Mustafa
Kemal Yılmaz
Kaynak:
https://sarapdumanlari.wordpress.com/
Sovyet
edebiyatıyla tanışıklığım Rus edebiyatıyla tanışıklığımdan daha eski. 90’ların
sonunda Ankara’da bir kısım üniversite gençliği Dostoyevski’den, Çehov’dan,
Bulgakov’dan ziyade bugün adını Rusya’da bile pek az kimsenin bildiği ve
yapıtları ekseriyetle 70 ve 80’lerde Türkçeye kazandırılmış yazarları okuyordu,
ben de istisna değildim. Hatta bu yapıtların arasında kült mertebesine
ulaşmış romanlar vardı. Çelik Böyle Sertleşti, Volokolomskoye Şosesi
(Moskova Önlerinde), Ateşi Çalmak ve Nasıl Yapmalı? ilk
akla gelenler.
O
günlerde aklımda Rusça öğrenmek, ya da çeviri yapmak gibi bir düşünce yoktu.
Ama romanların etkisiyle bazı çevirmenlerin adları silinmemecesine zihnime
yerleşmişti. Çernişevski çevirmeni Mazlum Beyhan, Ostrovski çevirmeni Güneş
Bozkaya, Serebryakova çevirmenleri Nurşen Özkan ve Ali Rıza Dırık gibi. Bugün
şarap dumanları söyleşilerinde Ali Rıza Dırık’ı ağırlıyorum.
Öncelikle
sizi tanıyabilir miyiz? Ali Rıza Dırık kimdir, Rusçayı nerede öğrendiniz ve
çeviriye nasıl başladınız?
1964 Fatsa doğumluyum. 1987 AÜ DTCF Rus Dili ve Edebiyatı
Bölümü mezunuyum. O dönemde Türkiye’de Rus Dili Bölümü yalnızca DTCF’de vardı.
Üniversite sınavlarına girerken yabancı dil üzerine tercih ettiğim tek bölümdü,
tamamen duygusal nedenlerle seçmiştim. Bu arada duygusal sözcüğü tırnak içinde
değil.
Ortaokul ve Ticaret Lisesi yıllarında kendi çapımda
edebiyatla uğraşıyordum, dönemin bazı edebiyat dergilerine aboneydim.
Ortaokulda Kemalettin Tuğcu kitaplarından Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine
terfi etmiştim. Sonrasında cumhuriyet dönemi yazarları, köy enstitüsü kökenli
yazarlar, yabancı yazarlar, özellikle Rus Edebiyatı, Zamanımızın Kahramanı,
Aytmatov’un İlköğretmen‘i de okuduklarım arasındaydı. Ama lisede
Tolstoy’un Diriliş’ini bir yıl içinde iki kez okuyunca çevirmen olmayı
düşlemeye başladım.
“Planladım, düşündüm” diyemiyorum, çünkü Türkiye’de tek bir
bölümdü ve kazanamayacağımı düşünüyordum ve meslek olarak da sıkıntılı bir
bölümdü. O dönemin şehir efsanelerine göre bu bölüme ya ‘Sovyet mezalimine’
karşı ülkemizin istihbarat kurumlarında çalışarak mücadele etmek isteyen
‘vatanseverler’ ya da ‘Moskova’ya gidip komünistlerin ajanı’ olacak sol
görüşlüler giriyormuş. Benim geldiğim yer olan Fatsa 12 Eylül darbesi ile
birlikte zaten göz önünde bir yerdi o dönemde. Yani ben rahat
bırakılmayabilirdim. Buna rağmen…. Ama ‘ya tutarsa’ diye tercih ettim ve 18
tercih arasından hiç beklemediğim halde Rus Dili çıktı.
Sonrası tam bir kabustu. Çünkü okurken bu bölüm öylesine,
ayıp olmasın diye açılmış gibi geldi bana. Hocaların iyileri ders
kaynatıyorlardı, diğerleri de daha sonradan fark ettiğim kadarıyla, yeterli
değillerdi. Çevirmen olma düşlerimin ucundan yakalamıştım, gerisi bana
kalıyordu, ama kitabın yeterince okunmadığı bir ülkede çevirmen kazancıyla
yaşanamayacağını da anlamış oldum. Teorik olarak kendi kendimizi geliştirmeye
çalışıyor, zar zor bulabildiğimiz bazı kitapları çok değerli bir hazine gibi
saklıyorduk. Zaman zaman bazı roman ve öykülerden kısa bölümler çevirmek için
uğraşıyor, Türkçe çevirileriyle kıyaslıyordum, yetkinliğe ne kadar mesafem
kaldı diye.
Üniversiteyi bitirdiğim yıl bir kitap fuarında imza günü
olan o dönemin 1402’lik öğretim üyesi Prf. Dr. Yalçın Küçük ile kitabını
imzalatırken tanışıp konuştuk ve beni bürosuna davet etti. Denemek için bir
makale verdi. Benim için müthiş bir fırsattı, bunu değerlendirmem gerekiyordu.
Siyasi içerikli bir makaleydi, edebiyat olmadığı için kolay çevirebileceğimi
sanıyordum. Ama iki sayfa için iki gün sabahtan akşama uğraşıp çevirdim.
Götürdüm, çok heyecanlı bir şekilde beğendiğini söyledi. Ben bu beğeninin
altında biraz da olsa beni motive etme, kendime güvenmeme yardımcı olma çabası
seziyordum ve yaşamımın sonraki dönemlerinde bu bilinçli destekleme tavrının
çok kıymetli olduğunu anladım ve bu bana yaşamımın her döneminde yardımcı oldu.
Bu deneme çevirisinden sonra bana Perestroyka ve Glasnost
dönemini başlatan, güler yüzlü sosyalizm vaat eden, Batı’nın iltifata boğduğu
M.S. Gorbaçov’un 27. Kongre’deki raporunu verdi çevirmem için.
Kitaplaştıracaktı. Onun moral motivasyonu eşliğinde kitabı çevirdim.
Kitap Her Şey İnsan İçin adıyla basıldı. Çeviriyi bitirdikten sonra
20 ay kadar SSCB Büyükelçiliği Basın Bürosunda çalıştım. Bu da makale
çevirileriydi. Ama bu arada turizm alanında çalışmak için İstanbul’a geldim ve
ağırlıklı olarak ekmek kavgası fazlaca zamanımı almaya başladı ve çeviriyi arka
plana itmiş oldum, ta ki 1997 yılına kadar.
Ateşi
Çalmak romanını ve yazarı Galina Serebryakova’yı bloga da misafir etmiştim.
Bu çevirinin hikayesini merak ediyorum. Zamanında Marx’ın hayatına ilgi duyan
üniversite gençliğini çok heyecanlandırmıştı. Nasıl önünüze geldi ve gördüğü
ilgiden memnun musunuz?
Mezun olduğum yıl çevirdiğim Her Şey İnsan İçin kitabından
sonra turizmde çalışmaya başlayınca koşturmacalardan dolayı çeviriyi düşünemez
oldum. 1997’de üniversiteden bir arkadaşım Ateşi Çalmak IV’ün çevirisi
için beni tavsiye etmiş. Evrensel yayınevi ile iletişime geçtik. Kitabı okudum,
bildiğiniz gibi biyografik bir roman olduğu için tereddüt ettim, ama yapıt
hoşuma da gitti. Çevirdim, çevirdikçe zevk almaya başladım, editörler de çok
başarılı çalışmalar yaptılar ve ortaya güzel bir yapıt çıktı. Onu 2000’de
basılan Ateşi Çalmak V izledi. Kitap okur tarafından çok ilgi gördü,
zaman zaman bundan dolayı övgüler aldım ve Marx gibi bir filozofun yaşamını
konu alan bir romanda payım olduğu için kendimi hala mutlu hissediyorum.
Kitabın gördüğü ilgiden memnunum.
Merak
ettiğim bir diğer çeviri de Moskova-Petuşki. Bilmeyenler için not edelim, Venedikt
Yerofeyev’in yapıtı Rusya’da muazzam bir hayran kitlesine sahip. Sizin çeviri
serüveninizde nerede duruyor bu kitap? Ve Türkçe okur Yerofeyev’i nasıl
karşıladı?
Edebiyatta mizahı ve ironiyi seviyorum. Bu yüzden olsa
gerek, sözcük dağarcığım bu çevirilerde daha cömert. Moskova-Petuşki’nin
Rusya’da çok popüler olduğunu yıllardır biliyordum, ama kitap hakkındaki
yorumları okuyunca bir ara mesafeli durdum. Ancak bir gün okumaya başladığımda
kitap beni aldı götürdü. Okurken Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar‘ından
esintiler buldum. Seçilen sözcüklerin gücü, o sözcüklerin enerjisi beni
çeviriye çağırdı. Çünkü üslubu kendime çok yakın buldum. Metin gerçekten zor,
kaprisli, başka bir dile çevirmede yine ona yakın üslup yakalayamazsanız, o
atmosfere giremezseniz, çevirememiş, başka bir dile aktarmış olursunuz
yalnızca, sizin de bildiğiniz gibi. Bu nedenle daha ilk sayfadan başlayarak hem
okuyor hem de notlar alıyor, bir sözcüğün ya da tümcenin Türkçe’de en iyi
karşılığını bulabilirsem çocuklar gibi seviniyordum. Bu çileli uğraş normal
çeviri tempomun çok altında kaldı, ama bitirdiğimde müthiş zevk aldım.
Çeviriyi bir yayınevinin siparişi üzerine yapmadım.
Başlangıçta kendim için, kendimi sınamak için çevirmeye başladım, çevirinin
bitimine yakın da yayınevi arayışına girdim. Sonunda yayınevi ile anlaştık ve
çeviri yayımlanmış oldu. Kitapta Sovyet düzenine yapılan eleştiriler
yayınevinde tereddütler yarattı, ama ben yazarın eleştirisine konu olan
birtakım olguları 1992’de geldiğim Rusya’da gözlemlemiştim ve eleştirileri
yerinde buluyordum.
Çeviri aşamasında yazarın yapıtlarının telif haklarıyla
ilgilenen gelinini buldum, telif hakları sorunun çözmede -çünkü telif hakları
bir Fransız yayınevinde imiş- bana Moskova’da tanıştığım, hala orada yaşayan
edebiyatçı, öykü yazarı Mehmet Hakkı Yazıcı Bey yardımcı oldu. Kitabı çevirme
aşamasında ve sonunda ona da okutup uyarılarını, eleştirilerini dikkate alarak
düzeltmeler yaptım.
Kitaba duyulan ilgiye gelince, DTCF Türk Dili Edebiyatı
Bölümü mezunu, şu anda edebiyat öğretmenliğinden emekli bir arkadaşım kitabın
çok karmaşık, ağır olduğunu söyledi. Bizim bölümden bir arkadaş da ‘adam amma
da içiyor’ yorumunu yaptı. Okur yorumlarında da benzer ifadeler var. Bu anlamda
ne yazık ki, bu yapıtın derinliğini belki de belirli sayıda okur anlıyordur.
Dovlatov’un
Türkçedeki ilk çevirmeni Faruk Ünlütürk için “oldukça
sıradışı bir portfolyosu var” diye yazmıştım. Bu sizin için de
geçerli. Çehov ve Bulgakov gibi klasiklerin yanı sıra Serebryakova, Solovyov,
Yerofeyev ve Dubrovin gibi nispeten daha az tanınan yazarları da
Türkçeleştirdiniz. Nasıl şekillendi bu portfolyo? Çeviri tercihlerinize ne gibi
faktörler etki ediyor?
Öncelikle şunu belirteyim: önceleri, çevrilmiş klasikleri
çevirmekten kaçınıyordum. Çünkü Dostoyevski, Tolstoy ve diğerlerinin aynı
yapıtlarının onlu, yirmili rakamlarda çevirileri var ve aynı şeyi yinelemenin
anlamı yok, diye düşünüyordum; aslında hala böyle düşünüyorum, ama zamanla ya
yapıtı çok beğendiğim için ya da bir yayınevinin isteği doğrultusunda, yapıt da
hoşuma gidiyorsa, üslubu, içeriği ters gelmiyorsa çeviriyorum, zamanım ve
fırsatım olursa ileride de çevireceğim.
Sorunuzdan yola çıkarak Çehov’dan söz etmeden
geçemeyeceğim. Kendimi Çehov’a borçlu hissediyorum. Çünkü Rus klasikleri
arasında kendine özgü bir yeri olan, çocukluğu despot bir babanın elinde geçmiş
bir taşralı olarak Moskova’ya gelip tıp okuyor ve bir yandan da yazıyor. Sizin
de bildiğiniz gibi- ki Çehov’dan güzel, benim de hoşuma giden noveller
çevirmişsiniz- güldürünün ağır bastığı ilk dönem yapıtlarından sonra, olgunluk
dönemi, özellikle de bir anlamda gözlem de yapmak için yerleştiği Moskova’nın
bir varoşu olan Melihovo’dan sonraki novelleri ve tiyatro eserleri hem içerik
hem de üslup açısından çok zengin. O dönemin ruhunu, düşünce akımlarının
etkilerini, çökmeye yüz tutmuş burjuva sınıfını, dinin insanları götürdüğü
bağnazlığı bu yapıtlarında ve o güzel üslubuyla çok iyi anlatmaktadır.
Bunlar içinde beni en çok etkileyenlerden biri Taşralı adıyla çevirdiğim Yaşamım noveli
oldu. Belki kendim taşralı olduğum ve yaşamımda benzer gözlemleri çok yaptığım
içindir. Köhne düşünceleri, yozlaşmış ahlaksal değer ölçülerini, kısacası taşra
bataklığını bu kadar güzel, yalın ve ustalıkla anlatan bir başka yapıt
anımsamıyorum. Bu yapıtı da ‘kendim için’ çevirip Çehov’a borcumu bir parça da
olsa ödemiş oldum. Yayınevine sonradan önerdim. En son çevirdiğim ve Kadın
Öyküleri adıyla çıkan Çehov’dan seçkileri yayınevi ile birlikte
yaptık.
2013 yılında Diploması Tarihi 5 adlı Sovyetlerin
Anayurt Savaşı dönemindeki diplomatik ilişkileri içeren bir kitap çevirdikten
sonra toplamda neredeyse 24 yılımı geçirdiğim Rusya’da artık dilime
güveniyordum, planlı olarak edebi çeviriler yapmak için arayışa girdim ve bu
amaçla internet sitelerinde, kitap mağazalarında romanlar, noveller incelemeye
başladım Dubrovin de tam o dönemde karşıma çıktı.
Her şey “Güvenlik Amiri Dusya teyze kırk sekiz
numaralı odaya aslında öylesine, görev bilincinin verdiği sorumlulukla bir göz
atmıştı. Bu odada yaşayan Pyotr Muzey de zaten, sobada kaynayan çaydanlığı
aşırmak gibi bir hafifliği yapacak birisi değildi.” tümcesiyle başladı.
İnternette Hipnozcunun Yeğeni novelinin (romanının) bu girişini
okuyunca bende çevirme isteği doğdu. Birkaç sayfa okuduktan sonra çevirmeye
karar verdim. Ve yazarı inceledim.
Bir taşra dergisinde yazarken, Moskova’ya gelip o dönemin
dünyaca ünlü mizah dergisi Krokodil’de çalışmaya başlamış, devamında aynı
derginin Genel Yayın Yönetmeni olmuştu. Ayrıca 1975 yılında Bulgaristan’da
Mizah Öyküleri Yarışmasında ‘Aleko’ ödülünü almış. Yazarın bu başarılı geçmişi
de beni çeviriye teşvik etti. Ve çeviri sırasında merakımı kaybetmemek için,
kitabı sonuna kadar okumamaya, çevirirken okumaya karar verdim.
Dubrovin’den ikinci çevirim Keçiyi Beklerken romanıdır
ve bana göre Sovyet edebiyatının başyapıtlarından biridir, ama nedense yazarın
1986’da genç denebilecek bir yaşta ölmesinden sonra yapıtları unutulmuş.
Perestroyka döneminin sanatta, edebiyatta yeni taleplerine uymamıştır belki de.
Ancak ben yazarın mirasçısı olan eşi ile tanışıp kitapları çevirmekte olduğumu
ve çevireceğimi söyleyince aile de heveslendi ve Keçiyi Beklerken Rusya’da
2015 yılında iki ayrı yayınevi tarafından basıldı. Keçiyi Beklerken Dubrovin’in
diğer yapıtlarına göre Türkiye’de de okurun daha çok ilgisini çekti. Benim de
çok beğendiğim, Rusya’da internetteki okur yorumlarında çok beğeni alan, Sineklerin
Tanrısı ile de kıyaslanan, konusu itibarıyla Sovyet yaşamının bir parçası
olmakla birlikte evrensel özellikler taşıyan bir yapıt. Dubrovin’den üçüncü
çevirim de Asfalttaki Mantarlar oldu. Bu yapıtlar, bir aksilik
olmazsa yeniden basılacaklar.
Solovyov’un Huzur
Bozan Nasreddin’i de yine okuyup çevirmeye karar verdiğim bir kitap.
