M. Hakkı Yazıcı
Hep söylerim, kadınların
incecik, uzun topuklu ayakkabılarıyla yürümeyi becerebildiklerine her zaman
şaşırmışımdır.
Hakkını vermek lazım, zor
iştir topukluyla eğri büğrü kaldırımları olan bir yolda yürümek.
Hele karlı, buzlu kış
aylarında…
Ruslar “kabluk” (Каблук) diyorlar.
Rus kadınlarının giyim kuşam
simgelerinden biridir.
Tel üzerinde yürüyen bir
cambazın becerisi adeta…
Ben böyle diyorum da daha
fazlası bile olmuş meğer.
İtalya'da yayınlanan Guinness
Dünya Rekorları şov programına katılan Rus sirk sanatçısı Oksana Seroştan, topuklu
ayakkabı ile ip üzerinde en uzun mesafe yürüyerek rekor kırmış. Yüksek topuklu
ayakkabısı ile gergin halat üzerine çıkan kadın elindeki yelpaze ile dengesini
sağlamış. Bir ara düşme tehlikesi yaşasa da Oksana Seroştan, halat üzerinde
soğukkanlı şekilde yürümesini tamamlamış. Yürüdüğü yeri geri dönüp tekrar
yürüyen ip cambazı, 15 metre yürüme mesafesi ile adını Guinness Dünya Rekorlar
kitabına yazdırmayı başarmış.
Helal olsun demek lazım.
Kabluk, Rus kadınlarının bir
giyim kuşam geleneği… Daracık mini eteklerinin, kot pantolonlarının altında,
her daim bu topuklu ayakkabılar var. Aslında genelde boy ortalamaları yüksek,
ama yine de bu uzun topukluları giyiyorlar. Beryoza ağaçları gibi uzun, narin ve
güzelller.
İnsanı komplekse sokar bu
kadınlar.
Ben şahsen yanlarında fotoğraf
çektirmekten hep kaçınıyorum. İş gereği veya sosyal bir olayın ardından
fotoğraf çektirmek zorunlu olursa çaktırmadan ayak parmaklarımın üzerinde
yükseliyorum.
***
Aslında, bana sorarsanız Rus
kadınlarının yüksek topuklulara da, öyle makyaja, fazla süslenmeye püslenmeye
de ihtiyaçları yok.
Rusların “Çirkin kadın yoktur,
az votka vardır” diye bir sözü var. Rusçası: "Ni bıvayet nikrasivıh jenşin!
Bıvayet mala vodki!" (Не бывает некрасивых женщин! Бывает мало водки!)
Kesinlikle doğru değil.
Bence bu söz Rus kadınlarına
yapılan büyük bir haksızlık. Laf ola beri gele diye; düşünmeden, komiklik olsun
diye söylenmiş bir söz.
Rus kadınlarının dünyanın en
güzel kadınları olduğu evrensel kabul görmüş bir durum.
Serkan, benim bu tezlerimi
aklınca çürütmeye çalışıyor:
“İyi de abi, bunun bilimsel
açıklamaları da varmış. İngiltere’nin başkenti Londra’daki Roehampton
Üniversitesi tarafından yapılan araştırmaya göre alkollü kişilerin algısı
zayıflıyormuş. Bu nedenle karşılarındaki kişinin yüz hatlarındaki kusurları
fark etmekte zorlanıyorlarmış. Dolayısıyla herkesi çekici olarak algılıyorlarmış,”
diyor.
“Evladım, olabilir; ama bu, Rus
kadınlarının güzel olmadığı anlamına gelmiyor.”
Yulia, bizi sessizce dinliyor.
Belli ki Serkan’ı rezil edecek bir fırsat kolluyordu.
Zaten biraz sululuk etmeye cesaret
edip, bir kadının yanında bilgiçlik taslamak için bu beylik deyişi söylerseniz
hemen cevabını almaya da hazırlıklı olmalısınız.
Cevap gecikmedi, çirkin erkek
yoktur, parasız züğürt erkek vardır anlamında:
“Serkan’cık, ‘Не бывает
некрасивых мужчин! Бывает мало денег! ( Ni bıvayet nikrasivıh mujçin! Bıvayet
mala denig!), dedi.
Bunun yüzüne söylenmesine
Serkan bozuldu, ama doğrusu haketmişti.
***
“Kabluk”, yani topuklu,
konusuyla başlamıştık.
Bizim şirketteki kızlar da
bütün Rus kadınları gibi yüksek topuklu ayakkabı giyiyorlar. Sadece çok yağışlı
günlerde lastik tabanlı çizmeler kullanıyorlar. Ofis içindeyse daima topuklu
giyiyorlar.
Ofisteki koridorun zemini
seramik karoyla, odalar ise laminat parkeyle kaplı.
Yulia’nın topuklularının
yürürken çıkardığı tıkırtılara kulağımız alıştı.
Bir de yeni bir elemanımız
var: İrina.
Gencecik, güzel bir kızcağız.
Onun da topuklu ayakkabı
giydiğini ayrıca söylemeye gerek yok sanırım.
Bu kızlar, vahde, çifte, sebare
ve Arap gibi darbukanın bütün ritim tekniklerini sanki doğuştan biliyorlar.
Tak, tak, traka, taka, taka,
tuk….
Alıştık bu seslere…
Ancak hepsinin ayrı bir
yürüyüş üslubu var. Zamanla kimin nasıl yürüdüğünü de anlamaya başladık.
İgor’la aramızda bahse
giriyoruz. Odada, oturduğumuz yerden birbirimize soruyoruz:
“Koridorun öbür ucundan gelen
kim? İrina mı, yoksa Yulia mı?”
Çoğunlukla ikimiz de
biliyoruz. “Hah, işte ben bildim” durumu pek olmuyor.
Bazen koridorun bir başından
biri yürürken, diğeri ters istikamete doğru aynı anda yürüyor. O zaman sanki bir
vurmalı çalgılar grubunun müzik ziyafeti gibi bir şey oluyor.
Serkan:
“Kalbin atışı da darbuka ritmi
gibi değil mi abi?” derken “Düm tek, düm teke tek, tek” diye elleriyle masanın
üzerinde tempo tutuyor.
İgor, ona bakıp, sözlü değil
tabii, ama kafasını sallayarak “La havle vela kuvvet” der gibi bir işaret
yapıyor.
Aman ha, sakın bizi işi gücü
bırakmış bunlarla uğraşıyoruz falan sanmayın. Biz olaya alıştık, sadece çalışma
ortamımızda bizi rahatsız etmeyen, uyum sağladığımız, gizliden hoşumuza da
giden bir ses ortamı var.
O kadar alıştık ki olmasa
bayağı yokluğunu hissederiz sanırım.
***
Geçenlerde çalışmaya dalmışım,
gözüm bilgisayar ekranında iken Yulia’nın sesini yanı başımda duyunca birden
irkildim.
Onun topuklularının sesini
yanıma gelirken nasıl olmuş da duymamıştım?
Baktım ayağında ofis dışında
kullandığı lastik tabanlı çizmeleri vardı.
Meğer ayakkabısının topuklarından
teki yemekhaneye, “stolavaya”ya giderken bir su ızgarasının arasına sıkışıp
kırılmış.
Benim onarabileceğim cinsten
bir şey değildi. Yan masadan Serkan, zıplayıp geldi.
“Ver bana, hemen hallederim,”
dedi.
Yaptı da. Marketten bir Japon
yapıştırıcı alıp geldi, özenle topuğu yerine yapıştırdı. Ben de kontrol ettim;
tam olarak tamir olmuş muydu bilmiyorum, ama bir süre idare ederdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder