Moskova

Moskova

13 Kasım 2020 Cuma

Rusya'da yılın 2 kelimesi seçildi: 'Samoizolatsiya' ve 'obnuleniye'


 

Kaynak: https://turkrus.com/

  

Moskova'da özellikle yabancıların Rusça öğrenirken ilk adresi olan saygın eğitim kurumu Puşkin Dil Enstitüsü, Rusçada 2020 yılının kelimelerini "samoizolatsiya" ve "obnuleniye" olarak belirledi. Bu kelimelerin ilki koronavirüs salgını, ikincisi Rusya'da yapılan anayasa değişikliği ile Başkan Putin'in yeniden seçilmesine imkan tanınması sayesinde vitrine çıktı:

Kelimelerden ilki "kendini karantinaya alma", ikincisi ise "sıfırlama" anlamına geliyor.

İkinci kelime, anayasa değişikliği devlet başkanlarının iki dönemden fazla görev yapma hakkını ortadan kaldırırken Putin'e istisna yapılması ve mevcut başkanın şu ana kadarki görev süresinin bu kuralda hesaba katılmayarak "sıfırlanması" nedeniyle klişe haline geldi. 

Yılın Kelimesi projesini yöneten Profesör Doktor Mihail Osadçiy, 2020'de en çok konuşulan iki konunun koronavirüs salgını ve anayasa referandumu olduğuna dikkat çekerek, bu konularda yürütülen tartışmaları incelediklerini ve öne çıkan kelimeleri belirlediklerini söyledi. 

Buna göre, tartışmalarda en sık tekrar eden ve anlamsal derinliğe sahip kelimeler "samoizolatsiya" ve "obnuleniye" oldu.

Enstitüden yapılan açıklamaya göre, öne çıkan diğer kelimeler şu şekilde:

distantsirovanie - (sosyal) mesafe,

golosovaniye - oylama,

kovid,

karantin - karantina,

konstitutsiya - anayasa,

koronavirüs,

popravki - düzenlemeler, değişiklikler (anayasa bağlamında),

udalyonka - uzaktan eğitim ya da çalışma.

8 Kasım 2020 Pazar

Eski Moskova'da atlı araba ile bir gezinti

 Eski Moskova'da atlı araba ile bir gezinti :-)








Karpuz yemekten ayıyla gezmeye... Çarlık Rusyası'ndan akla ziyan 7 yasak




Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

 

Her yönetim biçiminde olduğu gibi Rusya'nın çarlık döneminde de çok sayıda "akılla anlaşılması zor" yasak mevcuttu. Bazıları kulağa son derece saçma gelen bu yasaklar ilginç hikayelere kapı aralıyor. İşte yuvarlak şapka giymekten karpuz yemeye, insanların başını devletle derde sokan 7 yasak.

 

1.Ayıyla gezmek.

Yakın zamana kadar Türk şehirlerinde de yaygın olan ayı oynatıcılığı, Rusya'da 1867'de yasaklandı. Yasağa gerekçe olarak hayvanlara kötü davranılmasının yanı sıra ayı oynatıcıların "serseriliğe meyilli olması" gösterildi.

 

2.İskambil kartları ve zarlar.

Bir dama, satranç ve barbut müptelası olan Çar Aleksey (1629-1676) bu oyunların halk tarafından oynanmasını yasakladı. 1649'dan itibaren, iskambil kartı ve zar oynamak bedensel bütünlüğe zarar veren bir dizi ceza ile karşılandı.

 

3.Dana eti yemek.

Çarlık Rusyası’nda gıda ürünlerinin az olduğu bir dönem ineklerin kesilmesi ve etlerinin yenmesi yasaklanmıştı. Zira böyle bir ortamda süt üretebilen bir canlının öldürülmesi "delilik" olarak görülüyordu. 18'nci yüzyıla kadar Rusya'yı gezen pek çok batılı seyyah, Rusların dana eti yemeye "insan eti yeme" muamelesi yaptığını yazar.

 

4.Sakal.

Rusya'nın reformcu çarı Petro'nun icraatlarından biri de sakal bırakmayı yasaklaması oldu. 1705 tarihli kararla birlikte "toprak köleleri hariç" nüfusun sakal bırakması olağanüstü yüksek bir verginin yanı sıra kürek cezasıyla cezalandırıldı.



5.Fransız devrimini hatırlatan her şey.

Rus çarı I. Pavel, Fransız devriminin estirdiği özgürlük rüzgarları ile baş etmek için çareyi ülkede devrimi akıllara getirecek her şeyi yasaklamakta bulmuştu. Yuvarlak şapkalar, peruklar, uzun bıyıklar, yelekler ve kalın kravatlar yasaklanan kıyafet ve aksesuarlardan bazıları idi. Devrimci bir tınıya sahip "grajdanin" (yurttaş) yerine "obıvatel" (sakin) kelimesinin kullanılması teşvik edildi. "Oteçestvo" (vatan) yerine ise "gosudarstvo" (devlet). Pavel'in suikaste uğramasından sonra tüm bu yasaklar kaldırıldı.


6.Karpuz ve elma.

Karpuz bugün Rusların neredeyse en sevdiği meyve konumunda. Ancak bir dönem elma ile birlikte yenmesi yasak yiyecekler arasında idi. Zira Ortodoks Kilisesi Vahtizci Yahya'nın kafasının kesilerek idam edildiği 11 Eylül gününde yuvarlak şekilli gıdaların yenmesini hoş karşılamıyordu. O gün bıçak, orak, kılıç ve benzeri kesici aletlerin kullanılması da yasaktı. Ekmek bile kesilmez, elle kırılırdı.



 

7.Tütün.

Bu ürün Rus topraklarına İngiliz tüccarlar aracılığıyla 16'ncı yüzyılda ulaştı. Yasaklanması ise çok sürmedi. 1634 yangının bir tütün piposundan düşen ateşle başladığı anlaşılınca keyif verici bu ürün anında yasaklandı. Tütün içenler çok ağır bedensel cezalara çarptırıldı, hatta Sibirya'ya sürüldü. Ta ki tutkulu bir tütünsever olan Çar Petro yasakları kaldırana kadar.


4 Kasım 2020 Çarşamba

Rus dış politikasına etki eden unsurlar



Samih Güven

Kaynak: https://samihguven.blogspot.com/

 

 

1.Sovyetler Birliği’nin akıbeti karşısında büyük hayal kırıklığı yaşayan kişilerden biri de Vladimir Putin idi. Putin’e göre Sovyetlerin dağılmasında en büyük neden verimsiz ekonomi politikalarıydı ve uygun reformların yapılması halinde yıkılmasına gerek yoktu. Bir konuşmasında bu yıkımın “20. yüzyılın en büyük trajedisi” olduğunu ifade etti. 

Putin’in bu hassasiyetinin komünizme olan bağlılığından kaynaklandığını sanmıyorum. Bu büyük yıkımın Ruslar ve diğer Sovyet halkları için ortaya koyduğu sonuçları kastediyordu elbette. İnsanların maruz kaldığı ekonomik yıkım, idaredeki çöküş ve en önemlisi de Rusların büyük ve güçlü devletlerinin içine düştüğü durum sonrasında Batılı devletlerin avucunu ovuşturması can sıkıcıydı.

O halde güçlü Rusya yeniden ayağa kalkmalıydı. 2000’li yıllar boyunca petrol fiyatlarının yükselmesi ve yeni kapitalist temelde elde edilen büyümenin yardımıyla Putin Rusya’nın gerçek egemenliğini yeniden sağladı.

Bu kapsamda Rus dış politikasını son yirmi yılda yönlendiren unsurlardan biri yıkılışın yarattığı hayal kırıklığı sonrasında yeniden güçlü ve saygın bir devlet olma isteği oldu.

2.NATO ve AB’nin eski Sovyet bloku ülkelerine yönelik ilgisi Rusya’yı çevreleme politikası olarak görüldü.  Bu algı ve bu yöndeki mücadele Rus dış politikasına etki eden en önemli unsurlardan biri oldu. Sovyet bloku ülkelerinden bir kısmını elinden kaçırsa da Rusya özellikle BDT ülkeleriyle siyasi ve ekonomik bağlarını güçlendirmeye büyük önem verdi.

3.Rusya tarihini, ekonomisini, dış politikasını ve kültürünü coğrafyasından ve ikliminden bağımsız ele almak mümkün değil. Dünyanın en büyük ülkesi olan ve 14 komşusu bulunan Rusya Baltık’tan Pasifik’e kadar geniş ölçekli bir kara devleti. Petro’dan itibaren denizlerde kurulan hakimiyet ise başka bir boyut kazandırdı. Bu anlamda coğrafyanın getirdiği fırsat ve tehditlerle Rusya uluslararası güç dengesi bakımından önemli bir aktör olageldi.

4.Rusya’nın korunmasının sadece Rusya toprakları ile sınırlı olmadığına inanıldığı için yakın coğrafyadaki ülkeler yanı sıra Sovyetler zamanından bu yana iyi ilişkiler içinde olunan Venezüella, Küba, Mısır, Libya, Suriye, İran gibi ülkelerle eski ilişkiler sürdürülmeye ve güçlendirilmeye devam edildi.

5.Bugün birçok ülke için olduğu gibi Rus halkının beklentilerini ekonomik istikrar, sosyal haklar, güvenlik, özgürlük ve uluslararası saygınlık olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bu noktadan bakınca dış politika bu amaçlara da hizmet eden bir alan. Dolayısıyla iç politikada başarılı olmanın yollarından biri dış politikada başarılı olmaktan geçiyor.

6.Rus dış politikasının gelenekçi, ulusalcı, pragmatik ve çok yönlü özelliği, ayrıca dünyanın birçok bölgesindeki nüfus alanlarını korumaya dönük amaçları düşünüldüğünde Sovyet dönemiyle olan benzerliklerini göz önüne almak gerekiyor. Yani Rus dış politikasına etki eden unsurlar elbette geçmiş birikimler ve dış politika gelenekleri. Bu anlamda stratejik süreklilik ve tarihsel arka plan oldukça önemli.

7.Lenin’in Batı toplumlarında beklediği devrimler gerçekleşmeyince ayakta kalmak ve gerçekçi bir politika izlemek durumunda kalan Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşından sonra dengeleyici bir güç konumuna gelmişti. Bugün dünyanın çok kutuplu bir yapıya geldiğini iddia eden ve en azından böyle olmasına gayret gösteren Rusya’nın politikalarına etki eden bir diğer faktör de Sovyet döneminden gelen bu dengeleme özelliği.

8.Rus dış politikasını etkileyen konulardan biri de enerji konusu. Rusya büyük gaz ve petrol rezervlerine sahip bir ülke olarak bu kaynakların pazarlanması ve enerji güvenliğinin sağlamasına büyük gayret gösteriyor. Dış politika adımlarına bu konular önemli etkiler yapıyor. Bu anlamda, 2000'lerin ortalarında Rusya'nın petrol endüstrisinin önemli bir kısmını kamulaştırması koordineli bir enerji politikası için temel oluşturdu. 

9.Rusya’nın dış politikasına etki eden önemli unsurlardan biri de gerektiğinde ima etmekten çekinmediği askeri gücü. Rusya önemli bir nükleer güç. Ayrıca birçok füze programı ve önemli askeri teknolojiye sahip. Sürekli yeni yatırımlarla bu yönünü güçlendirmeye çalışıyor. Bu anlamda 2010'ların ilk yarısında silahlı kuvvetlerde gerçekleştirilen reformlar, Rusya’ya ülke çıkarlarının savunulması ve geliştirilmesi için etkili bir araç vermiş oldu.

10.Rusya’nın askeri gücü yanında Putin’in sağlamış olduğu siyasi güç de Rus dış politikasına etki eden ve belli bir çizgide sürekliliğini sağlayan önemli bir unsur.

11.Avrasyacılık fikri de Rus dış politikası açısından üzerinde durulması gereken bir konu. Bu yaklaşıma göre Kıta Avrupası Rusya’nın batı sınırında yer alıyor ve Rusya Avrasya’nın ana unsuru konumunda. Bu anlamda farklı değerlere, ilişkilere, kültürel ve coğrafi özelliklere sahip. Bu düşünceler de Rusya’nın dış politika adımlarında etkili oluyor.

12.Slavcılık ve Ortodoksluk gibi değerler de yine Rus dış politikasını anlamak açısından önemli. Kendini bu anlayışı benimseyen ülkelerin hamisi olarak gören Rusya tarihsel olarak bu ülkelerle özel ilişkiler geliştirmeye gayret ediyor.

13.Başka bir konu ise Rusya’nın ekonomik çıkarlarının artırılması ve güç dengelerinin kontrol edilmesi amacıyla çeşitli ülkelerle kurulan ekonomik ilişkiler ve oluşturulan kurumlar. BRICS bu kapsamdaki örneklerden biri.

14.Rusya dünyada sözü geçer, sorumlu, güçlü ve güvenilir devlet algısını desteklemek üzere hem küresel hem de bölgesel düzeyde barışa ve güvenliğe katkı yapma misyonu olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla dış politika adımlarında bu unsurlar da etkili oluyor.

15.Rusya'nın kendisini Batının karşısında ayrı bir güç olarak tanımlama yaklaşımı çerçevesinde Batı ile sorunu olan ülkelerle yakınlık kurma girişimi de dış politikasını etkileyen bir unsur olarak sayılabilir.

Nazım Hikmet’in Stalin tavrı



Samih Güven

Kaynak: https://samihguven.blogspot.com/

 

 

Nazım Hikmet on üç sene hapisliğin ardından aftan yararlanmış ve evine kavuşmuştu. Fakat önemli sağlık sorunları vardı. Takip ediliyor ve hayatından ciddi şekilde endişe duyuyordu. Başına gelecekleri oturup beklemek yerine, kendi ifadesiyle genç bir arkadaşla üstüne yürüdü ölümün. 

17 Haziran 1951 günü bir sürat motoru Tarabya kıyısına yanaştı. Şairi alan motor bir Pazar gezisindeymiş gibi Üsküdar yönüne gitti önce. Sonra boğazın uçlarına doğru süzüldü ve sislerin arasında kayboldu. Motoru kullanan kişi Nazım Hikmet’in kayınbiraderi Refik Erduran idi. 

Sessizce ilerliyor, bir Bulgar veya Romen gemisi arıyorlardı. Sonunda birini gördüler ve yaklaştılar. Nazım bildiği dillerde bağırmaya başladı: “Ben Türk şairi Nazım Hikmet, gelmek istiyorum!” Gemidekiler bir süre şaşkınlık yaşadıktan sonra konuyu Köstence’ye, amirleri Bükreş’e iletti. Nazım endişe ve umut içinde iki saat bekledi motorda. Telefonlar sistemin en başına, Stalin’e kadar ulaşmıştı. Stalin olur verince şair gemiye alındı.

29 Haziran 1951 günü Nazım Hikmet Moskova Vnukova Havaalanına indi. Sovyet Yazarlar Birliği üyeleri çiçeklerle karşılaşmıştı onu. Nazım coşkulu bir konuşma yaptı burada. İyiye, güzele, kardeşliğe olan özlemini dile getirdi. Yirmili yaşlarında Moskova’da ilk kez tanık olduğu devrim heyecanının geldiği noktayı, halkın kazanımlarını bir kez daha yaşamak, kendi gözleriyle görmek istiyordu.

Vera Tulyakova’nın “Bahtiyar Ol Nazım” adlı kitabında aktardığına göre bir gün şunları söylemişti Nazım:

"Hapiste sağ kalmamın nedeni, Sovyetler Birliği’nin varlığı, sosyalizmin kurulmuş olmasıydı. Lenin’in kurduğu enternasyonal bir devletin faşizmi yenmiş̧ olmasından gurur duyuyordum. Sovyetler Birliği’nin ilerlediğini, kültürünün geliştiğini ve insanlarının mutlu olduğunu düşünüyordum hep..." 

O içerdeyken Sovyet halkları korkunç bir savaş vermişti. İkinci Dünya Savaşı ölüm, acı ve yıkım getirmişti. Fakat faşizme karşı elde edilen, fedakarlık ve mücadele dolu bu büyük zafer yeni bir dönemi de başlatmıştı. Stalin’in savaştaki rolü nedeniyle gücü artmış, bir tabu haline gelmiş, bir yandan da baskı ve tahakkümü uç noktalara varmıştı.

Nazım Hikmet ilk kez geldiği 1920’li yıllardaki gördüklerinden çok farklı bir manzara ile karşılaşmıştı. Parti ve Stalin her şeyin, herkesin üstündeydi. Sanat ve edebiyatta “sosyalist gerçekçilik” anlayışı hakimdi. Fakat Nazım’a göre yapılanların ne sosyalizmle ne de gerçekçilikle ilgisi yoktu. Stalin Polit Büro üyesi Jdanov üzerinden yazarlar ve sanatçılar üzerinde büyük bir baskı kurmuştu. Ahmatova’nın, Pasternak’ın, Zoşçenko’nun ve daha nicelerinin hayatlarını kabusa çeviren bu baskıyı Nazım çok iyi anlamıştı. 

Biraz özgün ya da farklı kalmaya çalışanların  yaşadığı baskı yanında büyük bir çoğunluk için Nazım’ın ifadesiyle Stalin tapınmacılığı gibi bir sonuç çıkmıştı ortaya. Bundan Stalin’in kendisi kadar makamını, rahatını ve cebini düşününler de sorumluydu elbette. Fakat Nazım’ın şair yüreği hiçbir şeyin üstünü örtmeye, görmezden gelmeye razı olmadı. 

Nazım Hikmet Moskova’yı, Sovyet halkını çok seviyordu. Moskova’da çalışmayla, aşkla, yaşam sevinciyle, mücadeleyle dolu, fakat birçok açıdan da kolay olmayan yıllar geçirdi. 

1951 yılında daha yeni geldiği günlerde Yazarlar Birliği’nin verdiği yemekte, safça Stalin’i görmeye gideceğini, Moskova’da bir sürü zevksiz heykelini gördüğünü, bu putlaştırmanın en büyük tehlike olduğunu söyleyeceğini dile getirdiğinde salonu büyük bir sessizlik kaplamıştı. İtirazlar yükselmişti hemen. Nazım’ın Stalin’den istediği randevu ise iptal edilmişti.

Nazım Hikmet Stalin hakkında olumlu düşünmeyi başaramıyordu. Kimileri Nazım’ın eleştirel tutumunu haksız buluyor, olumlu tarafları görmesini ve sessiz kalması gerektiğini söylüyordu. Nazımsa inandığı bir düzen için her koşulda mücadele edilmesi gerektiğine inanıyor, sessiz kalmanın bir şaire, bir aydına yakışmayacağını düşünüyordu. 

Nazım Hikmet’e göre sistemin dört önemli sorunu vardı: Bürokratizm, halktan kopuk elitler, sanat ve edebiyata baskı, lider sultası ve tapınmacılığı. Kendi ifadesiyle, komşuya evine giren yılanı göstermek gerekiyordu. Ama korku atmosferi derdini anlatmasına imkan vermiyor, çok yakın çevresinde görüşlerini dile getiriyor, kimi zaman da eleştiriye maruz kalıyordu. Nazım bir gün Vera’ya şunları söylemişti:

“İktidar emelleriyle yoldan çıkmak en büyük tehlike. Özellikle de siyasi iktidarın. Stalin buna en iyi örnek.”

Sovyetler Birliğini 1924 yılından itibaren yöneten Stalin 5 Mart 1953’de aniden ölünce herkes şoka uğramıştı. Vera’nın kitabındaki anlatımına göre Stalin’in ölümünü öğrenen Nazım’ın tepkisi şöyle olmuştu:

“İlk tepkin korkunç olmuş, donup kalmışsın. Birkaç dakika konuşamamışsın. Gözlerinde yaşlar belirmiş. Perişan bir halde sormuş Simonov: 

“Nasıl yasayacağız bundan sonra? O, bizim yerimize de düşünüyordu.” 

“Ne?!,” diye tekrarlamasını istemişsin sen. 

“Bizim için düşünüyordu!” 

Ve sen birden gülmeye başlamışsın... Önce yavaş, sonra şiddeti artan kahkahalarla...” 

Nazım Hikmet’in Stalin’in ölümü sonrasında Yazarlar Birliği’nin isteği üzerine diğer şairler gibi nezaketen yazdığı olumlu ifadeler içeren iki şiiri bulunuyor. Nazım “Hatırlıyorum” ve “5 Mart 1953” adlı bu şiirleri komünizme olan sadakatiyle, bir ölünün arkasından duyulacak duygularla yazmıştı elbette. Nazım Hikmet’in “5 Mart 1953” adlı şiirinin bir bölümü şu şekilde:

“İlkönce kim kime metin ol kardeşim diyecek,

ilkönce kim kime başsağlığı dileyecek?

Hepimizindi o,

hepimizindir.

Yoldaşlarım,

acınızı duyuyorum,

sizin duyduğunuz gibi tıpkı aynı şiddetle…”

Ancak 1956 yılında Komünist Parti'nin 20. Kongresi'nde Kruşçef tarafından başlatılan "destalinizasyon" kampanyasına kadar Stalin konusunun herkes için bir tabu olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Nazım Hikmet Stalin hakkında gerçek duygularını anlatan şiirini Kasım 1962’de yazdı ve bu sayfayı da kapattı kanımca: 

“Taştandı tunçtandı alçıdandı kağıttandı iki santimden yedi metreye kadar 

Taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan çizmeleri dibindeydik şehrin bütün meydanlarında 

Parklarda ağaçlarımızın üstündeydi taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan gölgesi

Taştan tunçtan alçıdan ve kağıttan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın 

Odalarımızda taştan tunçtan alçıdan kağıttan gözleri önündeydik

Yok oldu bir sabah 

Yok oldu çizmesi meydanlardan 

Gölgesi ağaçlarımızın üstünden 

Çorbamızdan bıyığı

Odalarımızdan gözleri 

ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce ton taşın tuncun alçının ve kağıdın.” 

Neticede Stalin konusu Rus tarihi açısından da karmaşık bir konu. Onun liderliğinde faşizmin yenilgiye uğratıldığına kuşku yok. Yalnız “ama”sı var işin. Daha önce Stalin’in Rusya’da neden popüler olduğunu anlatmaya çalıştığım yazının sonunda şu paragrafa yer vermiştim:

“Stalin konusu uzun, karmaşık ve belki de o dönemi yaşayan insanların daha iyi değerlendirebileceği bir konu gibi görünüyor. Komünizmi yıpratmak için karalandığını ileri sürenler, ülkeyi korumak için böyle davrandığını düşünenler, o olmasaydı II. Dünya Savaşı kazanılamazdı diyenler, o kendisi için hiçbir şey istemedi ve hatta esir oğlunu feda etti diye düşününler olduğu gibi, onu yüzbinlerin ölümünden, acılardan ve  yaratıcılığın yok edilmesinden sorumlu tutanlar da var. Takdir okuyucunun…”

Nazım Hikmet ise konuya hem gönülden bağlı olduğu komünizmin başarısı açısından hem de bütün Sovyet şairlerin ve yazarların vicdanı olarak yaklaşmıştı kanımca. 

Nazım Hikmet hiçbir zaman kimsenin karşısında eğilip bükülecek, sözünü sakınacak, vicdanını susturacak bir adam olmadı. Büyük bir şair olduğu kadar Türk gençlerinin hayatını çok iyi öğrenmesi gereken yürekli bir aydındı o.

Türk ve Rus tarihlerinde ilginç benzerlikler


 

Samih Güven

Kaynak: https://samihguven.blogspot.com/

 

 

Catherine Evtuhov'un "Rusya Tarihi" adlı kitabının önsözünde yazdığı "Rusya tarihi Osmanlıların ve çağdaş Türklerin tarihini anlamak için şaşırtıcı şekilde elzemdir" şeklindeki cümlesini okuduğumda konu üzerinde biraz düşündüm ve araştırma yaptım. Ortaya aşağıda özetleyebileceğim ve ilginç bulduğum konular çıkmış oldu. Buna göre:

1.Türk ve Rus tarihindeki en ilginç benzerliklerden biri Bizans’ın mirası konusu. Ünlü tarihçi İlber Ortaylı’ya göre, Roma imparatorlukları üç taneydi ve üçünde de farklılıkların bir arada var olması esastı. Osmanlılık ise üçüncü ve son Roma’ydı. Birçok Türk tarihçisine göre Osmanlı 1453’de İstanbul’u fethettikten sonra idareden, askeriyeye, mimariden, diğer kültür alanlarına Bizans’tan bir çok şey almıştı.

Fakat ilginç olan Rusya’nın da kendisini üçüncü Roma olarak görmesi. Ruslar 10. yüzyılda dinleri incelerken Bizans kiliselerinin ihtişamından çok etkilenmişlerdi. Osmanlıya benzer şekilde idareden kültüre birçok özelliği kendi ülkelerine taşıdılar. Rusya’da dile getirilen üçüncü Roma teorisine göre ise, Moskova dünya hâkimiyetinin yeni merkezi olmuştu. Moskova hükümdarları ise Bizans’ın halefleri olarak Ortodoksluğun yüksek hamileri konumuna gelmişlerdi. 

Neticede Bizans’ın kimi özellikleri her iki imparatorluk dahilinde çeşitli açılardan yaşayageldi.

2.Türk ve Rus tarihlerinde ilginç noktalardan biri de denizcilik alanındaki çabalarıydı kanımca. Fakat bu çabaların seyri birinin başarılı olmasına birinin de gerilemesine neden oldu. Osmanlı’nın çöküş nedenlerini irdeleyen Doğan Avcıoğlu’na göre sanayileşme emarelerinin belirdiği Osmanlı’da gerilemenin başlıca sebebi denizlerdeki hakimiyetin kaybedilmesiydi. Rusya’da ise Büyük Petro denizciliği geliştirerek hem bölgedeki hakimiyetini artırdı hem de Osmanlıya büyük bir darbe vurulmasına neden oldu. Bugünse her iki ülkenin denizcilik alanındaki çabaları gelecekleri ve yeni stratejik dengeler açısından önemli olacağa benziyor. 

3.Hem Osmanlı’da hem de Çarlık Rusya’sında 18. ve 19. yüzyıllarda Batılılaşma çabaları yoğunlaşmıştı. Esas olarak idareyi ve askeriyeyi geliştirmek üzere yola çıkılan adımlar her iki imparatorlukta da Batılı fikir ve siyasi akımların yayılmasına neden oldu.

Fakat daha da ilginci Batılılaşmaya karşı gelişen refleksin her iki ülkede de süregelmesi. MGİMO öğretim üyesi Dr. İrina Svistunova’ya göre Türkiye ve Rusya ortak bir soruya yanıt aramıştı: “Yabancı medeniyetlerden yapılan benimsemelerin sınırı ne olmalıydı ki, bu benimsemeler kendi milli ve kültürel değerlerine zarar vermemeliydi.”

Sınırların ne olacağının tartışılması yanında her iki ülkede de tarih boyunca Batılılaşmayı külliyen reddeden yaklaşımların olduğunu biliyoruz.

4.Türkler ve Ruslar tarih sahnesine çıktıklarından bu yana coğrafyalarının kesişmesi nedeniyle hem savaştılar hem de işbirliği yaptıkları dönemler oldu. Fakat her halükarda birbirlerinin kültürünü etkilediler. İki imparatorluk önemli savaşlar yaşadı ve Osmanlı’nın yıkılışında bu savaşların önemli etkileri oldu. Özellikle Karadeniz'de hakimiyet kurmak  üzere giriştikleri çatışmalar önemliydi. Fakat tarihçi İlber ortaylı’nın dediği gibi sonunda iki imparatorluk da bundan zarar gördü ve yerlerini yeni devletler aldı.

Türkler ve Ruslar kültürel etkileşimleri yanında birbirleriyle ticaret yapmaya da önem verdiler. Ekonomik ilişkiler, göç, diplomatik ilişkiler her daim canlı bir etkileşim kurulmasına yol açtı.

5.Yeni devletlerin ortaya çıkması başka bir ortak noktada buluşturdu onları. Her iki devlet de emperyalizme karşı savaşıyordu ve bu noktada kendi aralarındaki sorunları çözerek birbirlerine yardım ettiler. Atatürk ve Lenin arasındaki bu yakınlaşmanın önemli etkileri olmuştu. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği tarafından önemli yardımlar yapıldı. 1920’li ve 1930’lu yıllardaki Türk sanayileşmesine bu işbirliğinin çok önemli katkıları olmuştu.

6.Her iki devletin de Batı ile ilişkileri hep sorunlu oldu. MGİMO öğretim üyesi Dr. İrina Svistunova bu noktada şöyle bir tespitte bulunuyor: “Doğal ve kültürel sebeplerden dolayı Batı bizim ülkelerimizi ayrıcalıklı ortak veya stratejik müttefik olarak kabul etmekte, hiçbir şekilde kendisinin organik devamı olarak görmemektedir.”

7.Başka bir benzerlik her iki kültürün dini ele alış çabalarıyla ilgili. Öncelikle her iki imparatorluk da dini siyasi amaçları için kullandılar. Ruslar Hristiyanlık öncesi Pagandı. Türkler ise Şamandı malum. Rusya Ortodoksluğu seçerek kendi dilini ve kültürünü daha çok koruyarak kimi Pagan inançlarının yaşatılmasını sağladı. Ruslar Ortodoks milletleri himaye etme yönünde bir amaç da belirlemişti. Osmanlı ise Halifeliği taşıyarak Müslüman milletleri himaye ve liderlik misyonu edinmişti. Fakat Osmanlı döneminde Türk dili ve kültürü Ruslar’la aynı bilinçle korunamadı. Bizim kendi 

Rusya'nın sembolleri: Önde Halk, bayrak ve Putin, geride Oblomov



Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

4 Kasım Halkın Birliği Günü bayramında, Rusya'da devlete bağlı kamuoyu yoklama kuruluşu VTsİOM düzenlediği ankette halka ülkenin sembollerini sordu. Katılımcıların yüzde 10'u "halk" cevabını verirken, yüzde 8'i sembol olarak "vatan sevgisini" gördüğünü beyan etti. "Bayrak" cevabını verenler yüzde 8 çıkarken, yüzde 5'lik bir kesim de "Putin"i işaret ediyor. 

Ankette ülkeyi simgeleyen edebiyat eserleri de soruldu. Katılımcıların yüzde 12'sine göre, Rusya'yı simgeleyen en önemli edebiyat eseri Tolstoy'un ölümsüz romanı Savaş ve Barış. Puşkin'in eserleri yüzde 4'le ikinci sırada yer alırken, yüzde 2'lik bir kesim de Şolohov'un romanı Durgun Don'dan yana oy kullandı.

Rusya'yı simgeleyen edebiyat kahramanı ise üşengeçliğiyle meşhur Oblomov oldu. 

Öte yandan, katılımcıların yüzde 11'lik bölümü, Rusya'yı temsil etme kabiliyetine en çok sahip filmin Kaderin Cilvesi (İroniya Sudbı) olduğu yönünde görüş bildirdi. İkinci sırada yüzde 8'le Operasyon I ve Şurik'in Diğer Maceraları yer alırken, üçüncülük yüzde 6'lık oyla Moskova Göz Yaşlarına İnanmaz'ın oldu.

Müzik söz konusu olduğunda ise katılımcıların çoğunluğu sembol olarak Rusya'nın milli marşını görüyor (yüzde 16). Zafer Günü (Den Pobedı) ve Katyuşa da sırasıyla yüzde 10 ve yüzde 7 oy aldı.

Son olarak, katılımcıların ezici bir çoğunluğuna göre, Rusya tarihindeki en önemli olay İkinci Dünya Savaşı'nda kazanılan zafer (yüzde 69).