Rusya’da ilköğretim öğrencilerine önerilenler listesinde yar alıyor. 40’lı ve
50’li yıllarda 2 kez filme alınmış. Okuyunca konuyu ve yazarın üslubunu çok
beğendim ve en önemlisi de bizim bildiğimiz, Nasreddin Hoca üzerine fıkralar ve
araştırma dışında edebiyat yapıtı yok. Bu ise iki ciltten oluşan bir romandı ve
Nasreddin Hoca üzerine yazılmış ilk romandı. Bu yönüyle de ilgimi çekti. Ve bu
bize anlatılan softa Nasreddin Hoca’dan daha farklı, Özbekistanlı (kahramanımız
Buharalı), doğunun Robin Hood’u bir hocaydı, konusu itibarıyla da günümüze de
ışık tutuyordu. Hazırcevaplığını, bilgeliğini, cesaretini koruyarak. Kitabı
çevirmem için beni teşvik eden olgulardan biri de Rusya Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nca
ortaöğretim öğrencilerine tavsiye edilen yapıtlarla yan yana olması.
Düşünsenize Savaş ve Barış, Çehov’un öyküleri, Orwell’in 1984 romanı
ve sizin de çevirdiğiniz Usta ve Margarita ile aynı listede.
Türkiye’de
çağdaş Rus edebiyatına dair kanımca tam anlamıyla doymamış bir merak söz
konusu. Yeni yazarları takip ediyor musunuz? Çevrilse iyi olur dediğiniz
yapıtlar var mı?
Evet, Türkiye’de Sovyet edebiyatı ve Perestroyka sonrası
Rus edebiyatı hala klasik Rus edebiyatının gölgesinde, bir türlü gün yüzüne
çıkamıyor. Ya da onlar ülkemizde Batı edebiyatı kadar vitrine çıkarılmıyor,
çıkarılamıyor. Bunda belki tanıtım, pazarlama vb. sorunlar vardır.
Yayınevlerimizin iç işleyişini, yapıtları seçme kriterlerini hiç bilmiyorum.
Ayrıca çağdaş Rus yazarlarını isabetli, planlı-programlı çevirebilmek için
yayınevleri “Bu yazarı duydum, Batı’da popülermiş” ya da “Şu yazar çok iyiymiş”
gibi rastlantılara dayalı seçimler değil de günümüzde sayısı eskiye göre epeyce
artan Rusçacıların editörlüğünde-danışmanlığında çalışmalar yapabilirlerse
ancak başarılı, Türk okurun beğenebileceği yapıtlar-yazarlar bulabilirler.
Gerçi Pelevin gibi, Strugatski kardeşler gibi şanslılar var, ama yayınevleri
tarafından çağdaş Rus edebiyatı için planlı bir çalışma yok gibi geliyor bana.
Aynı şeyi Sovyet edebiyatı için de söyleyebilirim. Belki teliflerden dolayıdır.
Çağdaş Rus edebiyatı 2000’lerden sonra düzgün sayılabilecek
yapıtlar vermeye başladı. Konuları -ki toplumsal konulu, örneğin Sovyetlerin
atalet dönemi kabul edilen 70’ler ve 80’leri anlatan, ülke için bir yıkım
dönemi olan 90’ları anlatan, dili temiz, ironiyi de içeren ya da çağdaş Rus
edebiyatına bir virüs gibi girmiş yabancı sözcükleri bilinçli ya da abartılı
olarak kullanmayan ya da zorunlu olmadıkça kullanmayan, bana sempatik gelen
yazarlar var. Şu anda aklıma ilk gelenler; Roman Sençin, Olga Slavnikova,
Andrey Astvatsaturov (onun yapıtları genelde anlatı gibi ama hoş), Yevgeni
Grişkovets, German Sadulayev (çok az yapıtı var ama), Andrey Rubanov, İrina
Mamayeva… Ben kendi adıma konuşayım, bu yazarları iyi çevirebilirim diye
düşünüyorum. Doğal olarak tüm zamanımı edebiyata veremediğim için çok derin
incelemeler yaptığımı söyleyemem.
Sosyal
medyayla aranız nasıl? Okurların sizi takip edebileceği bir hesabınız mevcut
mu?
Facebook ve Twiter’de varım, ama bu takipçilikten öteye
geçmiyor. Bir de çevirilerim çıktığında paylaşmaya çalışıyorum.
Söyleşi için çok teşekkür ederim.
Konuk ettiğiniz için teşekkür ederim, ayrıca bir
meslektaşım olarak sizinle tanışmaktan memnunum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder