Toktamış'ın büyük torunu Ulu Muhammed kurar. Kırım'ı kuran da yine aynı soydan gelen Hacı Giray'dır. Hepsi Altın Ordu'nun gerçek sahibinin kendileri olduğunu iddia ederler. Orta Asya'da ise, Çağatay Hanlığı'nın kalıntıları üzerinde konfederasyon şeklinde yapılanması ile Özbek-Kazak Hanlığı bulunur. Urgenç, Khiva, Buhara ve Kokand en büyük şehirleridir. Bu hanlığın içinde Türk ve Türkleşmiş Moğol toplulukları yaşar. Mangitler, Kıpçaklar, Naymanlar ve Kongratlar. Özbek, Kazak ve Karakalpakların ortak kültürü Alpamiş destanından gelir.

Konunun daha derinine inmeden önce, bozkırda yaşayan kabilelerin en üst düzeyde örgütlenmelerinin konfederasyon benzeri bir yapı olarak tanımlanabileceğini tekrar belirtmek isterim. Konfederasyonu oluşturulan unsurlar Rusya'nın ağız tadına uygun bir şekilde, ekonomik ve siyasi konularda tamamen özerklerdir. Hanlığın alt beyleri kendi içlerinde bağımsızdır, bu sistemi çok kırılgan yapar. Dahası, bozkır toplumlarının hiçbirinin tanımlanmış herhangi bir toprak parçasında hak sahibi olduğunu iddia edecek durumu yoktur. Her biri mevsimsel olarak yaylaklarda dolaşan göçmen kabilelerdir. Hanlıkların kendilerini koruyan savunma sistemleri olmasına rağmen, değişen hava koşulları, salgın hastalıklar, açlık ve savaş hâllerinde Muskovy'e göre oldukça kırılgandırlar. Muscovy Prensliği bu yapılardaki zayıflığın farkındadır. Prenslik Rusya Çarlığı'na dönüşürken, Kazan Hanlığı ile işe başlar. Arkasından, Astragan Hanlığı'nı ağına düşürür. Son lokma Osmanlı'nın gözbebeği Kırım Hanlığı olacaktır. Kırım, 1700'lü yılların hemen başında Çarlık Rusya'sına dâhil edilir.

18. yüzyıl başlarında ise, Ruslar bu defa gözlerini Buhara, Kiva, Kokand, Taşkent, Kaşgar ve Balkh hanlarının yaşadığı Orta Asya'ya çevirirler. Bu hanlıklar, kendi aralarındaki müthiş ticaret potansiyeli ve zengin maden kaynaklarıyla çok canlı bir ekonomi yaratmışlardır. Çin ve Hindistan'a uzanan oryantal ticaretin bu eksenden geçmesi Rusların bölgeye olan iştahını kabartır.

Hedef Orta Asya: Açgözlülüğün bedeli ve Khiva faciası

1717 yılında Çar Petro (Batılıların Büyük, bizim Deli diye sıfatlandırdığımız Çar Petro), Khiva Hanı'nın gönderdiği yardım daveti üzerine bölgeye askeri birlik gönderme kararı alır. Khiva Hanı mektubunda, ülkesinin yakın çevresi ile sorunları olduğunu ileri sürerek, kendisini ve ailesini koruyacak askeri desteğin sağlanması hâlinde, ülkesinin Rusya'ya bağlı "vassal" statüsünü kabul edebileceğini iletir. Böyle bir teklif Çar Petro'yu çok heyecanlandırır. Rus kervanlarının Hindistan ticareti üzerinde sağlayacağı avantaj yanında jeologların iddia ettiği Oxus'taki altın madenlerine kolayca ulaşma olanağı, piyango gibi hemen önüne gelmiştir. Üstelik Khiva Hanı ilerde yapılacak kervan seferlerine eskort etmeyi vadetmiştir.

Çar, sefere göndereceği güçlü birliğin başına Kafkas kökenli eski bir Müslüman prensi, Prens Alexander Bekoviç'i koyar. Bekoviç, Hıristiyan olmasının karşılığını Rus ordusunda terfi ederek almıştır. Yola çıkan birliğinde 4 bin piyade, süvari ve topçu, Rus tüccarlar ve 500 at ve deve vardır. Kafile, Rus Paskalya tatilinin hemen ardından, 1717 Nisan'ında Astragan sahilinden Hazar Denizi'ne açılır. 100 kadar küçük gemiyle Hazar'ın azgın dalgaları ile boğuşarak ilerlemeye başlarlar. Zor deniz yolculuğu ardından haziran başlarında karaya çıktıktan sonra cehennem sıcağı ile tanışarak, çöldeki yolculuğa devam eden kervan, yolda çapulcu ve soyguncuların saldırısına uğrar.

Yolculuğun en zor günlerinde umutsuz bir şekilde ilerlerken, çölün ortasında Khiva Hanı'nın sürpriz yaparak kendilerini beklediğini görünce her şeyi unuturlar. Görevin en önemli bölümü bitmiştir. Khiva Hanı, askeri birlik ve kervanın çok kalabalık olduğunu söyleyerek, kendilerini daha iyi ağırlayabilmek için sayıca birkaç bölüme ayrılmalarını önerir. Prens Bekoviç öneriyi hemen kabul eder. İkinci kumandan Binbaşı Frankenburg hemen itiraz eder. Bu emre şiddetle direnir. İşin içinde tuzak olduğunu söyler ve kararı değiştirmesi için Bekoviç'e yalvarır. Sonunda kafile bölümlere ayrılır. Ancak Binbaşı'nın tahmin ettiği felaket gerçekleşir. Kafile Başkanı Prens Bekoviç, Khiva'da ağırlandığı konuta yerleşikten birkaç saat içinde yakalanır, çırılçıplak soyulur ve başı gövdesinden ayrılır. Daha sonra vücudu paramparça edilir. Müslüman Khiva Hanı, dinden dönene cezasını ağır bir şekilde verdiğini ilan eder. Frankenburg ve askerlerini de aynı son bekler. Kalanların canını hanlığın şeyhülislamı Akhun kurtarır. Tanrının böyle bir katliamı hiçbir şekilde affetmeyeceğini söyleyerek, 40 kadar Rus'un hayatını kurtarır. Kaçan Ruslar St. Petersburg'a dönerek yaşadıkları vahşeti Çar Petro'ya anlatırlar.

Vahşi katliamın ardından Prens Bekoviç'in kesik kafasını Buhara Hanı'na hediye olarak gönderen Khiva Hanı, ruhunu şeytana satarak din değiştirdiğini söylediği prensin vücudunun diğer parçalarını ülkesinde ibret için sergiler. Bu olaydan sonra neredeyse 100 yıl kadar hiçbir Rus, Khiva Hanlığı'nın yakınına bile uğramaz. Khiva'yı Rusya'ya bağlamak, daha sonra ordu komutanı olarak 1855'de Kars'ı teslim alan Yüzbaşı Murayiev'e nasip olur.

Hıristiyan olan Türk komutanlar

Rusya, Prens Bekoviç örneğinde olduğu gibi, Müslüman önderleri ve soyluları prenslik ve askeri rütbe unvanları ile cezbederek, din değiştirmeye, Hıristiyan olmaya teşvik eder. Kalmık Hanı Donduk-Ombo'nun oğlu Prens Aleksi Dondukov bunlardan diğeridir. Seçilen bu isimler, kendi bölgelerinde yeni din değiştirme ve Ruslaşma akımlarının öncüsü olacaktır. Ruslar, Kafkasya'da, Volga boylarında yarattıkları yapay şehirlere kurdukları tuzak politikalarla, girdikleri her bölgeyi Ruslaştırmanın yolunu ararlar. Hıristiyan yapamadıkları toplumları başka yollarla etkisiz hale getirmeye çalışırlar.

Başka bir örnek, Alexander Tevkelev'dir. Esas adı Muhammed Kutlu Tevakkül'dür. Müslüman bir Tatar olan Mirza unvanlı Muhammed, Rus Dışişleri'ne 1720 yılında dil bilen memur olarak girer. Kısa sürede yetkililere kendisini sevdirir. 1733 tarihinde Rus devleti Mirza Muhammed'e çok önemli bir görev verir. Aşağı Orda bölgesindeki Kazakları Rus tebası olmak için ikna etmek. 1734 yılında St. Petersburg'a görevini tamamlamanın gururuyla dönen Muhammed'in elinde Kazak Hanı Abdülhayır'ın imzaladığı teba olmayı kabul eden sözleşme vardır. Rus yetkililer bu başarısı üzerine Muhammed'e Albay unvanı verirler ve vaftiz edilmesini sağlarlar. Artık Hıristiyan olmuştur. Yeni ismi Alexander Tevkelev'dir.

Albay Tevkelev 1740 tarihinde tümgeneral olur ve Rusların Orta Asya'nın fethi için özel olarak inşa ettikleri örnek şehir Orenburg'a de facto vali olur. Resmen valilik görevi hiçbir zaman verilmez. Kazakların Tevkelev'in din değiştirme işinden haberleri yoktur. Onlar Muhammed'i hâlâ mirza olarak bilirler. Ruslar devşirdikleri birçok isim gibi Tevkelev'i de Orta-Asya'nın kolonileşmesi için sonuna kadar kullanırlar. Tevkelev bu görevi başarıyla yerine getirecektir.

Rusya'da iz bırakan çarlar

Rusya'yı ülke olarak Avrupalı yapan Büyük Petro'dur. Eski aristokratların etkisinden kurtularak St. Petersburg şehrini kurar ve başkent yapar. İlk işi kendisini Çar yapan Boyar Duması'nı lağvetmektir. Sekizinci Henry gibi kiliseyi kendisine bağlar ve düzene sokar. Halkın kıyafetlerini standarda bağlar. Rus köylülerine uzun beyaz tunik giydirir. Süt içimini ve tüketimini sınırlandırır. Eğitimi ve güzel sanatları teşvik eder. Yaptığı askeri reformlar sonrası milli muhafız birliği isyan eder. Başkırlar Orta Asya'da isyanı devam ettirirler. Sonunda Rusya kendisini Avrupa devleti olarak kabul ettirir. Rusların müzik, görsel sanatlar ve edebiyatta çıkardıkları büyük isimler Petro döneminde yaratılan aydınlanmanın ürünüdür.

Çariçe İkinci Katerina veya Büyük Katerina yönetime geldikten sonra Petro'nun yaptığı büyük devrimlerin sadece takipçisi olmakla kalmaz. Rusya'yı daha doğuya doğru büyütmeye azmeder.  Sibirya ve Orta-Asya'ya yayılmacılığın önderi olur. Bu süreçte, Kazakların Rus ordusunun düzensiz jandarma birliği gibi bozkırlarda görev yapmalarını planlar. Bozkırlarda ticaret yollarını geliştirerek daha rahat ilerleyebileceğini düşünür. İslam ağırlıklı coğrafyaya girerken, büyük ticaret merkezlerinin inşa edileceği yeni yerleşim birimlerinin cami ve okullarla süslenmesi gerektiğini hayal eder. Katerina'ya göre İslam dini Rus İmparatorluğu'nun emrinde hizmet eden bir araç olmalıdır. Bu amacını gerçekleştirmek için, Kırım'dan imamların görevlendirilerek, Kazak beylerine Rusların barışçıl niyetlerini anlatmaları talimatını verir. Niyeti, parayla satın alacağı tüccar din adamları sayesinde Orta Asya içlerine savaş yapmadan girebilmektir. Başka teşvik edici önlemler de alır. Buhara ve Taşkent'te yerleşik Müslüman tacirlerin Tobolsk gibi Rus şehirlerine göç edip, yaşamaları hâlinde onları her türlü mahalli kanun, vergi ve hizmet yükümlülüklerinden muaf tutacağını ilan eder.
Bütün bunlar, emperyalist Rus politikasının bozkır göçebe kabilelerini kırsal alandan çekerek daha kontrollü bir sisteme dahil ettiklerini göstermektedir. Rusların yeni yerleşime açtığı şehirlere yerleşen göçerler, zamanla şehirlere yerleşerek mahalli Ruslarla evlenir ve kaynaşırlar. Ruslaştırma politikası büyük ölçüde başarıya ulaşmıştır.

Geri kalmışlığın temel edeni ve beklenen son

Avrupa'da Sanayi Devrimi hızla ilerlerken, iki monarşi, Avusturya ve Rusya yeniliğe direnirler. Yeni her icat onlar için monarşiyi tehdit etmektedir. Yeni fabrikalar daha çok köylünün şehir merkezlerine gelmesi, yeni demiryolu ülke içi insan dolaşımın daha da artarak, güvenliğin kontrol edilemez hâle gelmesidir. Mutlaka engellenmelidir.

Çar Birinci Nikolay'ın hükümdarlığı döneminde Maliye Bakanlığı yapan Kont Igor Kankrin ekonomik refahı artıracak birçok proje ve yeniliği engelleyerek 1823-1844 yılları arasında Rusya'yı yoksul bir köylü toplumuna dönüştürür. Sanayinin gelişmesini önlemek için, Devlet Kredi Bankası'nı kurarak elindeki bütün fonları büyük toprak ağalarına dağıtır. Sanayi sektörünün bütün kaynaklarını keser. Nikolay'nın en büyük korkusu Rusya'ya devrimin gelmesidir. Göreve geldiği ilk günlerde Aralık 1825'te Decembrist isimli radikal bir grup tarafından kendisine suikast girişiminde bulunulur. Grubun hedefi Rusya'da sosyal bir değişim yapmaktır. Nikolay bir yakınına "Devrim Rusya'nın hemen yanı başındadır, söz veriyorum son nefesimi verinceye kadar ülkeme girmesine izin vermeyeceğim" der. Bu tedbirlerin bir ürünü olarak Moskova Askeri Valisi'nin 1848 yılında Nikolay'a yazdığı mektup sonrası çıkan yasa ile Moskova'da her türlü üretim tesisi ve fabrikanın yapılması yasaklanır. Ülkede işçi sınıfının daha fazla yoğunlaşması ancak böyle önlenebilecektir. Rusya'da yapılan ilk ve tek demiryolu St. Petersburg şehrini saraya bağlayan Tsarkoe Selo demiryoludur. Moskova ile St. Petersburg ancak 1851 yılında birbirine bağlanabilecektir.

Demiryolu düşmanlığı ve taşıma sisteminin zayıflığı Rusya'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun, İngiltere ve Fransa ile birlikte katıldıkları Kırım Savaşı'nda ağır bir yenilgi almasının en büyük nedeni olmuş, Çar İkinci Alexander savaşın hemen sonrasında büyük bir demiryolu seferberliğine başlamıştır. Akabinde çıkarılan kararname ile Rus köylüleri serf-köle statüsünden kurtularak özgürlüklerine kavuşmuş, potansiyel yeni işçi sınıfı ile birlikte ülkeye gelen yabancı sermaye sanayi sektörüne belirgin bir düzeyde büyüme yaşatmıştır.

Muscovy Prensliği ile başlayan Rusya'da 1613 yılında ilk defa tahta çıkan Romanof Hanedanı'nın yüzüncü yılına girilirken devrim süreci başlayacaktır. 300 yıl süren ve Rusya'yı emperyalist devletlerin arasına sokmayı başararak Baltıklar'dan Pasifik Okyanusu'na kadar genişleten süreç, öngörüsüz ve beceriksiz yönetimler sonucunda en çok korktuğu şeye, devrime yenilir.

Tarihin cilvesi, Türk asıllı olduğu iddia edilen Amiral Alexander Kolchak, Beyaz Ordu'nun kumandanı olarak Çarlık Rusya'sını ve Romanof ailesini kurtarmak için devrim güçlerine karşı amansız bir mücadele içine girer. Sibirya'da başkenti Omsk olan devletin lideri ve başkumandanı olur.  Avrupalı müttefiklerinin desteğiyle tam iki yıl savaşır. Kumandanı olduğu Beyaz Ordu Çar ve ailesine son kaldıkları konuttan top seslerini duyabilecekleri kadar yakınlığa ulaşmıştır. Kolchak sonunda yenilir ve teslim olur. 1920 yılında soğuk bir kış günü, Sibirya'da buz tutmuş Ushakovna Nehri yakınlarında devrim güçlerince kurşuna dizilerek infaz edilir. Kurşuna dizildiği sırada yanından hiç ayırmadığı sevgilisi Anna Timireva, çok yakınlardaki bir trenin içindedir. Bu trajik olayın anlatıldığı ve yakın zamanlarda çekilen Amiral Kolçak filmi Rus sinema dünyasının yaptığı en pahalı film olarak tarihe geçmiştir.

Yararlanılan kaynaklar
1- Russia's Steppe Frontier, The Making of a Colonial Empire 1500-1800, Michael Khodarkovsky
2- Why Nations Fail, Daron Acemoğlu & James A. Robinson
3- Bismarck and German Empire, Erich Eyck
4- The Great Game, Peter Hopkirk
5- RadioFreeEuropeRadioLiberty

17 Nisan 2020 Cuma

Fyodor Dostoyevski


Fyodor Dostoyevski | TRT 2, Kısa Bir Ara 


Birol Namoğlu ve Derya Beşerler'in aklımıza takılan soruları cevapladığı Kısa Bir Ara'nın bu bölümünde, Fyodor Dostoyevski'nin hayatını ve eserlerini tanıyoruz.

AZİZ NESİN, YAŞAR KEMAL ve MELİH CEVDET ANDAY MOSKOVA’DA





MUSTAFA YILMAZ

Sözcükler Dergisi, Eylül-Ekim, 2012.



Moskova, 1965 yazında Türkiye’den üç yazarı ağırlıyordu. Aziz Nesin, Yaşar Kemal ve Melih Cevdet Anday, dört Rus edebiyat dergisinin 29 Haziran - 1 Temmuz tarihleri arasında düzenlediği Asya ve Afrikalı Yazarlar Semineri’ne katılmak için Sovyetler Birliği’nin başkentindeydi.

Türkiye’nin yanı sıra, Gana, Hindistan, Irak, Kamboçya, Laos, Fas, Moğolistan, Filipinler, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Japonya vd. ülkelerden yazarların ve Sovyet çevirmenlerin katılımıyla gerçekleşen seminerin konusu Öykünün Bugünü ve Yarını şeklinde belirlenmiş. Organizatörlerden İnostrannaya Literatura (Yabancı Edebiyat) dergisinin 1965 Ekim sayısında yer alan değerlendirmeye bakınca, etkinliğin Vietnam Savaşı’nın da etkisiyle hayli politik bir atmosferde gerçekleştiği anlaşılıyor.

Yine bu değerlendirmede aktarılan bilgilerden Aziz Nesin ve Yaşar Kemal’in seminerde birer bildiri sunduğunu öğreniyoruz. Derginin editörleri Aziz Nesin’in bildirisinin Rusça çevirisini değerlendirme yazısına ek olarak yayımlamışlar. Yaşar Kemal’in sunumundan ise sadece aşağıdaki üç alıntıya yer verilmiş:

“Sanatçının önünde şimdi şu soru var: Halka nasıl gitmeli, yaşamsal köklere nasıl inmeli! Bence bunlara gitmek diye bir şey olamaz. Bunların arasında yaşamak, bunlardan yola çıkmak gerek. Çağımızda sanatta yeniliğin tek bir kaynağı var. Bu kaynak sonuna kadar değerlendirilebilmiş değil. Kaynağın adı halk ve doğadır.”

“Anadolu halk kültürünün zenginliği onun diğer kültürlerle olan etkileşiminden doğmaktadır. Taklitten değil, etkileşimden söz ediyorum. Her şeyden önce kendi kültürümüzün değerini bilmeliyiz, sonra da diğer ulusların kültürlerini. Bundan dolayı dünya bin parçaya bölünmez. Sadece bin farklı rengi kendinde birleştirir. Ve insanlık dağılmış olmaz. Tam tersi, parlak, çok renkli bir bahçe, bir bütün oluşturur.”

“Bugün yerkürenin farklı uçlarında insanlar hastalıktan ve yoksulluktan ölüyor. Günde on iki saat aç biilaç, kavurucu sıcağın altında çalışıyorlar. Kendilerine değil, sömürücülere çalışıyorlar. Bunu bilen bir sanatçı bir kenarda öylece durup bekleyebilir mi? Bu konuda bir şey söylemeyecek mi! Bin türlü saçmalık hakkında öylesine kolayca konuşabilir mi!.. Böyle bir insana insan diyemem. Ona ancak kaçak diyebilirim. Ona hasta gözüyle bakarım.”

Aziz Nesin’in sunumu Yazar, Halk, İktidar başlığını taşıyor. Sunumun, etkinlikte Nesin’e eşlik ettiklerini bildiğimiz Radi Fiş veya Ekber Babayev tarafından Rusçaya çevrilmiş olması büyük olasılık. Tespit edebildiğim kadarıyla yazarın yapıtlarının güncel baskılarında yer almayan bu yazının tarafımdan yapılan Türkçe çevirisini Sözcükler okurlarının ilgisine sunuyorum.

...



Yazar, Halk, İktidar Aziz Nesin (Türkiye) Sunumuma dört anekdot anlatarak başlayacağım. Karakterleri bakımından tamamen farklı bu dört anekdot dört farklı halka aittir. Hangileri olduğunu şimdilik söyelemeyeceğim ancak dinledikten sonra yaratıcılarının hangi halklar olduğunu hemen anlayacağınızı tahmin ediyorum.

İşte birinci anekdot:

Bir kuş ailesi başka bir kuş ailesini pazar günü öğle yemeğine davet etmiş. Pazar günü gelmiş, saat on iki olmuş. Misafirler yok. Bir saat geçer, iki saat geçer, misafirler yine yok. Ancak akşama doğru teşrif etmişler.

- Neden bu kadar geciktiniz? - diye meraklanmış ev sahibi.
- Görüyorsunuz ya, hava çok güzeldi. Biz de yürüyelim dedik.

İkinci anekdot:

Son moda bir etek giymiş bir kadın otobüse binmeye çalışmaktadır. Ne var ki, arkadan düğmeli etek biraz dardır, kadın adımını bile atamamaktadır. Düğmelerden birini çözmeye çalışırken arkasında duran adam kadını kucaklayıp basamağa çıkarıverir. Kadın öfkeyle bağırır:

- Ne hakla beni kucaklıyorsunuz?

Yolcu sakince cevaplar:

- Peki siz ne halka pantolonumun düğmesini çözmeye çalışıyorsunuz?

Üçüncü anekdot:

İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları. Naziler büyük bir şehri yakıp kül etmiştir. Yıkılmış bir evin karşında, anasını babasını yitirmiş bir çocuk oturmaktadır. Açlık ve soğuk yüzünden eziyet çekmektedir. Ama gözleri çukurlaşmış bu küçük varlık o kadar çok acı görmüştür ki, korku duygusunu artık kaybetmiştir. Yavrucak yıkıntılara bakıp hüngür hüngür ağlamaktadır. Tam o anda annesinin söyledikleri aklına gelir: Eğer bir insanı şiddetli bir biçimde korkutursan ağlamayı kesebilir. Oğlan arkadaşından rica eder:
- Beni korkutur musun?

Son anekdot:

Bir zamanlar bir köylü yaşarmış. Köylünün çok seneler değirmene buğday taşıyan bir eşeği varmış.

Bir sabah eşeğe çuvalları yükleyen köylü eşeğin kulağına eğilmiş ve:

- Sen çok akıllı bir eşeksin. Uzun süredir değirmene gidiyorsun. Herhalde artık yolu benden daha iyi biliyorsundur. Bugün kendimi pek iyi hissetmiyorum. Evde oturmak istiyorum. Hadi sen değirmene tek başına git, akıllı eşeğim benim.

Ve eşek yola koyulmuş. Akşam olmuş, sahibi eşeği bekliyor ama hayvan ortalarda yok. Ertesi sabah telaşlanan köylü akıllı eşeğini aramaya koyulmuş. Yolda herkese akıllı eşeği nasıl değirmene gönderdiğini ama eşeğin geri dönmediğini anlatıyormuş. Öyküsünü bitirirken de insanlara:

- Benim akıllı eşeğimi görmediniz mi? - diye soruyormuş.

Köylünün karşısına bir muzip çıkmış:

- Eşeğini gördüm, şehre gidiyordu.

“Gördün mü sen eşekteki aklı! Köyde kalmak istememiş, şehre gitmiş,” diye düşünmüş köylü ve başlamış şehre giden yolu adımlamaya. Orada yine akıllı eşeğin görüp görmediklerini sormuş herkese.

Ve yine karşısına muzibin biri çıkmış:

- Gördüm!

- Nerede?

- Hükümet konağında.

- İyi de eşeğin orada ne işi var ki?

- Bilmiyor musun yoksa, senin eşek şehre gelir gelmez aklıyla herkesi büyüledi. Onu vali yaptılar!

Köylü çimenlik bir alana çıkmış, bir parça ot koparıp hükümet konağına gitmiş. Odasını girip valinin yanına yaklaşmış ve önünde taze otları sallamış. Bir yandan da kurnazca gülümseyerek:

- E hadi, hadi yürü, bırak artık numara yapmayı. Beni kandıramazsın. Derini değiştirmişsin, insana benzemişsin, madalyalar takmışsın, vali masasına kurulmuşsun ama eski dostumu, yaşlı eşeğimi hemen tanıdım. Hadi kalk artık, eve gidelim. İki çuval buğdayı ne yaptığını sormuyorum bile. Vali olmak için rüşvet olarak verdiğini biliyorum.

Vali şakayı seven biriymiş. Anında vaziyeti kavramış ve köylünün saflığından istifade ederek:

- Gidelim gitmesine ama devletin bana ihtiyacı var, - demiş.

- Devlet bu makama başkasını bulur nasıl olsa, ama ben bu kadar akıllı eşeği bir daha hayatta bulamam. Elbette, vali olmak senin de hakkın. İşin doğrusu, bu iş senin için az bile. Burada kalırsan terfi edeceğin kesin. Ama biz ne yaparız? Değirmene buğdayı kim götürecek? Uzun lafın kısası, nazlanma, hadi, doğru köye!

Vali bu saf köylüyü artık başından savmak istemiş.

- Al bu üç altını, pazara git ve kendine başka bir eşek al. Beni de devlete bırak!.. Köylü üç altını almış ve sevinçle pazara koşmuş. Orada yine herkese başından geçenleri anlatmış. Ve yine karşısına muzip çıkmış.

- Hey allahım, sen ne yaptın be adam! Vali seni kandırmış. Bu kadar akıllı bir eşeği arasan bulamazsın. Sana tavsiyem, pazardan dişi bir eşek al, sonra da valiye götür. En azından sayesinde bir döl alırsın! (1)

Bu gülütleri sırf mizahçı olduğum için değil, Türk öyküsünün en önemli niteliğinin anlaşılmasına yardımcı olsun diye anlattım. Bu dört gülütün hem biçim, hem de içerik bakımından birbirlerinden kuvvetle ayrıldığı apaçık. Zira farklı ülkelerde doğmuşlardır, farklı halklara aittirler.

Birinci anekdot, kuş ailesi hakkındaki yani, Amerikan gülütüdür. Bu mükemmel gülüt insanı gülümsetmekte ama biraz olsun bile düşündürmemektedir. İçinde toplumsal bir şey yoktur. Zeka dolu bu gülüt refah içinde yaşayan, doyasıya gülebilen insanlara aittir.

İkinci anekdot, düğmeli olan, muhteşem bir Fransız gülütüdür; bir miktar moda eleştirisiyle ilgilidir. Ama bu tip gülütün ömrü kısadır.

Üçüncü anekdot, hüngür hüngür ağlayan çocuk, Polonya gülütüdür. Fikrime göre, “kara mizahın”, “gözyaşları içinde kahkahanın” mükemmel bir örneğidir. Bu, büyük acılar görmüş insanların mizahıdır. Gülüt acı bir gülümsemenin yanı sıra derin düşüncelere dalma isteği uyandırmaktadır.

Dördüncü, eşekli anekdot Türk gülütüdür. Gülütün kahramanı olan köylü, Nasreddin Hoca yani, Türki halkların dahisidir. Bu gülüt gerçekliği temel alan sert ve acımasız bir sosyal eleştiridir. Gülmek karnı tok, refah içinde yaşayan, yarın endişesi olmayan insanların ayrıcalığıdır. Ancak baskılar yüzünden yüzyıllardır acı, muhtaçlık ve yoksulluk çeken insanların da gülmeye ihtiyacı vardır.

Tek bir gülüt üzerinden bir halkın öykücülüğünün genel niteliklerini tam anlamıyla vermek imkansız elbette.

Sunumumda eşek hakkındaki bu gülüte yer vermemdeki amaç Türk öykücülüğünün en önemli özelliğini somut bir örnek üzerinden açıklamaktır. Türk öykücülüğünün en önemli özelliği toplumsal bir yönelime sahip olmasıdır; benim anlattığım Nasreddin Hoca gülütü için de bu geçerlidir. Doğduğu günden bugüne dek Türk öyküsü her zaman toplumsal bir temele yaslanır, kusurlu yanları ortaya çıkarıcı, eleştirel bir tınıya, açık ve yararlı bir amaca sahiptir, her zaman okuyucuya bir fayda sağlamaya uğraşır ve en önemlisi, her zaman gerçekçidir. İçindeki fantazi, alegori ve sembolik unsurları gerçekliğin açığa çıkarılması hedefine hizmet eder. Hatta romantik veya lirik olanın ağır bastığı öykülerde bile her zaman gerçekçilik, yararlılık özellikleri, düşünmeye zorlama çabası vardır. Bütün bunlar Türk yaşamındaki tarihsel, toplumsal ve ekonomik şartların eseridir.

Türk öykücülüğünün yanı sıra Türk yazını, sanatı ve bir bütün olarak kültürüyle de ilgili olguları doğru değerlendirebilmek için ülkenin bütün önemli özelliklerini dikkate almak gerekir. Bilinen bir gerçek: Halklar birbirine benzemez. Şimdi dile getireceğim iki özellik bizi diğer halklardan ayırmakta, kültürümüzün ve yazınımızın karakteristik özelliklerinin ortaya çıkarılmasına yardımcı olmaktadır.

Birinci özelliğimiz, geçmişte üç kıtada hükmeden büyük bir imparatorluk olan Türkiye’nin günümüzde geri kalmış ülkeler arasında olmasıdır. Bu tarihsel gerçek ister istemez Türkiye’yi ve yazınını gelişmede geri kalmış diğer halkaların yazınından ayırmaktadır.

Genel olarak çağdaş Türk yazını, özel olarak da öykücülüğü, klasik ve halk yazınlarının asırlık geleneklerini kendine mal ederek ve diğer yazınların etkisine maruz kalarak tamamen yeni, orijinal, adeta bir kaynak gibi fışkıran bir yaşama kavuşmuştur. Günümüzde Türkiye’de, endüstri çağı yaşamını henüz bilmeyen Türkiye’de bütün yazının ve özellikle de öykücülüğün çeşitliliği, gücü, gelişmiş ülke yazınlarıyla aynı seviyede duran yüksek ustalığıyla herkesi şaşırtmasının sebebi budur.

Söz konusu olan yazınsa ülkemizin dikkate değer bir başka özelliği de şudur: Türkiye kırk beş yıl önce emperyalizme karşı ayağa kalkmış ve ulusal kurtuluş savaşında zafer kazanmış bir ülkedir. Ne var ki, buna rağmen, kırk beş yıl sonra bile sosyalist gelişme yoluna girmemiştir. Bu durum bütün Türk yazınını ve özel olarak da öykücülüğünü toplumsal mücadele aracı haline getirmiştir. Yaklaşık olarak 1937 yılından sonra iktidarın Türk yazarlara karşı tutumunda büyük değişiklikler gözlenmektedir.

Bu çok önemli ve pek çok şey hakkında ipucu veren bir durumdur. Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılı ve Atatürk’ün öldüğü 1937 yılı arasındaki dönemde Türk yazarların durumu, 1937 yılından bugüne dek gelen dönemdeki Türk yazarların durumundan kesin olarak ayrışmaktadır. 1937’den önce yapıtlarının değeri arasında fark gözetilmeksizin bütün yazarlar iktidar tarafından kelimenin tam anlamıyla el üstünde tutulmuş, rahat bir yaşam sürmeleri için gerekli koşullar oluşturulmuş. Yazarlar Atatürk’le aynı masanın etrafına oturmuş, sohbetlerine katılmışlar. Yazarlar elçilik, bakanlık, devlet dairelerinde idare üyeliği yapmış, yüksek ücretli diğer görevlerde bulunmuşlardır.

1937’den sonra Türk yazarların durumu keskin değişimlere uğramıştır. Türkiye’deki bütün ünlü ve önemli yazarları hapishanelere doldurmaya, sürgüne göndermeye, polis sorgusundan geçirmeye başladılar. İş öyle bir raddeye vardı ki, yazarın önemi, değeri hapiste kaldığı süreyle ölçülür oldu.

Bugün Türk yazınını uluslararası arenada tam da ülkesinde acıyı ve aşağılamayı tadan bu yazarlar temsil etmektedir.

Temelsiz konuşmadığımı göstermek için birkaç örnek verecek, bazı yazarların adını anacağım. Şair Yahya Kemal Türkiye’nin tam yetkili elçisi olarak uzun yıllar Avrupa devletlerinin başkentlerinde yaşadı, bakanlık yaptı. Yaşamının son yıllarını lüks bir çevrede sessizlik ve huzur içinde geçirdi. Şair Abdülhak Hamit, romancı Yakup Kadri, elçi ve bakan sıfatıyla tam bir refah içinde yaşadı. Ruşen Eşref, Hamdullah Suphi, Falih Rıfkı Atay, Reşad Nuri Güntekin, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç ve pek çok diğerleri yüksek mevkilerde görev yapan yazarlar oldu.

Şimdi de 1937’den sonraki yazarların durumuna bakalım.

Dünyaca ünlü Türk şairi Nazım Hikmet on üç yıl hapis yattı ve on üç yılını da vatanından uzakta geçirdi. Muhteşem öykücümüz Sabahattin Ali uzun yıllar hapiste yattı, ölümü faşist bir katilin elinden oldu. Ünlü romancımız Kemal Tahir on üç yıl dört duvar arasında eziyet çekti. Yetenekli öykücü ve romancı Orhan Kemal’in hayatı ağır koşullar altında ve sürekli iş arayışlarıyla geçmektedir. O da hapse düşmekten kurtulamamış ve dört buçuk yılını demir parmaklıkların ardında geçirmiştir. En iyi şiirsel Türk öykülerinin yaratıcısı Sait Faik yaşamı boyunca iş bulmakta zorlanmış ve annesinin desteğiyle yaşamak zorunda kalmıştır. Ünlü şairimiz Orhan Veli büyük yoksulluk çekmiş ve çok genç yaşta tüberkülozdan ölmüştür. Şair Rıfat Ilgaz öğretmenlikten uzaklaştırılıp hapse atılmıştır ve şimdi onda da ileri derecede tüberküloz vardır, korkunç bir yoksulluk içinde yaşamaktadır. Burada aramızda olan ünlü romancı Yaşar Kemal de zorlu yaşamın, işsizliğin tadına bakmıştır. Yine burada bulunan şair Melih Cevdet Anday, birkaç kere mahkemelik olmuş, zor günler geçirmiştir. Kendimden bahsetmeyeceğim. Bu kadar acı örnekleri tümüyle sıralayarak zamanınızı almak istemiyorum.

Buraya kadar söylenenler şu soruyu akla getiriyor: Eğer 1937’den önce iktidar Türk yazarlarını kelimenin tam anlamıyla el üstünde tuttuysa 1937’den sonra Türk yazarları kendilerini nasıl oldu da bambaşka bir durumda buldular? Bu soruya cevap verebilmek için, belli ki, ayrı ayrı her yazarın kişiliğini bilmek gerek. 1937’den önce rahat içinde yaşayan bütün yazarları dalkavukluk, ikiyüzlülük ve iktidarla oynaşmakla suçlamak adaletsizlik olurdu doğrusu. Bizim neslimizden iktidarın hoşuna gitmeyen bütün yazarların yasaları çiğneyenlerden oluştuğunu düşünmek de en az o kadar yanlış olurdu.

Benim düşünceme göre, 1937’den sonra iktidarla Türk yazarların arasının iyi olmayışının ilk sebebi iktidarın toplumsal doğasında yatmaktadır. Bu kadar sık andığım 1937 yılı kısa bir tarihsel dönemden ibaret değildi. Mesele şu ki, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra cumhuriyetin kurulduğu Türkiye’de iktidar en başından itibaren halkçı bir nitelik taşıyordu, daha doğrusu taşımaya çalışıyordu. Daha sonra yerel burjuvazi emperyalizmle ittifaka gitti ve halka sırt çevirdi. 1953-1960 arası iktidarla halkı ayıran uçurum daha da derinleşti. Halktan uzaklaşan iktidar kaçınılmaz olarak aydınlarla çatışma içine girdi. Türk yazınını dünya arenasına taşıyan ve her türlü kovuşturmaya maruz kalan, işkence gören, hapislerde yatan yazarlarda iktidarın hoşuna gitmeyen şey neydi? İktidarın hoşuna gitmeyen tek bir şey vardı. Türk yazarları halklarını biraz fazla seviyorlardı, onu biraz fazla ateşle savunuyorlardı.

Türk yazarlarının durumu hakkında buraya kadar söylenenlerden aşağıdaki sonucu çıkarmak mümkün.

İktidarın halka yakın olduğu bir ülkede, ilerici yazarlar her zaman iktidarın yanındadır. Ve tam tersi, eğer iktidar halkçı olmayı bırakmışsa yazarlar bu iktidarla çatışma içerisine girerler. Herhangi bir ülkede yazarlar iktidardan baskı görüyor diyelim, iktidarın halktan uzak olduğunun ilk göstergesi işte budur. İktidarın halkçılığının düzeyi ilerici yazarların iktidara yakınlığının seviyesinde de kendini gösterir.

Sunumumu bitirirken ülkem ve halkım adına Asya ve Afrika’nın burada bulunan ve bulunmayan bütün ilerici yazarlarına sıcak bir selam iletmek istiyorum. Halklarından uzaklaşan bütün iktidarlara karşı mücadelemizde kardeşçe dayanışmamızı dilemek istiyorum.

1 Aziz Nesin bu gülüte 4 Temmuz 1962 tarihli Vatan gazetesinde çıkan yazısında da yer vermişti. Bkz. Aziz Nesin. Sanat Yazıları. Nesin Yayınevi, İst. 2011. S.385-386.

16 Nisan 2020 Perşembe

Oblomov. Şimdi!



Uyuşuk ve hayalperest bir asilzadenin portresi gibi görünen Oblomov, kuşkusuz bundan fazlasıydı. Onda insanları kolayca etkisi altına alan, büyüleyen, güçlü birçok unsur bulunuyordu. Bunların başında romanın ana karakteri Oblomov’un orijinal kişiliği geliyor olsa gerek
Ali C. Toprak





Oblomov 1859’da basıldığında Dostoyevski kürek cezasından henüz dönmüş, toprak köleliği kalkmamıştı. Tolstoy Savaş ve Barış’ı, Turgenyev Babalar ve Çocuklar’ı yazmaktaydı. Eleştirmenlik olgusu ise Rus edebiyatının sahip olduğu asıl değer olarak yükselmeye devam ediyordu. Belinski ve Çernişevski’nin izinden giden Dobrolyubov, Sovremennik’i (Çağdaş) çıkarıyor, dergi, öncüllerinden aldığı mirasla Rus edebiyatına yön veriyordu.

Oblomov, ‘ılımlı’ diye tabir edilen Oteçestvennie Zapiski (Anavatan Notları) dergisinde tefrika edildiğinde, önce hiçbir etki yapmadı. Roman olarak basılmasının ardından, Sovremennik’te Dobrolyubov’un bir makalesi yayımlandı ve eserin ünü, “En ufak bir abartıya kaçmadan denebilir ki, şu anda bütün Rusya’da Oblomov’un okunmadığı, Oblomov’un övülmediği ve Oblomov’un tartışılmadığı en küçük bir belde bile yoktur,”[1] sözleriyle ifade edilir oldu. Dobrolyubov’un ürettiği ‘Oblomovculuk’ kavramı ekseninde büyük tartışmalar dönüyor, Gonçarov’un bile romanının önemini Dobrolyubov’dan öğrendiği söyleniyordu.


Neden Oblomov?

Uyuşuk ve hayalperest bir asilzadenin portresi gibi görünen Oblomov, kuşkusuz bundan fazlasıydı. Onda insanları kolayca etkisi altına alan, büyüleyen, güçlü birçok unsur bulunuyordu. Bunların başında romanın ana karakteri Oblomov’un orijinal kişiliği yer alıyor olsa gerek.

Adı tembellik, atalet, miskinlik, aylaklıkla özdeş hale gelen; dünya edebiyatında örneğine sık rastlanan ‘lüzumsuz adam’lardan biri görülen Oblomov’a, diyebiliriz ki bu gömlek dar gelir. Çünkü Oblomov bütün gün yatağından çıkmayıp uyuklarken bile, düşünmektedir. Plan yapmakta, hayal kurmaktadır. Bunları eyleme dönüştürmeyişi onu tembel değil, eylemsiz yapar. O, yaşamdan hiçbir şey ummayan bir miskin değildir. İçi küflenmiş, ruhu ölmüş, amaçsız bir kişi değildir. Arzuları, umutları vardır. Âşık olabilir, aşkını gerçeğe zarafetle feda da edebilir. Dahası Oblomov, ince zevkleri olan, hassas biridir. İnsanların arasına girmek istemeyişi üşengeçliğinden değil, tutkuyla bağlı olduğu gerçeklik hissindendir. Nitekim içtenliğe, samimiyete yer olmayan hayatı reddetmek, hayatı reddetmek değildir.

Ştoltz, romanın önemli karakterlerinden bir diğeridir. Romanda Oblomov’un olmadığı her şeyi temsil eder. Atletiktir, çalışkandır, hırslıdır. Hayal değil eylem adamıdır. Gonçarov, Ştoltz’u ikiye bölmüş, Rus yarısıyla Oblomov’un sevgili dostu, Alman yarısıyla, yaklaşan toprak reformuyla birlikte sayıları artacak kapitalistlerden biri olarak resmetmiştir. Çocukluk arkadaşı olan bu karakterlerin aynı coğrafyada bambaşka eğitimler alması, romanın önemli motiflerinden birini oluşturur.

Olga, güçlü, akıllı, meraklı ve çalışkan biridir. Varlıklıdır ve iyi eğitim almıştır. Ancak romanda bir istisna olarak yer almaz. Hizmetçi Anisya, Oblomov’un evsahibi Agafya Matveyevna da benzer özellikler taşır. Bu kadınlar yakınlarındaki erkeklerden çok daha becerikli, iyi kalpli, hassas ruhludur. Gonçarov’un romanı bu yönüyle (de) oldukça çağdaştır.

Romanın en unutulmaz karakteri belki de uşak Zahar’dır. Gerçek tembel odur. Bütün gün peç’in üstünde uyumaktan başka bir amacı yoktur. Efendisi Oblomov’a yürekten bağlıdır bağlı olmasına da, iş yapmanın gereğini bir türlü anlamamaktadır. Zahar ile Oblomov’un diyalogları, romanın güçlü mizahi yönünü oluşturur. Okuyanın aklından kolay kolay da çıkmaz.


Neden Yordam Edebiyat?

Bu önemli romana dair söylenecekler biter mi, bitmez. Yazıyı bitirmeden Yordam Edebiyat’ın Nuri Yıldırım çevirisiyle yayımladığı Oblomov’a dair değinmek istediğim bir husus var. Rusça aslından yapılan yeni bir çeviri olan eserin girişinde Nuri Yıldırım’ın sunuşuyla karşılaşmak benim için şaşırtıcı oldu. İlgiyle okudum. Gördüğüm kadarıyla özenli bir araştırmanın ürünü. 

Bu tutumun bu esere özgü olmadığını, Nuri Yıldırım’ın Lermontov’un Zamanımızın Kahramanı ve Çehov çevirilerine de benzer sunuşlar hazırladığını kısa bir soruşturmayla öğrendim. Bunun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bugün klasik eserleri Türkçeleştiren kaç çevirmen bu özeni gösteriyor ya da kaç yayınevi çevirmene bu zamanı tanıyor… Cevabı raflarımızdaki kitaplarda; başka yerde değil.

Bu kıymetli eseri yıllar sonra bu güzel çeviriyle tekrar okumak, romanla ve yazarla ilgili o değerli bilgileri edinmek gerçekten zevkti. Açıkça görülüyor ki Yordam Edebiyat klasik eserlerde en doğru adres olmaya adım adım gidiyor.


Oblomov, okunması elzem kitaplardan biridir. Her yaştaki okur için iyi bir okuma önerisidir. Okuyanı seveni bol olsun.

'İşten sonra duş alın': Sovyet pankartlarında sağlıklı yaşam ilkeleri





Sovyetler Birliği’nde sağlık sistemi ve özellikle hijyen konusuna büyük dikkat verilirdi.

SSCB’deki sağlık sisteminin temelinde önleyici sağlık hizmetlerine ağırlık verilmesi, sağlık sisteminin gelişimine halkın katılımının sağlanması, hijyen bilgisinin toplum içinde yaygınlaştırılması ve sanayi ve tarım işçileri ile ailelerine sağlık hizmetinde öncelik verilmesi gibi ilkeler yer alıyordu. Bunların hayata geçirilmesi açısından sağlıklı yaşam kurallarının yazıldığı resimli pankartlar çok yaygındı.

Günümüzde de güncelliğini yitirmeyen Sovyet döneminden kalma bazı pankartlar, Sputnik’in galerisinde.





Rusya’da yeni akım: Balkonlarda ‘kimse bakmıyormuş gibi’ dans et




© Fotoğraf : Youtube



Koronavirüs nedeniyle karantina sürerken, Rusya’da balkonda ilginç figürlerle dans etme akımı başladı. Akımın ilham kaynağı ise Rus müzik grubu Krem Soda’nın önceki günlerde YouTube’da yayınlanan klibi.

Karantina günlerinde Rusya’nın dört bir yanındaki balkonlar dans pistine dönüşü. Krem Soda grubunun ‘Plaçu na tehno’ (Tekno ile ağlıyorum) isimli şarkısının klibinin yayınlanmasının ardından sosyal medyada yeni bir akım başladı. Orijinal dans videosunda grup üyeleri absürt hareketlerle ve kostümlerle dans ediyor. 



Rusya vatandaşları da balkonlarında aynı şarkı ile farklı dans figürleri sergiliyor.

"Çerez jopu, da paşli ani fsye!"




Bugün sizlere, Rusçanız çok "kıt" da olsa, Rus dostlarınız arasında kullandığınızda "Meğerse ne kadar iyi Rusça biliyormuş!" dedirtecek, sadece "buralı" olanların bilebilecekleri düşünülen söz öbeklerini paylaşacağız. Az Türkçe bildiğiniz sandığınız bir yabancının muhabbetin ortasında, "Vay anasını! Aşağısı Kasımpaşa! Yıkıl karşımdan!" demesinin etkisini yaratacak "altın sözler"! Ama kullanırken çok dikkatli olun: Telafisi imkansız zararlar yaratabilirsiniz! 

"Çerez jopu" 

Kulağı tersten göstermek/tutmak. Oldukça faydalı bir ifade olmakla birlikte, Rusların bizdekinin aksine kulak vb. gibi nispeten risksiz bir organ yerine jopa (popo) kelimesini kullandığını akılda tutmakta yarar var.

Yey-Bogu! 

Bizdeki "Allah aşkına", "Hey Yarabbi", "gerçekten mi?", "hadi canım" gibi ünlemlere karşılık gelir.

Gospodi, pomiluy! 

Birebir anlamı "Tanrım, affet!" Endişe ile karışık şaşkınlık anlarında kullanabilecek, bizdeki "Allahım sen aklıma mukayet ol!"u çağrıştıran bir ifade.

Derji karman şire. 

Birebir çevirisi "Cebini geniş tut/aç". Türkçedeki "çok beklersin", "boşuna umutlanma" ifadelerine yakın, sokak ağzı bir söyleyiş. 

A bolşe tebye niçivo ne nado? 

İroni yüklü ifadenin Türkçesi: "Başka bir arzun?"

Da paşli ani fsye! 

İyice yumuşatarak söylemek gerekirse: "Canları cehenneme!" Kullandığınız yere dikkat etmenizde yarar bulunan "hayli sert" ifadelerden.

Da mnye glubako naplevat/nasrat/fioletava. 

Yine yumuşatarak söylemek gerekirse "Umurumda değil". Yine hatırlatalım; dikkatli kullanmakta yarar var!

Nogi v ruki. 

Birebir Türkçesi: "Ayaklar ellere". Biri bir başkasını acele ettirmek, harekete geçirmek istediğinde bu ifadeyi kullanır. Örneğin anne-baba çocuğuna "kıçını kaldır" manasında söyler.

Slış!?

Bu ifade aslında "Slışış?" (Duyuyor musun?) sorusunun yutularak söylenişi. Hem vurgulama, hem de onaylama, hem muhabbete başlamak için kullanılabilir.

Bazara nyet / bez bazara. 

Tam Türkçesi "Pazar yok / pazarlıksız". "Hallederiz", "problem değil" manasında onaylama ifadesi.

Dyoşevo i serdito. 

Tam çevirisi "ucuz ve kızgın". Ucuz ama kaliteli bir ürün ya da