Türkler
Slavlar karşısında neden başarısız oldu-2
Okay
Deprem
16. yüzyıla kadar öyle ya da böyle Kuzey Avrasya'nın hâkim
gücü olan Türkler ve, Tatarlar gibi Türk kökenli halkların, çok değil sadece
birkaç yüzyıl içerisinde Slav kavimleri karşısında önce askeri ve siyasi
ardından da diğer bakımlardan ağır yenilgiler alıp sonuç olarak tarihsel açıdan
başarısız olmalarının doğaldır ki sayısız ve çok çeşitli nedenleri
bulunmaktadır.
1500'lerden itibaren başta Ruslar olmak üzere doğu
Slavların Rus Çarlığı bünyesinde topraklarını inanılmaz derecede genişletmeleri
ve nispeten kısa bir süre içinde dünya çapında "Batılı-Avrupai" bir
medeniyet kurabilmelerinin başında gelen en önemli sebeplerden birisi yerleşik
ve "ovada" yaşayan halklar olmalarıdır. Bu bağlamda
göçebelik-yerleşiklik yönünden kuzey Avrasya halklarını temel anlamda üç ana
grupta toplayacak olursak: Moğollar tamamen göçebe bir kavim olup bu noktada,
askeri egemenlikleri ve siyasi sınırları ile kurdukları uygarlığın güçlülüğü ve
kalıcılığı / sürekliliği ters orantılıdır. Türk-Tatar halkları ise yarı-göçebe
kavimler özelliği gösterip; medeniyet konseptleri yerel, sınırlı ve cılız olup,
politik olarak hükmeder gözüktükleri sınırlara da haliyle ekonomik, sosyal ve
kültürel açılardan gerçek anlamda ve uzun erimli tam olarak egemen
olamamışlardır.
Dağlı
olmaları dezavantaj
Ağırlıklı olarak ve yüzyıllar boyunca Tanrı Dağları, Altay
Dağları, Ural Dağları, Trans-Kafkas Dağları, vs. gibi yüksek ve geniş dağlık
alanlarda ve yine buraların etrafındaki yüksek rakımlı yaylalarda yaşayan
Türkik kavimler, bu göreli coğrafi dezavantajlarından dolayı
"homojen" şekilde yayılamamışlardır. Engebeli ve düz olmayan arazide
ilerlemeleri; farklı boy, kavim ve etnik grupların aralarda engin çöller, büyük
deniz ve gölleri de bırakacak biçimde düzensiz ve gelişine yayılmaları neticesinde;
toplamda aynı dil ailesine mensup ve aynı ırk-etnolojik kökene ait olmalarına
rağmen zamanla, her birinin arasında çok ciddi ve ayırt edici lisan, lehçe ve
diyalekt ayrımları dahası kültür farklarının gireceği onlarca farklı gruba
ayrılmışlardır.
Bundan dolayı aradan asırlar geçtikten sonra; aralarında
kısmi ve izafi benzerlikler bulunsa dahi, Anadolu'dan, İran Platosuna, oradan
Urallar'a ve Uzak Asya'ya kadar sayısız Türki halk, değil sadece yakın
çağlardan itibaren veya günümüzde, çok uzun zamanlardır dilsel açıdan neredeyse
birbirlerini anlayamayacak duruma düşmüşler ve de iktisadi yapı,
sosyal-antropolojik-kültürel nitelikler itibariyle büyük oranda
farklılaşmışlardır.
Ovaya
egemen olan kazanır
Genel olarak Doğu Slav halkları, özel olarak ise Rus
topluluklarının Türkik kavimlere kısasla büyük bir potansiyel avantajları
vardı. O da; hepsinin de ovada, yani en düşük rakımlı yeşil ve verimli
düzlüklerde uygarlık sahnesine çıkmaları ve devletleşme serüvenlerine
başlamalarıydı. Bunun tabii bir sonucu da; Türklere nazaran çok daha
"bağdaşık" olarak, kendi kavim ve boyları arasında fazla ayrışma,
farklılaşmaya mahal vermeden azami derecede ve alanda ilerleyebilmişlerdir.
Yine tam da bundan dolayı bugüne gelindiğinde Polonya sınırından Pasifik
Okyanusu kıyısındaki Vladivostok şehrine; Kuzey Buz Denizi'nden Fars-Afgan ve
Çin hudutlarına değin, çok ufak ve önemsiz şive başkalıkları bir kenara
bırakılırsa, hemen hemen aynı ve standart Rusça dili konuşulmaktadır.
Uygarlık kurmak ve onu kurumsallaştırmadaki
"yerleşik-göçebe" ile "ovalı-dağlı" ikili karşıtlığının
yarattığı esas potansiyel avantajlar ise: Birincisi yerleşik olan kolektif
fiziksel, ussal enerjisini daimi olarak medeniyet ve kültürü ilerletmek için
kullanır, üretici güçlerini de bu uğurda seferber ederken, göçebe ve yarı
göçebe toplumlarda ise bu gizil gücün çok mühim bir kısmı savaşlara, fetihlere
ve yağmalara harcanır. İkinci olarak da; çok daha zorlu coğrafi, topografik ve
iklimsel şartlarda bulunan budunlar, kuvvetlerinin azımsanmayacak bir kısmını
devamlı surette doğa ile maksimum mücadeleye ayırmak durumundadırlar. Soğuk her
iki kavim için bağımsız değişken iken; geriye kalan faktörler ise Türkler
aleyhine, Rusların ise lehine olmuştur.
Avrupa'nın
beyin gücü
Askeri açıdan belli bir hız kazanmalarının ve topraklarını
yeterli ölçüde büyütmeye başlamalarının ardından bilhassa 17. yüzyıl sonu ve.
18. yüzyılın başlarından itibaren Rus İmparatorluğu'nun egemen etnik grubu doğu
Slav halklarında, kendilerini aynı toprakların öncel hâkim kavimleri ve hemen
sınır komşularından 180 derece ayıran kayda değer yapısal- sosyal dönüşümler
başlar. Özellikle, Osmanlıların kompleks ve yenilgi psikolojilerinden dolayı
"Deli" lakabını taktıkları Büyük / 1. Petro devrinde Avrupa'nın
merkantilist üretiminin gelişkin olduğu ve ticaret burjuvazinin de güçlü olduğu
ileri ülkelerinden sayısız yüksek vasıflı zanaatkar, sanatçı, teknik uzman
kendilerine her anlamda cezbedici ayrıcalıklar verilme vaadiyle Rus toplumuna
davet edilir. Ve bunlar Çarlık ülkesine yerleşerek zaman içinde farklı
bölgelere yayılacaktır. I. ve II. Yekaterina dönemlerinde ise bu bilinçli
politika daha da güç kazanır ve ordunun ileri gelenlerinin, pek çok kentin
kurucuları ve şehir planlamacılarının Avrupa kökenlilerden devşirilecek
şekilde, sayılamayacak kadar çok sahada Avrupa'nın beyin gücünden maksimum
şekilde faydalanılma yoluna gidilir. Bu bakımdan Rusluk giderek bir üst
toplumsal hüviyet ve vatandaşlık kimliği haline gelecektir. 18. ve 19.
asırlarda Avrupa ülkelerindeki feodal ve aristokratik çözülme esnasında buna
direnen nüfuslu ve nitelikli pek çok isim de Ruslara sığınır ve hızla Rus
kimliği içinde isteyerek asimile olur.
Türk-Tatar
Hanlıkları
Osmanlılar bir yerde tutulursa; başta Astrahan, Kazan ve
Kırım Tatar-Türk Hanlıkları olmak üzere kuzey Avrasya'nın Türki devletlerinin
tümü de, her ne kadar Kırım Tatarları ve Orta Asya Türk devletleri dışındakiler
Yakın Çağ'ı göremedilerse de, hiçbir zaman kendi yerel sosyokültürel
kodlarından çıkıp, sıyrılıp dönemin evrensel ve Avrupa kültürü ile en asgari
temelde de olsa kaynaşma, temasa geçme yoluna gitmemişlerdir. Dahası üzerinde
bulundukları coğrafya ile farkındalık bağları her zaman geri ve lokal
kalmıştır. Buna en çarpıcı misal Kırım Tatarları olarak verilebilir.
Rus-Slavları yarımadaya hâkim olana kadar neredeyse tek başlarına ve tam 300
sene boyunca buraya egemen olmalarına karşın ne kıyıda/sahilde ciddi bir kent
kurarlar ne de elle tutulur bir deniz kültürüne sahip olmak akıllarına gelir.
Ne var ki Ruslar, yalnızca birkaç on yıl içinde Kırım'da bir deniz uygarlığı
yaratabilmişlerdir. Küçük Asya'da 2 - 2.5 milenyum öncesinin denizcilik ve
deniz kültürünün, yaklaşık 1000 yıldır sahada başat etnik grup olan Türklerden
fersah fersah ileri olması gibi...
Öte yandan, Türk kavimlerinin hemen hemen hepsinin dilsel
gelişiminde alfabeleri birkaç kere değişmiştir. Osmanlı Türkleri Arapça
Abecesi'nden Latin Abecesi'ne; Orta Asya'da ve Kafkaslardakiler de Kiril yazı
diline geçerlerken yaşadıkları kırılma yüzünden uygarlık dili gelişimlerinde
süreklilik ve bütünlük sağlanamamıştır. Başta Ruslar olmak üzere Slav
halklarında ise alfabe ve dil birliğinde süreklilik korunabilmiştir. Her şey
bir yana, Türkik kavim ve halkların aksine Rus-Slav toplumları, etnografik ve
folklorik yönden temelde Asyatik-doğu toplumu olarak kalmalarına karşın, yüksek
kültürde evrenselleşerek / dünya toplumu mertebesine yükselip sosyal bir
katarsis yaşamayı başarmışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder