Moskova

Moskova

14 Ağustos 2023 Pazartesi

Rus güzelliği üzerine

 


Halil OCAKLI

 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, SSCB'nin Almanya'daki askeri misyon merkezi, 70'lerin sonunda ergenlik yıllarımın geçtiği kasaba olan Bünde'de yer alıyordu. Bünde'de yaşayan Rus topluluğu gözden uzaktı, neredeyse kapalı bir kutu içinde yaşıyorlardı. Burada "Ruslar" ifadesiyle yalnız Rusyalıları değil, başta Ukraynalılar olmak üzere tüm Doğu Avrupalı Sovyet vatandaşlarını da kastediyorum.

Bir keresinde süpermarkette bir grup Rus erkeğini görmüştüm. Bunlar iri yarı, asık suratlı ve kızgın bakışlı tiplerdi. Sanki herkesten para ve hizmet alacaklıymış gibi etrafa bakıyorlardı.

Bünde sokaklarında "Rus kadınları, Alman kadınlarından on kat daha güzelmiş" diye bir söylenti vardı. Bu söylenti kulaktan kulağa yayılmış, bana da ulaşmıştı. Hayatımda hiç Rus kadın görmemiştim ve neye benzediklerini çok merak ediyordum.

Bir gün sokakta yürürken zarif bir genç bayan bana doğru gelerek adres sordu. Gerçekten çok güzeldi ve çok kibar bir konuşma tarzı vardı. Aksanlı konuştuğu için “işte bir Rus kadın gördüm” diye düşündüm. Onunla konuştuğum için çok mutlu olmuştum. 

Ev sahibimiz Bay Kronsbein ile birlikte bahçeyi temizlerken, ona "Rusların güzelliği konusunda siz ne düşünüyorsunuz?" diye sordum. Bana "bu kültürel bir olaydır" dedi ve devam etti: "Sovyet kültürü kadınları dış görünüşe önem vermeye, bakımlı ve bağımsız olmaya teşvik eder. Bu da onları çekici kılar." Ne demek istediğini yıllar sonra Rusya’ya gidince anladım. 

Aslında Rus kadınların diğer ülkelerin kadınlarından daha güzel olduğu fikrini destekleyebilecek bilimsel bir veri yoktur. Sonuçta, bir insanın güzel olup olmadığı tamamen kişisel yoruma ve kültürel normlara dayanan bir olgudur.

Bir Rus arkadaşım şöyle demişti: "Tarihsel olarak birçok savaşta milyonlarca erkeğin kaybedildiğini ve alkolün erkekler arasında büyük bir sorun olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Erkek sayısındaki ciddi azalma, kadınlar arasında rekabetçi bir doğal seçilim süreci ve çekicileşme yarışı başlattı. Bu nedenle yalnızca daha güzel kadınlar koca bulabildi ve onların genleri sonraki kuşaklara aktarıldı." Basit bir dille anlatılanlar bana mantıklı geliyordu.

Bir başka Rus arkadaşım ise düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Sosyalist sistemin tarihsel ve kültürel bağlamından kaynaklanan bir çıktı olarak, güzel sanatlar ve spor eğitimine verilen önem, Rus güzelliğinin temel nedeni olabilir”. Bu görüş de mantıklı görünüyordu.

Başkasına çekici gelen bana gelmeyebilir ya da tersi olabilir. Bunun bilincindeydim. Güzellik anlayışının kişiden kişiye, kültürden kültüre değiştiğinin ve bunu bir ulus ya da etnisite ile ilişkilendirmenin yanlış olduğunun da farkındaydım. 

Ancak, Rus kadınların daha güzel olduğu söylentisi merakımı artırıyordu. Duyduklarımdan sonra, yalnız fiziksel olarak değil kafa yapısı olarak da Rusları kendime uygun buluyordum. 

Kasabanın gençleri olarak cumartesi günleri öğleden sonra Butterfly Disko'ya giderdik. Gözlerimiz Rus gençlerini arardı ama onları orada hiç göremedik.

1979 yılında Sovyetler Birliği, Afganistan'ı işgal ettiğinde, Rus askeri misyon merkezinin bulunduğu sokakta bir protesto yürüyüşü yapılacağını duydum. O zamanlar 15 yaşında olmama karşın ben de katıldım ve Ruslara parmak salladım.

Afganistan meselesi pek umurumda değildi, asıl umurumda olan o gün güzel Rus kızlarından birini görmekti. Ve sonunda, beklediğim gibi oldu. Hayatımda ilk kez Rus genç kızlarını gördüm. Onlar da dışarıda neler olup bittiğini merak ediyor, pencere ve balkondan sokaktakilere bakıyorlardı.

Gerçekçi olmak gerekirse, söylentileri doğrulayacak kadar kimseleri yakından göremedim ama gördüğüm kadarıyla düzgün fizikli, bakımlı ve güzellerdi. Rus erkeklerinin tersine nazik, sakin, sevecen, utangaç ve hatta biraz da ezik görünüyorlardı.

Bugün geriye dönüp baktığımda o dönemdeki merakımın sonraki yaşantımı etkilediğini görüyorum. Rusya ile 1995 yılından beri ticari ilişkilerim oldu ve yıllarca orada yaşadım. Tver Devlet Üniversitesinde ders verdim. Evet, Rus kadın zarif ve güzel görünmeye özen gösterir, beslenmeye dikkat eder, saç ve cilt bakımına çok önem verir, uyumlu, temiz ve şık giyinir ve asla ‘sıradan’ görünmek istemez. 

Bununla birlikte tüm Rus kadınlarının böyle olduğu şeklinde pozitif bir genelleme yapmak da doğru olmaz. Her toplumda mutlaka güzel ve daha güzel kadınlar vardır. Kimin kimi güzel bulup sevdiği veya kiminle bir yuva kurduğu, bireysel değerler ve hedeflere dayalı kişisel bir seçim meselesidir.

Şunu anladım ki, eşlerin kökeni veya uyruğu ne olursa olsun, ilişkiyi ortak ilgi alanları, hoşgörü, sevgi, saygı, anlayış ve duygusal bağ üzerine kurmak önemlidir. İletişim kanallarını açık tutmak, birbirine güvenip destek olmak da kritiktir. İyi birer "empatik dost" olmak için çaba göstermek önemlidir.

Eşlerin aynı etnik veya kültürel kökenden gelmesi, ilişkiyi kolaylaştırabilir, ancak bu, ilişkiyi sürdürmenin garantisi değildir. Eşler, farklı etnik veya kültürel geçmişe sahip olsalar bile, sağlıklı ve mutlu bir ilişki sürdürebilirler.

Sonuç olarak, ben 22 yıl önce hayatımı Rusya’nın Tver şehrinden bir kadınla birleştirdim ve böyle bir karar verdiğim çok mutluyum. 

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Tolstoy'un Eserlerine Giriş



Ernest J. J. Simmons

Kaynak: https://oggito.com/

 

Tolstoy eserlerinde insanın insanlık dışı halleri üzerinde durduğunda, doğrudan bir siyasi sisteme saldırmak yerine, insanların kendi benliklerini genelde insanlığın ortak çıkarlarının önüne koymasını hedef alır.

