Moskova

Moskova

24 Haziran 2020 Çarşamba

Rusya'da Yaşamanın Avantajları ve Dezavantajları / Murat Çelen


Rusya’da yaşayan, çalışan çok sayıda Türk var.
Kimimiz ekmek parası için, kimimiz yaşamımızda yeni bir sayfa açmak için Rusya'ya geldik; ve burada yaşıyoruz...
Rusya'da hayat bazılarımız için çok zor; bazılarımız ise bu zorlukları çoktan aşmış, burada çoluk çocuğa bile karışmışız.
Buradaki yaşama uyum sağlayan bazı genç arkadaşlarımız yaşam deneyimlerini Youtube’da paylaşıyorlar.  Şahsen tanımıyorum, ama çok akıllı ve sevimli buluyorum onları. Ve tabii ki yaşama tutunma çabalarını takdir ediyorum.
Fırsat buldukça onların güzel videolarını paylaşacağız.
Bunlardan biri de Murat Çelen.


Rusya'da Yaşamanın Avantajları ve Dezavantajları / Murat Çelen





Not: Onları desteklemek için videolarını beğenmeyi ve abone olmayı ihmal etmeyin

RUS HALK PLAJI ve RUS TÜRK AİLESİ VLOGU


Rusya’da yaşayan, çalışan çok sayıda Türk var.

Kimimiz ekmek parası için, kimimiz yaşamımızda yeni bir sayfa açmak için Rusya'ya geldik; ve burada yaşıyoruz...
Rusya'da hayat bazılarımız için çok zor; bazılarımız ise bu zorlukları çoktan aşmış, burada çoluk çocuğa bile karışmışız.
Buradaki yaşama uyum sağlayan bazı genç arkadaşlarımız yaşam deneyimlerini Youtube’da paylaşıyorlar.  
Şahsen tanımıyorum, ama çok akıllı ve sevimli buluyorum onları. Ve tabii ki yaşama tutunma çabalarını takdir ediyorum.
Fırsat buldukça onların güzel videolarını paylaşacağız.
Bunlardan biri de Cem Kıran.

Not: Onları desteklemek için videolarını beğenmeyi ve abone olmayı ihmal etmeyin


***

"Herkese merhaba, bu hafta Rus ailem ile sizleri Rus halk plajına götürüp, Antalya ya gidemeyen Rusların kendilerini soğuk sulara nasıl attıklarını kameramla sizler için çektim.
Bu haftaki Rusya vlog da, aynı zamanda kumsalda güzel bir sohbet gerçekleştireceğiz."

Cem Kıran




23 Haziran 2020 Salı

Lev Troçki ve İstanbul Günleri




Adnan Genç




Anlattım bir vakitler; hayatımın değişik dönemlerindeki ‘öğrenme süreçleri’ benim için zorlu geçmiştir. Yani PDA, lafını ilk duyduğumda bu neyin kısaltması diye, kimseye soramamıştım. Yuh yahu, bunu da bilmeyecek ne var derler, diye. Sonra emperyalizmi ve oligarşiyi zor bela öğrendim. Öğrensem iyi ikisini birden cümle içinde kullanıp, insanlara da tekrar ettirirdim (onlar da öğrensinler, diye). Bir de tuğla gibi bir kitap vardı, SBKP tarihi (hadi siz bulun bunu da); Lenin kim; Troçki niye sevilmez; Dmitri Hvorovstovsky’nin sesi niye muhteşem diye, kendimce araştırmalar yapardım…

Adalar Belediyesi’nde de 8 yıl kadar önce belediye başkan danışmanı gibi bir görev üstlendim. Rica ettiler de gittim, inanın; ama para mara da vermediler. Davayı da kazandım ama para yüksek yargıda duruyor… Duydum ki, Troçki’nin İstanbul’da kaldığı birkaç evden biri de Büyükada’daymış. Kazık kadar adamım ama ünlü teorisyenin yaşadığı yeri bilmiyorum. Daha büyük utanç olur mu? Kimseye de net olarak soramıyorum: ‘Yahu bir Rus yazar varmış, evi buralarda bir yerdeydi, tam sokağını unuttum’ derdim. Onlar da her seferinde sallama bir yokuşlu sokağı söylerler, ben de ha, hı deyip, gece vakti gider bakardım. Tabela falan var mı, diye? Var ya, kapının zilinde hâlâ Tıroçki yazıyor… Efendim, Traçki bizde iyiydi valla ve zaten iki hükümet arasında; burada ona dokunulmayacak, anlaşması vardı. Meksika’ya gitti ve orada buldular ve öldürdüler… Buradaki günleri de hakkında çekilen kimi film ve belgesellerde hep anıldı…

Meğer filmin bir bölümü, coğrafyası pek benziyor diye Datça’nın yakınlarında çekilmiş. aa’da uzun süre muhabir ve yönetici olarak çalışan sevgili gazeteci dostum Süleyman Boyoğlu’nun belediye sitesi üzerinden bulduğu görseller ve yerel bir araştırmacının blog adresinden edindiği daha başka bilgileri bana geçti.

Ben de size aktarayım da, Daçta’nın Kargı koyu da ‘Troçkist turistlerle’ dolsun… Hikâyenin kalan kısmı bu iki metinden kuruludur ve ‘Troçki kimdir?’ deseniz, her yerde bulabileceğiniz bilgilerdir. Peki biz niye bugün yazıyoruz. Ne doğum günü, ne de ölüm günü… ‘Sürekli Devrim’ kitabını yazmaya başladığı gün bugünlerdeki bir gün de o yüzden… Daha hayırlı bir sebep bulamadım, umarım tarihi geçmeyiz… Hadi devam:
Datça Belediyesi Instagram hesabında paylaşmış sözünü ettiğim fotoğrafla. Berivan Tanrıverdi çekmiş. Kargı koyuna giderken, hemen solda kayalıkların üzerinde eski bir ev. Yıkık, dökük, harabe. Dokunsan yerle bir olacak sanki. Tam virane. Bu ev, bu haliyle bile Datça’ya gelen turistlerin uğrak yerlerinden biri. Çünkü manzarası şahane. İnsanlar gelip fotoğraf çekiyor buradan. Selfi yapıyorlar Kargı’nın doğal tablosuna karşı. Sonra sosyal medyada paylaşıyorlar bu fotoğrafları. Datça’nın tanıtımına katkı sağlıyorlar.

Oysa, bu yıkık dökük evin tarihi değeri o kadar büyük ki. Avrupa’nın herhangi bir kentinde olacak, hemen onarılır ve müze yapılır. Turist dolup taşar. Çünkü bu evde yıllar önce önemli bir film çevrilmiş.

Bir iddiaya göre Sovyet devrimci Troçki’nin hayatını konu olan film. Başka bir iddiaya göre Dr. Zhivago’nun yazarı Rus şair Boris Leonidoviç Pasternak’in hayatının çekildiği ev. Bir film seti yani. Filmin çekildiği kesin çünkü yaşayan canlı tanıklar var.

Datça’nın köylerindeki, özellikle de eski Datça’daki bazı evlerin kapı ve pencerelerini bu eve taşımışlar. Kameralar saatlerce çekim yapmış burada. Üstelik birçok Datçalı figüran olmuş filimde. Böylesine önemli bir ev bu ev. Şimdi ise kaderine terkedilmiş durumda.

İnsan düşünmeden edemiyor. Çok önemli bir filmin çekildiği bu ev şimdi neden bu halde? Arazi devletin ayrıca. Neden onarılmıyor? Neden eski haline getirilmiyor? Datça’da görev yapan kaymakamlar neden bir proje hazırlamıyor? Burası bir müze olsa, o filmden fotoğraflarla, görüntülerle süslense, bir kültür sanat evi haline getirilse, ülkeye ve Datça’ya bir artı değer katmaz mı? Gerçekten neden? Kültürden sanattan bu kadar mı uzaklar? Osmanlı’nın ender aydınlarından, devlet adamı Ziya Paşa ünlü Gazel’inde şöyle demişti: “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm.”

Günümüz Türkçe’siyle; “Müslüman olmayan ülkeleri gezdim, şehirler, gösterişli yapılar gördüm. İslam ülkelerini dolaştım, hep harabeler gördüm.” Başka söze gerek var mı? https://kayasedatt.blogspot.com/ 


Filmden söz edelim…

Trotsky, yönetmenliğini Leonid Maryagin’nin yaptığı 1993 yılı ABD, Avusturya, İsviçre, Meksika, Rusya ve Türkiye ortak yapımı; konusu Lev Troçki‘nin hayatının anlatıldığı biyografi ve dram türünde filmdir. Troçki’nin özellikle sürgün hayatını geçirdiği filmin finaldeki Türkiye sahneleri dikkate değerdir.

20. yüzyıl tarihine yön veren Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’in yol arkadaşı ve kendine halef olarak seçtiği Lev Troçki, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’le giriştiği iktidar mücadelesini kaybedince vatansız bir sürgün olarak yaşamına çeşitli ülkelerde devam eder ve bu sürgünlük 1940 yılında Meksika’da öldürülmesiyle son bulur.

Bir eylem adamı olduğu kadar aynı zamanda bir fikir adamı, bir teorisyen de olan Troçki’nin sürgün yıllarında yolu İstanbul’dan da geçer.

İşte ünlü siyasi liderin, yaşadığı sürgün hayatı sorasında İstanbul’a gelmesi ve üç ayrı ev tutarak oturması üzerine konuşacağız. Ve tabii ki, hayatını anlatan ve yukarıda adı geçen filmin çekildiği yerlerden biri olan Datça’nın Kargı koyundaki yıkık dökük yapıların, filmle ilgisini anlatacağız. Bu konudaki kaynağımız tarihi bilgiler ve Datça Belediyesi’nin instsagram sayfasında Sedat mahlasını kullanan bir araştırmacının konuya ilişkin notları ve bulduğu fotoğraflar olacak…


1. Kızıl Ordunun Başkomutanı

7 Kasım 1879’da Güney Ukrayna’nın küçük bir köyünde dünyaya gelen Lev Davidoviç Bronştayn, küçük toprak sahibi bir Yahudi ailenin çocuğudur. Matematik ve hukuk eğitimi alır. 1902 yılından itibaren Troçki adını kullanmaya başlar, 1897’de Rusya İşçi Birliği adlı gizli örgütü kurunca Çar polisince tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Uzun süren sürgün ve kaçışların ardından 1917 Devrimiyle Rusya’ya döner. Dışişleri Komiserliği, ardından da Savaş Komiserliğini üstlenip Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu’yu kurar. 1924 yılında Lenin’in ölümünün ardından, partinin tüm yetkilerini kendinde toplamaya başlayan Stalin ile iktidar mücadelesine girişir. Bu mücadelede giderek güç kaybedince elindeki tüm yetkileri de teker teker kaybeder.


İplerin kopması ve Rusya’dan ayrılış…

1926’da Politbüro’dan çıkartılır, 1928’de de Alma Ata’ya sürülür. Fakat burası Troçki için geçici bir sürgün yeridir, çünkü Stalin’in asıl istediği, Troçki’yi Rusya’dan kovarak başka bir ülkeye sürgüne yollamaktır.

Bu konuda birçok ülkeyle Troçki’yi kabul etmeleri için görüşmeler yapılır, ama hiçbir ülke, savaş rüzgârlarının yeniden estiği bir dönemde Troçki gibi siyasi birini kabul etmeye yanaşmaz. Ankara’daki Sovyet Elçisi Çiçerin de Troçki’ye ülke arayanlardan biridir. Çiçerin, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la defalarca görüşür ve sonunda Türk hükümetini razı ederek vize almayı başarır.



Ancak Türkiye’nin Troçki’yi kabul etmek için bazı koşulları vardır:

“Troçki, politik bir göçmen olacak, ona özel ve ayrıcalıklı işlem yapılmayacaktır. Başka ülkeye gitmekte de serbest olacaktır. Bunun dışında Türkiye’de komünizm faaliyeti göstermeyecek, ancak istediğini yazabilecek ve bunları dışarıda bastırıp yayabilecektir. Troçki’ye Türkiye’de Rusya tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik önlemlerini alacaktır.”

Aynı günlerde İçişleri Bakanlığı, hem İstanbul Valiliğine, hem de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne iki uyarı mektubu yazarak valilikten, herhangi bir suikasta karşı önlem alınmasını, Basın-Yayından da gazetelerin Troçki ile ilgilenmemesi ister.




Troçki İstanbul’da

Moskova, Türk hükümetinin koşullarını kabul edince 23 Ocak 1929’da Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinden Troçkilere “Sedov” adıyla vize verilir. Çok sert geçen hava koşulları nedeniyle uzun süren bir yolculuktan sonra Troçki, 12 Şubat 1929 Salı günü İstanbul’a getirilir. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Lev Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardır. Troçki’yi getiren İlyiç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirler, gemiye binen bir Türk görevli, gelenlerin pasaportlarını inceler. Bu sırada Troçki’nin oğlu Lev Sedov, Türk görevliye Atatürk’e sunulmak üzere bir mektup verir. Troçki’nin imzasını taşıyan mektup şöyledir:


Atatürk’e yazılan mektup

“Sayın Cumhurbaşkanı, İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum. Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar. Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks’ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim. En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan. Lev Troçki.”


Dilini bilmediğim bir ülkede yaşamam zor

Troçki, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleştirilir ve cebinde yaklaşık 1.500 doları vardır. Ama Troçki’nin maddi konuda güvendiği, Avrupa’daki dostları ve yazacaklarından alacağı telif ücretleridir. Bu nedenle Almanya’dan yanıt beklediği günlerde durmadan yazar, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatır. Özellikle de “Türkiye’ye zorla sokulduğunu” öne sürer.

Troçki Türk basınıyla ilk konuşmasını Türkiye’ye gelişinden 34 gün sonra Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Esmer’le yapar ve bu konuşmasında bazı şeylerin altını önemle çizer: “Türkiye’ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu’na indim. Almanya’dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmi bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi herkesle konuşuyorum. Türkiye’den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için… Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa çok sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur.”


Troçki’nin, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleştirilmesi Moskova’yı rahatsız eder ve elçiliğe Troçki’nin bir an önce konsolosluktan çıkartılması bildirilir. 8 Mart gece yarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarılarak Türk polisinin önlemleriyle İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Oteli’ne yerleştirilir. Bir müddet de burada kalan Troçki, karısı ve oğlu, 1 Nisan 1929’da bu otelden ayrılarak Bomonti’de kiraladıkları bir eve yerleşirler.


İstenmeyen adam

Fakat Troçkilerin sorunları kendi evlerine taşınmalarıyla da bitmez. Bu sefer de mahalle halkı bir anda çevrelerinin polislerle ve tanımadıkları insanlarla dolmasından rahatsızlık ve korku duyduklarından şikâyete başlarlar.

Köşkün, çevredeki evlere yakın olması nedeniyle ortaya çıkan güvenlik açığı Troçki’yi de huzursuz ettiğinden, korunma yönünden kolaylık sağlayacak, çevresi açık yeni bir ev aranmaya başlar.

Bu arada Troçki vize almak için Almanya ve İngiltere’ye başvurur ama başvurusu kabul edilmez. Bunun üzerine bir müddet daha Türkiye’de kalması gerektiğini anlayan Troçki ve ailesi 1929 Mayıs’ında Büyükada İskelesine oldukça yakın olan Arap İzzet (Hulo) Paşa Yalısına taşınır. Burası polisin Büyükada’ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebileceği ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabileceği bir yerdir.





Troçki’nin Büyükada günleri

Büyükada’ya yerleştikten sonra çok yoğun çalışamaya başlayan Troçki, gazetelere yazılar yazar, kitaplarına yoğunlaşır. Bu arada bir de tekne alan Troçki, boş zamanlarının çoğunu Yunan balıkçı Haralambos ile birlikte balık tutarak değerlendirir. Köşke bir tane de doğal ıstakoz havuzu yaptırır. Balığa çıkmanın yanı sıra kayıkla Kartal’a uzanıp Samandıra gibi uzak ormanlık alanlara bıldırcın ve tavşan avına çıkar. Yine böyle bir av partisini uzatınca hava bozduğu için Şile yakınlarındaki bir köyde mahsur kalır. Geceyi beraberindeki jandarma, polis, sekreteri ve muhafızı Bilal Ertürk’le köyün imamının evinde geçirir.


Köşkte yangın ve Ada’dan Moda’ya

1 Mart 1931 günü Troçki’nin evi birden alevler içinde kalır. Troçki bunu önce suikast girişimi sansa da sonrasında karısı Nathalie’nin unutkanlık sonucu açık bıraktığı şofbenin yangına neden olduğu anlaşılır.

Ama Stalin’in yayımlanmasından korktuğu belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan bir koleksiyon bu yangında kül olur. Yangından sonra geçici olarak Savoy Otel’e yerleştirilen Troçki için yeni bir ev aranmaya başlar.

Gazetelere verilen ilan sonucunda Moda semtinde Şifa Sokakta Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev kiralanır. Fakat Troçki, Büyükada’da geçirdiği günleri unutamaz.

Moda’daki bu ev hemen sokağın yanı başında olduğundan Troçki için yine huzursuz geceler başlar. Bir gece bahçeye atlayan iki kişinin alarm zillerini çalıştırmasıyla Troçki bu evden ayrılmaya kesin karar verir.

Valilik ve Emniyet’in gayretleriyle Büyükada’daki Yanaros Köşkü Troçki’nin yeni evi olarak kiralanır. 21 Mart 1932’de yeni aldığı motorlu kayıkla Pendik kıyısındaki Pavli adası civarında balık avlarken motorlu kayığı bozulan ve bu arada çıkan fırtınada mahsur kalan Troçki ve yanındakiler zorunlu olarak Pavli adasına çıkar ve adadan devletin motoruyla Büyükada’ya dönebilir.

En güvenilir yer olarak gözlerden ırak Büyükada’yı mesken tutar ve fasılalarla tam 4,5 yıl burada kalan Troçki teorik olarak hayatının en verimli yıllarını İstanbul’da geçirir. İhanete Uğrayan Devrim, Sürekli Devrim, Sanat ve Edebiyat gibi başyapıtlarını İstanbul’da yazar. Ayrıca Rusya’daki taraftarlarıyla bağlantısını asla koparmaz, Stalin’in ajanlarına rağmen pes etmez ve mücadelesini sürdürür.


Sürgünlerle geçen ve suikastla biten bir yaşam

Troçki’nin bu faaliyetlerinden rahatsız olan Sovyet ve Türk hükümetleri onu yeniden sürgüne zorlarlar. 1933 yılında ayrıldığı Büyükada’dan sonra kısa sürelerle İsveç ve Fransa’da ikamet eder, ancak Stalin onun peşini hiç bırakmaz ve nihayet Meksika’ya sığınmak zorunda kalır.

Bu yılmak bilmez mücadele adamı orada da boş durmaz ve küresel bazda örgütlenme çalışmalarını sürdürür, ta ki 1940 yılında bir ajan tarafından buz baltasıyla katledilinceye kadar.

Bugün Meksika’daki evi dünyanın dört bir yanından ziyaretçi akınına uğrayan bir müzeye dönüştürülmüştür. Büyükada’daki Arap İzzet Paşa Köşkü ise halen sahipleri ve Büyükşehir Belediyesi arasında ihtilaf konusu olarak müze olacağı günleri beklemektedir.


Bana Türkofil dediler

Troçki İstanbul’da yaptığı ilk basın toplantısında gazetecilere kitaplarından birinde Türkiye ile ilgili görüşlerini anlattığı bir bölümü göstererek Türklere duyduğu hayranlığı şöyle ifade eder:

“İşte, kitaplarımdan ikisi… Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909’da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya’da Türklere karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze’yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara’ya yolladım. Türkiye’nin bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum. Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük önderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk’ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz.”

Sadede gelip hemen bitirelim, yazıyı… Ben, 4 koca ay çalıştım belediyede ve milyon kere gittim Büyükada’ya ama evin yerini hâlâ bilmem. Oysa bütün adalılar bilir, haberiniz olsun… Off, ideolojik bir yanlışa düşmeden yazıyı selâmetle kapattık ya, burada. Afferim bana…

Balalayka



Balalayka, Lavta ailesinden Rusya'ya özgü bir telli çalgı türüdür. Genellikle Orta Asya'da çalınan üç teli ve yuvarlak bir gövdesi bulunan dombra adındaki bir müzik aletinden esinlenilerek 1700'lü yılların sonuna doğru geliştirilmiştir. Balalayka, aslında halk şarkılarıyla birlikte tek başına çalınır. Ama son yıllarda büyük balalayka orkestraları kurulmuştur. Balalaykanın gövdesi 3 köşelidir ve 3 teli vardır.

Rus köylülerinin dans havalarına eşlik etmesiyle milli bir değer kazanmış, göçmen Beyaz Ruslar tarafından bütün Avrupa'ya yayılmıştır.

Balalayka, pikkolodan kontrbasa kadar altı boyda yapılır. Sırtı düzdür, üçgen biçimli göğsü, sapa doğru incelir. Saptaki perde­lerin yerleri değiştirilebilir.

Gövdenin göğüs bölümünün dar ucunda küçük bir yuvarlak ses deliği yer alır. Genellikle kirişten yapılan üç teli vardır; bunlar uçtan germelidir ve kemandakine benzer bir eşik üstünden geçer. Kiriş teller parmakla çekilerek, madenden yapılmış teller ise deri mızrapla çalınır. Balalayka aslında bir halk müziği çalgısı olmakla birlikte, 20. yüzyılda büyük bala­layka orkestralarında da kullanılmıştır. Çal­gının en çok kullanılan boyu (soprano), genellikle orta do’nun üst oktavında mi-mi- la olarak akort edilir.

Karadeniz’in kemençesi, Anadolu’nun sazından bildiğimiz görüntüler balalayka için de aynıdır. Balalayka eşliğinde bayram günlerinde şarkılar söylenir, dans edilirmiş. Balalaykanın genel görüntüsü aslında pek değişmemiştir: Uzun sapı olan üçgen gövdeli bir çalgıdır. Toplam üç teli vardır. Yine de birebir aynı şekil ve konstrüksiyon ile bugüne ulaşmıştır demekte zor; elbet bazı değişikliklere uğrayarak yeni modellemeleri çıkmıştır. Şimdilerde sadece üçgen değil, yuvarlak gövdeli balalaykalar da vardır. Boyutları değişik olan balalaykalarda ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri bir insan boyundadır ve kontrabas balalayka olarak adlandırılır. Bu çalgı alçak notalarda ses çıkarır.


İlk balalayka orkestrası 1888 senesinde kurulmuştur. Bu orkestrada değişik ebat ve tınılarda balalaykalar yer almıştır ve o dönemde bu orijinal çalgı için hazırlanan repertuar da şekillenmiştir. Rus halk çalgıları ile profesyonel icranın babası Vasiliy Andreyev olarak kabul edilir. Andreyev, balalaykayı akademik bir müzik aleti olarak Dünya’ya da tanıtan ilk kişidir. Adı geçen orkestra bugün de mevcuttur ve adı Andreyev Devlet Akademik Rus Orkestrası olarak geçer.



20 Haziran 2020 Cumartesi

Mühürlenmiş zaman




Samih Güven





Zaman ve mekan kavramları hem günlük hayatın, hem de genel olarak dünyanın, kendimizin ve olguların algılanışı bakımından önemli kavramlar. Özellikle zaman farklı bilim ve disiplinlerde farklı tanımları olan ve felsefi temelleri de bulunan bir kavram.

Bir tanıma göre zaman dakikalar, saatler, günlerle (vb.) ölçtüğümüz şey. Bedia Akarsu’nun Felsefe Terimleri sözlüğünde, oluş, gelip geçiş, değişme ve süreklilik biçimi, dönüşü olmayan bir doğrultuda birbiri ardından gitme olarak tanımlanmış. Öznel zamanın ise zaman bilincine dayandığı ve yaşantılara bağlı olduğu ifade edilmiş.

Örneğin edebiyatta zaman hikayeyi bir yere tutturur ve buradan başlayarak takip eden olaylar zinciri açıklanır. Fiziksel zaman kadar geriye kırılmaların, hatırlamaların ve geçmişin anlatıldığı psikolojik zaman da önemlidir.

Dolayısıyla sanat ve edebiyat açısından son derece önemli bir kavram zaman. Geçenlerde, Ayna, Andrey Rublev, İz sürücü, Solaris, İvan’ın Çocukluğu gibi önemli filmleri bulunan Andrey Tarkovski’nin Agora Kitaplığı’ndan çıkmış “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabı dikkatimi çekti. Filmlerinde zamanı oldukça farklı kullanan usta yönetmenin bu konularda neler düşündüğünü merak etmiştim. 

Tarkovski zamana yaklaşımını öyle ilginç ve farklı ele almış ki hayranlıkla okudum o bölümleri. Şimdi yoruma gerek olmadan öncelikle birkaç alıntı vereceğim:

Çektiğim bir filmde zaman layıkıyla aksın, hiçbir şeye bağımlı olmadan aksın isterim. Zaman öyle aksın ki, seyirci algısı üzerinde, bir baskı, zorlama hissetmesin, gönül rızasıyla kendini yönetmene teslim etsin, bile isteye onun tutsağı olsun, filmde sunulan malzemeyi kendi malıymış gibi hissetsin…

Geçmiş bir anlamda şimdiden daha gerçek, en azından daha durağan, daha kararlıdır. Şimdiki zaman parmaklarımızın arasından akan kumlar gibi kayar gider ve ele gelir ağırlığını ancak anılarda kazanır. Hazreti Süleyman’ın yüzüğünün üzerinde “her şey geçer” diye yazıyordu. Ben bunun tersini savunarak etik anlamda zamanın geri çevrilebilir olduğuna dikkat çekmek istiyorum: Zaman bizim maddi dünyamız açısından hiçbir iz bırakmadan kaybolabilir. Çünkü o yalnızca öznel manevi bir kategoridir. Yaşadığımız zaman ruhlarımıza zaman içinde kazandığımız değişik deneyimler olarak yerleşir.

Zaman yaşadığı sürece insana hakikate yönelmiş manevi bir varlık olarak kendini algılama imkanı sunar. Tabii bu insana hem büyük keyif hem de acı veren bir bağıştır.

Ahlaki bir varlık olarak insana bellek, anımsama bahşedilmiştir ve bunlar içimize tatmin edilmemişlik, hoşnutsuzluk duygularının tohumlarını ekerler. Anılar bizi saldırıya açık, acı çekmeye yetenekli hale getirir.

Gelelim kitabın başlığının nereden geldiğine. Tarkovski gazeteci Ovçinnikov’un Japonya anılarının bir bölümüne yer veriyor ve şunları aktarıyor:

Burada her şeyin özünün zamanla kendiliğinden ortaya çıkacağına inanılıyor. Bu yüzden de Japonlar ayrı ayrı her yaşın izlerini tam bir büyülenmişlikle, hayranlıkla karşılıyorlar. Yaşlı bir ağacın koyulaşmış rengi, bir taşın yosun bağlaması, hatta üzerine dokunan pek çok elin izlerini taşıyan bir resimdeki yıpranmışlık onlara müthiş çekici geliyor. Uzak zamanların bu izlerini Japonlar “pas” anlamına gelen “saba” sözcüğü ile karşılıyorlar. Saba: hakiki pas, geçmiş zamanların güzelliği, zamanın mührü.

Dünya çapında bir üne sahip olan Andrey Tarkovski Sovyet dönemi Rus filmlerinin en önemli yönetmenlerinden biri. Ölümünden sonra 1990 yılında Rus sinema sanatına verdiği katkılar ve uyandırdığı insancıl duygular nedeniyle Lenin Ödülüne layık görülmüş.

Sıradan bir yönetmen değil elbette. Entelektüel bir ailede yetişmiş. Babası şair. Çok okumuş. VGIK Sovyet Film Okulu’nda çok iyi bir sanat formasyonu almış. Kendinden önceki yaklaşımları iyi incelemiş. Ama hiçbir şeyi umursamadan kendi farklılığını ve ustalığını da ortaya koymuş. 

Tarkovski’ye göre sinema ve edebiyat arasındaki en önemli fark edebiyatın dil aracılığıyla tasvir etmesi, sinemanın ise doğrudan kendini göstermesidir.

Usta yönetmenin filmleri halen zevkle izlenen önemli klasiklerden. Ayna filmi ise büyük yankı uyandırmış ve kimilerince de anlaşılmaz bulunmuş.

Tarkovski’nin zaman anlayışını en açık şekilde yansıtan filmlerinin başında “Ayna” geliyor aslında. Yönetmenin kendi hayatına tuttuğu bir ayna olarak görülebilir bu film. Çocukluğu, anıları, rüyaları, şimdiki zaman ve geleceğin iç içe geçmiş parçalarını gözler önüne serer usta yönetmen.

Tarkovski son derece açık ve samimi şekilde bu filme yönelik izleyici görüşlerine de yer vermiş kitabında. Mesela bir izleyici şunları söylemiş:

Filminiz Ayna’nın içinden çıkabilmek için başı dönmüş bir halde yardımınıza baş vuran ilk kişi de son kişi de olmadığından eminim. Her epizot kendi başına çok güzel ama bunlar birleşik bir bütün oluşturamıyor. Bu nasıl olacak? 

Başka biri de şöyle demiş: 

Ayna için teşekkürler. Benim de aynen öyle bir çocukluğum oldu. Ama siz bütün bunları nasıl öğrendiniz?

Diyeceğim seyretmesi kadar okuması da keyifli Tarkovski’yi.

17 Haziran 2020 Çarşamba

Rusya’nın kaderini değiştiren adam


Cenk Başlamış





Rusya’yı yaklaşık 300 yıl yöneten Romanov Hanedanı’ndan gelen “son çar” II. Nikolay’la ailesi tarihte eşine az rastlanır bir trajedinin kurbanı oldu.

II. Nikolay, eşi ve çocuklarının 17 Temmuz 1918’de yani bundan 102 yıl önce bir evin bodrumunda kurşuna dizilmesiyle ilgili olarak şimdiye kadar pek çok kitap yazıldı, film çekildi.

Netflix’de ilk kez geçen yıl yayınlanan altı bölümlük “The Last Czars” (Son Çarlar) da bunlardan biri.

Bu aslında ne tam olarak klasik anlamda bir dizi ne de tam olarak bir belgesel.

Dizinin yapımcıları kritik bir karar vermek zorunda kalmış: Bir sinema filmi gibi çekmek ama Rus tarihine aşina olmayan izleyenleri karanlıkta bırakmak ya da sık sık uzmanların açıklamalarını ekrana getirerek yaşananlar hakkında aydınlatıcı bilgi vermek ama izleyenlerin filmden koparak konsantrasyonu bozmayı göze almak.

Her şeye rağmen ikincisinde karar kalmışlar.

Dizide, II. Nikolay’ın nasıl gönülsüzce çarlık koltuğuna oturduğu, imparatorluğun karşı karşıya bulunduğu sorunları anlamakta nasıl yetersiz kaldığı ve yakın çevresi tarafından nasıl manipüle edildiği anlatılıyor.

“Son Çarlar”da, doğa üstü güçlere sahip olduğuna inanılan Sibiryalı mistik papaz Grigoriy Rasputin’e (manşet fotoğrafında solda) çok geniş yer ayrılmış.

II. Nikolay’ın Alman asıllı eşi Aleksandra’nın (fotoğrafta sağda) hemofili hastası doğan oğlu Aleksey’i hayatta tutabilmek umutsuzca çırpındığı bir sırada tanıştığı Rasputin dizinin ana karakterlerinden.

Aleksey’i doğa üstü güçleriyle hayatta tuttuğuna Aleksandra’ya inandıran Rasputin sarayda inanılmaz bir güç sahibi oluyor ve Çariçe üzerinden II. Nikolay’ın aldığı devlete ait stratejik kararları bile yönlendirebilecek konuma geliyor. Böylece dizide Rasputin, Rusya’nın, dolayısıyla o günkü dünyanın kaderini belirleyen bir kişi olarak sunuluyor.

Rasputin’in “Ben ölürsem Rusya mahvolur” kehaneti ise bir anlamda gerçekleşiyor, çarlık yıkılıyor.

II. Nikolay’ın kararsız, toplumdan ve ülke gerçeklerinden uzak yöneticiliğinden 1917 Devrimi koşullarının nasıl oluştuğuna, Çariçe ile Sibiryalı şifacı arasında gizli bir ilişki yaşanıp yaşanmadığından görkemli bir sarayda başlayan ve taşradaki bir evin bodrumundaki trajik sona o dönemi merak edenlerin çoğu sorusuna yanıt bulabileceği, Rusya'ya ve tarihine ilgi duyanların ilgisini çekecek bir dizi bu.

Ama pek çok tarihi filmde olduğu gibi “Son Çarlar”da da bir takım hatalar yok değil. 

Moskova'nın en prestijli 7 semti






Moskova 12,5 milyonluk nüfusuyla dev bir metropol. Başkentin bazı bölgeleri, semtleri diğerlerine kıyasla daha özel, daha prestijli, daha pahalı. Bunlardan bazıları çevreyolunun dışında, "sakin" bölgeler. Bazıları ise eski Moskova'nın kalbinde. İşte başkentin en prestijli 7 semti ve özellikleri:


1. Rublyovka. Kimilerine göre, Rusya'nın Beverly Hills'i. Ülkenin en zengin, en ünlü ve en etkili figürlerinin çoğuna ev sahipliği yapan semt Moskova'nın merkezine 10 kilometre mesafede.

Zenginlerin ve güçlülerin Rublyovka'da oturma geleneğinin kökleri ise Çarlık zamanına gidiyor. Asilzade konaklarının yerini devrimden sonra ise Lenin ve Stalin'in daçaları almış. Vladimir Putin'in resmi rezidansı da Rublyovka yakınlarındaki Novo-Ogaryova'da.

2. Ostojenka. Rubloykva'nın aksine Ostojenka Moskova'nın tam göbeğinde, Kremlin'e 10-15 dakikalık yürüyüş mesafesinde. Sokakta dairelerin metrekare fiyatları 40 bin dolardan başlıyor. Muhitteki daire metrekareleri genellikle 240 olduğuna göre, bu da 10 milyon dolar ve üstü fiyat demek.

İlginç olansa 1989'a kadar Sovyet Sarayı inşa etme planı nedeniyle sokağın neredeyse terk edilmiş olması. Yapılmayan sarayın yerinde şu anda Hram Hrista Spasitelya, yani Kurtarıcı Mesih Katedrali yükseliyor.

3. Hamovniki. Nâzım Hikmet'in ebedi istirahatgahı Novodeviçi'yi de içine alan semt, Moskova'nın merkezinden Lujniki Stadyumu ve Vorobyovı Gorı'ya kadar uzanıyor. Moskova nehrinin sarıp sarmaladığı, ekolojik açıdan temiz ve ulaşım altyapısı gelişkin olan bu semtte daire almak isteyenlerin metrekare başına 11 bin doları gözden çıkarması gerek. Lev Tolstoy da bir zamanlar Hamovniki'de yaşamış şöhretler arasında.

4. Yakimanka. Moskova Nehri'nin bir yakası Hamovniki ise, diğer yakası Yakimanka. Şehrin en ünlü parkı Gorki Park bu semtte. Semt klüpleri, kokteyl barları ve konforlu restoranları ile meşhur. Tretyakovskaya Resim Galerisi'nin 20'nci yüzyıl binası da bu semtte. Yakimanka'da elit konut metrekare fiyatı 20 bin dolardan başlıyor.

5. Arbat. Moskova'ya yerleşmek isteyen pek çok insanın açık ara hayalini en çok süsleyen semt. Moskova'nın tarihsel ve kültürel kalbinde yaşanın bedeli ise metrekare başına 10 bin dolar.

6. Presnya. Şehrin yükselen yıldızı Moskva City'ye ev sahipliği yapan semt. Ayrıca şehrin en meşhur gölet parkı Patriarşiye Prudı da (fotoğrafta) idari olarak bu merkezi bölgede. Şehirdeki en pahalı evlerden bazıları ise Mihail Bulgakov'un ünlü romanı Usta ve Margarita'nın meşhur ettiği bu göletin etrafında.

7. Tverskov, Meşanskiy, Zamoskvoreçye. Devlet Duması ve Valilik Binası'nın bulunduğu Tverskoy semti, şehrin varlıklı semtlerinden bir diğeri. Zamoskvoreçye ise geleneksel olarak Rus tüccarların mesken tuttuğu bir yer. Öyle ki bunlardan biri olan Tretyakov, adını taşıyan dünyanın en ünlü resim galerilerinden birini bu semtte açmış. Her üç semtte dairelerin ortalama metrekare fiyatları 7 bin 300 dolardan başlıyor.