Moskova

Moskova

29 Ekim 2010 Cuma

SUÇ VE CEZASI

Dostoyevski'yi (1821-1881) olusturan yıllar, ondokuzuncu yüzyıl Rusya'sının Çar i'nci Nikola'nın baskısı altında ezildiği yıllardır. Toprak isçileri, bir çesit tarım gereciymisçesine toprak beyleri arasında açık artırmayla satılmaktadır. Oysa küçük toprak beylerinin durumları da, inek gibi alıp sattıkları mujiklerden daha güvenli değildir; sabah aksam bölge komiserinden dayak yemektedirler. Devlet dairelerinde müdür, memurunu tokatlayarak çalıstırır. Kırbaçlamakla kırbaçlanmak en olağan günlük islerdendir. Kazançlar yasamaya yetmemektedir, açlık salgındır, aydınlar arasında yıkıcı düsünceler kaynasmaktadır. Bakıslar gök ölçülerine çevrilmistir, mujikler İsa'nın saltanatını sabırsızlıkla beklemektedirler: Bu kadar iğrenç bir seye Tanrı razı olamaz.

Sonya'nın ağzıyla bu yargıya varan Dostoyevski, yasadığı sürece onu kıvrandıracak olan ikiliği, Suç ve Ceza'nın dördüncü bölümünde, Raskolnikov'un ağzından ortaya atıyor: Ama gene de razı oluyor iste.... Birkaç yaprak sonra da, ünlü romanının dayandığı önemli sorulardan birini sormaktadır: Nasıl oluyor da bu kadar bayağılık, böyle kutsal bir duyguyla bağdasabiliyor?. Dostoyevski, daha birçok yapıtlarında, bu sorunun uyandırdığı kuskuları çözmeye çalısacaktır. Gök ölçüleri karsısında insan yapısı, çesitli yönlerden ustaca didiklediği bu ikilik; hemen bütün yapıtlarının temelidir.

Dostoyevski doğduğu zaman Puskin yirmi iki, Gogol on bir yasındaydı: Her ikisi, de ona öncülük etmistir. Tolstoy'la Turgenyev'se onunla birlikte yetisecek, onunla yarısacaklardır. Almanya'da Goethe, İngiltere' de Byron, Fransa'da Chateaubriand, Stendhal, Balzac ünleri Rusya'ya erismis olarak yasamaktadırlar. 1843'te Balzac Moskova'ya geldiği zaman Dostoyevski onun Eugenie Grandet'sini Rusçaya çeviriyordu Çağ, büyük düsünürlerle büyük sanatçıların çağıdır. Heine, Hugo, Merime, Poe, Musset, Dickens, Flaubert yetismektedirler. Suç ve Ceza,'nın tasarlanmasından önce bir de Çehov doğacaktır. Dostoyevski ilk yapıtı olan İnsancıklar'ı yayımladığı
1846 yılında yirmi bes yasındaydı. Yıl, en önemli yazarların birbirleriyle yarısarak kaynastığı bir yıldır. Dostoyevski, Byron öldüğünde üç, Goethe öldüğünde on bir, Puskin öldüğünde on altı, Stendhal öldüğünde yirmibir, Chateaubriand öldüğünde yirmi yedi, Balzac öldüğünde yirmi dokuz, Gogol öldüğünde otuz bir yasındaydı. Altmıs yasına kadar yasayacak, edebiyat dünyasının en sağlam yapıtlarını kuracaktır.

Suç ve Ceza, böylesine bir çevrede, 1866 yılında yayımlandı. 1860'ta Rusya'da toprak reformu yapılmıs, toprak köleliği kaldırılmıstı. Çar I. Nikola çoktan ölmüstü. Bütün bunlar açlıkla yoksulluğu azaltacak yerde, büsbütün hızlandırmıstı. Sosyal denge bozulmustu bir kez, toplumdaki kargasalık sürüpgidecekti. Turgenyev (1818-1883)
Babalar ve Çocuklar'ında, Çernisevski (1828-1889) Ne Yapmalı'sında bu sosyal kargasalığın nedenlerini arastırıyorlardı. Dostoyevski Suç ve Ceza'sıyla,
Turgenyev ile Çernisevski'nin karsısına göksel ölçüyü çıkardı. Suç ve Ceza, bu açıdan, Dostoyevski'nin kendisiyle yaptığı önemli bir tartısmaydı. Nitekim o yılların aydınları bu tartısmaya çok büyük bir önem verdiler, yapıt bir anda bütün Rusya'ya yayıldı.

Suç ve Ceza'nın ortaya attığı sorun suydu: Bir yanda budala, önemsiz, hastalıklı, kimseye yararlı olmayan, tersine, herkese zararı dokunan, niçin yasadığını kendisi de bilmeyen, yarın nasıl olsa kendiliğinden ölecek bir kocakarı var. Öte yanda da yardım görmediklerinden ötürü yok olup giden genç, körpe güçler... Kocakarının manastıra adadığı paralarla milyonlarca kötülük önlenebilecektir. Su halde kocakarıyı öldür, parasını al, sonra da bu parayı bütün insanlığın yararına harca. Bir ölüme karsı binlerce dirilme. Bu bir hesap isidir. Hem sosyal dengede bu aptal,
bu kötü yürekli kocakarının ne değeri olabilir? Bir bit, bir hamamböceği ondan daha değerlidir. Yasamak için, yasamaya değer olmalıdır. Baskalarını sev diyorlar, bundan çıkan sonuç her ikisinin de yarı yarıya çıplak kalmasıdır. Kaftanını ikiye bölüp yarısını komsuna verirsen hem sen çıplak kalırsın, hem de o giyinmemis olur. İyisi mi, kendini sev, hem kaftanın sağlam kalır, hem de komsunun ikiye bölünmüs bir kaftandan daha fazlasını almasını sağlamıs olursun. Bir toplumda özel isler ne kadar tıkırında giderse genel isler de o kadar düzenli olur. Kendini düsünmen genel ilerleyisi sağlar, buysa komsun için yarım bir kaftandan daha yararlıdır. Ölüme gidecek bir adamın kayanın üstünde, ancak iki ayağını koyabilecek kadar daracık bir yerde oturması gerekse, çevresinde uçurumlar, ummanlar olsa, sonsuz karanlıklar, sonsuz yalnızlık; bitmez tükenmez fırtınalar içinde, bir arsınlık o daracık yerde sonsuza değin ayakta durması, adamın o anda ölmesinden daha iyidir. Ne türlü olursa olsun, yasamak gerek.

Sorun, o yıllar Rusya'sının sorunudur. Dostoyevski, hukuk öğrencisi Raskolnikov'un kisiliğiyle sorunu ortaya attıktan sonra tartısmaya baslıyor: Olağan insanlarla olağanüstü insanları birbirinden ayırmalıdır. Olağan insanlar boyun eğerek yasamak zorundadırlar, kanun dısına çıkmaya hakları yoktur. Olağanüstü insanlar bütün suçları
islemeye, bütün kanunları ayaklar altına almaya yetkilidirler, ülküleri uğruna bütün sınırları asabilirler. Likürg, Solon, Napolyon yeni kanunlar koyarken eski kanunları haklı olarak çiğnemislerdir. Yerlesmis bir açıdan bakılınca bunların isledikleri de suç değil midir? Olağanüstü insanlar bir bakıma tüm suçludurlar, kendilerinin ya da
toplumlarının yararına kan dökmekten bile çekinmemislerdir. Büyükler söyle dursun, toplumları içinde biraz olsun sivrilenler bile, az ya da çok, öldürücü olmak zorundadırlar. Öldürücülük, olağanüstülüğün gereğidir. Olağan insanlar, ellerine geçirebilirlerse, olağanüstü insanları asıp keserler ama, bir süre sonra da heykellerini dikip onlara taparlar. Olağan insanlar uysal, gelenekçi, eğik boyunludurlar; görevleri kendileri gibi birtakım varlıkların çoğalmasına yaramaktır. Onlar, insanlığı koruyup çoğaltırlar, ötekilerse yürütüp bir amaca götürürler.
Genç hukuk öğrencisi Raskolnikov, faizci kocakarıyı bu düsünceden yola çıkarak öldürmüstür. Evet, kan dökmüstür ama, herkesin döktüğü kanı, su yeryüzünde bir çağlayan halinde dökülen, her zaman dökülen kanı...Onu bir sampanya gibi akıtanlar sonradan Capitol'de taç giyip insanlığın övüncü oldular. Ben de insanlara iyilik
etmek istiyordum. Yaptığım bu biricik anlamsızlığı bağıslatmak için insanlığa binlerce iyi is yapacaktım. Yaptığım ise anlamsızlık bile denemez ya, düpedüz beceriksizlik denir. Çünkü bu düsünce, basarısızlığa uğradıktan sonra göründüğü gibi, hiç de budalaca değildi. Basarısızlığa uğrayan her sey budalaca görünür. Ben, simdi budalaca görünen bu eylemle sadece kendime bağımsızlık sağlamak, yasamak için ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemistim. Bundan sonra her sey ölçülemeyecek kadar yararlı bir yürüyüs olacaktı. Ama ben, ilk adımda tökezledim. Basarabilseydim benim de basıma taç giydireceklerdi.

Raskolnikov niçin basaramamıstır? Çünkü olağanüstülük sanısına kapılan olağan bir insandır. Olağanlar büyük acılar çekmeye dayanamazlar, gerçekten büyük insanlarsa büyük acılar çekmek zorundadırlar. Olağanlar asmamaları gereken sınırların içine er geç çekilirler, kendi cezalarını kendi elleriyle verirler, sevgi'nin tutsağıdırlar.
Olağanüstüler sevgi'ye boyun eğmezler: Peki ama, buna layık olmadığım halde, bunlar beni ne diye bu kadar seviyorlar? Ah, hayatta yalnız olsaydım, kimse beni sevmeseydi, ben de kimseyi hiçbir zaman sevmeseydim, bütün bunların hiçbiri olmazdı.

Raskolnikov kendi erdemini denemek için öldürmüstü. Olağanüstüler, doğrudan doğruya yaparlar, denemezler. Erdem, düsünce değil, eylem'dir: O zaman anladım ki Sonya, iktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir. is, cesaret etmekten ibaretti. Sorun, yalnız buydu. Ben, cesaret göstermek istedim, öldürdüm.
Sırt üstü karanlıkta yattığım sırada bütün bunları düsünmüstüm. Beni mahveden de iste bu oldu ya. İktidara geçmeye hakkım olup olmadığını kendi kendime sorup sorusturmaya basladıysam, demek ki iktidara geçmeye hakkım yokmus. İnsan bir bit midir? İnsan, bunu soran için bir bit değildir, aklına böyle bir soru gelmeyen için
bittir. Napolyon bu soruyu sormadan gider, kocakarıyı öldürürdü. Benim suçum bu soruyu sormaktır.

Gök ölçüsü, olağan insanların birbirlerine karsı davranıslarını düzenler. Raskolnikov da olağan bir insan olduğuna göre: Kalk, hemen simdi, su dakikada, dört yol ağzına kos, yere kapan, ilkin kirlettiğin toprağı öp, sonra dört bir yana eğilerek bütün dünyayı selamla, herkesin önünde, yüksek sesle: Ben öldürdüm! diye bağır. O zaman, Tanrı sana yeniden hayat verecektir.

Raskolnikov'un kendisine yüklediği biricik suç, sonuna kadar dayanmamaktır: Benim davranısım onlara niçin bu kadar çirkin görünüyor? Kanunun sınırları asılmıs, kan dökülmüstür. Öyleyse; insanlığa iyilik eden, iktidarı zorla alan birçok kimselerin de, daha ilk adımlarında, kafalarını kesmek gerekirdi. Ama bu adamlar sonuna kadar
dayandılar, bunun için de haklı çıktılar. Bense dayanamadım, bunun için de bu adımı atmak hakkını kazanamadım.

Raskolnikov kendisini güçsüzlükle, korkaklıkla suçlandırmaktadır. Oysa Dostoyevski, Raskolnikov'un kendisinde, inanısında derin bir hata bulunduğunu söylüyor. Dostoyevski'ye göre Raskolnikov, bu hatayı sezmistir ama, gereği gibi anlayamamıstır. Dostoyevski, büyük yapıtının sonlarına doğru Tanrıca davranıyor, yarattığı kisiyi yargılıyor: Raskolnikov, kendisinde, inanıslarında derin bir hata olduğunu, belki daha o zaman, sulara eğilip baktığı sıralarda, sezmis bulunduğunu bir türlü anlayamıyordu. Bu sezisin yarınki hayatına ait değisikliğin, ölümden sonra
dirilisinin, hayata yeni bir bakısın habercisi olabileceğini de anlamıyordu.

Dostoyevski, Raskolnikov'u Sibirya'ya gönderip eline de, Turgenyev' le Çernisevski'ye karsı çıkardığı, göksel bir erdemi tutusturduktan sonra yapıtını su sözlerle bitirmektedir: Raskolnikov, bu yeni hayatın kendine bedava verilmediğini, onu çok pahalıya, gelecekte yapacağı büyük fedakarlıklarla satın almak gerektiğini henüz bilmiyordu. Ama burada yeni bir öykü; bir adamın derece derece yenilesmesinin, yavas yavas yeniden hayat bulusunun, bir dünyadan bir baska dünyaya geçisinin, su ana kadar hiç bilmediği yeni bir gerçekle tanısmasının öyküsü baslıyor. Bu, yeni bir yapıtın konusu olabilir.

Kaynak: Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi"

28 Ekim 2010 Perşembe

Çarlık Rusyası'ndan Sahneler Sergisi, İstanbul'da sanatseverlerle buluşacak
















Çarlık Rusyası'nın dünyaca ünlü başyapıtlarının bulunduğu ''Çarlık Rusyası'ndan Sahneler: Rus Devlet Müzesi Koleksiyonundan 19. Yüzyıl Rus Klasikleri'' sergisi, 4 Kasımda Pera Müzesi'nde sanatseverlerle buluşacak.

Müzeden yapılan açıklamada, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi'nin, bu yılın en önemli sanatsal etkinliklerinden birine daha imza attığı, 4 Kasımda açılacak ''Çarlık Rusyası'ndan Sahneler: Rus Devlet Müzesi Koleksiyonundan 19. Yüzyıl Rus Klasikleri'' sergisinin, dünyaca ünlü bir dizi başyapıtı sanatseverlerle buluşturacağı ifade edildi.

Açıklamada, St. Petersburg'taki Rus Devlet Müzesi'nin geniş koleksiyonundan seçilen, aralarında İlya Repin, Venetsianov, Pavel Fedotov, Vasiliy Perov, Nikolay Yaroşenko, Vladimir Makovski ve Kasatkin gibi dönemin büyük ustalarına ait 65 eserin bulunduğu serginin küratörlüğünü Rus Devlet Müzesi Müdür Vekili Evgenia Petrova ve Tayfun Belgin'in yaptığı kaydedildi.

Yaşamı olduğu gibi resmeden dönem sanatçılarının, Çarlık Rusyası'nın burjuva yaşamının yanı sıra, fakirlik, köy hayatı, çocuklar ve değişen toplumsal değerleri de tuvallerine konu ettiği belirtilen açıklamada, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısına ait en ünlü Rus resmi ve dünya resim sanatının en anlamlı başyapıtlarından biri olarak bilinen İlya Repin'in ''Volga Kıyısında Burlaklar'' adlı resminin büyük ilgi uyandırmasının beklendiği ifade edildi.

Kaynak: AA

Trafikte eş arıyorlar





Moskova’nın çekilmez trafiğinde hayat arkadaşı arıyorlar

Moskova’daki çekilmez trafik artık halk arasında normal ve sıradan bir durum halini aldı. Halk trafikte geçireceği vakiti en iyi nasıl ve ne şekilde geçireceğinin planlarını yapmaya başladı.

Trafikte can sıkıntısını yenmek için birçok kişi bu zamanı en iyi şekilde geçirmek için çeşitli plan ve projeler üretti. Kimi gazete, dergi okurken, kimi yabancı dil öğrenmeye kimi de iş programını çıkarmaya ve cep telefonu vasıtasıyla işi yönetmeye başladı. Son olarak ise, şu ana kadar denenmeyen bir yöntem geliştirildi.

Mutluluğu ve aradığı kişiyi Moskova trafiğinde bulmayı ümit eden kişiler arabalarının arka camlarına “ Eş arıyorum ” şeklinde yazı yazıp altına da cep telefon numarasını bırakmaya başladılar. Birbirini arayan ve trafikte araçlarından inip konuşan ve tanışan kişilere rastlanmaya başlandı. Birçok kişi uzun zamandır aradığı mutluluğu trafikte bulacağı ümidiyle birbirlerini aramaya başladılar.

Kaynak :http://www.gazetem.ru

25 Ekim 2010 Pazartesi

Rus Laplandı

Lapland’ın dünyanın en temiz havasına ve en beyaz karına sahip olduğu iddia edilir.

Eski Yunan Mitolojisine göre insanoğlunun yurdu olan efsanevi Giperboreya, Rusya’nın Kolskiy yarımadasındaki kutsal göllerin bulunduğu bölgedeydi.

Buradaki tundurada gizlice faaliyet gösteren bilim adamları, yirmili yıllarda eski bilgi hazinesini bulmaya çalışıyorlardı. Eski zamanlardan beri bu bölgede yaşayan Saam halkı, kaya, göl ve tepeleri putlaştırırlar. Bu yerlerin isimleri de şamanın büyü sözlerine benzer: Çuna, Poazuayvenç, Kedıkkvırpak, Monça.

Monça, Saam dilinde güzel anlamına gelir.

Güzel Lapland kızı hakkındaysa şu efsane anlatılıyor:
Kız sevdiği oğlanı ava uğurlayıp kendisini uzun zaman beklemiş. Beklerken ormana, dağlara bakarmış, bakarken de ağlarmış. Ağladıkça Monça adı verilen göl meydana gelmiş.

80 yıl önce Kolskiy Yarımadasında Devlet Doğal Biyosfer Lapland milli parkı kuruldu. Buradaki 300 bin hektarlık alanda çok sayıda hayvan ve kuş yaşıyor. Bu parkta 30 tür memeli var, boz ayı, obur ve zerdeva gibi hayvanlara rastlanıyor. Parkta yaklaşık 200 tür de kuş yaşıyor. Bu türlerden 5’i Rusya’nın Kızıl kitabına girdi.

Dünyada, 3-10 bin yıldır yaşayan ormanların korunduğu yerler çok az. Lapland Parkının yarısı balta girmemiş ormanlardan oluşuyor. Bu ormanlar, parkın en büyük değeri.

Rus Lapland’ının bazı ağaçları yalaşık 6 yüzyıllık ömre sahip. Bu yüce ağaçların ükseklikleri 30 metreye ulaşıyor.

Milli parkın diğer bölümünde kaya, tundura, soğuk nehir, göl ve yosunlu bataklıklar bulunuyor. Yüksekliği 1200 metre olan plato zinciri, 250 milyon yıl önce oluşmuş. Parkta Barents ve Beyaz Denizleri arasından bir su bölümü çizgisi geçiyor. Bu denizlerin 8,5 bin hektarı korunan alana giriyor. Lapland tundurasını tertemiz nehir ve dereler katediyor. Bazıları bugün de ücra bölgelere ulaşmakta yol olarak kullanılıyor.

800 metre yükseklikteki tepelerde arktik çölünün sert güzelliği egemendir. Gri taşlar yemyeşil dikenlerle kaplıdır, uzakta çıplak tepeler ve ıssız taş platoları görünür.

Milli park özellikle yaz aylarında çok pitoresktir. Haziran’da ledum çiçek açar ve bayıltıcı güzel kokusu tundurayı sarar. Sonbaharlardaysa orman görünüşünü değiştirir; kırmızı titrek kavakla üvezler, yeşil çamla köknarlar arasında alev alev yanar sanki. Ovalarda kuzeyin eğri akaçlarının altın yaprakları beyaz yosunla kaplı tarlalar üzerinde yükselir. Yüksek olmayan tepeleri renkli halıyla kaplayan yaban mersini güzelliğini sergiler. Geceleri, gökte kuzey ışığı, alev alev yanar.

Bu, insanı kendisine hyran bırakan bir manzaradır. Saam halkı, kuzey ışığına tilki ateşi der. Sanki uzayla yeryüzü birleşir.

Ekim’de kar yağar. Kolskiy yarımadasındaki kış oldukça yumuşaktır, bazen donlar çözülür. Kutup gecesi, Aralık'tan Ocak'a kadar toplam 4 hafta sürer.

Parkta, Kutup Dairesi ötesindeki güzel doğayı görmek isteyenler için farklı geziler düzenlenir. Mart’tan Nisan’a kadar orman bekçileri konuklara Elyavruay deresini gösterirler, orman hayvanlarını ve ilkbaharda gelen kuşları anlatırlar.Bu, kuş bilimciler için bulunmaz bir maceradır.

Mayıs’ın ortasından Haziran’a kadar "Yazı beklerken" adlı bir gezi gerçekleştirilmektedir. Gezi sırasında uyanan ormanı, ilk mantarları görebilirsiniz. Temmuz’un başında orman hayvanları döl vermeye başlarlar. Temmuz’un ortasından sonbahara kadar ekolojik patikalardan geçen geziler yapılır. Bu gezilerde bitki kuşaklarının nasıl değiştiğini öğrenmek ve "koyun alnı" diye adlandırılan, buzulun parlattığı kaya çıkıntılarını görmek mümkündür.

Nasıl?!...Doğanın önceki bütün gezi planlarınızı altüst edecek cazibede bir çağrısı değil mi?

Moskova Resim-Heykel Müzesi'nden kuruluş yıldönümü öncesinde etkinlikler maratonu

Bu yıl, yabancı sanatın eserlerinin adeta bir hazinesi durumunda olan Moskova Resim-Heykel müzesi, ‘100.yıl onuruna' sloganı altında ilginç sergiler gerçekleştiriyor.

Aslında Müze, 100.kuruluş yıldönümünü 2012 yılında kutlayacak, ancak bu yıldan başlayarak bir dizi etkinlikler düzenlenecek. Etkinlikler programında örneğin, Paris'ten getirilen Picasso tabloları sergisi, Macaristan Müzesi'nden eski ustalara ait resimler ve Ermenistan galerisinden getirilen eserlerin sunulduğu sergiler var.

Ekim ayında müzede, Koleksiyoncuların Portreleri adlı projenin bir bölümü olan "Basnin koleksyonundan grafik başyapıtları" adlı sergiyi ziyaret etmek mümkün.

Müze müdürü İrina Antonova, etkinlikleri şöyle anlatıyor:

"Tüm müzeler, sanatı seven insanların özel koleksiyonlarına dayanılarak kurulurlar. Basinler'in koleksiyonu da müzemizde sunulan en güzel koleksiyonlardan biri. Bu koleksiyonda 8 binden fazla eser var, ama sadece 250 resmi seçebildik. Bu resimler arasında Dürer'in gravürleri, Hollanda, Flamanya, İtalya, Fransa'dan ressamların eserleri yer alıyor. Koleksiyonda Gröz, Vatto, Rus ressamları Repin, Kramskoy'un resimleri de var.
Müzenin koleksiyonculara ve koleksiyonlarına gösterdiği büyük ilginin bir sebebi de Resim-Heykel Müzesinin fonlarının ağırlıkla özel koleksiyonlardan oluşması. 20.yüzyılın başında yaşayan tüccar ve hayırseverlerden olan Basninler'e ait koleksiyon, ya da Rus iş adamları Sçukin ve Morozovlar'a ait empresyonist dönem Fransız ressamlarının resimlerinden oluşan koleksiyonları, fonların esasını oluşturan koleksiyonlardan."

Bugün, müzenin geleceği, sergi ve fon alanlarının genişletilmesine bağlı. Müzeye ait alan artık büyümekte. Ama İrina Antonova'nın düşüncesine ve ünlü İngiliz mimari Norman Foster'in projesine göre bir müze kenti kurulmalıdır. Ancak bu iş kolay değil, zira müze Moskova'nın merkezinde ve Kremlin'in yakınında bulunuyor.

İrina Antonova, 16.-18.yüzyıllarda inşa edilen komşu binalardan hiç birinin yıkılmayacağını açıklıyor. Yeni binalar eski mimarlığı kopyalamamalıdır, diyor. İrina Antonova, "Sütunlar ile binaları çok seviyorum, ama bunun gibi binaları yapma zamanı geçti," diye belirterek şöyle devam ediyor.

"Bence günümüzün özellikleri kütüphane, müze, tiyatro veya sinema salonları gibi binalarda yansıtılmalı. Buna ulaşmak içinse yeni bir uslüp kullanılmalıdır. Bir süre önce Roma'daydım ve antik çağda yapılan anıtlar yanında modern binaların yapıldığını görünce şaşırdım. Orada sanki şehrin tüm tarihini görüyorsunuz. Peki, biz günümüzün özelliklerinin, çağdaş yaşamın binalarda yansıtılmasını istemiyor muyuz? Bana göre istemeliyiz. Bugün, hala 19.veya 18.yüzyıl üslubundaki binaları inşa etmek doğru değil."

Anladığımız kadarıyla, İrina Antonova, Resim-Heykel müzesinin 100.kuruluş yıldönümüne kadar uygulanacak en cesur girişimlere de açık.

Ruslar soruyor: Neden “İstanbul” değil de “Ctambul” diyoruz?..

Kimi dillerde zaman zaman yabancı kelimeler özgün halinden farklı söylenir ve yazılır. Örneğin İtalya’daki Firenze Türkçede Floransa’dır. Ya da Rusların “Maskva” sı Türklerin "Moskova"sıdır.

Aynı şekilde “İstanbul” Ruslar için “Ctambul”dur. Peki ama neden? İşte, geçenlerde “Turkey.ru” sitesinde bu konu gündeme geldi ve Rusya’da belki de ilk kez “Biz neden İstanbul yerine Ctambul diyoruz” sorusu tartışıldı. “Romantichnaja” adındaki kullanıcının sorduğu soruya bakın hangi ilginç yanıtlar verildi:

-Her dilin kendi kuralları var. Mesela Türkler “London”a da “Londra” diyor. Aslında Rusçadaki pek çok sözcük Türkçeden gelme ama zamanla değişmiş.

-Türkçede iki sessiz harf yan yana gelmez. Bu yüzden İstanbul. Başka bir örnek istasyon.

-Bence Rusların söylemesi kolay olsun diye “n” “m” olmuş.

-İstanbul Yunandaki “Stin polis” den (içeri şehir) geliyor. Rusçada iki sessiz yan yana gelebilir ama Türkçedeki kurala göre gelemez.

-Wikipedia’ya baktım, İstanbul adı önce Arap kaynaklarında geçiyormuş.

-Çünkü “İstanbul” demesi Türkler için daha kolay. Dikkatinizi çekmedi mi Rusça konuşan Türkler “stakan” (bardak) diyemiyor, “ıstakan” diyor!

- Doğru bir tespit. Zaten bazı Türkler de “spor”a “sipor”, “prenses”e “pirenses” ve “psikolog”a “pisikolog” diyor.

-Evet...Evet!..BMW’ye de “Be Em Ve” diyorlar.

-Ama biz de Rusçada aynısını söylüyoruz.

- Aynı soruyu “Buharest” ( Bükreş) için de sormak mümkün. İngilizler, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar ve İspanyollar hepsi farklı söylüyor.

-Bir yerde okumuştum,” İstan” kelimesi “İslam”dan geliyormuş...

-Saçma! O zaman “İslambul” olması gerekirdi!

İşte böyle...Kısacası bu yazışmalarda “Ruslar neden İstanbul değil de Stambul diyor” sorusu belki yanıtsız kaldı ama Rusya'da konu ilk kez tartışmaya açılmış oldu..

Kaynak : http://www.moskovalife.com/

22 Ekim 2010 Cuma

Moskova Tsvetnoy Bulvar Sirki 130. Yıldönümünü kutluyor!











Moskova'da Tsvetnoy Bulvar'daki sirk, Rusya'daki sirklerin en eskilerinden biridir. Tarihçesi 130 yıl öncesine kadar giden sirk binası, o zamanlar at cambazı ve akrobat olan Albert Salamonski'nin yaptığı gösteriler için inşa edildi. Bu binadaki ilk gösteriyse 20 Ekim 1880'de gerçekleştirildi.

Dünyanın diğer bütün sirkleri gibi Moskova Tsvetnoy Bulvar Sirki de turne yapan sirk sanatçılarını davet ederek faaliyetlerini sürdürüyordu. Bu sirkin arenasında eski zamanların en ünlü sirk artistleri; eğitimli atları ile Vilyams Trutsı, benzersiz atlayıcılar Sosinler, güzel dansçı Marta Sur, akrobat Okeanos ve ip cambazları Koh kızkardeşler çeşitli gösteriler yaptı.

Halk taafından her zaman rağbet gören bu sirke izleyicilerin sevgisini kazandırmada palyaçoların da önemli rolü oldu. İlk palyaçolardan Vladimir Durov, kendisini "Palyaçoların kıralı" olarak tanıtıyordu. İzleyiciler bu yetenekli palyaçoları görmek sık sık sirke geliyorlardı. Bir kadın izleyici, Moskova sirkine ilk kez 60 yıl önce geldiğini söyleyerek şöyle diyor:

"Sirke ilk kez babamla birlikte geldim. Palyaço Oleg Popov'u dahi sirk sanatçısı olarak sayan babam, şimdi sirke gideceğiz ve bütün gece kahkahalarla güleceğiz, dedi. Çok iyi anımsıyorum, yaşım küçük olduğu halde Oleg Popov'un müthiş dehasını anladım. Eğitimli hayvanların gösterileri beni biraz korkutuyordu. Hayvanlara da çok acıyordum. Oğlumla ilgili bir başka olayı da iyi hatırlıyorum. Bir gün oğlumla sirke gittik. Oğlum, gösteriyi dikkatle izliyordu. Bir fil hayvan terbiyecisinin öğrettiği oyunu oynamak istemeyince oğlum yüksek sesle "bırakın onu, o oyun oynamak istemiyor" diye bağırdı. Çevremizde oturanlar gülerek, alkışla tempo tutmaya başladılar, bazıları da "o,istemiyor" diye bağırdılar.

Moskova Tsvetnoy Bulvar Sirkinin kurucusu Albert Salamonskiy, her zaman izleyicilerin çok az gülebildikleri bir sirk olabilir mi, diye cevabı da kendisinde olan soruyu soruyordu. Asla olmaz! Tsvetnoy Bulvar Sirkinde izleyiciler gülmekten kırılıyorlardı.

Farklı zamanlarda, bu sirkte Rusya'nın en iyi palyaçoları; dünyada "güneşli klovn" olarak tanınan Oleg Popov, Leonid Yengibarov, Karandaş, Leonid Kukso ve Rusya'nın sınırları dışında da ün salan diğer palyaçolar gösteriler yaptılar. Bunların en meşhuru olan palyaço Yuriy Nikulin'i görmeye izleyiciler defalarca sirke geldiler.

Nikulin, uzun süre Tsvetnoy Bulvar Sirkinin müdürlüğü görevini de yaptı. Şimdi bu sirk, onun adını, Nikulin adını taşıyor. Sirkin bulunduğu binanın önünde de Nikulin'in eski model bir arabayla birlikte metalden yapılmış bir heykeli var.