Dostoyevski ile Tolstoy arasındaki benzerlikler ve farklılıklar üstüne çok yazıldı. Fakat edebiyatta gerçekçilik tasavvuru ve tatbiki açısından kimse bu iki büyük romancı kadar zıt kutuplarda yer almamıştır. İdeolojik anlamda ikisi de İsa’nın öğretilerine büyük ilgi duysa da, edebi eserlerinde Dostoyevski özellikle ruhani olanla meşgulken, Tolstoy tamamıyla cismani olanla ilgilenmiştir. Tolstoy, hikâye anlatıcısı olarak tercih ettiği Gogol gibi, bir eserin iyi olabilmesi için yazarın ruhundan ezgiler barındırması gerektiğine inanıyordu. Ne var ki Gogol’ü karakterlerine karşı takındığı acımasız ve duyarsız tavır sebebiyle eleştirmekten de geri durmadı. Böyle bir eleştiriden Dickens’ı muaf tutuyordu ve haklı olarak kendini de muaf tutabilirdi. Sanat Nedir?de Dostoyevski’nin hiçbir eserini, herkes için ulaşılabilir sıradan yaşam hissiyatını aktaran “evrensel sanat” kategorisine dahil etmemiş, öte yandan Puşkin ve Gogol’ün öykülerini bu kategoriye layık görmüştür. Tolstoy sanatsal gelişiminin erken dönemlerinde Puşkin’e büyük hayranlık duymuş, öte yandan düzyazısının çıplaklığından dem vurmuş ve Yüzbaşının Kızı’nı, duyguların ay-rıntıları yerine olayların ayrıntılarına daha çok yer vermesi nedeniyle eleştirmiştir. Puşkin’in öyküsünün doğrudan olayı anlatan girizgâhına duyduğu büyük ilginin, onu Anna Karenina’yı aynı minvalde bir giriş bölümüyle başlatmaya sevk ettiği, sahihliği sorgulansa da herkesçe bilinen bir rivayettir.

Tolstoy’un kurmacalarının Puşkin’in başlattığı klasik Rus gerçekçiliği ekolünden beslendiği şüphe götürmez. Öte yandan her tür bilgiyi kendi toprağında yeniden işleyen bu dev deha, Rus edebiyatının yanı sıra yabancı dildeki birçok eseri de iştahla okumuştur. Sanatının zengin dokusunun ilmekleri açıldığında, 18. yüzyıldan özellikle Sterne gibi İngiliz yazarların, 19. yüzyıldan çağının en iyi romancısı olarak gördüğü Dickens’ın ve Thackeray’nin ve özellikle de Stendhal gibi Fransız gerçekçilerinin izleri görülebilir. Edebiyat kültürün hafızasıysa, Tolstoy bütün bu kültürel hafızayı hatırlamış gibidir; öte yandan onun sanatçı tabiatı öylesine orijinaldir ki başka kaynaklardan aldığı her şeyi bütünüyle bünyesine katıp özümsemiştir. Devraldığı gerçekçi geleneği pratikte o kadar muazzam şekilde genişletip zenginleştirmiştir ki neticede ortaya çıkan eser taklitçilerin kâbusu haline gelmiştir. Hiçbir romancı etrafını saran gerçekliğin Tolstoy kadar anbean farkında olmamış ve gerçekliği bütün tezahürleriyle, hem zihin hem duyular yoluyla onun kadar etraflı özümsememiştir.

Dış dünyayı kendi imgesinde yeniden yaratarak kendine ait bir dünya kuran Dostoyevski’nin aksine, Tolstoy gerçek dünyayı kabul eder, dünyaya dair çizdiği resim canlı ve ilgi çekicidir çünkü dünyada okurlarından daha fazla şey görür, hayal gücünün prizmasından bakıldığında sıradanlıklar yepyeni anlamlar kazanır. Zira insanın düşlerini ve umutlarını barındıran sıradanlıktaki hakiki şiiri algılama gücüne sahiptir. İnsan umuda en az bilgi kadar veya bilgiden daha çok ihtiyaç duyar, demiştir Tolstoy Zola’nın bir konuşmasına cevaben. Zira Zola bir grup Fransız öğrenciye, yaşayan inançlarını ölü inançların enkazı üstüne kurmak yerine yeni inanca giden yol olarak bilimi kabul etmelerini tavsiye etmiş, gerçekliğin öldürülmesi veya yadsınması gereken bir sapkınlık okulu haline geldiği ve çirkinlik ve suçtan başka bir şeye götürmeyeceği konusunda uyarıda bulunmuştur. Tolstoy da “Non-Acting” adlı denemesinde ona şöyle karşı çıkmıştır: “Çoğunlukla gerçekliğin var olanlardan ibaret olduğu ya da sadece var olanların gerçek olduğu söylenir. Oysaki işin aslı bunun tam tersidir: Bildiğimiz anlamda hakiki gerçeklik aslında hiç var olmamış olandır.”

Gerçekliğin, insanların umduğundan ve düşlediğinden genelde daha farklı olması ve hayallerle gerçekleri karıştırmalarından dolayı hayatın onları düş kırıklığına uğratması, Tolstoy’un düşünen karakterleri aracılığıyla ele aldığı temel bir sorundur. Kazaklar’daki Olenin’in Kafkaslardaki insanların romantik varoluşuna dair algısı, onların gerçek yaşamları tarafından yıkılır; Savaş ve Barış’ta Prens Andrey’in askeri ve siyasi kariyere dair abartılı fikirleri deneyimlerle sertçe törpülenir; Anna Karenina’daki Levin’in evliliğe dair idealist umutları çok geçmeden boşa çıkar. Bu vakalarda Tolstoy şeylerin gerçekliğinin, karakterlerin zihinlerinde tasarladıkları gerçekliğe nazaran ekseriyetle daha zengin, olumlayıcı ve canlandırıcı olduğunu gösterir. Düşüncenin bunda bir rolü olsa da, aslında bunu karakterlerin faal deneyimleri aracılığıyla gösterir, zira gerçekçi edebiyatın insanları eylem halinde resmetmesi gerektiğini hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Karakterlerin gerçeklerin farkına varması, Dostoyevski’nin ve günümüzdeki birkaç yazarın eserlerindeki gibi metafizik arayışlar sonucunda gerçekleşmez. Tolstoy’un yabancılaşmış insanı kendine o sonu gelmez “Kimim ben?” sorusunu değil, “Neden buradayım ve nereye gidiyorum?” sorusunu sorar. Kendini tanıma sorunu çoktan çözülmüştür. Vurgudaki bu fark esas önem arz eder ve Tolstoy’un gerçekçiliğinin meziyetlerinden biridir.

Tolstoy kendisini yakından tanıyanlara daima toplumsal yaşamın gündelik işlerinden hoşlanan normal bir insan görüntüsü çizer, ama kendisi bu normalliği anormal olarak tanımlanabilecek yoğunlukta bir duyarlılık ve mizaçla birleştirir. Yüksek maneviyatı daha çocukken onu başkalarından ayırır. Hatta kendisine sevgi gösterildiğinde mutluluktan gözleri dolar. Kız kardeşi, onun çocukken yüzünde gülümsemeyle, sanki az önce gerçekleştirdiği yeni keşfini herkesle paylaşmak istercesine, tıpkı bir ışık huzmesi gibi odaya girdiğini söyler. Tolstoy’un yetişkinliğinde de koruduğu bu sıra dışı mizacının, olağanüstü entelektüel analiz yetisiyle birleşmesi, her türden insanın hislerine anlayışla dahil olabilmesini sağlar. Kısacası çoğu insanla aynı zevkleri ve merakları paylaşmasına rağmen, bunları çok daha yüksek bir tahayyül ve tutkuyla hayata geçirir. Yani Tolstoy’un yoğun duyarlılığı ve mizacı, romanlarındaki kişileri ve özellikle de onların deneyimlerini hayatı olumlayan vasıflarla zenginleştiren yaratma sürecine eşsiz bir boyut kazandırır. Romanları hayal gücünü harekete geçirir ve anlam doludur, ama bu vasıfları olasılıklardan feragat etmeden taşır. Eserleri somut gerçekliğe bu derece yakınlık gösteren başka bir yazar düşünmek zor.

Öte yandan, zihni ve hayal gücü yalnızca objektif gözlemlerle uyarılmasına rağmen, ahlaki doğası onu ruhun vaziyetiyle derinlemesine meşgul olmaya sevk etmiştir. Rus edebiyatının öncü ve en parlak sembolü Tolstoy değil. Bu rol, İngiliz edebiyatında nasıl Shakes-peare’e aitse, burada da büyük şair Puşkin’indir. Ama Tolstoy’u edebiyatçı kimliğinin yanı sıra dindar bir filozof ve modern bir reformcu olarak düşünürsek, o zaman kendisinin, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki biricik ve en muazzam ahlaki kuvvet olduğunu söyleyebiliriz. Ülkesinin sınırları dışında Tolstoy’dan daha fazla tanınan Rus yazar yoktur. Oysaki Tolstoy Savaş ve Barış ve Anna Karenina’nın yazarı olmasaydı, çeşitli dini, ahlaki ve felsefi eserleri büyük olasılıkla bu kadar geniş bir çevre tarafından bilinmeyecekti. Yaşadığı süre zarfında bu romanların ve diğer salt edebi çalışmalarının kazandığı muazzam popülerlik, onu tüm Rus yazarların üzerinde bir konuma yerleştirmişti. İki büyük rakibi bile onun üstünlüğünü tanır. Rus kültürünün bayağılığını dile getiren Dostoyevski, Anna Karenina’nın 19. yüzyılda yazılmış tüm Batı Avrupa romanlarına üstünlüğünden övgüyle söz eder. Tolstoy’la hiç iyi geçinemeyen ve hatta bir keresinde onunla düellodan kıl payı kurtulan Turgenyev, Tolstoy’un dehasına derinden hayranlık duymuş ve ölüm döşeğindeyken ona “Rus diyarının büyük yazarı” diye seslenerek edebiyata dönmesi için yalvarmıştı. 19. yüzyılın son yirmi yıllık diliminde, Tolstoy’un “doygun gerçekçilik” olarak adlandırılabilecek dönemi Batı Avrupa’da birbirinden farklı eleştiriler almıştır. Hem zamanın eleştiri ortamındaki baskın Fransız natüralist görüş, hem de Tolstoy’un halihazırda Batı’ya sızmaya başlayan bazı radikal dini ve ahlaki yaklaşımları, eserlerinin önyargısız değerlendirilmesine engel oluşturuyordu.

Flaubert 1880’de Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra Turgenyev’e şunları söyler: “Birinci sınıf bir çalışma! Nasıl bir resmediş ve nasıl bir psikolojik tahlil!.. Bazen Shakespeare kalitesinde şeyler bile gördüm! Hayranlık nidalarıyla okudum!” Oysaki genelde Fransız eleştirmenler Tolstoy’un eserlerini, özellikle Anna Karenina’yı, kusursuz biçimi, özenli üslubu ve naturalistik detayları bakımından Madam Bovary’yle verimsiz bir mukayese içinde ele alır. Niyetleri, Tolstoy’un büyük romanlarında yansıttığı engin gerçeklik karşısındaki kafa karışıklıklarını ifade etmek ve romanlarını, deneyimi aktaran üst anlatıcının biçimsiz, sanattan yoksun ve karmakarışık dışavurumları olarak nitelendirmekti. İngiltere’de Matthew Arnold’ın Madam Bovary ve Anna Karenina arasındaki seçiminde tercihini ikinciden yana kullanması, buna sebep olarak da Tolstoy’un romanının aslında gerçek anlamda bir sanat eseri olmayıp yalnızca hayattan bir kesit sunduğunu ve sanatta kaybolanın gerçeklikte yeniden kazanıldığını dile getirmesi, duruma netlik kazandırmaya pek yardımcı olmadı.

Başta Henry James’in, Tolstoy’un romanlarındaki “büyük, dağınık, salaş yaratıklarına” dair dar görüşlü tespiti, “organik biçimin derin nefes alan ekonomisinin” yoksunluğuyla alakalı duyduğu rahatsızlık, sonrasındaysa E.M. Forster’ın Savaş ve Barış’a dair yaptığı “dağınık kitap” yorumu, Tolstoy’un eserlerinin Batı’da aldığı biçimsizlik ve sanattan yoksunluk eleştirilerinin tuzu biberi olmuştu. Ciddi bir edebi esere uygulanması bağlamında ele alınırsa, Arnold’ın hayat ve sanat ikiliği temelsiz bir yargıdır. Tolstoy’un başyapıtlarının devasa tuvalini dolduran, “hayattan bir kesit” değil, bütün tezahürleriyle bizatihi hayattır. Bu eserlerdeki insan ilişkileri motifleri daima özenle planlanır; anlatılan hikâye uydurma bir çerçeve içinde geçen olaylar yerine, gerçekliği yansıtan şiirsel bir form olarak tasarlanır. Gerçekliğin sanata dönüştürülmesinde Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı ya da Flaubert’in Madam Bovary’sindeki gibi bir ustalık kriter alındığında, bu kadar fazla gerçekliğin Savaş ve Barış dışında hiçbir romanda böylesine sanata dönüştürülmediği görülür. Tolstoy Sovyetler Birliği’nde büyük saygı görüyordu ve eserleri milyonlarca baskı yapmıştı. Tüm eserlerini bütünlüklü, metin olarak noksansız, akademik şerhlerle zenginleştirerek bir araya getiren doksan ciltlik Jubilee edisyonu, bir yazarı onurlandırmak amacıyla oluşturulan gelmiş geçmiş en ihtişamlı çalışmalardandır. Sovyetlerde Tolstoy’a dair çok sayıda ve yüksek kalitede akademik çalışma yapılmasına karşın, yorumlamalar büyük ölçüde Lenin’in Marksist formülasyonlarının, özellikle “Rus Devrimi’nin Aynası Lev Tolstoy” adlı makalesinin boyunduruğunda kalmıştır. Stalin’e nazaran daha mütevazı bir edebiyat eleştirmeni olan Lenin, en yüce payelerle övdüğü sanatçı Tolstoy ile ahlaki mükemmeliyetçilik ve kötülüğe karşı koymama fikirlerini aşağılayarak reddettiği düşünür Tolstoy arasındaki en keskin ayrımı yapmıştır. Lenin, devrimci hareketin oluşumunda önemli bir rol oynadığından, Tolstoy’un baskıcı Çarlık rejimine karşı sergilediği inatçı muhalefetten övgüyle bahsediyordu.

Kuşkusuz, Tolstoy devrimin barındırdığı şiddetten tiksiniyordu ve günlüğüne şunları yazmıştı: “Sosyalistler asla fırsat eşitsizliğini ve yoksulluğu bertaraf edemeyecek. En güçlü ve akıllı olanlar daima kendilerinden daha zayıf ve aptal olanları kullanır... Marx’ın öngörüsü gerçekleşse bile, neticede despotluk yalnızca el değiştirecektir.” Bu ve buna benzer açıklamalar, Tolstoy’un eserlerinin Marksist açıdan yorumlanmasına engel oluşturmadı. Sovyetler Birliği’nde birkaç yıl hapis yatmış Macar edebiyat eleştirmeni Georg Lukács, Rus edebiyatındaki birikiminin yanı sıra Batı Avrupa edebiyatına dair derin bilgisi ve açıklayıcı yorumlamalarıyla bu minvaldeki en dikkat çekici çalışmaları yapmıştır. Aydınlatıcı ve geniş göndermelerle bezeli yaklaşımına rağmen, tıpkı Lenin gibi Lukács da dar bir yaklaşımla Tolstoy’un başyapıtlarını temelde yanlış bir felsefe üzerine inşa ettiğini, ama siyasi mürteci olarak bilincinde olmadan zamanının devrimci güçlerini dramatize ettiğini savunmuştur. Tolstoy’un herhangi bir şeyi, özellikle yazılarında, bilinçsizce yaptığını düşünmek pek makul değil. Sanatta hiçbir şeyin şansla olmadığı hususunda kesinlikle Çehov’la aynı fikirdeydi. Lukács Avrupa Gerçekçiliği’nde, kapitalizmin hükmettiği bir toplumun şiirsellikten mahrum doğasını aşmak amacıyla Tolstoy’un sömürülen köylüleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak edebi eserlerinin odağı haline getirdiğinden bahseder. “Tolstoy’un her karakterini tanıtırken yaptığı şiirsel sunumda,” der Lukács, “ele alınan sorun şudur: Bu insanların hayatları, kendilerinden alınan toprak vergilerinin makbuzlarına ve köylülerin sömürülmesine hangi açılardan bağlıdır? Bu toplumsal temel, yaşamlarında ne tür sorunlar teşkil eder?” Bu bağlamda Anna Karenina’nın Vronski’ye beslediği ölümcül tutku, Lukács’a göre “her burjuvazi evliliğinde ve aşk ilişkisinde örtük olarak mevcut çelişkiler”den türeyen başka bir trajedidir. Romandaki ünlü çim biçme sahnesi bile, Levin’in köylülere karşı takındığı Marksist olmayan tavır bağlamında, “bedensel emeğe duygusal bir yaklaşım” olarak değerlendirilir. Lukács’ın aksine Dostoyevski, Anna Karenina üzerine değerlendirme yazısında, eserlerinde sömürülen köylüler yerine toprak sahiplerini merkeze koyduğu için Tolstoy’u sertçe eleştirir. D.H. Lawrence “İşte Şimdi Oldu!” şiirinde bu minvalde bir eleştirinin yersizliğine değinir:

Ama Tolstoy bir haindi, ona en çok ihtiyacı olan Rusya’da. Sakar, şaşkın Rusya Kafayı bozmuş Kutsal Ruh’la. Çevirdi kalemini köylülere İndirdi hepsini gökten yere.

Lukács’ın ıskaladığı hayati nokta şudur: Tolstoy eserlerinde insanın insanlık dışı halleri üzerinde durduğunda, doğrudan bir siyasi sisteme saldırmak yerine, insanların kendi benliklerini genelde insanlığın ortak çıkarlarının önüne koymasını hedef alır. Hayatının sonlarına doğru Çarlık yönetimini suiistimallerinden ötürü şiddetle eleştirirken aslında fikir babası olduğu Hıristiyan anarşizmi bağlamında tüm yönetim biçimlerini reddediyor ve devletin tasfiyesini arzuluyordu. 1860’ların Dobrolyubov ve Çernişevski gibi radikal demokratları ve onların takipçisi konumundaki devrimciler Tolstoy’a derinlemesine antipati duyuyordu. Tolstoy’un köylülere olan yaklaşımını anlayabilmek için, Anna Karenina ve Savaş ve Barış gibi başyapıtlarını yazdığı hayatının ilk elli yılı ile manevi buhranının sonraki yılları arasında net bir ayrım yapmak gerekir.

Yaşamının bu ikinci kısmında Tolstoy şu görüşü savunur: Bir çocuk, yetişkine nazaran mükemmelliğe ve ideal uyuma nasıl daha yakınsa, basit bir yaşam süren köylü de kalburüstü parazitlere kıyasla bu vasıflara daha yakın durur. Neticede, ayrıcalıklı durumundan uzaklaşma hayalini gerçekleştirip ölümünden kısa süre önce, “Rusya’nın en iyi ve en ahlaklı sınıfı” olarak nitelendirdiği çalışan köylülerle birlikte yaşamak için evini terk eder. Oysaki Kont Lev Tolstoy’un içgüdüleri, Lukács’ın da teorilerine kaynak olarak aldığı o en ünlü edebi eserini yazarken doğuştan gelen aristokratik mirasın damgasını taşımaktaydı. Sonraları her ne kadar insaniyetçi fikirleri onu yoksul işçilerin ve köylülerin mücadelesini savunmaya sevk etmiş olsa da, bir toprak sahibinin güven duygusunu, inceliğini ve hâkimiyet hissini aslında hiçbir zaman terk etmediğini düşünmek için birçok sebep mevcut. Aslında tüm edebi eserleri göz önünde bulundurulduğunda, Tolstoy’un çalışmalarında köylüler görece az yer tutar ve toprak sahipleriyle olan sınıf çatışmalarının yarattığı hissiyata da oldukça nadir değinilir. Savaş ve Barış’ta kendi sınıfına mensup insanlara odaklandığından, okurlarından gelebilecek itirazları öngörüp kaleme aldığı yayımlanmayan önsözün taslağında şunları dile getirir: “Memurların, tüccarların, ilahiyat öğrencilerinin ve köylülerin hayatları beni ilgilendirmediği gibi bana sadece kısmi olarak anlaşılabilir geliyor; o zamanki aristokratların hayatlarıysa, o döneme ait belgeler ve başka sebeplerden ötürü bana daha anlaşılır, ilgi çekici ve değerli geliyor.” Savaş ve Barış’ın taslağında kendisine düştüğü bir notta önyargıları konusunda çok daha açıksözlüdür: Köylüler de dahil olmak üzere kendi sınıfına mensup olmayan bütün insanların yaşamlarının sıkıcı ve tekdüze olduğunu, tüm eylemlerinin de üstlerine karşı duydukları kıskançlık, maddi çıkar ve ihtiraslar gibi saiklerden kaynaklandığını belirtir. Sonra sözlerini şöyle noktalar: “Aristokratım çünkü hem burnunu karıştıran hem de ruhu Tanrı’yla iletişim kuran bir adamın ulvi zekâsına, güzel zevkine ya da eksiksiz dürüstlüğüne inanamam.”

* Introduction to Tolstoy’s Writings

İngilizceden çeviren: Yasin Sofuoğlu

Çağrışım anketi: Günümüz Rusyası neyle özdeş?



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya'da 18-35 yaş arası 101 üniversite mezunu ya da bilim insanı ile yapılan bir odak grubu araştırması, gençlerin günümüz Rusyasını "güç, korku ve gelenekle" özdeşleştirdiğini ortaya koydu. Gençlere göre "İdeal Rusya'yı" çağrıştıran değerler ise kalkınma, güzellik ve özgürlük.

Novaya Era tarafından yapılan araştırmada gençlere 15 dizi sembol (devlet adamı, renk, ağaç, hayvan, müzik türü vb.) gösterildi ve bu sembolleri hangi değerlerle (güç, adalet, özgürlük vb.) özdeşleştirdikleri soruldu. 

Araştırmayı haber yapan Kommersant en çok telaffuz edilen etiketin 109 kere ile "güç" olduğuna dikkat çekiyor. Bu etiketle ilişkilendirilen semboller arasında Anavatan, ayı, Korkunç İvan ve Stalin öne çıkıyor. 

En çok telaffuz edilen diğer etiketler "savaş, korku, kudret ve gelenek" şeklinde sıralandı.

Çağrışım anketinin ikinci bölümü "İdeal Rusya" hayaline ayrıldı. Bu bölümde öne çıkan semboller kozmik roketler, gökdelenler ve Çar Petro oldu. En çok dillendirilen etiketler ise kalkınma, güzellik ve özgürlük.

Moskovalılar kedilerine hangi isimleri koyuyor?



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Devlete ait veteriner klinikleri kayıtları Moskovalıların kedilere verdiği isimlerin son yüz yılda pek az değiştiğini gösteriyor.

2023 yılında kliniklere gelen 125 bin kedinin isimleri üzerine yapılan bir araştırma, Moskova'da kedilere en çok konan üç ismin Musya, Vasilisa ve Barsik olduğunu ortaya koydu. 

Sık rastlanan diğer isimler Pelmeşka (mantı) ve Timon. 

Rusya genelinde ise sıralama daha farklı. Buna göre ülkede dişi kedilere en çok konan isimler Marusya, Alisa, Musya, Sonya ve Masya. Erkek kediler ise en çok Barsik, Kuzya, Vasya, Syoma ve Rıjik (kızıl) olarak adlandırılıyor.

23 Temmuz 2023 Pazar

Temel atma töreni

 


Temel atma töreni

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

 

Yenilerde Domodedova Havalimanı’nın yeni uluslararası terminal binası T2'nin açılış töreni yapıldı.

Daha buna benzer çok sayıda açılış ve temel atma töreni var haberler arasında.

Şeremetova Havalimanı Terminal D binasını da bizimkiler yapmıştı seneler önce.

Yaptırımlar nedeniyle alışveriş merkezlerinden çekilen yabancı mağazaların yerini Türk markaları alıyor. Yeni yeni mağazalar açılıyor.

Bunlar iyi haberler.

Şirketlerimizin, emeği geçen vatandaşlarımızın güzel haberleri bizi sevindiriyor, gururlandırıyor.

Eskiden, 1960’larda savaş karşıtlarının, Hippilerin “Savaşma, seviş” anlamında bir sloganı vardı: “Make love, not war!”

Aman nazar değmesin, Ruslarla Türkler arasında sanki bu sloganı takip edermiş gibi bir ilişki var senelerden beri.

Ruslar ve Türkler arasındaki ilişkiler tarihlerinin büyük bölümünde gergin olmuş.

İki millet arasında geçen 12 savaş bu gerçeğin kanıtı. Ancak bugün Rusların ve Türklerin pek çok ortak noktası ve büyük bir işbirliği var.

Bu durumu destekleyen en önemli unsur kuşkusuz gelişen ekonomik ilişkiler.

Dış ticarette, turizmde, enerjide, inşaatta...Yani hemen hemen her alanda...

İnşaat sektörü ekonomik ilişkilerin motoru adeta.

***

Türk müteahhitlik sektörü dünyadaki ekonomik durgunluk ve siyasi gerginliklere rağmen büyümeye devam ediyor.

2022’de Türk firmaların ülke dışında aldığı müteahhitlik işleri 19,1 milyar doları aşmış. 133 ayrı ülkede müteahhitlik işleri gerçekleştirilmiş.

En çok müteahhitlik projesi alınan ülkeler sıralamasında ise Rusya başı çekiyor.

Türk inşaat firmalarının Rusya pazarında özel bir yeri var. Rusya’da 100 civarında büyük Türk inşaat firması faaliyet gösteriyor.

Yapılan bir araştırma Türk müteahhitlerinin 1972 yılından beri yurt dışında aldıkları işleriyle ilgili olarak ortaya çarpıcı bir tablo çıkarmış.

Bu tabloya göre Rusya yüzde 20.4'lük payla ilk sırada.

Buna göre "1 numaralı pazar" olan Rusya'da Türk inşaatçılar 1980'lerin sonundan bugüne kadar 97,9 milyar dolarlık projeyi hayata geçirilmiş. 

Yani Rusya'da alınan inşaat işlerinin parasal büyüklüğü artık yüz milyar dolara dayanmış.

Ancak bu daha da yüksek olabilirdi.

Ukrayna'ya düzenlenen özel askeri operasyon ve Rusya’ya özellikle Batılı ülkeler tarafından getirilen ambargo ve yaptırımlar, bu ülkedeki projelerin de azalmasına ya da ertelenmesine neden oldu.

Bazen eski günleri arıyor gibi de oluyoruz. 

Bu yüzden yeni temel atma törenleri haberlerini heyecanla izliyoruz.

***

Ofiste bizim Serkan’ın yine gevezelik günündeydik.

Hem yeni haberleri, hem de eski anıları, yaşanılan komik olayları bir arada konuşuyoruz.

Yapılan o kadar iş, onca yaşanmışlıklar olur da hatırlanacak anılar, hoşluklar olmaz mı hiç ?!

Serkan, Karadenizli bir inşaat mühendisi olan, sevdiğimiz müşterek arkadaşımızın, Bülent’in anlattığı, şantiyesinde çalışanların matrak hikayelerini aktarıyordu.

Bazıları yaşadıkları fıkra tadındaki gerçek olaylardı, bazıları ise belki bildik fıkralardı, ama yeniden dinlemek hoşumuza gidiyordu.

Araya ben de girip bildiğim bir kaç tanesini anlattım.

İgor’la, Yulia bile güldü.

***

Moskova’da büyük bir Türk inşaat firmasında çalışan bu arkadaşımızdan, Bülent’ten daha önce de bahsetmiştim belki hatırlayacaksınız. Senelerden beri Rusya’daki çok önemli projelerde çalışmışlığı vardır.

Şantiyelerin kralıdır. Altından kalkamayacağı iş yoktur.

Sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar işte koşturduğu halde, okumaya, bir şeyler öğrenmeye de her nasılsa vakit bulur. Sanata düşkündür.

Bülent’e onun konuşmasını taklit ederek, dam üstünde saksağan der gibi bir soru sormuştum bir keresinde:

“Ula Bülent, de bakayum; 19. yüzyıl Klasik Rus yazarları hakkında ne söyleyebilursun? Tolstoy, Dosto, Gogol, Çehov falan...”

Hemen cevaplamıştı:

“Hepsi ölmüştür daaa!!!”

İşte böyle de matrak bir arkadaş.

***

Bülent’le Moskova’da arabayla bir yere giderken ikide bir parmağıyla bazı binaları, iş ve alışveriş merkezlerini gösterip “Bak burayı biz yaptık, bak şurayı da biz yaptık” diye gösterir.

Düşününce yapılan işlerin hacmı, büyüklüğü, kalitesi bize heyecan veriyor. Moskova, tarihi dokusunu titizlikle koruyan çok önemli metropollerden. Bunu turist gözüyle bile gezseniz hemen anlayabilirsiniz. Ancak 1990’lı yıllardan başlayarak Türkler Rusya’da hiç küçümsenmeyecek büyük işlere imza attılar. Şehrin dokusuna katkıda bulundular.

İnşaat, arkasından bankacılık, yeme içme sektörü, mağazacılık, ticaret gibi pek çok sektörde birbirini takip eden, destekleyen başarılı işler yapıldı.

Başarısız olanlarını da kuşkusuz üzülerek hatırlıyoruz.

Ama olumlu yan kesinlikle daha belirgin.

Ancak düşündüğümde yukarıda bahsettiğim nedenlerle bana ne yazık ki o eski ivmeyi biraz kaybettik gibi de geliyor bazen. Eskiden daha çoktuk, daha aktiftik gibi sanki.

Ekonomik gerçeklerden mi, yoksa bizim pozisyon kaybetmemizden, Rusların da işi öğrenip bize proje kaptırmadıklarından mı artık bilemiyorum.

Yani, acaba demeden de edemiyorum.

O yüzden de şimdilerde Türklerin başlattığı her yeni proje, her yeni temel atma töreni ve açılış bana heyecan veriyor.

***

Neyse ilgiyi dağıtmadan gelelim Bülent’in anektodlarına.

Rusya’da inşaatlarda bizimkiler genellikle Türk işçilerini tercih ederler. Ancak işçilerin, yapı ustalarının seçimi de ayrı bir ustalık ister. Birini sadece hemşerindir diye işe alırsan başına da iş alırsın.

Bülent, rica minnet üzerine, kıramamış, yine bir hemşerisini, Dursun’u işe almış.

İnşaat büyük bir konut kompleksi imiş. Artık işin sonuna gelinmiş çevre düzenlemeleri yapılıyormuş. Proje sanki kocaman bir kasaba inşaatı. İçinde yollar var. Parklar var.

Bülent, hemşerisini yolların çizgilerini boyamakla görevlendirmiş.

Dursun, verilen bir kutu boya ve fırça ile işe koyulmuş.

Bir gün Bülent, kontrol için gelip Dursun’un günlük yaptığı işin yazılı olduğu çizelgeye bakmış:

İlk gün 500 metre, ikinci gün 300 metre, üçüncü gün 150 metre, dördüncü gün 100 metre. İlginç!...

Bülent:

“Dursun, ha bir gel buraya da,” demiş. “Gün gittikçe tembelleşiyorsun galiba uşağım?”

Dursun, cevap vermiş:

“Haşa amirum. Elimden gelduğunce hızlı çalışayrum, ama boya kutusundan iyuce uzaklaştum!..”

***

O, yani bizim Dursun, Bolşoy Tiyatrosu’na gitmiş, ertesi gün de Bülent’e gelip anlatmış:

Dursun, “Ula Balşoy, Balşoy deyip duruyorlar, bi de biz gorelim da nasul bi şeymuş,” demiş, Bolşoy Tiyatrosu’nda bir bale izlemeye gitmiş.

Gittiği “Kuğu Gölü” balesi imiş.

Hayatında ilk kez gittiği bu bale gösterisini merakla izlemeye başlamış.

Balerinlerin parmaklarının uçlarında dans ettiklerini görmüş. Kızların haline bakmış,..Bakmış,.. Acımış:

“Ula kizcağuzlar uzun görünmek içun parmak uclarunda yürüceğuz diye heder oldiler. Haçan taha uzun poylu kizlar seçseydular bari!...”

***

Anlatılan bir fıkrayı daha aktaralım da tatlı bitsin:

Karadeniz’de sahilde kalabalık bir grup toplanmış birbirlerini iskeleden denize atıyorlarmış.

Bunları gören İdris meraklanıp yanlarına sokulmuş.

Kalabalıktan biri “Yakalayın ula şu Temel’i!” diye bağırarak, birini işaret ettikten sonra, hep birlikte onun arkasından koşturup, yakalıyorlar; ellerine, bacaklarına sarılıp, sallayıp denize atıyorlarmış.

Cup diye denize düşen kahkahalarla gülerek, kıyıya yüzerken, kalabalıktan biri bu defa bir başkasını işaret edip, “Yakalayın şu Temeli!” diye bağırıyormuş, kovalayıp yakaladıklarını yine denize atıyorlarmış.

Bir, iki, üç, dört,.. böyle devam ediyormuş olay.

Yüzüp, karaya çıkanlar da diğerlerinin arasına karışıp, yine bir başkasını yakalayıp denize atıyorlarmış.

Meğer yakalanıp denize atılanların hepsinin isimleri Temel imiş.

Bir gırgır, bir şamata ki görmeye, izlemeye değer.

İdris’in çok hoşuna gitmiş.

“Ula beni de atın uşaklar,” demiş.

“Adın ne?” diye sormuşlar.

“İdris,” deyince “Olmaz, seni atamayız,” demişler.

“Niye, ama uşağım?” diye sormuş, sitemle.

“Olmaz, çünkü bu Temel atma töreni” diye cevap vermişler.

19 Mayıs 2023 Cuma

Neler oluyor hayatta?

 

 

Neler oluyor hayatta?

  

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

“Neler oluyor hayatta?”

Üst kat komşum, sevgili dostum Vladimir İvanoviç’le muhabbet konusu bulmakta zorlandığım zamanlar bazen böyle çok da anlamı olmayan bir soruyla başlıyorum.

“N’aber; ne var, ne yok?” gibi… Nasıl olsa laf lafı açar diye…

“Bilmem, neler oluyor?” diyor.

Laf ola, beri gele yani.

Aslında konu çok da acaba hangisinden başlamalı konuşmaya?..

Güzel bir bahar gününde, mutfakta, bizim bütün avluyu gören pencerenin önündeki masada oturmuş çaylarımızı yudumluyoruz. Çiçekler açmış, yapraklar kendini göstermiş; avlu yemyeşil…

Rusya'da her yıl güncellenen Ulusal Endişe Endeksi araştırmasının sonuçları açıklanmış. Yılın ilk çeyreği itibarıyla toplumda en çok endişe yaratan unsurlar sabotaj, özel askeri operasyonun seyri ve Ukrayna kilisesine yönelik baskılar şeklinde sıralanmış.

Sosyal medyada yapılan paylaşımları dikkate alan araştırmayı haberleştiren Kommersant gazetesi, nöral ağ tabir edilen yapay zeka teknolojilerinin bu yıl ilk kez toplumda endişe uyandıran unsurlar arasında yer aldığına dikkat çekmiş.

Buna göre Rus toplumu yapay zekanın bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi insanların kontrolünden çıkmasından büyük kaygı duyuyormuş.

Ben düşünürken Vladimir İvanoviç, “Biliyor musun, geçen gün seninle yaptığımız sohbetlerden çok keyif aldığımı fark ettim,” dedi. 

Sevindim.

Canım daha fazla iltifat mı istiyordu ne, konuyu tahrik edici bir noktaya taşıdım.

“Hani yenilerde GPT-4, Chat GPT gibi gelişmiş sistemleri konuşuyor ya herkes, belki yakın bir gelecekte sen de benim yerime bir Chatbot’u, yani bir sohbet robotunu tercih edersin,” diyorum.

“Yok yahu, olur mu hiç, senin sohbetinin yerini tutmaz,” diyor gülerek, “İçin rahat olsun, hem robotlar henüz insanlar kadar muhakeme yapamıyorlarmış,” diye cevap veriyor.

***

Çok değişik bir zaman diliminde yaşıyoruz. Herkesin dilinde “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözü var.

Olmayacağı belli, ama ne, nasıl olacak?

Nietzsche, -filozof olanı- bir keresinde, büyük değişikliklerin hiç fark ettirmeden parmak ucunda geldiğini söylemiş.

Ama şimdilerde pek öyle değil, her şey nerdeyse adeta ışık hızında değişiyor.

Babaannem, hikayelerinin arasına “Ben kaç padişah, kaç vezir-i azam gördüm biliyor musunuz?” lafını sokuştururdu. Etkilenirdim kuşkusuz, ancak yaşamımın şu evresinde geriye baktığımda hayatımıza giren olayları düşününce şaşırıyorum. Ben bile şahsen şu ahir ömrümde dünyanın değişimine dair daha nelere tanıklık edeceğim diye düşünmeye başladım.

***

İyimser olmak istiyoruz. İnsanlık daha güzel günleri hak ediyor.

Ancak içimizi karartan, ürküten şeyler var. Hala büyük bir savaşın dünyamızı yeniden tarumar edeceği korkusunu taşıyoruz.

Yaşayıp göreceğiz demek doğru değil. Daha adil, sevginin, hoşgörünün, barışın hakim olduğu, sömürünün olmadığı, halkların kardeşçe yaşadığı bir dünya için çaba sarf etmek gerekiyor.

Hoop atlayıp, liyakat sorununa geliyoruz. Zira dünyada pek çok ülkede vasıfsız liderliklerin hakimiyetine şahit oluyoruz.

“Hey allahım yarabbim, Winston Churchill’i, Franklin D. Roosevelt’i, De Gaulle’ü de arayacak hale mi gelecektik?” diye söyleniyorum. 

“Hasmın bile olsa liyakat arıyorsun karşındaki adamdan,” diyor Vladimir İvanoviç.

“Peki, yapay zekanın da liyakatlı, liyakatsız olanı olacak mı?” diye araya çomak sokup, yine ciddi devam ediyorum:

“Bence bu çok önemli, iyi insanların doğru yönde ciddi çabalarına ihtiyaç var.”

İtalya’da Ascoli Piceno kasabasında bulunan 1529 yılında yazılmış bir duvar yazısında şöyle yazıyormuş:

“Yapabilen istemiyor

İsteyen yapamıyor

Bilen yapmıyor

Yapan bilmiyor

Ve Dünya böyle kötüye gidiyor.”

Eski bir dert yani. Bu durumdan kurtulmak gerekiyor.

Kararlı, güçlü toplumsal iradeler gerekiyor dünyanın iyiye gitmesi için.

İşin özeti bu.

***

Geçenlerde çok eskilerden, aynı şirkette birlikte çalıştığımız sevdiğim, değer verdiğim bir iş arkadaşımla, Ergun’la sosyal medya sayesinde birbirimizi yeniden bulduk.

Sosyal medyadan arkadaşım olan ablası, benim bir yazımı onunla paylaşmış. Birlikte çalıştığımız zamanlarda büyükçe bir dış ticaret sermaye şirketinin ihracat müdürü olan bendeniz seneler sonra karşısına bir köşe yazarı olarak çıkmışım.

Oluyor böyle şeyler hayatta.

Vladimir İvanoviç, “Ne mutlu sana, sevinmişsin belli,” diyor.

Evet, sevinmiştim. Sosyal medyanın bazı olumsuz yanlarından şikayet etsek de hayatımızı değiştirdiği kuşkusuz.

Ergun’la işten, güçten, eski iş arkadaşlarından konuşurken Niyazi Abiyi kaybettiğimizi öğrendim. Hüzünlendim.

Artık neredeyse eski kuşaktan kimselerin kalmadığı şirkette eskilerden kalan bir yadigar, gençlerin yol göstericisi, eski muhasebecilerin son temsilcisiydi o. Niyazi Abi, bilgisayarın hayal, her şirketin kafasına göre hesap planının olduğu zamanlarda, yevmiye defterini, kasa defterini mürekkepli kalemle, itinayla yazardı. Bilgiler hatalı yazıldığında silinmezdi. Yazısı kötü olanlara günlük muhasebe kayıtları yaptırılmazdı.

Niyazi Abi, bir dönem elektronik hesap makinesine bile şüpheyle bakardı. Güvendiği Facit mekanik kollu hesap makinesinin ise ustasıydı.

Aniden gidivermişti.

Bilgisayarlı muhasebe devrine intibak edememiş, kalbi daha fazla dayanamamıştı belki.

İnternetin, akıllı telefonların ve hatta faksın olmadığı bir dünyadan, eski zamanlardan anılar birden canlandı belleğimde.

Niyazi Abi ile PTT’den emekli teleks operatörü Saliha Hanımın aynı liseli aşıklar gibi birbirlerini gizliden sevdiklerini duyardık.

Saliha Hanım, bizim müsvedde kağıdına elle yazdığımız mesajları teleks makinesinde inanılmaz bir hızda yazardı. Mesajı kağıda basar, getirirdi. Biz düzeltmeleri yaptıktan sonra teleks şeridinde hatalı yerleri parmakları ile yoklayarak bulur, orasından yırtar, ekler, düzeltmeyi yaptığı şeride aktarırdı.

Saliha Hanım da varmış Niyazi Abinin cenazesinde.

Şimdi ne Niyazi abinin, ne de Saliha Hanımın mesleki becerilerinin bir anlamı kaldı.

Sadece onlarınki mi?

Teknolojinin gelişmesi, robotik bilimlerin yükselişte olması ve hepsinden önemlisi yapay zekanın durdurulamaz bir hızla akıllanarak insanların yapabildiği pek çok işi yapabilmeye başlaması birçok insanın mesleğini tehdit ediyor. 

“Birçok meslek sona erecek.”

“Hangileri mesela?”

“Doktorluk bile mesela.”

Eskinin bildiğimiz muteber mesleklerinin yerini teknolojik rakipleri alacak bu gidişle.

Sayıyorum.

Konuştuğumuz gibi teknolojik yeniliklerin en önemli dezavantajı birçok mesleği  ortadan kaldırması, en azından köklü dönüşüme uğratması ve sonunda birçok çalışanın işini kaybetmesine yol açması.

Halen insanlar tarafından yürütülen birçok işin gelecekte makinelerin yapay zekâsıyla yapılacağı şimdiden belli. Gelecekte mesleğinden olacak ya da meslek alanı daralacak kişiler arasında; fabrika çalışanları, şoförler, pilotlar gibi muhasebeciler- mali müşavirler de sayılıyor.

Kafaları karıştıran pek çok konu var.

“Başka hangi meslekler?”

“Kalpazanlık örneğin.”

“Aman çok üzüldüm!”

“Dijital para, madeni ve kağıt parayı ortadan kaldırınca sahte para basan kalpazanlar da işsiz kalacak. Kalpazanlık tarihe karışacak,” diye ekliyorum.

“Ohoo, sen öyle zannet, insan evladı daha ne kalpazanlıklar icat edecek bak göreceksin.”

***

Eskiden makineler onları rakip gören işçiler tarafından kırılıyordu.

19. asırda İngiltere'de tekstil işçileri, iş gücünden tasarruf sağlayan makinelerin fabrikalara yerleştirilmesiyle işsiz kalacakları endişesiyle tepkilerini makineleri kırarak ortaya koymuşlardı. Sevgili arkadaşım Yıldırım Koç’un bir makalesinde yazdığına göre; Ned Ludlam isimli bir çırak, ustası tarafından azarlanınca kendisini kaybetmiş ve eline geçirdiği bir çekiçle çorap dokuma tezgahını parçalamıştı. Daha sonraları onun isminden hareketle bu tür eylemlere tarihçiler tarafından Ludizm denilmişti.

Bugün de Batıda işçiler kendilerini işsiz bıraktığı gerekçesiyle göçmenlere düşmanlar. Halbuki istihdam yapısını kökten değiştirecek olan robotlar geliyor geriden.

“Güya pek çok meslek ortadan kalkacak, işçilerin yaptığı işleri işverenler robotlara yaptıracaklarmış.”

“Peki, yapay zeka, robotlar kullanılmaya başlanınca patronlar, çalışanlarını kovup robotlarıyla baş başa mı kalacak?”

“Belki teknolojinin, üretici güçlerin gelişmesiyle, üretim artacak, mallar ucuzlayacak.

İşgücü daha rafine alanlara kayacak.”

Bir rivayete göre vaktiyle Henry Ford, otomobil fabrikasında greve giden işçilere kızıp "Hepinizi atar, yerinize robotları koyarım" deyince, bir işçi “Otomobilleri de robotlara mı satacaksın?" demiş.

Her teknolojik ürünün pazara ihtiyacı vardır. Yoksa üretilmezler. Yani müşteri velinimettir.

***

Peki, komplo teorisi üretenlerin dediği gibi yapay zeka insan üzerinde bir üstünlük kurup, ona hükmedebilir mi?

Hocaların hocası Profesör İonna Kuçuradi hocamız, “Robotların insanlaştırılmak, insanların da robotlaştırılmak istendiği bir zamanda yaşıyoruz,” demiş.

“Ben insanların robotlaştırılmasına şiddetle karşıyım,” diyorum Vladimir İvanoviç’e.

“Aynı şekilde düşünüyorum, insan eksenli bir yaşam felsefem var; ancak teknolojinin gelişmesine kesinlikle karşı olunamaz ve zaten karşı da durulamaz. Teknolojinin bütün imkanlarından sonuna kadar yararlanmak gerek. Tamam, bazı meslekler ortadan kalkacak, ama şimdilerde ismini bile bilmediğimiz yeni meslekler ortaya çıkacak,” diye onaylıyor o da.

Yapay zekâ da sonuçta bir makine.

İnsan icadı.

Yani bir üretim aracı.

Kodları yazılıp, tanımlanan görevine başlatıldıktan sonra enerjisi de sağlanıyorsa tıkır tıkır çalışır bu makineler.

***

“Peki sen bu metaverse’den bir şey anladın mı?” diye soruyorum Vladimir İvanoviç’e.

“Epey bir şey okuyup, video izledim. Biraz anladım gibi,” diye cevap veriyor.

“Ne gibi?”

“Yeni bir ticari tezgah bence.”

“Benim de bir ‘metaverse’m var.”

“Oooo, maşallah hayırlı olsun,” diyor.

“Bak, sana bir anektod anlatayım. O zaman ne demek istediğimi anlayacaksın. Bunu Kafka ile ilgili olarak bir arkadaşım anlatmıştı, ben Dosto’ya da uyar diye biraz değiştirdim:

Tanrı bir gün Dostoyevski’nin yazdıklarına çok kızmış, “Bu adam da artık çok olmaya başladı, haddini aştı; yarattığı karakterlerle benimle aşık atabileceğini mi sanıyor!?” diye söylenmiş.

Birkaç zebaniyi çağırmış yanına.

“Rusya’da Dostoyevski diye bir yazar var. Gidip bulun, getirin bana onu,” demiş.

Niyeti Dostoyevski’yi yakalayıp, cehennemine atıp, cezalandırmakmış.

Zebaniler yola çıkmış. Önce Petersburg’da aramışlar, bulamamışlar. Sonra Moskova’ya bakmışlar. Yok. Sibirya falan derken Rusya’nın altını üstüne getirmişler, ancak Dostoyevski’yi bir türlü bulamamışlar.

Daha da ileri gidip Avrupa’nın malum büyük şehirlerinde aramışlar. Yine yok.

Çaresiz geri dönmüşler.

Tepkisinden korka korka Tanrının huzuruna çıkmışlar, durumu anlatmışlar.

Tanrı küplere binmiş, zebanileri bir güzel azarlamış:

“Tabii bulamazsınız, bu adamın yarattığı kendi dünyası var, oraya bakmanız gerekirdi,” demiş.

***

Çaylarımızı tazeledik.

Bir oraya, bir buraya; bir ileri, bir geri, daldan dala atlayarak konuşuyoruz.

Vladimir İvanoviç, “Konuştuğumuz gibi herkesin ağzında sözbirliği etmişçesine aynı laflar var: Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diyor.

“Gerçekten öyle gözüküyor.”

“Peki, bu bildiğimiz dünyanın sonu mu olacak? Değişen ne olacak ve yerine ne konulacak? Değişime hazır mıyız?”

Benden cevap bekliyor, ama ben kısa bir cevap verebilecek durumda değilim. Düşünüp, tartışmak, uzun uzun konuşmak lazım.

“Bir Kızılderili sözü şöyleymiş: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Vladimir İvanoviç, “İnşallah o duruma gelinmeyecek,” dedi.

“İyi olacak, gönlünü ferah tut. Güzel bir Çerkez atasözü varmış: Umudu olmayanın atı koşmazmış,” diyorum.

***

Dilekler ve temennilerle bitiriyoruz muhabbeti.

Rusların ağızlarından düşürmediği bir söz vardır ya onu tekrarlayayım diyor Vladimir İvanoviç:

"надежда умирает последней" (Nadejda umirayet pasledniy - Umut en son ölür ).

Ben de arkasından ekliyorum:

“Всё будет хорошо” ( Vsyö budut haraşo! - Her şey güzel olacak!).