Kaynak:
http://t24.com.tr/yazarlar/
Koltuğa yığılmış sanki üzerimdeki ağırlıktan kurtulmak için tembel bir merakla televizyon kanallarına bakıyorum.
Sıkıcı... Sıkıcı... Sıkıcı...
Geç... Geç... Geç...
Bir dakika!
“Kuğular” değil mi o?
Evet, öyle...
Tarihin en önemli bestecilerinden biri olan Pyotr
Çaykovski’nin ünlü “kuğuları”...
Kuğu Gölü Balesi...
O kanalda duruyorum.
İzlerken dalıp gidiyorum.
Karşımdaki mükemmel estetik bazı anılarla, anılar da
karmaşık düşüncelerle yer değiştiriyor.
*
* *
Rusya'da yaşadığım yıllarda, ne zaman televizyonunda Kuğu
Gölü gösterilse irkilirdik.
Acaba bir şey mi oldu?
19 Ağustos 1991'de Gorbaçov'un devrildiği darbe
girişimi sırasında, tanklar Moskova caddelerine çıktıklarında Rusya devlet
televizyonu hiç ara vermeden Kuğu Gölü’nü yayımlamıştı.
“Kuğular”, Ekim Devrimi'ne de, Stalin, Hruşçov ve Brejnev dönemlerine
de tanıklık etmişti. İktidarlar, halkın moralini yükseltmek için nedense hep bu
eserin sergilenmesine öncelik verdiler. Rusya'nın iç savaştan henüz çıktığı
1920'lerde de, İkinci Dünya Savaşı’nın salvo ateşi altında da...
Lenin hariç bütün Rusya liderlerinin Kuğu Gölü’nü çok
sevdikleri söyleniyor. Lenin ise “düşünmeyi ve çalışmayı zaafa uğrattığı için”
Çaykovski'nin müziğini “fazlaca burjuva” bulur ve evde kız kardeşlerinin
yorumladıkları Beethoven'in Appassionatave Ay Işığı Sonatı’nı
dinlemeyi tercih edermiş.
*
* *
Kremlin, Kuğu Gölü'nü güçlü bir devlet sembolü ve protokol
unsuru haline getirmişti. Bale, her zaman Moskova'yı ziyaret eden yabancı
devlet adamlarına ve politikacılara izlettiriliyordu.
ABD'nin eski Moskova Büyükelçilerinden Llewellyn
Thompson, 7 yıllık görev süresi içinde Kuğu Gölü'nü tam 132 kez izlemiş ve
ne zaman bir Sovyet yöneticisinin ruh halini öğrenmek istese, o kişiyle Kuğu
Gölü'nün antraktında görüşerek merakını gidermeye çalışmış.
Kuğu Gölü, aynı zamanda önemli yas seremonilerinin değişmez
fon müziği oldu. Brejnev'in, Andropov'un, Çernenko'nun
cenazeleri bu müzik eşliğinde kaldırıldı.
*
* *
Garip. Çok garip.
Çünkü Kuğu Gölü, ölümün ve siyasetin değil, hayatın ve
sanatın yansımasıdır. O bir aşk öyküsüdür aslında.
Evliliğe henüz hazır olmamasına rağmen, onuruna verilen
baloda annesinin dileğiyle bir eş seçmek dayatmasıyla karşı karşıya kalan Prens Siegfried ile
avlanmak üzere gittiği gölde, büyücü Rothbart’ın kuğu şekline soktuğu Prenses
Odette arasındaki aşkın ve bu aşk sayesinde büyünün yok edilerek
sevenlerin kavuşmasının öyküsüdür. Aynı zamanda iyi ile kötünün, aydınlık ile
karanlığın mücadelesidir.
Kuğuları, daha doğrusu kuğuların müziğini ve estetiğini
keşfeden Çaykovski’nin, bu eseri yaratırken, Rus masallarıyla ve özellikle
de Puşkin'in Çar-Sultan’ından dizelerle beslendiği söylenir.
Kuğu Gölü ilk kez 4 Mart 1877’de, Bolşoy Tiyatro’da
sahnelenmiş, sonrasında dünyanın her yerine yayılmış, neredeyse bütün bale
sahnelerini fethetmiş bir eserdir.
*
* *
Bir de Çaykovski'yi düşündüm “kuğular”ı izlerken.
1893'te, 53 yaşında ölürken arkasında 80'i aşkın eser (Kuğu
Gölü, Uyuyan Güzel ve Fındıkkıran bale müzikleri, Yevgeni Onegin
ve Maça Kızı operaları, piyano konçertoları, senfoniler, oda müziği vs.)
bırakan büyük dehayı.
Bazen dünyanın ve tarihin kimi ünlüleri bugünkü Türkiye’de
yaşasalardı nasıl olurdu diye hayal kurmaya çalışırım.
Mesela, Çaykovski aramızda olsaydı?..
Siyasetten sanata kadar her alanın uzmanı olan
“büyüklerimiz” ne derdi onun için acaba?
Müziğini “gıy-gıy” ya da “kapı gıcırtısı” olarak adlandırıp
bize aynı dönemde yaşamış Türk bestecileri mi örnek gösterilirdi? Söz
gelimi, Hacı Arif Bey'i, Tanburi Ali Efendi'yi, Zekai Dede Efendi'yi, İbrahim
Efendi'yi veya Hamparsum Limoncuyan'ı. Ah, affedersiniz, o sonuncusu -
malum nedenden - olmazdı.
Çaykovski'nin dinle ilişkisini, hem durmadan İncil okuyup
hem de eleştirmesini kınarlardı muhtemelen.
Fazla dil bilmesi ve çok okuması da (kişisel
kütüphanesindeki kitap sayısı Külliye’deki oda sayısından fazlaydı) herhalde
iyiye işaret olmazdı.
Müzik ve sanat alanında bir aktivist sayılması ve daha
beteri, bir ara gazetecilik yapması da (müzik yazarı ve eleştirmeni olarak),
Çaykovski'nin kötü puan hanesini kabartırdı.
Ama en büyük felâket bambaşka yerdeydi.
*
* *
Büyük besteci, küçük yaştan son nefesine kadar eşcinseldi.
13 yaşındayken erkek lisesinde ilk ilişkisini yaşadı. Sonra
buna sayısız macera eklendi.
Bir ara karşı cinsle ilişki kurarak kendini değiştirmeyi
denedi. Ancak 25 yaşındayken tanıştığı Belçikalı şarkıcı Désirée Artôtonun
yoksulluğuna bakarak yüz vermedi.
37 yaşındayken eski bir öğrencisiyle yaptığı evlilik ise
fiilen birkaç hafta sürdü. Eşi Antonina Milyukova ile resmen ayrılamadı.
Çeşitli erkeklerden çocuklar doğuran kadın, sonradan akıl hastanesine düştü.
Bir de yıllarca kendisini maddi açıdan destekleyen, 11
çocuk annesi, zengin bir dul olan Nadejda von Meck vardı. 14 yıl
boyunca hiç bir araya gelmeden birbirlerine 1200'ü aşkın mektup yazdılar.
Çaykovski'den 9 yaş büyük olan Nadejda, görüşmemelerini şart koşmuştu.
Ölümü ani oldu. Koleradan dendi. Kimileri de intihar
olduğunu, belki de ünlü bestecinin Saray'a yakın bir erkeği taciz etmesi sonucu
intihara zorlandığını iddia etti.
*
* *
“Yeni Türkiye”de yaşasa Çaykovski'nin hali nice olurdu,
bilemiyorum.
Ama eşcinsellik o dönemde Rusya'da da kolay değildi.
Ancak her şeye rağmen iktidar sanatçıya sahip çıktı.
Rusya'da hâlâ Çaykovski'nin adını taşıyan kent, meydan,
cadde ve kurumlar var.
Bir anekdotla bitirelim.
Yine bir erkeği taciz ettiği gerekçesiyle Çaykovski'yi Çar
III. Aleksandr'a şikâyet etmişler.
Canı sıkılan Çar şöyle cevap vermiş:
- Kesin yakınmayı! Rusya’da çok popo var, ama
Çaykovski tek!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder