Moskova

Moskova

31 Temmuz 2017 Pazartesi

Ruslarla evlilik ve sırları...




Rusya'da aile kurumuna giden yol, aldatmaya bakış, evlilikteki önemli kriterler ve sonrasında oluşan aile bağlarının niteliğine dair yapılan kapsamlı bir araştırmadan çok ilginç ve önemli sonuçlar çıktı. 

Yüksek Ekonomi Okulu (VŞE) ile Rusya Devlet Sosyal Üniversitesi'nin (RGSU) ortaklaşa gerçekleştirdiği araştırmanın sonuçları açıklandı. Buna göre Rusya'da gençler için birinci evlilik sebebi aşk... 

Yüzde 82'lik kitle "Severek evlendim" diyor.

Gençlerin yüzde 86'sını evlilik öncesi mal-mülk anlaşması imzalamayı gereksiz buluyor.

30 yaş altında, aile ilişkilerinde en değer verilen unsur ise kişisel özgürlük.

Aldatan eşi affetmeye hazır olanların oranı sadece yüzde 3. Yüzde 97'lik kesim için aldatma demek boşanma, "dayak" ve intikam sebebi.
 
VŞE ve RGSU'nun araştırması 2015 ve 2016 yıllarında 17 - 30 yaş aralığındaki 2 bin kişi ile gerçekleştirildi.

Buna göre, evlenenlerin yüzde 56'sı diskotekte ya da arkadaş partilerinde tanışmış. 

Üniversitede tanışıp evlenenlerin oranı yüzde 21. 

İnternetin birleştirdiği insanların oranı ise sadece yüzde 2.

Ankete katılanların yüzde 82'isi "severek evlendiğini" ifade ediyor.

Yüzde 5-6'lık bir kesim evlenme gerekçesi olarak çocuk sahibi olma arzusunu gösteriyor.

Yüzde 2 "ekonomik sebeplerden" ötürü "yuva" kurmuş.

Çiftlerin yüzde 80'i üniversiteden sonra evlenirken, tanıştıktan en az bir buçuk yıl sonunda birlikte yaşamaya başlıyor.


Ankete katılanların yüzde 79'u evlilikten beklentilerinin karşılandığını ve mutlu olduğunu söylerken yüzde 21 hayal kırıklığına uğramış.

Boşanmanın eşiğindeki çiftlerin yüzde 53'ü çocukların geleceği, yüzde 30'u kendi gelecekleri ve yüzde 10'u konut sorunu nedeniyle evliliği sürdürme yönünde tavır gösteriyor.

29 Temmuz 2017 Cumartesi

Ruslara ulaşması neden zor?


Cenk Başlamış



Rusları anlamak zordur. Çünkü ulaşması zordur. Çünkü Ruslar yabancılara karşı temkinlidir. "Yabancı" derken, tanımadığı insanlar. Hele tanımadığı insan diliyle, görünümüyle, kültürüyle başka bir dünyaya aitse aradaki duvar daha da kalınlaşır, ulaşmak iyice zorlaşır. Kafalarda hep "bizden olanlar" ve "bizden olmayanlar" ayrımı vardır. "Bizden" grubuna girenlere bütün kapılar ardına kadar açılır, olmayanlara ise sımsıkı kapanır.

İlginç ama bu tespitler Michele Berdy'e, yani bir Amerikalıya ait. İlginç çünkü iki toplum arasındaki büyük fark nedeniyle normalde Amerikalılar Rusları anlamakta çok zorlanıyor. Ama Berdy 25 yıldır Moskova'da yaşıyor. Çevirmenlik yapıyor. Moscow Times gazetesinde her hafta Rusçanın inceliklerini yazıyor. Son yazılarından birini ise Ruslara ayırmış ve yukarıdaki tespitleri yapmış. Tabii bu gözlemleri ilk yapan Amerikalı çevirmen değil. Rusya'da uzun süredir yaşayan herkes, hele mesleklerinin önemli bir parçası gözlemlemek olan gazeteciler de aynı tespitleri yapıyor. Ancak gözlemlemek ve tespit yapmak Rusların ruh halini anlamaya yetmiyor. Çünkü ortada çok çelişkili görünen bir durum var.

Örneğin, otoparkta gözünüzün içine baka baka yerinizi kapan ya da bir kontratı aniden yırtıp atan kişi aslında iki eli kanda olsa başı belada bir dostunun yardımına koşan ya da boşanmak üzere olan arkadaşının sabaha kadar derdini dinleyenle aynı kişi. Sanki ortada çift kişilikli bir insan var.

Hayır, uçlarda davranabilen bu insan aslında çift kişilikli değil. İşin sırrı "bizden olanlar-olmayanlar" ayrımında. Yani, sevgi, şefkat, yardım, iyilik yakınlara ayrılıyor, olumsuz duygular ise çemberin dışında kalanlara.

Bu duvara sadece yabancılar değil, Rusların kendisi de çarpıyor. Mağazada hiç tanımadığı birinden durup dururken dirsek yiyor, devlet dairesinde tersleniyor, metroda polis tarafından taciz ediliyor, kimse yol vermeye yanaşmadığı için yaya geçidinden geçemiyor ya da bir soru sormak için aradığı yerde telefon suratına kapatılıyor. Sonuçta bu bir etki-tepki yaratıyor, yani olumsuz davranışlardan herkes yakınıyor ama herkes aynı şekilde davranıyor. 

Peki, çemberi kırmak mümkün değil mi? Kimilerine göre mümkün. Birincisi bunun için küçük de olsa başınızın derde girmesi gerekiyor. Örneğin arabanız bozuldu.

Normalde yüzünüze bakmayan ya da sizden hoşlanmadığını bakışlarıyla gösteren kişi olumsuz duyguları bir kenara bırakarak hemen yardımınıza koşuyor. Çemberi kırmanın ikinci yolu ise, asansörde bir merhabayı çok gören kişinin evine bir şekilde konuk olmak.

Gerçekten de Ruslar konuklarını ağırlamak için seferber olur, neyi varsa paylaşır. Ama bir Rus evine konuk olanların kız istemeye gelmiş tedirgin ve heyecanlı bir baba gibi değil, ruhunun bütün derinliklerini ev sahibine açmaya gelmiş bir kişi gibi davranması gerekir. Yani konuk samimi davranmalı, örneğin hiç çekinmeden kaybettiği annesinin arkasından gözyaşı dökebilmeli, sorunlarını paylaşabilmeli, kendisine anlatılanları sabırla dinlemeli ama arada yorumlar da yapmalı, kısacası "interaktif" davranmalı. Tabii bu tür sohbetlere mutlaka alkol eşlik ettiği için konuk kadehini kaldırıp ev sahiplerini onurlandıracak konuşmalar da yapmalıdır.

Eğer konuk içtenlik sınavını geçebilirse çemberin içinde yer alabilir çünkü artık onlardan biridir. Peki, neden böyle?

Sorun Rusya'nın kapalı bir toplum olmasından ve Rusların yabancılara, yani başka bir aileden, başka bir köyden ya da başka bir kentten tanımadığı insanlara karşı kısmen korku ve güvensizlik duymasından kaynaklanıyor. Bu ruh hali nedeniyle kendisini çemberin içinde güvende hissediyor, sadece yakından tanıdığı insanların girmesine izin veriyor, sevinçleri ve üzüntüleri onlarla paylaşıyor. Böylece çemberin dışındakilere de olumsuz duygular kalıyor.

Ama çok önemli bir neden daha var: Ruslar saygı görmek istiyor. Birey olarak da devlet olarak da. Karşısındaki kişinin ya da devletin saygılı olmasını ama aynı zamanda ilk adımı atmasını bekliyor. Saygı duyulduğunu hissedince de rahatlıyor, özgüveni artıyor, iletişime giriyor, önyargılarını silebiliyor. Ama sorun şu: Herkes o ilk adımı karşısındakinden bekliyor.

Gazeteci Cenk Başlamış'ın "Rusya'nın Sırları" kitabından alınmıştır.

Çaykovski’nin kuğuları, sanatı ve özel hayatı






Koltuğa yığılmış sanki üzerimdeki ağırlıktan kurtulmak için tembel bir merakla televizyon kanallarına bakıyorum.

Sıkıcı... Sıkıcı... Sıkıcı...

Geç... Geç... Geç...

Bir dakika!

“Kuğular” değil mi o?

Evet, öyle...

Tarihin en önemli bestecilerinden biri olan Pyotr Çaykovski’nin ünlü “kuğuları”...

Kuğu Gölü Balesi...

O kanalda duruyorum.

İzlerken dalıp gidiyorum.

Karşımdaki mükemmel estetik bazı anılarla, anılar da karmaşık düşüncelerle yer değiştiriyor.

*      *      *
Rusya'da yaşadığım yıllarda, ne zaman televizyonunda Kuğu Gölü gösterilse irkilirdik. 

Acaba bir şey mi oldu?

19 Ağustos 1991'de Gorbaçov'un devrildiği darbe girişimi sırasında, tanklar Moskova caddelerine çıktıklarında Rusya devlet televizyonu hiç ara vermeden Kuğu Gölü’nü yayımlamıştı.

“Kuğular”, Ekim Devrimi'ne de, Stalin, Hruşçov ve Brejnev dönemlerine de tanıklık etmişti. İktidarlar, halkın moralini yükseltmek için nedense hep bu eserin sergilenmesine öncelik verdiler. Rusya'nın iç savaştan henüz çıktığı 1920'lerde de, İkinci Dünya Savaşı’nın salvo ateşi altında da...

Lenin hariç bütün Rusya liderlerinin Kuğu Gölü’nü çok sevdikleri söyleniyor. Lenin ise “düşünmeyi ve çalışmayı zaafa uğrattığı için” Çaykovski'nin müziğini “fazlaca burjuva” bulur ve evde kız kardeşlerinin yorumladıkları Beethoven'in Appassionatave Ay Işığı Sonatı’nı dinlemeyi tercih edermiş.

*      *      *
Kremlin, Kuğu Gölü'nü güçlü bir devlet sembolü ve protokol unsuru haline getirmişti. Bale, her zaman Moskova'yı ziyaret eden yabancı devlet adamlarına ve politikacılara izlettiriliyordu.

ABD'nin eski Moskova Büyükelçilerinden Llewellyn Thompson, 7 yıllık görev süresi içinde Kuğu Gölü'nü tam 132 kez izlemiş ve ne zaman bir Sovyet yöneticisinin ruh halini öğrenmek istese, o kişiyle Kuğu Gölü'nün antraktında görüşerek merakını gidermeye çalışmış.

Kuğu Gölü, aynı zamanda önemli yas seremonilerinin değişmez fon müziği oldu. Brejnev'in, Andropov'un, Çernenko'nun cenazeleri bu müzik eşliğinde kaldırıldı.

*      *      *
Garip. Çok garip.

Çünkü Kuğu Gölü, ölümün ve siyasetin değil, hayatın ve sanatın yansımasıdır. O bir aşk öyküsüdür aslında.

Evliliğe henüz hazır olmamasına rağmen, onuruna verilen baloda annesinin dileğiyle bir eş seçmek dayatmasıyla karşı karşıya kalan Prens Siegfried ile avlanmak üzere gittiği gölde, büyücü Rothbart’ın kuğu şekline soktuğu Prenses Odette arasındaki aşkın ve bu aşk sayesinde büyünün yok edilerek sevenlerin kavuşmasının öyküsüdür. Aynı zamanda iyi ile kötünün, aydınlık ile karanlığın mücadelesidir.

Kuğuları, daha doğrusu kuğuların müziğini ve estetiğini keşfeden Çaykovski’nin, bu eseri yaratırken, Rus masallarıyla ve özellikle de Puşkin'in Çar-Sultan’ından dizelerle beslendiği söylenir.

Kuğu Gölü ilk kez 4 Mart 1877’de, Bolşoy Tiyatro’da sahnelenmiş, sonrasında dünyanın her yerine yayılmış, neredeyse bütün bale sahnelerini fethetmiş bir eserdir.

*      *      *
Bir de Çaykovski'yi düşündüm “kuğular”ı izlerken.

1893'te, 53 yaşında ölürken arkasında 80'i aşkın eser (Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel ve Fındıkkıran bale müzikleri, Yevgeni Onegin ve Maça Kızı operaları, piyano konçertoları, senfoniler, oda müziği vs.) bırakan büyük dehayı.

Bazen dünyanın ve tarihin kimi ünlüleri bugünkü Türkiye’de yaşasalardı nasıl olurdu diye hayal kurmaya çalışırım.

Mesela, Çaykovski aramızda olsaydı?..

Siyasetten sanata kadar her alanın uzmanı olan “büyüklerimiz” ne derdi onun için acaba?

Müziğini “gıy-gıy” ya da “kapı gıcırtısı” olarak adlandırıp bize aynı dönemde yaşamış Türk bestecileri mi örnek gösterilirdi? Söz gelimi, Hacı Arif Bey'i, Tanburi Ali Efendi'yi, Zekai Dede Efendi'yi, İbrahim Efendi'yi veya Hamparsum Limoncuyan'ı. Ah, affedersiniz, o sonuncusu - malum nedenden - olmazdı.

Çaykovski'nin dinle ilişkisini, hem durmadan İncil okuyup hem de eleştirmesini kınarlardı muhtemelen.

Fazla dil bilmesi ve çok okuması da (kişisel kütüphanesindeki kitap sayısı Külliye’deki oda sayısından fazlaydı) herhalde iyiye işaret olmazdı.

Müzik ve sanat alanında bir aktivist sayılması ve daha beteri, bir ara gazetecilik yapması da (müzik yazarı ve eleştirmeni olarak), Çaykovski'nin kötü puan hanesini kabartırdı.

Ama en büyük felâket bambaşka yerdeydi.

*      *      *
Büyük besteci, küçük yaştan son nefesine kadar eşcinseldi.

13 yaşındayken erkek lisesinde ilk ilişkisini yaşadı. Sonra buna sayısız macera eklendi.

Bir ara karşı cinsle ilişki kurarak kendini değiştirmeyi denedi. Ancak 25 yaşındayken tanıştığı Belçikalı şarkıcı Désirée Artôtonun yoksulluğuna bakarak yüz vermedi.

37 yaşındayken eski bir öğrencisiyle yaptığı evlilik ise fiilen birkaç hafta sürdü. Eşi Antonina Milyukova ile resmen ayrılamadı. Çeşitli erkeklerden çocuklar doğuran kadın, sonradan akıl hastanesine düştü.

Bir de yıllarca kendisini maddi açıdan destekleyen, 11 çocuk annesi, zengin bir dul olan Nadejda von Meck vardı. 14 yıl boyunca hiç bir araya gelmeden birbirlerine 1200'ü aşkın mektup yazdılar. Çaykovski'den 9 yaş büyük olan Nadejda, görüşmemelerini şart koşmuştu.

Ölümü ani oldu. Koleradan dendi. Kimileri de intihar olduğunu, belki de ünlü bestecinin Saray'a yakın bir erkeği taciz etmesi sonucu intihara zorlandığını iddia etti.

*      *      *
“Yeni Türkiye”de yaşasa Çaykovski'nin hali nice olurdu, bilemiyorum.

Ama eşcinsellik o dönemde Rusya'da da kolay değildi.

Ancak her şeye rağmen iktidar sanatçıya sahip çıktı.

Rusya'da hâlâ Çaykovski'nin adını taşıyan kent, meydan, cadde ve kurumlar var.

Bir anekdotla bitirelim.

Yine bir erkeği taciz ettiği gerekçesiyle Çaykovski'yi Çar III. Aleksandr'a şikâyet etmişler.

Canı sıkılan Çar şöyle cevap vermiş:

- Kesin yakınmayı! Rusya’da çok popo var, ama Çaykovski tek!..

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Kremlin’in saat kulesinin sırları



Rusya’nın başkenti Moskova’daki Kremlin’de bulunan ve ülkenin en sembolik yapılarından Spasskaya Kulesi’nde bulunan saatin geçmişi 1404 yılına dayanıyor. O tarihten bu yana birçok değişikliğe uğrayan saat, dönemin izlerini de taşıyor.

Kremlin’in ilk saati 1404 yılında takıldı. Sırp keşiş Lazarus tarafından yapıldığı bilinen bu saat 1624’te Yaroslavl’da bir manastıra satıldı.

Çar Büyük Petro’nun Avrupa seyahatleri sırasında Amsterdam’dan satın aldığı saatse 1706-1709 tarihinde Spasskaya Kulesi’ne takıldı.

18. yüzyılda kulede bulunan saat kadranı 400 kilogram ağırlığındaydı.

1925 yılında kulenin 4 tarafına kadranlar yerleştirildi. 1999 yılında da saatin en eski kadranın arkasında beyaz taş üzerine yapılmış bir başka kadran bulundu.

1705 yılında, Çar Büyük Petro’nun kararıyla değiştirilen saat altınla dekore edildi.

Saatin çanlarının çoğu kilise çanları gibi ikonalar ve bas-rölyefli. Günümüzde saatin 9 çanı var.

1937 yılına kadar saatin her gün iki kere elle ayarlanması gerekiyordu. Günümüzde ise tamamen otomatik bir mekanizma bulunuyor. Elektrikli motorlarla ayarlanan saatin her 15 dakikada bir çanları çalıyor.

1776’da Alman zanaatçı Fatz’ın tamir ettiği saatin çanlarında ‘Oh, du lieber Augustin’ şarkısı çalındı. ‘The glory of our lord in zion’ gibi parçalarında da çalındığı kulede, 1918 yılından sonra Enternasyonel marşı çalındı.

Saat 1938 yılında ‘sessiz kaldı’ ve yalnızca her saati çeyrek geçe saati gösterdi. Bu sessizlik 1996 yılında Borist Yeltsin’in ikinci kez başkan seçilmesinin ardından bozuldu. Kulede Glinka’nın ‘Vatansever Şarkısı’ (Patriotic Song) çalındı. Kulede 1999 yılından beri de Rusya marşı ve Glinka’nın ‘Bir çarın hayatı’ operasından ‘Slavsya’ nakaratı çalıyor.


Kulenin çanları 1923 yılından beri de yeni yılın geldiğini haber veriyor. Kule bu nedenle günümüzde Rusya’da yeni yılın sembollerinden.

Rusları evliliğe götüren başlıca neden ne?


Rusya’da gerçekleştirilen bir araştırma, Rusların büyük çoğunluğunun evlenme sebebinin aşk olduğunu gösterdi.

İzvestiya’nın aktardığına göre, Rusya Yüksek Ekonomi Okulu ve Rusya Devlet Toplum Üniversitesi tarafından 17 ilâ 30 yaş arasındaki katılımcılar arasında yapılan bir araştırma 

Rusları neyin evliliğe götürdüğünü ortaya koydu.

Katılımcıların yüzde 82’si aşık olmaları nedeniyle evlendiklerini söyledi.

Anket sorularını yanıtlayanların yüzde 5 ilâ 6’sı çocuk sahibi olma isteğinin, evlilik nedeni olduğunu belirtti.

Katılımcıların yüzde 3’ü aile baskısının evlilik nedeni olduğunu ifade etti.


Katılımcıların yüzde 2’si maddi yarar sağlamak için evlendiklerini belirtirken, soruları yanıtlayanların yüzde 86’sı böyle bir evliliğin faydalı olacağına inandığını söyledi.

23 Temmuz 2017 Pazar

Ah şu hesapsız Türkler!


Cenk Başlamış

Kim ne derse desin, 1980'lerin sonundan başlayarak, yani neredeyse 25 yıldır Türkiye'yi "kurtaran" ülke Rusya oldu.

Bu konuda bir hesap yapıldı mı bilinmez ama Türklerin Rusya pazarından kazandığı para en kötümser tahminle yüz milyarlarca doları bulmuştur.

Laleli'deki deri ceket satıcısından Rusya'da fabrika kuran beyaz eşya üreticisine, İzmir'deki çiftçiden Moskova'nın neredeyse yarısını yeniden inşa eden müteahhitlere, Rusya'nın hemen her köşesine uçan THY'den Antalya'daki otellere kadar on binlerce, hatta belki de yüz binlerce Türk bu pazar sayesinde yıllardır evine ekmek götürebiliyor.

Ama 25 yılda Rusya pazarı tanınmayacak ölçüde değişti, beklentiler farklılaştı. Eskiden iğneden ipliğe her malın eksikliğini çeken, görür görmez kapışan Ruslar, zaman ilerledikçe "olsun da ucuz ve kalitesiz olsun" anlayışını "olacaksa pahalı ve kaliteli olsun"a dönüştürdü. Cebinde bir kaç yüz dolarla Rusya'ya gelen ve büyük paralar kazanan Türklere ilişkin öyküler şehir efsanesi değil, gerçek ama o günler çoktan geride kaldı. Önce 1998, ardından 2008'de yaşanan ekonomik krizler pazarın niteliğini değiştirdi, Rusya artık çantasını kapıp gelene değil, ciddi, uzun vadeli düşünen, yatırım yapan işadamlarına kapıyı aralar oldu.

Ama ciddi işadamlarının bile yaptığı bir hata var ki, o da Rusya'yı yeterince incelememek, burasının neredeyse hiçbir ülkeye benzemeyen koşulları bulunduğunu kavrayamamak, görememek ya da kabullenmemek. Son örnek, Türkiye'de iyi bilinen bir internetten yemek siparişi şirketinin büyük umutla girdiği Rusya pazarından sessiz sedasız çekilmesi.

Şirketin adının fazla bir önemi yok çünkü asıl önemli olan bazı Türklerin Rusya pazarının kendine özgü koşulları araştırmadan, hesaplamadan yaptığı benzer yanlışlar. Bundan yaklaşık 10 yıl önce de yine Türkiye'de çok iyi bilinen, üst gelir grubuna hitap eden bir hazır giyim markası Moskova'nın en lüks alışveriş merkezinde şatafatlı bir mağaza açmış ama aynı hesap yanlışlığı nedeniyle kısa süre sonra bavullarını toplamak zorunda kalmıştı.

Bakın, Rusya'dan çekilen yemek sipariş şirketi pazara girerken nasıl bir açıklama yapmış, önüne hangi hedefleri koymuş:

"...Şirket, 2011 sonuna dek 2,5 milyon dolar seviyesinde yatırım yaparak Rusya'da 10 farklı şehirde olmayı, iki sene içinde ise eski Rus cumhuriyetlerinin tamamında yer almayı hedefliyor....Rusya pazarını ve tüketici alışkanlıklarını çok iyi inceledik..."

Rusya'da Türkçe yayınlanan bir haber sitesi olan Türkrus.com bu konuda kapsamlı bir dosya hazırlamış ve söz konusu şirketin müdürüne ulaşmış.

Aslında hakkını teslim etmek gerekiyor, kadın müdür başarısızlıklarını gizlemek yerine neden başarısız olduklarını lafı hiç dolandırmadan dürüstçe anlatmış. Örneğin, "Eve servis sektörü Rusya'da, hatta maalesef Moskova büyüklüğündeki bir şehirde bile halen çok gelişmiş değil. Ülkede servis sektörü bazı alanlarda kullanıcıların beklentilerini karşılamaktan uzak" demiş.

Peki, başka ne demiş?

"Hava şartları scooter ve motor kullanmaya uygun olmadığı için birçok teslimat otomobil ya da metro ile yapılmaya çalışılıyor. Tabii ki bu da Moskova gibi trafik problemi yaşanan bir şehirde, teslimat zamanlaması anlamında sıkıntılara neden oluyor. Rusya hem paket servis kültürü hem de iklim olarak çok zor bir coğrafya. Rusya'da yatırım yapacak girişimcilerin özellikle yerel yapıyı, ülkenin iklimini ve sosyal yaşamı etkileyen diğer konuları dikkate almaları önem taşıyor" demiş.

O zaman sormak gerekiyor: Bu çok basit ama hayati tespitleri yapabilmek için, örneğin Moskova'nın dillere destan trafik sorununu fark etmek ya da ağır kış koşulları nedeniyle kentte motosikletle teslimatın kullanılamayacağını anlamak için 2,5 milyon dolar harcamak ve iki yıl geçmesini beklemek mi gerekiyordu? İki yıl önce "Rusya pazarını ve tüketici alışkanlıklarını çok iyi inceledik" derken servis sektörünün gelişmemiş olduğunu aslında fark etmemiş miydiniz?

Kendi ülkelerinde başarılı olmuş işadamlarının Rusya gibi cazip ama aynı oranda zor ve riskli bir pazara bu kadar hazırlıksız girmesi inanılır gibi değil.
 

Gazeteci Cenk Başlamış'ın "Rusya'nın Sırları" kitabından alınmıştır.

21 Temmuz 2017 Cuma

Mutluluk yolu!

Resim yazısı ekle

Samih Güven

Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesinde bir kafede mutluluk teması meşgul ediyor zihnimi. Mehmet Hakkı Yazıcı’nın “Moskova’da mutlu olmak” adlı yazısını okuduğumdan mı bilmiyorum. Belki de Moskova’dan sonra hayatımda çok şeyin değişmiş olmasından. Bir şekilde herkesin yüzleştiği bir soru aslında: Mutlu muyum? Mutluluğa giden bir yol var mı?

Sanırım çağımız insanı mukayese ile yaşayan bir varlık; kendi durumunu başkalarıyla, kendini değişen zaman ve durumlar içindeki halleriyle ve en önemlisi de beklentileriyle. 

Moskova’da arkadaşımla sıklıkla gittiğimiz o restoranı hatırlıyorum bir an. Ne hikmetse her gidişimizde kendimizi mutluluk konusunu tartışıyorken buluyorduk. Neden kendimizden memnun olmuyoruz bazen, hayatta nasıl bir yol izlemeli gibi sorular gündeme getiriyordu. Bir gün dedim ki ona, mutlu olmak zorunda mıyız peki, yani bunu düşünmeden yaşasak olmaz mı? Yine de konu üzerinde tartışmadan edemiyorduk.

Moskova’da konu hakkında yoğunlaşmamızın bir nedeni olmalıydı. Belli bir süre Moskova’da olacaktık. Türkiye’deki hayatımızı dondurmuştuk sanki. Böylece geriye dönüp baktığımız, değerlendirme yapabileceğimiz bir imkan doğmuştu. Moskova ise yeni gerçekler, farklı bir bakış açısı sunuyordu.

Farklı ülkelerin farklı imkanları ve bakış açısı mutlulukta etken mi? Yoksa insan nerede olursa olsun, kendi yapısal açmazları ya da sınırları mı daha önemli? İkisi de etken sanırım.

Soruları bir yana bırakıp not defterimi inceliyorum Tunalı’daki kafede.

Mutluluk kavramı özgürlük kavramıyla da ilişkili aslında. Özgürlük hissi mutluğunun nihai bir aşaması gibi. Yani kendini özgür hisseden bir insanın mutluluğu yakalamış olması da olası. Mutluluk an’larla alakalı daha çok, özgürlükse bir süreç.

Bir de kültürel ve bilinçaltı kodlar var. Özellikle bireyler olarak bizi kendi kendimize hapseden, kendimizi en büyük engelimiz haline getiren ve böylece mutsuzluğumuzun da kaynağı olabilen düşünme biçimleri oluyor. Bugün şemsiye almadım ya yağmur yağar kesin, dolar aldım ya mutlaka düşer, iyi bir şeyin benim başıma gelmesi imkansız zaten, dünyanın akıllısı sen misin, sen mi kurtaracaksın, ne önde ol ne arkada, gibi yerleşik yapılarla beynin çalışma esaslarını ülkeden ülkeye farklı kılan özellikler oluyor. Bunların yaratıcılık, özgüven ve an’lardan keyif alma konularına güçlü etkisi olmalı.

Zimmel özgürlüğün her zaman bir şeyden özgürleşme olduğunu ve baskının karşıtı olarak ele alınması gerektiğini söylüyor. İnsanın kendi bilinçaltını da buna dahil etmek gerekiyor galiba. Hegel ise diyor ki, nefsin kendi kendini onaylamasından başka bir şey değil özgürlük.

Mutluluk da biraz buna benziyor galiba. Yani içinde bulunduğumuz herhangi bir durumu onaylıyorsak mutluyuz. Nerede, kiminle, ne durumdaysak işte, bunu onaylıyorsak mutluyuz.

Pencereden insanları izliyorum bir süre. Düşünceli yürüyenler de var, neşeli, sarmaş dolaş geçenler de. Çıplak ayaklı bir kız çocuğu birinin arkasından koşuyor. Suriye’li olmalı. Aldığı bozuklukları gülümseyerek tutuyor avucunda.

Tuhaf mutluluk halleri geliyor aklıma. Kendisi olmak yerine güçlü ilişkilerine güvenen mutludur belki. Ya da kendisi olmak yerine imkanlı birinin karısı veya kocası olmayı seçen de mutludur. Mutlu olmak herkesin hakkı, ama mutlu olduğumuzu sandığımız her durumda mutlu muyuz, kendimizi gerçekleştirmeden bunu yapabilir miyiz?

Galiba bir amacı olmalı insanın. Bu amaç da insanlığın evrensel değerleri dikkate alındığında anlamlı bir yere düşmeli. Böyle bir amaç uğrunda üretken birinin mutsuz olma ihtimali var mı bilmem. Ama zor amaçlar belirleyip mutsuz olma ihtimali var.

Yine de Nobelli ekonomist, psikolog Kahneman’ın dediği gibi mutluluk da aşk arayışı da irrasyonel. Reçetesi yok. Kişiden kişiye, durumdan duruma farklılık gösteriyor. Yani iki kere boka kondu diye üçüncüsünde ota konacağının garantisi yok.


İnsan kendisi olursa, kendini, gerçekliğini keşfeder, üretken olur ve insanlığa katkı yaparsa mutlu olur muhtemelen. Ama köyde ağacın altında bir saat uyuyup, sonra türkü söyleyerek tırpana yüklenen de mutludur. Hem de daha mutlu belki.