Ernest
J. J. Simmons
Kaynak:
https://oggito.com/
Tolstoy
eserlerinde insanın insanlık dışı halleri üzerinde durduğunda, doğrudan bir
siyasi sisteme saldırmak yerine, insanların kendi benliklerini genelde
insanlığın ortak çıkarlarının önüne koymasını hedef alır.
Dostoyevski ile Tolstoy arasındaki benzerlikler ve
farklılıklar üstüne çok yazıldı. Fakat edebiyatta gerçekçilik tasavvuru ve
tatbiki açısından kimse bu iki büyük romancı kadar zıt kutuplarda yer
almamıştır. İdeolojik anlamda ikisi de İsa’nın öğretilerine büyük ilgi duysa
da, edebi eserlerinde Dostoyevski özellikle ruhani olanla meşgulken, Tolstoy
tamamıyla cismani olanla ilgilenmiştir. Tolstoy, hikâye anlatıcısı olarak
tercih ettiği Gogol gibi, bir eserin iyi olabilmesi için yazarın ruhundan
ezgiler barındırması gerektiğine inanıyordu. Ne var ki Gogol’ü karakterlerine
karşı takındığı acımasız ve duyarsız tavır sebebiyle eleştirmekten de geri
durmadı. Böyle bir eleştiriden Dickens’ı muaf tutuyordu ve haklı olarak kendini
de muaf tutabilirdi. Sanat Nedir?de Dostoyevski’nin hiçbir eserini, herkes
için ulaşılabilir sıradan yaşam hissiyatını aktaran “evrensel sanat”
kategorisine dahil etmemiş, öte yandan Puşkin ve Gogol’ün öykülerini bu
kategoriye layık görmüştür. Tolstoy sanatsal gelişiminin erken dönemlerinde
Puşkin’e büyük hayranlık duymuş, öte yandan düzyazısının çıplaklığından dem
vurmuş ve Yüzbaşının Kızı’nı, duyguların ay-rıntıları yerine olayların
ayrıntılarına daha çok yer vermesi nedeniyle eleştirmiştir. Puşkin’in öyküsünün
doğrudan olayı anlatan girizgâhına duyduğu büyük ilginin, onu Anna
Karenina’yı aynı minvalde bir giriş bölümüyle başlatmaya sevk ettiği, sahihliği
sorgulansa da herkesçe bilinen bir rivayettir.
Tolstoy’un kurmacalarının Puşkin’in başlattığı klasik Rus
gerçekçiliği ekolünden beslendiği şüphe götürmez. Öte yandan her tür bilgiyi
kendi toprağında yeniden işleyen bu dev deha, Rus edebiyatının yanı sıra yabancı
dildeki birçok eseri de iştahla okumuştur. Sanatının zengin dokusunun ilmekleri
açıldığında, 18. yüzyıldan özellikle Sterne gibi İngiliz yazarların, 19.
yüzyıldan çağının en iyi romancısı olarak gördüğü Dickens’ın ve Thackeray’nin
ve özellikle de Stendhal gibi Fransız gerçekçilerinin izleri görülebilir.
Edebiyat kültürün hafızasıysa, Tolstoy bütün bu kültürel hafızayı hatırlamış
gibidir; öte yandan onun sanatçı tabiatı öylesine orijinaldir ki başka
kaynaklardan aldığı her şeyi bütünüyle bünyesine katıp özümsemiştir. Devraldığı
gerçekçi geleneği pratikte o kadar muazzam şekilde genişletip
zenginleştirmiştir ki neticede ortaya çıkan eser taklitçilerin kâbusu haline
gelmiştir. Hiçbir romancı etrafını saran gerçekliğin Tolstoy kadar anbean
farkında olmamış ve gerçekliği bütün tezahürleriyle, hem zihin hem duyular
yoluyla onun kadar etraflı özümsememiştir.
Dış dünyayı kendi imgesinde yeniden yaratarak kendine ait
bir dünya kuran Dostoyevski’nin aksine, Tolstoy gerçek dünyayı kabul eder,
dünyaya dair çizdiği resim canlı ve ilgi çekicidir çünkü dünyada okurlarından
daha fazla şey görür, hayal gücünün prizmasından bakıldığında sıradanlıklar
yepyeni anlamlar kazanır. Zira insanın düşlerini ve umutlarını barındıran
sıradanlıktaki hakiki şiiri algılama gücüne sahiptir. İnsan umuda en az bilgi
kadar veya bilgiden daha çok ihtiyaç duyar, demiştir Tolstoy Zola’nın bir
konuşmasına cevaben. Zira Zola bir grup Fransız öğrenciye, yaşayan inançlarını
ölü inançların enkazı üstüne kurmak yerine yeni inanca giden yol olarak bilimi
kabul etmelerini tavsiye etmiş, gerçekliğin öldürülmesi veya yadsınması gereken
bir sapkınlık okulu haline geldiği ve çirkinlik ve suçtan başka bir şeye
götürmeyeceği konusunda uyarıda bulunmuştur. Tolstoy da “Non-Acting” adlı
denemesinde ona şöyle karşı çıkmıştır: “Çoğunlukla gerçekliğin var olanlardan
ibaret olduğu ya da sadece var olanların gerçek olduğu söylenir. Oysaki işin
aslı bunun tam tersidir: Bildiğimiz anlamda hakiki gerçeklik aslında hiç var
olmamış olandır.”
Gerçekliğin, insanların umduğundan ve düşlediğinden genelde
daha farklı olması ve hayallerle gerçekleri karıştırmalarından dolayı hayatın
onları düş kırıklığına uğratması, Tolstoy’un düşünen karakterleri aracılığıyla
ele aldığı temel bir sorundur. Kazaklar’daki Olenin’in Kafkaslardaki
insanların romantik varoluşuna dair algısı, onların gerçek yaşamları tarafından
yıkılır; Savaş ve Barış’ta Prens Andrey’in askeri ve siyasi kariyere dair
abartılı fikirleri deneyimlerle sertçe törpülenir; Anna Karenina’daki
Levin’in evliliğe dair idealist umutları çok geçmeden boşa çıkar. Bu vakalarda
Tolstoy şeylerin gerçekliğinin, karakterlerin zihinlerinde tasarladıkları
gerçekliğe nazaran ekseriyetle daha zengin, olumlayıcı ve canlandırıcı olduğunu
gösterir. Düşüncenin bunda bir rolü olsa da, aslında bunu karakterlerin faal
deneyimleri aracılığıyla gösterir, zira gerçekçi edebiyatın insanları eylem
halinde resmetmesi gerektiğini hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Karakterlerin
gerçeklerin farkına varması, Dostoyevski’nin ve günümüzdeki birkaç yazarın
eserlerindeki gibi metafizik arayışlar sonucunda gerçekleşmez. Tolstoy’un
yabancılaşmış insanı kendine o sonu gelmez “Kimim ben?” sorusunu değil, “Neden
buradayım ve nereye gidiyorum?” sorusunu sorar. Kendini tanıma sorunu çoktan
çözülmüştür. Vurgudaki bu fark esas önem arz eder ve Tolstoy’un gerçekçiliğinin
meziyetlerinden biridir.
Tolstoy kendisini yakından tanıyanlara daima toplumsal
yaşamın gündelik işlerinden hoşlanan normal bir insan görüntüsü çizer, ama
kendisi bu normalliği anormal olarak tanımlanabilecek yoğunlukta bir duyarlılık
ve mizaçla birleştirir. Yüksek maneviyatı daha çocukken onu başkalarından
ayırır. Hatta kendisine sevgi gösterildiğinde mutluluktan gözleri dolar. Kız
kardeşi, onun çocukken yüzünde gülümsemeyle, sanki az önce gerçekleştirdiği
yeni keşfini herkesle paylaşmak istercesine, tıpkı bir ışık huzmesi gibi odaya
girdiğini söyler. Tolstoy’un yetişkinliğinde de koruduğu bu sıra dışı
mizacının, olağanüstü entelektüel analiz yetisiyle birleşmesi, her türden
insanın hislerine anlayışla dahil olabilmesini sağlar. Kısacası çoğu insanla
aynı zevkleri ve merakları paylaşmasına rağmen, bunları çok daha yüksek bir
tahayyül ve tutkuyla hayata geçirir. Yani Tolstoy’un yoğun duyarlılığı ve
mizacı, romanlarındaki kişileri ve özellikle de onların deneyimlerini hayatı
olumlayan vasıflarla zenginleştiren yaratma sürecine eşsiz bir boyut
kazandırır. Romanları hayal gücünü harekete geçirir ve anlam doludur, ama bu
vasıfları olasılıklardan feragat etmeden taşır. Eserleri somut gerçekliğe bu
derece yakınlık gösteren başka bir yazar düşünmek zor.
Öte yandan, zihni ve hayal gücü yalnızca objektif
gözlemlerle uyarılmasına rağmen, ahlaki doğası onu ruhun vaziyetiyle
derinlemesine meşgul olmaya sevk etmiştir. Rus edebiyatının öncü ve en parlak
sembolü Tolstoy değil. Bu rol, İngiliz edebiyatında nasıl Shakes-peare’e aitse,
burada da büyük şair Puşkin’indir. Ama Tolstoy’u edebiyatçı kimliğinin yanı
sıra dindar bir filozof ve modern bir reformcu olarak düşünürsek, o zaman
kendisinin, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki biricik ve en muazzam
ahlaki kuvvet olduğunu söyleyebiliriz. Ülkesinin sınırları dışında Tolstoy’dan
daha fazla tanınan Rus yazar yoktur. Oysaki Tolstoy Savaş ve Barış ve Anna
Karenina’nın yazarı olmasaydı, çeşitli dini, ahlaki ve felsefi eserleri büyük
olasılıkla bu kadar geniş bir çevre tarafından bilinmeyecekti. Yaşadığı süre
zarfında bu romanların ve diğer salt edebi çalışmalarının kazandığı muazzam
popülerlik, onu tüm Rus yazarların üzerinde bir konuma yerleştirmişti. İki
büyük rakibi bile onun üstünlüğünü tanır. Rus kültürünün bayağılığını dile
getiren Dostoyevski, Anna Karenina’nın 19. yüzyılda yazılmış tüm Batı
Avrupa romanlarına üstünlüğünden övgüyle söz eder. Tolstoy’la hiç iyi
geçinemeyen ve hatta bir keresinde onunla düellodan kıl payı kurtulan
Turgenyev, Tolstoy’un dehasına derinden hayranlık duymuş ve ölüm döşeğindeyken
ona “Rus diyarının büyük yazarı” diye seslenerek edebiyata dönmesi için
yalvarmıştı. 19. yüzyılın son yirmi yıllık diliminde, Tolstoy’un “doygun
gerçekçilik” olarak adlandırılabilecek dönemi Batı Avrupa’da birbirinden farklı
eleştiriler almıştır. Hem zamanın eleştiri ortamındaki baskın Fransız
natüralist görüş, hem de Tolstoy’un halihazırda Batı’ya sızmaya başlayan bazı
radikal dini ve ahlaki yaklaşımları, eserlerinin önyargısız değerlendirilmesine
engel oluşturuyordu.
Flaubert 1880’de Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra
Turgenyev’e şunları söyler: “Birinci sınıf bir çalışma! Nasıl bir resmediş ve
nasıl bir psikolojik tahlil!.. Bazen Shakespeare kalitesinde şeyler bile
gördüm! Hayranlık nidalarıyla okudum!” Oysaki genelde Fransız eleştirmenler
Tolstoy’un eserlerini, özellikle Anna Karenina’yı, kusursuz biçimi, özenli
üslubu ve naturalistik detayları bakımından Madam Bovary’yle verimsiz bir
mukayese içinde ele alır. Niyetleri, Tolstoy’un büyük romanlarında yansıttığı
engin gerçeklik karşısındaki kafa karışıklıklarını ifade etmek ve romanlarını,
deneyimi aktaran üst anlatıcının biçimsiz, sanattan yoksun ve karmakarışık
dışavurumları olarak nitelendirmekti. İngiltere’de Matthew Arnold’ın Madam
Bovary ve Anna Karenina arasındaki seçiminde tercihini ikinciden
yana kullanması, buna sebep olarak da Tolstoy’un romanının aslında gerçek
anlamda bir sanat eseri olmayıp yalnızca hayattan bir kesit sunduğunu ve
sanatta kaybolanın gerçeklikte yeniden kazanıldığını dile getirmesi, duruma
netlik kazandırmaya pek yardımcı olmadı.
Başta Henry James’in, Tolstoy’un romanlarındaki “büyük,
dağınık, salaş yaratıklarına” dair dar görüşlü tespiti, “organik biçimin derin
nefes alan ekonomisinin” yoksunluğuyla alakalı duyduğu rahatsızlık, sonrasındaysa
E.M. Forster’ın Savaş ve Barış’a dair yaptığı “dağınık kitap” yorumu,
Tolstoy’un eserlerinin Batı’da aldığı biçimsizlik ve sanattan yoksunluk
eleştirilerinin tuzu biberi olmuştu. Ciddi bir edebi esere uygulanması
bağlamında ele alınırsa, Arnold’ın hayat ve sanat ikiliği temelsiz bir
yargıdır. Tolstoy’un başyapıtlarının devasa tuvalini dolduran, “hayattan bir
kesit” değil, bütün tezahürleriyle bizatihi hayattır. Bu eserlerdeki insan
ilişkileri motifleri daima özenle planlanır; anlatılan hikâye uydurma bir
çerçeve içinde geçen olaylar yerine, gerçekliği yansıtan şiirsel bir form
olarak tasarlanır. Gerçekliğin sanata dönüştürülmesinde Stendhal’in Kırmızı
ve Siyah’ı ya da Flaubert’in Madam Bovary’sindeki gibi bir ustalık kriter
alındığında, bu kadar fazla gerçekliğin Savaş ve Barış dışında hiçbir
romanda böylesine sanata dönüştürülmediği görülür. Tolstoy Sovyetler
Birliği’nde büyük saygı görüyordu ve eserleri milyonlarca baskı yapmıştı. Tüm
eserlerini bütünlüklü, metin olarak noksansız, akademik şerhlerle
zenginleştirerek bir araya getiren doksan ciltlik Jubilee edisyonu, bir yazarı
onurlandırmak amacıyla oluşturulan gelmiş geçmiş en ihtişamlı çalışmalardandır.
Sovyetlerde Tolstoy’a dair çok sayıda ve yüksek kalitede akademik çalışma
yapılmasına karşın, yorumlamalar büyük ölçüde Lenin’in Marksist
formülasyonlarının, özellikle “Rus Devrimi’nin Aynası Lev Tolstoy” adlı
makalesinin boyunduruğunda kalmıştır. Stalin’e nazaran daha mütevazı bir
edebiyat eleştirmeni olan Lenin, en yüce payelerle övdüğü sanatçı Tolstoy ile
ahlaki mükemmeliyetçilik ve kötülüğe karşı koymama fikirlerini aşağılayarak
reddettiği düşünür Tolstoy arasındaki en keskin ayrımı yapmıştır.
Lenin, devrimci hareketin oluşumunda önemli bir rol oynadığından, Tolstoy’un
baskıcı Çarlık rejimine karşı sergilediği inatçı muhalefetten övgüyle
bahsediyordu.
Kuşkusuz, Tolstoy devrimin barındırdığı şiddetten
tiksiniyordu ve günlüğüne şunları yazmıştı: “Sosyalistler asla fırsat
eşitsizliğini ve yoksulluğu bertaraf edemeyecek. En güçlü ve akıllı olanlar daima
kendilerinden daha zayıf ve aptal olanları kullanır... Marx’ın öngörüsü
gerçekleşse bile, neticede despotluk yalnızca el değiştirecektir.” Bu ve buna
benzer açıklamalar, Tolstoy’un eserlerinin Marksist açıdan yorumlanmasına engel
oluşturmadı. Sovyetler Birliği’nde birkaç yıl hapis yatmış Macar edebiyat
eleştirmeni Georg Lukács, Rus edebiyatındaki birikiminin yanı sıra Batı Avrupa
edebiyatına dair derin bilgisi ve açıklayıcı yorumlamalarıyla bu minvaldeki en
dikkat çekici çalışmaları yapmıştır. Aydınlatıcı ve geniş göndermelerle bezeli
yaklaşımına rağmen, tıpkı Lenin gibi Lukács da dar bir yaklaşımla Tolstoy’un
başyapıtlarını temelde yanlış bir felsefe üzerine inşa ettiğini, ama siyasi
mürteci olarak bilincinde olmadan zamanının devrimci güçlerini dramatize
ettiğini savunmuştur. Tolstoy’un herhangi bir şeyi, özellikle yazılarında,
bilinçsizce yaptığını düşünmek pek makul değil. Sanatta hiçbir şeyin şansla
olmadığı hususunda kesinlikle Çehov’la aynı fikirdeydi. Lukács Avrupa
Gerçekçiliği’nde, kapitalizmin hükmettiği bir toplumun şiirsellikten mahrum
doğasını aşmak amacıyla Tolstoy’un sömürülen köylüleri bilinçli ya da bilinçsiz
olarak edebi eserlerinin odağı haline getirdiğinden bahseder. “Tolstoy’un her
karakterini tanıtırken yaptığı şiirsel sunumda,” der Lukács, “ele alınan sorun
şudur: Bu insanların hayatları, kendilerinden alınan toprak vergilerinin
makbuzlarına ve köylülerin sömürülmesine hangi açılardan bağlıdır? Bu toplumsal
temel, yaşamlarında ne tür sorunlar teşkil eder?” Bu bağlamda Anna Karenina’nın
Vronski’ye beslediği ölümcül tutku, Lukács’a göre “her burjuvazi evliliğinde ve
aşk ilişkisinde örtük olarak mevcut çelişkiler”den türeyen başka bir
trajedidir. Romandaki ünlü çim biçme sahnesi bile, Levin’in köylülere karşı
takındığı Marksist olmayan tavır bağlamında, “bedensel emeğe duygusal bir
yaklaşım” olarak değerlendirilir. Lukács’ın aksine Dostoyevski, Anna
Karenina üzerine değerlendirme yazısında, eserlerinde sömürülen köylüler
yerine toprak sahiplerini merkeze koyduğu için Tolstoy’u sertçe eleştirir. D.H.
Lawrence “İşte Şimdi Oldu!” şiirinde bu minvalde bir eleştirinin yersizliğine
değinir:
Ama Tolstoy bir haindi, ona en çok ihtiyacı olan Rusya’da.
Sakar, şaşkın Rusya Kafayı bozmuş Kutsal Ruh’la. Çevirdi kalemini köylülere
İndirdi hepsini gökten yere.
Lukács’ın ıskaladığı hayati nokta şudur: Tolstoy
eserlerinde insanın insanlık dışı halleri üzerinde durduğunda, doğrudan bir
siyasi sisteme saldırmak yerine, insanların kendi benliklerini genelde
insanlığın ortak çıkarlarının önüne koymasını hedef alır. Hayatının sonlarına
doğru Çarlık yönetimini suiistimallerinden ötürü şiddetle eleştirirken aslında
fikir babası olduğu Hıristiyan anarşizmi bağlamında tüm yönetim biçimlerini
reddediyor ve devletin tasfiyesini arzuluyordu. 1860’ların Dobrolyubov ve Çernişevski
gibi radikal demokratları ve onların takipçisi konumundaki devrimciler
Tolstoy’a derinlemesine antipati duyuyordu. Tolstoy’un köylülere olan
yaklaşımını anlayabilmek için, Anna Karenina ve Savaş ve Barış gibi
başyapıtlarını yazdığı hayatının ilk elli yılı ile manevi buhranının sonraki
yılları arasında net bir ayrım yapmak gerekir.
Yaşamının bu ikinci kısmında Tolstoy şu görüşü savunur: Bir
çocuk, yetişkine nazaran mükemmelliğe ve ideal uyuma nasıl daha yakınsa, basit
bir yaşam süren köylü de kalburüstü parazitlere kıyasla bu vasıflara daha yakın
durur. Neticede, ayrıcalıklı durumundan uzaklaşma hayalini gerçekleştirip
ölümünden kısa süre önce, “Rusya’nın en iyi ve en ahlaklı sınıfı” olarak
nitelendirdiği çalışan köylülerle birlikte yaşamak için evini terk eder. Oysaki
Kont Lev Tolstoy’un içgüdüleri, Lukács’ın da teorilerine kaynak olarak aldığı o
en ünlü edebi eserini yazarken doğuştan gelen aristokratik mirasın damgasını
taşımaktaydı. Sonraları her ne kadar insaniyetçi fikirleri onu yoksul işçilerin
ve köylülerin mücadelesini savunmaya sevk etmiş olsa da, bir toprak sahibinin
güven duygusunu, inceliğini ve hâkimiyet hissini aslında hiçbir zaman terk
etmediğini düşünmek için birçok sebep mevcut. Aslında tüm edebi eserleri göz
önünde bulundurulduğunda, Tolstoy’un çalışmalarında köylüler görece az yer
tutar ve toprak sahipleriyle olan sınıf çatışmalarının yarattığı hissiyata da
oldukça nadir değinilir. Savaş ve Barış’ta kendi sınıfına mensup insanlara
odaklandığından, okurlarından gelebilecek itirazları öngörüp kaleme aldığı
yayımlanmayan önsözün taslağında şunları dile getirir: “Memurların,
tüccarların, ilahiyat öğrencilerinin ve köylülerin hayatları beni
ilgilendirmediği gibi bana sadece kısmi olarak anlaşılabilir geliyor; o zamanki
aristokratların hayatlarıysa, o döneme ait belgeler ve başka sebeplerden ötürü
bana daha anlaşılır, ilgi çekici ve değerli geliyor.” Savaş ve Barış’ın
taslağında kendisine düştüğü bir notta önyargıları konusunda çok daha
açıksözlüdür: Köylüler de dahil olmak üzere kendi sınıfına mensup olmayan bütün
insanların yaşamlarının sıkıcı ve tekdüze olduğunu, tüm eylemlerinin de
üstlerine karşı duydukları kıskançlık, maddi çıkar ve ihtiraslar gibi
saiklerden kaynaklandığını belirtir. Sonra sözlerini şöyle noktalar:
“Aristokratım çünkü hem burnunu karıştıran hem de ruhu Tanrı’yla iletişim kuran
bir adamın ulvi zekâsına, güzel zevkine ya da eksiksiz dürüstlüğüne inanamam.”
*
Introduction to Tolstoy’s Writings
İngilizceden
çeviren: Yasin Sofuoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder