Moskova

Moskova

12 Kasım 2022 Cumartesi

19. ve 20. Yüzyıl Rus Edebiyatında Şiir


İlham Şeker

Kaynak: http://www.azizmsanat.org/

 

“On dokuzuncu yüzyılda sorun, ‘Tanrı’nın ölmüş’ olmasıyken; yirminci yüzyılda ‘insanın ölmüş’ olmasıdır.”

Erich Fromm

  

Edebiyat tarihine açılan kapıdan içeri girdiğimizde kaçınılmaz olarak,  görkemli genişliği, yüzyılları sarsan yapıtları, efsunkâr kabiliyetleriyle silinmez izler bırakmış yazarları ve insan zihninden dökülmüş en güzel anlatıları içinde barındıran Rus edebiyatı ile karşılaşırız. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl dünya edebiyatını dikkatli bir kavrayışla ele alıp, bir an içinden Rus edebiyatının söz konusu dönemlerde şiir alanında yarattığı yapıtları çıkaracak olursak, dünya edebiyatının azımsanamaz bir yitiriş yaşayacağını görürüz. Rus edebiyatında şiirin uzun, dolambaçlı, karşılıklı çatışmalarla süre giden ve kimi zaman itidalli bir yolculuğu oldu. Bu yolculuk ardında ciddi bir yazınsal sanat mirası bıraktı. Bu yüzyıllardaki şiir yapıtlarını böylesine mühim kılan, öncelikle kültürel dinamikler, eski ifade biçimlerini ve disiplinleri hedef alan avangart akımlar ve derin etkiler yaratan eserler üretmeyi başarmış seçkin şairlerdir. Devrimci şiir tartışmalarının yol açtığı çeşitli akımlar, ‘şiirin bir sanat olarak üstlenmesi gereken rolün ne olması gerektiği’ konusuna dair yapılan tartışmalar ve Ekim Devrimi ile birlikte gerçekleşen kültürel ve sanatsal dönüşümler Rus edebiyatında şiirin uzun yolculuğunun önemli uğrak noktaları olmuştur. Elbette bu uzun ve çetrefilli yolculuğun tamamını birkaç sayfaya sığdırmak olanaksızdır. Dolayısıyla bu yazının meramı, 19. ve 20. yy. Rus edebiyatında şiirin akışına yön vermiş akımları ve çarpıcı yetkinlikleriyle dönemin belirleyici motifleri olmuş şairleri tekrar gün yüzüne çıkartmak olacaktır.

 

“İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce?”

27 Ocak 1837’de St. Petersburg yakınlarında yapılan bir düelloda, bir adam karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşamını yitirdi. Bu adam, Rus halkına daha önce hiç kimsenin başaramadığı tutkulu bir şiir sevgisi aşılamayı başaran, modern Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Alexsandr Sergeyeviç Puşkin’di. Şairin ölüm haberinin yayılmasıyla evine akın eden halk, bu ölümün hükümet tarafından gerçekleştirilmiş bir komplo olduğunu düşünerek neredeyse bir ayaklanma yaratacaktı. Hatta bu ölüm onu sevenlerde öylesine bir infial oluşturacaktı ki, bu durum karşısında çarın polisleri kiliseden tabutunu alıp Mihaylovskoye köyünde sessizce toprağa vereceklerdi. Bu ölüm ve ardından yaşananlar insanı şöyle bir çıkarsama yapmaya itiyor: Puşkin’e sıkılan kurşunlar, aynı zamanda Rus halkına ve dolayısıyla Rus edebiyatına sıkılmıştır. Peki, Rus halkını bu denli çarpıcı bir biçimde etkileyen Alexander Sergeyeviç Puşkin kimdi?

Puşkin, 1799 yılında son derece soylu bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da doğdu. Henüz erken yaşlarda entelektüel müktesebatıyla tanınan amcasından Fransız edebiyatını öğrendi. Seçkin ailelerin çocuklarının eğitim aldıkları Çarskoye Selo lisesinde eğitim gördüğü yıllarda yazdığı ilk şiirleri, ilerde yazacağı şiirlerinde temel bir disiplin olarak ele alacağı gerçekçi ifade biçiminin izlerini taşıyordu. Dönemindeki siyasal gelişmelerden etkilenen Puşkin, özgürlük fikrinin şiddetli savunucusu olmaktan ve bunu şiirlerinde işlemekten asla vazgeçmedi. Yazdığı şiirler büyük bir etki yarattı ve kısa zamanda şairin saygın bir üne kavuşmasını sağladı. Klasik şiirin prangalarını kırmış özgür bir üslup ve yaşamın olağan gerçekliğiyle ele alınışının doğurduğu imgeler Puşkin’in şiirlerinin en belirleyici iki özelliği oldu. Gerçekliğin dramatik yazgılı şairi olan Puşkin’in ölümünün ardından, 26 Mayıs 1880’de anısına dikilen anıtın açılışında bir konuşma yapan büyük Rus yazar Dostoyevski, onun edebi disiplinini şu sözleriyle ifade etmişti: “İlk o oldu bize gerçeği gösteren. Sahiden ilk o oldu. Kim vardı daha önce? Doğrudan doğruya Rus gönlünden kopup gelen, halkımızın, kendi öz toprağımızın gerçeğinden fışkıran Rus ahlak güzelliği, ilk Puşkin’in aramıza kattığı kişilerde kendini buldu…’’ Nitekim Puşkin, gerçekçiliği, eserlerinin yaratımında yol gösterici bir ilke olarak özümsemişti. Puşkin’in şiirlerinde görülen realist yazın ve muhtevalar, sözgelimi Sibirya Madenlerinin Derinliklerinde adlı şiirinde belirgin bir biçimde karşımıza çıkar:

“Sibirya madenlerinin derinliklerinde bekleyin

Yitirmeden gururlu sabrınızı.

Boşa gitmeyecek acılı çabanız

Ve düşüncelerinizin yüce amacı…

Bahtsızlığın sadık kız kardeşi umut

Karanlık zindanınızda diri tutacak dinçliği ve neşeyi

Ve gelecek beklenen o zaman da.

Düşecek ağır prangalar;

Ve yıkılan zindanların kapısını aşarak

Sevinçle girecek içeri özgürlük

Ve kardeşleriniz uzatacak kılıçlarınızı.”

Puşkin’in buna benzer birçok özgürlükçü şiiri otokratik güçler tarafından yasaklansa da onları ezberleyen dillerde hep özgürce yaşadı. Askeri yönetime karşı olduğu için dört yıl başkente girmesi yasaklanan Puşkin, kendi köyü Mihaylovskoye’ye sürüldü. Bu sürgün yıllarında dehasının en önemli örneklerinden olan Çingeneler adlı eserini yazdı. Puşkin’in derin bir umutsuzluğa düştüğü dönemlerde kaleme aldığı bu eserinde, umutsuz duygulanımların karakterlerin trajik yazgılarına sirayet ettiği görülür:

“Gençlik kuşlardan daha özgür;

Zapt etmek aşkı kimin elinde?

Sevinç sırasıyla herkese devrolur;

Olmuş bulunan, artık olmaz yeniden.”

Puşkin, soylu bir ailenin kızı olan Natalia Goçarova’ya evlilik teklifi eder fakat Gonçarova bu teklife karşı kayıtsız kalır. Evlilik teklifinin reddedilmesinden sonra Puşkin, uzaklaşma isteğiyle gözlemci olarak Rus ordusuna katılarak Osmanlı topraklarına gider. Erzurum Yolculuğu adlı eserinde şehre dair izlenimlerini yazar. Daha sonra Puşkin, Natalia Gonçarova’nın ailesini evlenmeleri için ikna etse de, Natalia bu durumda yalnızca ailesinin kararına boyun eğerek evlenmek zorunda kalır. Sürgünden döndükten sonra şiirleri çarın sansüründen geçen Puşkin, defalarca polis baskısıyla karşı karşıya kalır. George Charles d’Anthes adlı bir gencin Puşkin’in hayatına girmesi ölümünü hazırlayan koşulları yaratacaktır. Baron George Charles d’Anthes ile Natalia Gonçarova’nın arasındaki ilişkinin dedikoduları Puşkin’i çileden çıkarmıştır. Puşkin yazdığı birkaç imzasız mektupla George Charles d’Antes’in karısına kur yaptığını öğrenince onu düelloya çağırır. Puşkin bu çağrıyı yaparak bir nevi kendi canına susamışlığını göstermiştir, zira d’Antes’in ordunun en keskin nişancılarından biri olduğunu biliyordur. Ve 1837 yılının bir kış günü yapılan düelloda Puşkin, d’Antes’i omzundan yaralasa da karnına isabet eden kurşunların etkisiyle yaşama gözlerini kapar. Puşkin’in şiirlerinde karşılaşılabilecek kurgusal sonlar gibi olan ölümü yer edindikleri bilinçlere, ölüme dair düşünceleriyle ördüğü Dolaştım mı Gürültülü Sokaklarda adlı şiirini hatırlatıyor:

“Ne zaman gösterecek kader ölümü?

Kavgada mı? Ya da bir gezide, dalgaların koynunda mı?

Veya komşu ova,

Soğumuş küllerimi kabul eder mi?

 

Duyarsız bedenime,

Her yer aynı, çürümek için.

Ama yine de sonsuz uykuya dalmayı,

İsterdim sevdiğim yerlerin yakınında.”

Rus edebiyatında modern mısra tekniğiyle halk dili geleneklerini ilk defa uzlaştırmayı başaran Puşkin, şiir dışında ürettiği edebi eserleriyle, yenilikçi anlatım teknikleri ve gerçeği olduğu gibi aktarışıyla kendisinden sonra gelen şairlere güçlü bir ilham kaynağı olmuş ve modern Rus edebiyatının öncüsü olarak kabul edilmiştir. Puşkin henüz hayattayken bu denli ciddi bir etki yaratacağını sezmiş midir bilinmez fakat bazı şiirlerinde buna dair izler görmek kaçınılmazdır:

“Hayır, tümüyle ölmeyeceğim.

Ruhum, Kutsal lirinle kalarak,

Kurtulurken çürümekten,

Tozlarım yok olacak.

Ben de ünleneceğim,

Duyulacak ünüm her yerde,

Yeryüzünde, ayın altında,

Tek bir şair yaşadıkça.”

“Kelimelerle ifade edilen düşünce yalandır.”

Puşkin’in Rus şiirinde yarattığı gerçekçilik etkisi 19. yüz yılın son çeyreğinde önemini yitirmeye başladı. Dönemin Batı edebiyatı ve felsefesinden – E.A. Poe, F. Nietzsche, C. Baudelaire vb. – ilham alan bir grup şairin şiirlerinde işledikleri konular ve semiyotik teknikler, Rus şiirine değişik ifade biçimleri kazandırarak yeni bir akım meydana getirdi. Bu akım, idealizmi temel bir ilke olarak ele alan, somut olanın yalnızca özün yansımasından ibaret olduğu düşüncesine dayanan, dünyanın sembollerle dolu olduğuna kanaat getiren ve dolayısıyla da materyalizm temelli gerçekçiliğe karşı bir tepki olarak doğan sembolizmdi. Rus sembolizminin birinci kuşak şairleri – V. Bryusov, K. Bal’mont, Z. Gippius, F. Sologup – sembolizmin vatanından, yani Fransız edebiyatından, özellikle de Les poètes maudits (Lanetli Şair) olarak tanımlanan C. Baudelaire, P. Verlaine, A. Rimbaud gibi şairlerden etkilendiler. Sembolistler şiirde gerçeğin değil, gerçeğin insanda bıraktığı etkilerin yazılmasını savundular. Dahası, şiirin başka dünyalarla iletişim kuran bir araç olduğuna inandılar. Rus sembolistler, sembolizmin düşünsel strüktürünü, nesnel gerçeklik koşulu olmaksızın ve rasyonel bakış açılarından azade bir şekilde, yalnızca ‘semboller referans’ alınarak sezginin egemenliğiyle ulaşılan sembolik idrak olarak belirlediler. Teolojik bir içselliğe sıkı sıkıya bağlı olan sembolizm, dilin, şairin düşündüğü imajları anlatmakta yetersiz olduğunu, kelimelerin düşünceyi asla ifade edemeyeceğini – “kelimelerle ifade edilen düşünce yalandır.” – düşünüyorlardı. Sembolist okulun kuramsal önderlerinden Valeri Bryusov, Karşılama adlı şiirinde, sembolizmin yapı taşlarının en keskin örneklerinden birini sunar:

“Karşılaşmalar yok mu o karşılaşmalar

Büyük şehirlerin caddelerinde

Ve o ister istemez bakışmalar

Kırpışan kirpiklerin o kısa konuşması!

Ulaşır varlıklarımız birbirine

Bir anlık bir çalkantının arasından.

Ve iki arzunun çığlığı kopar sessizce:

“Söyle kimsin, kimsin söyle? – Ya sen?”

Bir bakışta anlatır tüm geçmişini,

Ve havada bir çağrı dalgalanır: “BENİM OL!”

Bu çağrının zincirine vurulmuştur artık o…

Ama bir andır geçer ve yalnız kalırım.

Silinip gidişine bakarım kalabalığın içinde…

Aldırma: Yetmez mi bir tek an boyunca

Tüm tutku ve aşkları tüketip yaşadığım!”

Bu şiir, sembolizmin anlatımda kullandığı tekniklerin nihai hedefini, yani “ruhani yaşantıyı ifade etmek için başka bir üslup geliştirme”yi gözler önüne serer. Rus sembolizmi ilk kez, daha çok bir yöntem olarak Fyodor Tyutçev’in eserlerinde görülse de, Rus sembolizminin kurucusu Valeri Brysov’dur. Kuşağının en iyi şiirlerini yazan ve bununla birlikte Moskova Sembolistleri’nin lideri olan Bryusov, neredeyse tüm enerjisini çevirilere ve entelektüel konuların yoğunlukta olduğu şiirlerini yazmaya harcamıştır. Şiir biçimleri üzerine de çeşitli teorik yazılar kaleme alan Bryusov’un Rus entelijansiyasında çok seçkin bir yeri olmuştur. Sembolistlerin şiire taşıdıkları dini semboller ve mitolojik öğeler, bir tür dış dünyayı temsil ettikleri için özenli bir tercihle kullanılıyordu; örneğin sembolistlerin öne çıkan şahsiyetlerinden olan ve “şairin mistik bir dindar” olduğunu düşünen Viaçeslav İvanov’un Aşk isimli şiirinde bu öğelere rastlanır:

“…İki kederli gövdeyiz

Bir Tanrı mezarının mermerine yaslanmış

Eski Güzelliğin gömüldüğü mezarın

Aynı sırları veren iki sesli bir ağız

Bir tek aynı Sfenks’i kurarız durmaksızın

Bir tek aynı çarmıhın iki kanadıyız biz.”

İkinci kuşak Rus sembolistlerinin en önemli şairlerinden biri, sembolizmle ilk kuşak şairler kadar güçlü bir bağı olmayan İnnokenti Annenski’dir. Annenski, sembolist bir lirizmin hâkim olduğu şiirlerinde günlük yaşamı berrak bir şekilde dile getirir. Annenski’nin, şiirlerinde gerçekleştirdiği sözsel deneyleme tekniği onun Rus Mallarmé’si olarak anılmasına yol açmıştır. Annenski’nin, yaşadığı çağın sınırlarını aşan hırpalayıcı bir lirizmle yüklü şiirlerinden biri de, İmkânsız adlı şiiridir:

Kelimeler bilirim, çiçeklerin soluğunu andırır solukları,

Öylesine yumuşak ve bir bunaltı okunur beyazlığından.

Ama hiçbiri senin kadar yumuşak ve ince olamaz

İMKÂNSIZ, ne de senin kadar hüzünlü ve solgun..”

Annenski, doğal tavrı –alışıldık yüzeysel realite- bir an olsun bırakarak “imkânsız” kelimesini referans alıp düşünsel bir yolculuğa çıkar ve kelimenin somut yüzeyselliğinin ardındaki duygusal evrenlerin kilitlerini açar. Şiirin son dizelerinde ise hüzünlü bir lirizme yer verir:

“Bir gün kelimeler de tıpkı çiçekler gibi

Bunaltıcı bir beyazlık içinde dökülecek olursa,

Bilirim, gözyaşlarıyla sulanacaktır her biri,

Ama sevdiğim içlerinden sadece bir tanesi ve

İMKÂNSIZ olacaktır.”

Henüz çocuk yaşlarda anne ve babasını yitiren İnnokenti Annenski, St. Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat öğrenimi görmüş, eski dil ve edebiyatlar, bir de Rus dili ve teorisi üzerine dersler vermiştir. Ölümü gecenin karanlığıyla özdeşleştirmesiyle bilinen İnnokenti Annenski, bir gece yarısı akademi müfettişi olarak atandığı Kuzeydeki illerden birine giderken, bir gardaki silahlı çatışma sırasında vurularak ölmüştür.

Sembolizm akımının ve Rus şiirinin en gözde şairlerinden biri de “Rusya’nın milli şairi” olarak anılan Aleksandr Blok’tur. Yaşadığı dönemin edebiyat çevrelerini henüz öğrenim gördüğü sıralarda etkilemeyi başarmış olan Blok, sembolizmin ikinci kuşak şairlerinden biri olarak bu akımın öne çıkan örneklerini yaratmıştır. Hukuk profesörü bir baba ve Petersburg Üniversitesi rektörünün kızı olan edebiyatçı bir anne tarafından dünyaya gelen Blok, yüksek bir kültür ile yetiştirilmiş, annesinin etkisiyle Petersburg Üniversitesi’nde edebiyat eğitimi almıştır. Öğrenim yıllarında şımarık bir bohem hayatı sürdüren Blok, zamanın en güçlü edebiyat akımı olan sembolizmin etkisi altına girmekle kalmamış, yazdığı şiirlerle bu akımı doruk noktasına ulaştırmıştır. Rusya’da, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı etkiyle başlayan şovenizm dalgasından kendini kurtarmış ender edebiyatçılardan biri olması ve Ekim Devrimi’ni müspet bir şekilde karşılamasıyla yenidünyaya olan sadakatini göstermiştir. Devrimler çağında yaşamış bir sanatçı olan Blok, bu zorlu çağın yıkımlarını ve ufukta beliren umut dolu günlerin yetkin bir ozanı olmuştur:

Durgun yıllarda gelmiş olanlar dünyaya

Anımsamazlar geçtikleri yolları;

Biz, Rusya’nın korkunç yıllarının çocukları –

Gücümüz yok hiçbir şeyi unutmaya.

 

Yakıp kavuran, kül eden yıllar!

Çılgınlığın mı, umudun mu kökü gizli sizde?

Savaş günlerinden, özgürlük günlerinden

Kanlı bir parıltı kaldı yüzlerde.

 

Uğultusu tehlike çanlarının

Dilsiz olmaya zorladı bizi.

Uğursuz bir boşluk kapladı

Bir zaman coşkuyla dolu yüreklerimizi.

Aleksandr Blok’un şiirlerinde diğer sembolist şairlerde de gözlemlenen tinsel temalar, tanrısal bilgelik için duyulan özlem, lojik bir kavrayışın dışında geliştirilen bir imgelem dünyası hâkimdir. Blok’un tanrısal bilgelik için duyulan özlemi bir kadına duyulan aşkla cisimlendirdiği şiirleri birçok edebiyat eleştirmenince eleştirilmiş, fakat dönemin entelijansiyasının şapka çıkarttığı ismi ve Rus sembolizminin ustası Valeri Brysov bu eleştirilere karşı Blok’u savunmuştur. Ekim Devrimi’nin ilk önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen On İkiler adlı destansı şiiri yazan Blok, devrimin safında olduğunu tescilleyen ilk yazarlardan biri olmuştur:

ON İKİLER’DEN

“Burjuva, yol kavşağında bekliyor şimdi

Yakasını burnuna kadar kaldırmış.

Önünde tüyleri dökük zavallı bir köpek

Kuyruğunu kısmış kıvranmaktadır.

İşte bu aç köpek gibi bekliyor şimdi.

Sessiz ve telaşlı, tıpkı bir soru gibi.

Ve burjuvanın yanında eski dünya bekliyor:

O da kuyruğunu kısmış sahipsiz köpek gibi.”

On İkiler şiiri Blok’un edebiyat yaşamında bir dönüm noktası teşkil etmesi açısından oldukça önemli bir şiirdir. Zira Blok, bu şiiriyle “…Devrim öncesi hayatın ve sanatın budalaca çıkmazında tükenip gitmekteyken, Devrim’in tekerleğine tutunmayı başardı.” denebilir. On İkiler adlı yapıtın tarihsel önemini daha belirgin kılmak ve Rus edebiyatındaki yerini kavrayabilmek için Ekim Devrimi’nin önderlerinden Lev Troçki’nin, Blok hakkında yazmış olduğu şu satırlara yer vermek yeterli olacaktır:

“Blok Ekim öncesi edebiyata aitti, ama ‘Onikiler’i yazdığı zaman bunu aştı ve Ekim’in dünyasına girdi. Bu yüzden Rus edebiyat tarihi içinde özel bir yeri olacaktır onun. Blok’un, onun anısının çevresinde uçuşup duran ve onun Mayakovski’deki yeteneği nasıl fark ettiğini ve Gumilev’in karşısında hiç gizlemeye gerek görmeden nasıl esnediğini anlayamayan (dindar budalalar!) şu şair ve yarı-şair cinler tarafından karanlığa itilmesine ve unutturulmasına izin verilmemelidir.”

“Dünya kültürü için bir özlem”

İktidar taşlarının yerinden oynamaya başladığı yirminci yüz yıl Rusya’sı sanatsal dönüşümlere sahne oluyordu. Uzun yıllardır bilhassa şiir alanında bir otorite hali almış olan sembolizm, artık kitleler üzerinde eskisi kadar etkili olamıyor ve bu tek düzeliğin yarattığı kriz yeni bir ifade biçimini, öncekinden farklı bir şiir ekolünü zorunlu olarak ortaya çıkarıyordu: Akmeizm.

1910 yılında, Nikolay Gumilev ve Sergey Gorodetsky’nin önderliğinde teorik alt yapısı oluşturulan, Yunanca ‘achme’ kelimesi referans alınarak ‘insanın en iyi çağı’ şeklinde bir anlam kazandırılan akmeizm, sembolizme karşı bir tepki olarak biçimlerin somut niteliğini yücelten bir şiir anlayışının savunusuna girişti ve bu reaksiyonla şiirler üretmeye koyuldu. Akmeist öğretinin en çarpıcı ve berrak şekliyle işlendiği şiirlerin yazarı Osip Mandelştam, bu akımı “Dünya kültürü için bir özlem” sözüyle tanımlayarak, boyutunun derinliğini tevazu göstermeden vurguluyordu. Akmeistler, Orta Çağ’ın lonca teşkilatlanmasından ilham alarak Şairler Loncası’nı kurdular ve Rus sembolizminin bilinmezci gizemciliğine karşı eleştirel bir tutum sergileyerek, Fransız parnasizminin temel ilkelerini benimsediler. Şiirin mimaride olduğu gibi ustalığa ihtiyaç duyduğunu düşünen akmeistler, iyi bir şiir yazmayı bir katedral inşa etmekle kıyaslayarak şiirin hatlarını ve çerçevesini daha önce görülmedik bir tarzda yorumladılar. Akmeist okulun öğretileri ve savunusunu üstlendiği şiirsel yaratım ilkeleri temelinde eserler üreten başlıca şairler Nikolay Gumilev, Sergey Gorodetsky, Anna Akhmatova, Mikhail Kuzmin ve Giorgi İvanov olmuştur.  Fakat akmeizmin en önemli şairi, bu hareketin teorisini saf haliyle açığa vuran, su götürmez en önemli başarısı olarak gösterilen Kamen adlı esrin yazarı Osip Mandelştam’dır.

Şairler Loncası’nın kurucularından olan Mandelştam, ilk şiirlerini bu loncanın dergisi Apollon’da yayımlamıştır. İlk şiirlerinde henüz sembolist üslubun etkilerinden kurtulamadığı görülen Mandelştam, Avrupa kültürüne özgü mitopoetik olgulara çokça yer vermesiyle bilinen bir şair olmuştur. İlerleyen yıllarda sembolizm etkisinden sıyrılarak mimari mükemmelliğe yönelen bir imaj yapısı ile bezelenmiş şiirler yazmıştır. Son dönem şiirlerinde günlük olayları olağan durulukta anlatan şairin dolaysız bir yalın üslup geliştirdiği göze çarpar. Leningrad adlı şiiri son dönem şiirlerine verilebilecek güzel bir örnektir:

“Petersburg! Hayır, ölmek istemiyorum daha!

Defterinden silinmedi telefonumun numarası.

 

Petersburg! Saklıyorum yazdığım adresleri,

Onlar duyuracak ölülerin sesini.

Karanlık bir eşikte oturuyorum; zil,

Etinden sıyrılmış zil şakaklarıma vuruyor.

Kapı zincirlerinin paslı demirlerine dokunarak

Sevgili konukları bekliyorum bütün gece.

1917’de devrimin safında yer alan entelektüellerden biri de Mandelştam’dır. Bir süre Maksim Gorki‘nın yönetiminde Dünya Edebiyatı Yayınları’nda çalışan Mandelştam, bir süre sonra hiçbir edebiyat topluluğunda yer almadan münferit bir edebiyat faaliyeti sürdürür ama bu durum dönemin istibdat rejimince kuşkuyla karşılanır. Stalin diktasının korkusuyla yaşayan tapınmacı, konformist yazarları esefle kınayan Mandelştam, kimsenin açık yüreklilik gösterip en ufak bir eleştiri dahi yapmaya yeltenmediği korku dolu bir dönemde, 1933 yılında Yaşıyoruz Ama Hissetmiyoruz isimli şiirini yayımlar:

“Yaşıyoruz, ama hissetmiyoruz artık bastığımız toprağı.

On adım öteden duyulmuyor konuştuklarımız.

 

Oysa ne zaman iki çift laf edecek olsa birileri,

Kremlin’in dağcısını anmadan edemiyorlar.

 

Parmakları kalın tırtıllar gibi

ve ağır kurşun gibi dökülüyor ağzından kelimeleri.

 

Hamamböceği bıyığı sırıtıyor

ve pırıl pırıl çizmelerinin üstleri,

 

İnce boyunlu adamları sarmış çevresini,

bu insan bozuntularının soytarılıklarıyla oyalanıyor.

 

Biri ıslık çalıyor, biri miyavlıyor, biri inliyor,

Yalnız o parmağını bize sallıyarak kükrüyor.

 

İnsan karnına, alnına, şakağına, gözüne

nal fırlatır gibi durmadan emirler yağdırıyor.

 

Bu geniş omuzlu Kafkas Kocası, tatlı bir meyve gibi

dilinin üstünde yuvarlıyor her idam kararını.”

Olağan üstü baskının yaşandığı öylesi bir dönemde Osip Mandelştam’ın bu gözü kara hicvi, gayet tabii zülfü yâre dokunmuş, aynı zamanda Mandelştam’ın bir nevi intihar mektubu olmuştur. Bu şiir yayımlandıktan sonra tüm engellemelere rağmen elden ele dolaşır ve dönemin en sansasyonel belgelerinden biri haline gelir. Şiirde “Kremlin’in Dağcısı” diye söz ettiği Stalin ve onun bürokratik aygıtı Mandelştam’ı muhtelif yerlere zoraki ikamet ettirir ve ardından 1938 yılında Sibirya’ya sürer. Ve 27 Aralık 1938’de Osip Mandelştam sürgünde ölür. Osip Mandelştam haksızlığa, zulme ve her alanda varlığı hissedilen baskıya sanatıyla başkaldırarak, döneminde eşine ender rastlanan bir cesaretle kendi yazgısını belirledi ve ardında onurlu bir yaşamın pusulasını bıraktı:

“Omuzlarıma atılıyor şu kurt köpeği çağ,

oysa benim kanım kurt kanı değil.

İyisi mi, bir Sibirya kürkünün koluna

bir kalpak gibi sokun beni ki,

 

gözüm görmesin korkakları, yıvışan çamuru,

çarka gerilen kanlı kemikleri,

ve bütün gece parlasın benim için

ilkel güzellikleriyle mavi tilkiler.

 

Yenisey’in aktığı geceye götürün beni

çamların yıldızlara değdiği,

çünkü benim kanım kurt kanı değil,

ancak bir benzerim öldürebilir beni.”

“İşini bitireceğiz senin romantik dünya!”

20.yy.ın ilk çeyreğinde, çarlık otokrasisinin pençesi altında yönetilen Rusya’da adeta bir kaos yaşanıyordu. Köhnemiş çarlık rejiminin toplum içinde yarattığı hoşnutsuzluk, bitmek bilmeyen savaşlar, sınıfsal karşıtlıkların doğurduğu trajik tablo tarihsel zorunluluk olarak bir devrimin gerçekleşmesini kaçınılmaz kılıyordu. Kelimenin tam anlamıyla baştan aşağı politik bir ülke olan Çarlık Rusya, öteden beri çeşitli devrimci yapılanmaların reaksiyonlarıyla karşı karşıya gelmiş, 1905 Devrimi ile geçici bir yenilgi yaşamış, fakat lehine işleyen koşullar ve yaptığı manevralarla bu yenilgiden 1917 Şubat Devrimi’ne kadar geçen sürede sıyrılmıştı. Böylesi politik krizlerin cereyan ettiği yıllarda, edebiyat çevreleri çeşitli sanat görüşleri etrafında kümelenmiş kendi savaşlarını veriyorlardı. Seyrini siyasal gelişmelerin belirlediği iki temel sanat yaklaşımı üzerinde soluksuz ve ateşli tartışmalar yaşanıyordu. Bu yaklaşımlardan ilki o güne değin varlığını sürdüren egemen burjuva sanatı, diğeri ise bu egemen sanat anlayışını ve onun toplumsal, felsefi ve dolayısıyla kültürel tahakkümünü radikal bir biçimde ilga etmek, yerine çağdaş, sınıf bilinci esasına dayanan bir sanat yaratmak isteyen proletarya sanatıydı. Bu çetrefilli dilemmanın içinde bocalayan Rus entelijansiyası, bir grup şairin 1912 yılında yayımladıkları “Genel Beğeniye Tokat” isimli fütürist (gelecekçi) bildiriyle sarsıldı. Başını David Burliuk, Vladimir Mayakovski, Velimir Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih‘in çektiği Hylia adlı grup, yayımladıkları avangart bildiride geçmişin edebi değerlerini, yazınsal biçem ve üsluplarını daha önce eşine rastlanmadık bir sertlikle yeriyorlardı. Bununla birlikte Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski gibi Rus edebiyatının kadim putlarını, kendi değimleriyle söyleyecek olursak “…çağdaşlık gemisinin bordasından atmak gerek”tiğini ilan ediyorlardı. Esasen İtalyan menşeli bir fikir hareketi olan fütürizm, yazar Filippo Marinetti‘nin çevresinde toplanmış bir takım entelektüelin 1909 yılında kaleme aldıkları Fütürist Bildiri ile hayat bulmuştu. Geçmişin sanatsal, kültürel değerlerini köktenci bir ısrarla reddeden fütüristler, modernizmi geleceğin dünyasına açılan kapıların anahtarı olarak görüyor ve makineleşme, sürat, şehirleşmiş medeniyet -bilhassa İtalya’da- ilkeleriyle yeni bir dünyanın estetik strüktürünü oluşturmayı amaçlıyorlardı. Daha da ileriye giderek, vandal bir cüretkârlıkla “Müzeleri, kütüphaneleri, yerle bir ederek, ahlakçılık, feminizm ve bütün yararcı korkaklıklarla savaşacağız.” şeklinde saldırgan söylemlerle varlığından nefret duydukları kültürel yapıyı tarumar etmek istiyorlardı. Fakat Rus fütüristler, İtalyan fütürizminden başta politik olmak üzere birçok hususta ayrılıyorlardı. Zira İtalyan fütürizminin kuramsal önderi Marinetti ve çevresindekiler İtalyan Faşist Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yerlerini almışlardı -ki insanlığın kültürel mirasına susamış böylesi mizantrop emeller ancak dönemin faşizm hareketi tarafından destek görebilirdi- ve buna karşın Rus fütürizminin politik yönünü belirlemiş olan Mayakovski erken yaşlarda Bolşeviklere katılmış bir Marksistsi. Rus fütüristler burjuva kültürünün boğucu statükosunu yıkmak, çağın teknolojik ve siyasal gelişmelerinin belirlediği nesnel koşullar minvalinde bir sanat anlayışı yaratarak, özellikle edebiyatta epeydir egemen olan sembolizmi ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bu sebeple fütürizmin ontolojik sütunlarından biri olan “kültürel yadsıma” ilkesini, geçmişin sanat anlayışlarını yok etmek için güçlü bir silah olarak görüyor ve bu hedeflerini yazdıkları öfkeli bildirilerinde açık yüreklilikle dile getiriyorlardı: “Biz çağımızın yüzüyüz… Geçmiş daracıktır. Akademi ve Puşkin, hiyerogliflerden daha anlaşılmazdır… Sayısız Leonid Andreev’lerin sümüklerine değen ellerinizi yıkayın…”

Rusya’da fütürizm çağı başladıktan sonra kübofütürizm, egofütürizm vb. gruplar oluşmuş olsa da, bunlar arasından akımın en önemli örneklerini, içinde Mayakovski, Hlebnikov, Burliuk, Kruçyonih’in bulunduğu kübofütüristler vermiştir. Kübofütüristler, şiir dilinde bir devrim gerçekleştirerek, bir takım deneylerle kendilerine özgü edebi teknikler oluşturmuşlardır. Sözgelimi Hlebnikov, konuşma dilinin şiirsel ölçüsünü öne çıkarmıştır:

“Yıldızlara bakmak uzun uzun

Bir ölüm hükmü imzalamaktan

Çok daha hoş gelir bana.

Ve çok daha hoş gelir

Çiçeklerin sesini dinlemek

“İşte Hlebnikov!” diye mırıldanan sesini

Bahçede dolaşırken

Çok daha hoş gelir evet

Beni öldürmek isteyenleri öldüren

Tüfekleri görmekten.

Niçin hiçbir zaman

Yönetici olamayacağımı

Anladınız mı şimdi!”

Çeşitli bilim dallarında görmüş olduğu tahsiliyle taşkın bir birikime sahip olan Velimir Hlebnikov, Rus fütürizminin kuramsal taşlarını örmüş bir filolog ve şairdir. Kelimelerle nesnelerin özü arasında dolaysız bir bağlantı kuran bir dil felsefesi yaratması, şiirsel yaratı ve dil yaratısını bütünleştirmesiyle oluşturduğu poetika, fütürist okulun dil doktrini konusunda alametifarikası olmuştur. Sözcüğü, söylencenin yaratıcısı olarak kabul eden fütüristler, bir şairin değerini, onun sözcük dağarcığının belirlediğini düşünüyor ve kendilerinden önceki edebi üretim tekniklerini ve dil kuramlarını bayağı bularak onlara karşı cephe aldıklarını yayımladıkları her bildiride şiddetle ifade etmekten geri durmuyorlardı. Bu avangart topluluk, kurumsal bir oluşum hali alarak, Yargıçlar Balıklığı adlı dergide on üç maddelik kendi şiir kuramlarını ilan etti. On üç maddelik şiir kuramı amentüsünde en çok göze çarpan, “Bireysel gerçeğin özgürlüğü adına yazım kurallarını yadsıma”ları, “Sözcüklere yazılış ve söyleniş özelliklerine göre anlam yakıştırmaya koyulma”ları ve yaratıcılığı dizginlediğini düşündükleri gramer kurallarında reforma gittiklerini duyurmalarıdır.

“İşini bitireceğiz senin romantik dünya!” şiarıyla harekete geçmiş olan Rus fütüristler, destekledikleri Bolşeviklerin öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi’ni büyük bir coşkuyla karşılarlar. Çarlık otokrasisinden arta kalan sosyo-kültürel ilişkilerin ve Ekim Devrimi öncesi sanat anlayışlarının dönüştürülmeye başlandığı yıllarda, eski kültür ve sanat anlayışlarına karşı uzlaşmazlıkları varlıklarının yongası haline gelmiş olan fütüristler, devrimi düşledikleri dünyayı yaratmak için çok önemli bir araç olarak görmüşlerdir. Yeni bir kültürün inşası için seferber olan fütüristler, başta Mayakovski olmak üzere, fütürizmi proletaryaya tanıtmak, işçi sınıfının sanatını yaratmak iddiasıyla çalışmalara başlarlar. Fakat fütüristler tüm çabalarına rağmen Rus proletaryası ile sanatsal bir bağ kuramazlar. Çünkü Ekim Devrimi öncesi edebiyatın ve diğer sanat formlarının proletarya tarafından bilinmemesi, eski estetiğin reddiyesinden doğan fütürizmle sınıfsal bir estetik ilişki kuramama problemini ortaya çıkarır. Dolayısıyla fütüristler, en başta olduğu gibi marjinal bir hareket olmayı sürdürerek kendi iç tartışmalarına gömülürler. Bu tartışmalar gittikçe Ekim Devrimi’nin sorgulanmasına ve devrimle uyum sorunu yaşamaya varır. Henüz şair olmazdan önce aktif politikaya girmiş ve Bolşeviklerin safında yer almış olan Mayakovski, neredeyse hiç politik olmayan fütüristlerden farklı olarak proletaryayla içten bağlar kurabilmiştir. Fütürist çevrelerle yaşadığı uzlaşmazlıklar ve fütürizmin siyasal davranış sorunsalından doğan nedenlerden ötürü Mayakovski, gittikçe fütürizmden kopar ve artık kendini bütünüyle sosyalist gerçekçiliğe adar.

“Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle yürüyorum – yakışıklı, yirmi iki yaşında.“

Bir orman bekçisinin oğlu olan Mayakovski, 1893 yılında Gürcistan’ın Bağdadi köyünde doğar. Lise eğitimi alması için ailesi Kutays’a taşınır ve Mayakovski ilk kez burada sosyalist gruplarla tanışır. Babası Vladimir Konstantinovich‘in ölümünden sonra aile Moskova’ya taşınır. Mayakovski, burada odalarını kiraladıkları sosyalist öğrencilerin etkisiyle Marksist klasikleri ve Lenin’in broşürlerini okumaya başlar. Derslerinden çok sol yayınları okumaya zaman ayıran Mayakovski’nin okul yaşamı iyi gitmemektedir. Bu durumu fark eden ablası, İ. Karahan isminde biriyle Mayakovski’ye ders vermesi için anlaşır. Ne var ki İ. Karahan bir Bolşeviktir ve Mayakovski’nin İskra’nın eski sayılarını, Bolşeviklerin yayınlarını okumasını sağlar. Böylece Mayakovski henüz on beş yaşındayken Bolşeviklere katılır, artık bir devrimcidir ve yoldaş Konstantin ismini almıştır. Yaşına aldırış etmeden İskra’nın yeni sayılarını gizlice dağıtır ve Bolşeviklere toplantı için boş daire ayarlar. Yoldaş Kanstantin, Bolşeviklerin bir yeraltı basım evinde çarın polislerince yakalanıp tutuklanır. Cezaevinde çokça okuma şansı bulur, böylece dönemin şiir okullarını ve şairlerini iyice öğrenmiştir. İlk şiirlerini cezaevinde yazan Mayakovski, bu şiirlere gardiyanlar tarafından el konulmasıyla onlara bir daha ulaşamaz. Yıllar sonra bu şiirlerden şöyle söz edecektir: “Gardiyanlar sağolsun, çıkışta aldılar. Yoksa bir de yayınlardım!” Cezaevinden çıktıktan sonra ressam olma arzusuyla Güzel Sanatlar okuluna girer ve burada hayatına bambaşka bir yön verecek, onu fütürizmle tanıştıracak olan David Burliuk’la tanışır. Mayakovski şiirlerini ilk kez Burliuk’a okur ve bu güçlü şiirlerin etkisinde kalan Burliuk şairin dehasını hemen fark eder. Kübist bir ressam ve şair olan David Burliuk, Mayakovski’yi ilerde Rus fütürizminin temellerini birlikte atacakları Velimir Hlebnikov ve Aleksey Kruçyonih’le tanıştırır. Mayakovski, I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, savaşın sancılı koşullarından etkilenerek devrimci sanatının ilk parıltılı eseri olan Pantolonlu Bulut’u yazar. Moskova’da olduğu bu dönemlerde Rus edebiyatının en değerli kalemlerinden biri olan Maksim Gorki’nin evine giderek başını kaldırmadan ona Pantolonlu Bulut’un bazı bölümlerini okur:

“Tek bir ak saç yok ruhumda,

Yaşlılığın çıtkırıldımlığı yok onda!

Dünyayı bozguna uğratarak sesimin gücüyle

yürüyorum – yakışıklı,

yirmi iki yaşında.

 

İster misiniz

ten kudurtsun beni,

-ve gök gibi renk değiştirerek ansızın-

İster misiniz öylesine yumuşayım,

sevecen olayım ki öylesine

hani, erkek değil de, pantolonlu bir bulut desinler bu!”

Mayakovski şiiri okuduktan sonra başını kaldırır ve Gorki’nin yaşlanmış gözleriyle kendisine baktığını görür. Pantolonlu Bulut, Mayakovski’nin 1915 yılında tanıştığı ve yaşamının sonuna dek şiirlerinde sevgisini dile getirdiği Lili Brik‘in yardımıyla basılır.

Ekim Devrimi ile birlikte kendini yeni kültürün ve sanatın yaratılmasına adayan Mayakovski, bu yıllarda durmadan ajit-prop resimlerle bezenmiş politik pankartlar, afişler yapar, fabrikaları dolaşarak şiirler okur ve sosyalist sanat anlayışını içeren konferanslar verir. Örneğin devrim ordusu askerlerine ayakkabı toplanması için yaptığı bir pankarta şunları yazar: “Arkadaşlar! Çetindir yolu geleceğin. Dayanaklı pabuçları olmalı öncülerin!”

Mayakovski, Parti Merkez Komitesi’nin de izniyle 1923 yılında, burjuva sanatına karşı her alanda mücadele etmek için Lef Dergisi’ni (Sol Sanat Cephesi) kurar. Lef, sosyalist sanat fikrini savunan entelektüellerin bir araya geldikleri, sosyalist gerçekçilik akımının kuramsal çalışmalarının tartışıldığı bir dergi olarak, iki yıllık yayım hayatında sekiz sayı çıkartmış ve dönemin en önemli edebiyat mecmuası olmuştur. Daha sonra çeşitli tartışmalar beraberinde gruplaşmaları getirmiş ve Lef 1925’te kapanmıştır.

1923-25 yılları Mayakovski’nın ağır buhranlar yaşadığı yıllardır. 1924’te Lenin’in ölümüyle derinden sarsılan şair, uzun bir süre kendini toparlayamaz. Lenin’in ölümünden sonra, içinde duyduğu acıyı kalemiyle birleştiren şair, en değerli eserlerinden biri olarak görülen Lenin Destanı’nı yazar. İlk kez Pravda’nın yazı kurulu odasında gördüğü, kitaplarını her okuduğunda coşkuya kapıldığı ve ne yazık ki hiç tanışma fırsatı bulamadığı Lenin için şunları yazar:

“Çelenkler süslüyor başını.

Korkuyorum kapanır diye Lenin’in gerçek bilge ve insan alnı.

Korkuyorum kirletir diye geçit törenleri anıtkabirler ve kalıplaşmış saygı duruşları

Lenin’in sadeliğini.”

Lenin’in ölümünün etkisini henüz atlatmamış olan Mayakovski, ikinci bir felaket yaşar. Şiir tartışmalarında sürekli olarak çekiştiği melankolik şair Sergey Yesenin, 28 Aralık 1925’te bir otel odasında kendini asarak intihar eder ve Mayakovski’ye intiharından bir gün önce damarlarını açıp kendi kanıyla yazmış olduğu Elveda Dostum isimli bir şiir yazar:

“Elveda sevgili dostum elveda,

Sen kökleri içimde uzanan..

Ayrılık yazılmış alnımıza

İlerde gene karşılaşırız inan..

 

Elveda dostum, el sıkışmadan

Sessizce.. Ne keder ne tasa gerek:

Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada

Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.”

Sergey Yesenin’in trajik bir biçimde canına kıyışı Mayakovski’yi büsbütün harap eder ve 1926 yılında Sergey Yesenin’e isimli şiirini yazarak,  Yesenin’in intiharını şiddetle kınar:

“Alışılmış deyimiyle siz

Bir başka dünyaya göçüp gittiniz

Hayır Yesenin bu şaka değil,

Boğazında düğümlenen acıdır

Kahkaha değil…

 

Bu dünyada ölmek güç bir şey değil,

Bir hayat kurmaktır güç olan…”

 

Mayakovski bu zor zamanları atlatmak adına uzun bir yurt dışı seyahatine çıkar. Birçok ülke dolaşır, gittiği ülkelerde çeşitli konferanslar verir ve Sovyet Rusya’ya dair yapılan karalamalara karşın insanları aydınlatır. Son yurtdışı gezisini konu edinen şiirinde sosyalist bir ülkenin vatandaşı olması nedeniyle karşı karşıya kaldığı ayrımcılığı anlatır:

“Ve şu polis milleti nasıl da şehvetle kırbaçlar

nasıl çarmıha gererdi beni

sadece ve sadece elimde oraklı çekiçli bir pasaport var diye…

 

Şu memur zihniyetini bir kurt bir kuzuyu paralar gibi paralamak isterdim,

ve en ufak bir saygı duymadım bu cinsten belgelere ömrüm boyunca

ve cehenneme kadar yolu var tüm evrakların derdim.

Ama bu.. bu başka..

 

Ve daima gururla çekip çıkaracağım ceplerimden pasaportumu:

İyi okuyun sayın baylar ve gıpta edin:

Yanılmıyorsunuz evet

Sosyalist bir ülkenin yurttaşıyım ben.”

Mayakovski 1 Şubat 1930 yılında yirmi yıllık çalışmalarından oluşan retrospektif bir sergi açar. Şiirlerinin yayımlandığı dergiler, gazete kupürleri, yazdığı kitaplar, iç savaş ve NEP döneminde yaptığı pankartların sergilendiği bu sergi bir nevi şairin sevenlerine vedası gibidir. Zira hiç takım elbisesi olmayan şair Mayakovski, 14 Nisan 1930’da, şakağıyla buluşturduğu silahının tetiğini çekerek intihar eder. Rus edebiyatının militan şairi, fabrikalarda okunan şiirlerin davudi sesi, “Genç şairlerin bitirilmemiş şiirleri yoktur.” sözüne karşın henüz bitirilmemiş şiirleri olan, Yesenin’in intiharını kınayan şiiri yazdıktan beş sene sonra, ardında son bir mektup bırakarak kendinden vazgeçer. Hâlâ yakışıklıdır, fakat bu kez yirmi iki değil, otuz yedi yaşındadır.

Son Mektup’tan

“Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem), ama benim için başka bir çıkar yol kalmamıştı. Lili beni sev. Hükümet yoldaş! Ailem: Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve Veronika Vitoldovna Polonkaya’dan ibarettir; yaşamalarını dağlardan ne mutlu bana.. Aşkın küçük sandalı hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi! Dayanamayıp parçalandı işte sonunda…”

 

KAYNAKÇA

TOKATLI Atilla, Sovyet Şairleri Antolojisi, Yön Yayınları, İstanbul, 1992.

TROÇKİ Leon, Edebiyat ve Devrim, Çev: Hüsen Portakal, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 1987.

FROMM Erich, İsa Dogması, Çev: Bozkurt Leblebicioğlu, Say Yayınları, İstanbul, 2017.

DOSTOYEVSKİ Fyodor Mihayloviç, Puşkin Konuşması, Çev: Tektaş Ağaoğlu, İletişim Yayıncılık, Ankara, 2009.

TÜTEN Özkaya, “Rus Edebiyatında Sembolizm”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, (2013), s. 412- 413- 415- 416.

Görsel: Puşkin – J. L. Obolenskaya (1925)

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi127

FYODOR İVANOVİÇ TYUTÇEV



Sedef Ergürbüz

Kaynak: https://www.panzehirdergi.com/

 

 

Senarist ve yönetmen Cem Başeskioğlu’nun Andrei Tarkovski Stalker (İz Sürücü) film okumasındayız. Cem hoca bir sahnede, iz sürücünün kızının okuduğu şiirin kime ait olduğunu sordu. Tabii biz de hemen -Tarkovski babasının şiirlerini filmlerinde sıkça kullandığı için –  Arseni Tarkovski cevabını verdik.

Aslında doğru cevap Fyodor İvanoviç Tyutçev idi. Kanımca ülkemizde sadece derinlemesine araştıran, okuyan kişilerin bildiği bir şair Tyutçev. Zira şiirlerinden sadece Son Aşk sevgili Ataol Behramoğlu tarafından dilimize kazandırılmış. Gelin, önce ömrünün son baharında tutulduğu aşk üzerine yazdığı bu şiirle tanışalım:

SON AŞK

Ah, nasıl da sevecen ve kör bir tutkuyla
Severiz son demlerinde ömrün…
Parlasın parlasın veda aydınlığı

Son aşkın, batan günün…

Yarı gök gölgeyle kaplandı
Sadece batıda bir ışık parçası,
Uzasın, uzasın bu büyülenmişlik
Ağır ol, ağır ol ey akşam ışığı.

Tyutçev’in İz Sürücü’de geçen şiiri ise Silentium (Sessizlik). Tarkovski filminde bu şiiri okutarak, ortak arayış ve duyguya sahip olduğuna inandığı büyük ustaya saygı duruşunda bulunuyor.

 

HAYATI

Varlıklı bir toprak sahibi olan Tyutçev’in babası, Rus müzisyen, besteci ve müzik eğitimcisi Nikolay Rimski Korsakov’un ailesine mensup. Annesi Ekatarina Tolstoya ise -soyadından da anlaşılacağı üzere- Tolstoy ile akraba. Tyutçev şiirdeki ilk denemelerini 10 yaşında yaptı ve 15’inde Rus Edebiyatı Âşıklar Derneği’ne üye seçildi. 12 yaşından itibaren Latinceye hâkimdi ve antik Roma şiirini tercüme edebiliyordu.

Moskova Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde eğitim görmüş olan Tyutçev, ülkesine Münih ve Torino’da diplomat olarak hizmet etti. Yirmi iki yıl yabancı topraklarda yaşadı, ancak anavatanıyla olan manevi bağını kaybetmedi. Almanya’da, Münih’te Alman idealist felsefecilerine katıldı. Schelling ile tanıştı, Heine ile arkadaş oldu.

Şairin asıl çıkışı 1836’da gerçekleşti. Almanya’dan gönderilen şiirlerinin yer aldığı bir defter Puşkin’in eline geçti ve Puşkin, Tyutçev’in şiirlerini çok beğenerek Sovremennik dergisinde yayımladı. Bununla birlikte Tyutçev’in tanınıp ünlenmesi çok daha ileriki yıllarda, anavatanına döndükten sonra gerçekleşti. 50’lerde Nekrasov, Turgenev, Fet ve Chernyshevsky şaire hayran kaldı, bu sayede şiirleri 1854 yılında yayımlandı.

 

SİLENTİUM (SESSİZLİK)

Fyodor Tyutçev, Puşkin ve Lermontov ile birlikte 19. yüzyılın en büyük üç Rus şairinden biri olarak kabul edilir. Rus şiirinde, maddi dünya ile metafizik arasındaki bağı kurmuştur. İmgeler, metaforlar dünyasının olduğu kadar, elle tutulan dünyanın dışında bir iç dünya arayışının da temsilcisidir. Bu arayışı yansıttığı en güzel şiirlerinden biri Sessizlik şiiridir.

Tyutçev bu şiirinde aşina olduğu, olası ilham kaynaklarını tanımlamaya çalışır. Bunlar güzel gece, gökyüzündeki yıldızlar ve enfes su kaynaklarıdır. İç hayatı gece ile ilişkilendirir; duygu ve rüyaları sessiz gece yıldızlarıyla karşılaştırır. İnsan özüne mümkün olduğunca yakın olanı, saf doğanın görüntüsü olarak belirtir. İnsana, tanrı ve doğanın uyumunu ve bu fenomenlerin tüm insanlığı nasıl etkileyebileceğini açıklamaya çalışır. Şair, her kişiliğin yalnızca ruhuyla sınırlı olacak kendi özel evrenine sahip olması gerektiğini, herkesin kendi yolunda bireysel olduğunu vurgular. Her insanın kendine özgü yargıları, düşünceleri ve varsayımları, kendi karakteri, meydana gelen olaylara ve olaylara karşı kendi tepkisi vardır. Ancak bu, en derindeki düşüncelerinizi başkalarıyla tartışmanız gerektiği anlamına gelmez. Endişelerinizi kendinize saklamak en iyisidir ve bazı durumlarda, onları yüksek sesle seslendirmeniz bile gerekmez.

“Sözlü bir düşünce yalandır”der Tyutçev.

İskandinav mitolojisinde geçen, yalnızlığın ve sessizliğin yurdu olan Kara Delik Ormanı’na yolu düşenler, o ormandan ayrılana değin tek kelime dahi etmezler. Soluk benizli, hasta görünümlü, hüzünlü bir tanrının -seneler evvelinden yadigâr- sessiz, çığlıksız yankısını dinler dururlar. Ve derler ki orada, Kara Delik Ormanı’nın tam ortasındaki yıllanmış bir ağacın gövdesinde şöyle yazarmış:

“Yalnızlığın herhangi bir noktasında sözcükler ortadan yok olur ve ruh orada, o sessizliğin içinde usul usul büyür.”

Kara Delik Ormanı’nda sessizce yapacağımız gece gezintilerinde kafamızı kaldırıp kristal gökyüzündeki yıldızlara bakmaya hepimizin çok ihtiyacı var.

Sevgiyle kalın…

Kaynakça:

Senarist ve Yönetmen Cem Başeskioğlu ile Film Okumaları

http://ftutchev.ru/

https://stuklopechat.com/publikacii-i-napisanie-statey/92129-tyutchev-silentium-analiz-stihotvoreniya.html

Sessizlik şiirinin Vladimir Nabokov tarafından yapılan İngilizce çevirisine buradan ulaşabilirsiniz: https://culturedarm.com/silentium-by-fyodor-tyutchev/

'Rus ruhu' üzerine


Cenk Başlamış

 

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin çarşamba günü “geleneksel manevi ve ahlaki değerlerin korunması ve güçlendirilmesine” yönelik bir kararname imzaladı.

Kararnamede yer alan 17 madde arasında, vatanseverlik, maneviyatın maddiyatın önünde olması, güçlü aile, karşılıklı yardımlaşma ve merhamet de bulunuyor.

Konu maneviyata gelince, pek çok ulus diğerlerinden farklı, özgün ve üstün olduğuna inanır ama bu konuda Rusları ayrı bir yere koymak gerekir.

Putin’in iki yıl önce yaptığı bir tanıma bakılırsa, “Rusya sadece bir ülke değil, zengin gelenekleri, çok kimlikli karakteri, sayısız kültür ve inancı sayesinde farklı bir uygarlık...”

Ancak Rusya’nın ve Rusların diğer tüm ülkelerden ve uluslardan farklı olduğu görüşü, daha doğrusu iddiası yeni değil, hatta yüzyıllar öncesine dayanıyor.

Rusya ile biraz ilgisi olanların yakından bildiği bir dörtlük vardır: 

“Rusya akılla anlaşılamaz

arşınla ölçülmez

kendine hastır

Rusya'ya sadece iman edilir…"

 

Dörtlük 1800’lerde yaşamış Rus şair ve diplomat Fyodor Tyutçev’e ait.

Bu öyle bir dörtlük ki, ilk bakışta yergi içerdiği izlenimi bırakıyor ama aslında Rusya'nın, "akılla, mantıkla anlaşılamaz, çözülemez, başkalarına benzemez manevi kimliği"ne vurgu yapıyor.

Bu tanım yüzyıllardır Rusların kendileriyle övünmek için söylediği "Rus ruhu"nda bayraklaşan, somutlaşan bir söze dönüştü.

Bir ülkenin akılla çözülememesi, özellikle kendi ülkelerinde akılcılığın hakim olduğu Batılıların anlamakta güçlük çektiği bir durum.

Onlar için ne kadar anlaşılmaz bir şeyse, Ruslar için de o kadar gurur kaynağı.

Örneğin, bir yabancı Rus arkadaşına Rusya’da anlayamadığı, kavrayamadığı şeyler olduğunu söylese kendisine hemen bu dörtlük hatırlatılır. Zaten Ruslara göre, bir yabancı Rusya’yı kesinlikle anlayamaz çünkü “dünya bir yana Ruslar bir yanadır, onlar başka, bambaşkadır...”

Bu durumla karşılaşan bir yabancı ister istemez ya aşağılık kompleksine kapılıyor ya da “Nasıl yani, Ruslar uzaylı mı, nasıl diğerlerinden bu kadar farklı olabilir ki...” diye tepki gösteriyor.

Ama tabii ülkelerine eleştirel bakan Ruslar da yok değil.

Bunlardan biri de, Tyuçev’le aşağı yukarı aynı zamanlarda yaşamış filozof Pyotr Çaadayev.

Bakın o ne demiş?

“Bazen bana öyle geliyor ki, Tanrı Rusları diğer halklara nasıl yaşamamaları gerektiğini göstermek için yarattı. Rusya toplumunun kimliği hiçbir zaman olmadı. Yok. Olmayacak da. Zaten gerek de yok. Tıpkı Rusya gibi halkı da dünyaya bir ders olarak varlığını sürdürüyor...”

Haliyle o zamanlar bu sert sözleri söylemenin bir bedeli vardı.

İmparatorluk Çadaayev’i “deli” ilan etti ve eserlerini yasakladı.

Tyuçev mi haklı yoksa Çadaayev mi?

Galiba Rusya'ya uçlardan bakan ikisi de haksız...

8 Kasım 2022 Salı

Ekim Devrimi 105 yaşında: Rusya’da '1917 Ekim Devrimi Günü'


Kaynak: https://sputniknews.com.tr/

 

7 Kasım 1917'de (eski takvime göre 25 Ekim), Çarlık Rusya’da Bolşevikler lideriğinde, Petrograd’da (1924’ten sonra Leningrad, 1991’den sonra St. Petersburg) Geçici Hükümet devrilerek emekçi ve asker vekilleri konseyinin iktidarı ilan edildi.

 

Ekim Devrimi sonucu ülkenin siyasi, ideolojik ve sosyoekonomik yapısı değişti. Aynı zamanda uluslararası ilişkiler sisteminde küresel değişikliklere yol açtı, dünya genelindeki devrimci süreçlerin ve ulusal kurtuluş hareketinin gelişimine katkıda bulundu.

Ekim Devrimi sonucu, eski Rus İmparatorluğu topraklarının büyük kısmında sosyalist bir devlet kuruldu.

Bu devlet, 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adını aldı. Birlik, 15 cumhuriyetten oluştu.

1988-1990’lı yıllarda, Sovyetler Birliği’ndeki perestroyka süreci kapsamında, tüm birlik cumhuriyetleri bağımsızlık ilan etti.

1991 Aralık başında, Sovyetler Birliği’nin varlığını sona erdiren Belovezh Anlaşmaları imzalandı. 22 Aralık 1991’de Rusya, eski Sovyetler Birliği’nin hak ve yükümlülüklerini üstlendi.

Sovyet dönemi boyunca 7 Kasım, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi Günü’nün kutlandığı resmi tatildi.

Ekim Bayramı Günü ilk kez 1918’de kutlandı. 2 Aralık 1918 tarihinde, Rusya Merkez İcra Komitesi’nin kabul ettiği Emek Kanunu’nda, 7 Kasım tatil günü olarak gösterildi ve Proletarya Devrimi Günü olarak gösterildi.

1927’de, devrimin 10. kuruluş yıldönümü vesilesiyle, 8 Kasım da ek tatil günü ilan edildi. 1928’de, Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti Emek Kanunu’na ilgili değişiklikler yapıldı. 7-8 Kasım günleri, Ekim Devrimi Yıldönümü adını aldı.

Joseph Stalin liderliği döneminde, bayram geleneği nihai halini aldı: Emekçi yürüyüşlerinin yapılması, ülke liderlerinin Lenin Mozolesine çıkması ve Kızıl Meydan’da askeri geçidin düzenlenmesi yere alıyor.

Ekim bayramının tarihi, Sovyetler Birliği tarihiyle birlikte sona erdi. 7 Kasım 1991’de ilk kez bir devlet kutlaması yapılmadı. 1992’den itibaren 8 Kasım resmi tatil günü olmaktan çıktı.

13 Mart 1995’te, Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in imzaladığı “Rusya’nın zafer günleriyle ilgili” federal kanununda 7 Kasım, Moskova’nın Kuzma Minin ve Dmitry Pojarski liderliğindeki milis güçleri tarafından Polonyalı işgalcilerden kurtarıldığı gün (1612) ilan edildi.

Yeltsin, 7 Kasım 1996 tarihli kararıyla bayrama yeni ad verdi: Uyum ve Uzlaşma Günü.

29 Aralık 2004’te, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in imzaladığı “Rusya zafer günleriyle ilgili kanunun 1. maddesine değişikliklerin yapılması” ile ilgili federal kanuna göre 7 Kasım, Rusya’nın askeri zafer günü oldu, yani Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 24. yıldönümü vesilesiyle Moskova’daki Kızıl Meydan’da askeri geçidin yapıldığı gün olarak kutlanmaya başladı. Kanunun 2. maddesine şu fıkra eklendi:

“4 Kasım, Ulusal Birlik Günü olarak kutlanıyor.”

2005’ten başlayarak 7 Kasım günü tatil olmaktan çıktı. Onun yerine 4 Kasım’da kutlanan Ulusal Birlik Günü tatil oldu.

21 Temmuz 2005’te Putin’in imzaladığı “Rusya Zafer Günleri ile ilgili federal kanununa değişikliklerin yapılması” ile ilgili federal kanun uyarınca kanun “Rusya’nın askeri zafer ve anı günleri” adını aldı.

Ekim Devrimi yıldönümünde, komünist ve solcu örgütlerinin temsilcileri anma etkinlikleri düzenliyor.

Dünyayı değiştiren 10 gün

 


Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Bugün "dünyayı sarsan", "tarihin akışını değiştiren" Ekim Devrimi'nin 105. yıl dönümü. 7 Kasım 1917'de (Gregoryen takvimine göre 7 Kasım, eski Miladi takvime göre 25 Ekim'e denk geliyor)  Lenin'in liderliğindeki Bolşeviklerin St. Petersburg'da (o günkü adıyla Petrograd) Kışlık Sarayı'nı ele geçirmeleriyle Çarlık Rusya'sının sonu geldi, sosyalizm iktidara geldi.  Bu tarihi gün Rusya'da özellikle Komünist Parti'nin öncülüğünde mitinglerle kapsamlı olarak kutlanacak. 100. yılında, Bolşevik Devrim etrafındaki tartışmalar da tüm hararetiyle devam ediyor.

Peki, tarihin bu kritik dönemecinde ne olmuştu? Sonuçları neler oldu? 

BBC Türkçe Servisi'nden İrem Köker ve Onur Erem, o dönemde Rusya'da yaşanan olayları ve devrimlerin arkasındaki nedenleri bir dosya ile mercek altına aldı: "1917 dünyanın değiştiği en önemli yıllardan biri olarak tarihe geçti. Birinci Dünya Savaşı devam ederken, Rusya'da iki devrim yaşandı.  Çarlık rejimine son verildi, dünyanın ilk sosyalist yönetimi kuruldu."

BBC'nin dosyası şöyle:

1917'nin başında Rusya'da savaşın yıkıcı etkisi hissediliyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte adındaki Almanca ekler çıkarılarak St. Petersburg'dan Petrograd'a dönüştürülen Rusya'nın başkentinde gıda maddelerine erişimde sıkıntı yaşanıyordu.

Ülke çapında köylüler işledikleri toprağa sahip olamamaktan, işçiler ise yaşam ve çalışma koşullarından şikayetciydi. Üç yıldır devam eden savaş, milyonlarca kişinin yaşamına mal olmuştu. Çok sayıda asker silahlarını bırakıp, cepheyi terk eder hale gelmişti.

1917'nin başında şeker, yağ, süt, ekmek, meyve ve yakacak gibi temel ihtiyaç maddelerinde kıtlık yaşanıyordu. Bu durumun yaratabileceği sonuçların farkında olanlar, bir isyandan endişeleniyordu.

7 Şubat'ta Çar İkinci Nikolay'a bir mektup gönderen Dük Aleksandr Mihayloviç, "Danışmanlarınız Rusya'yı ve sizi bir felakete sürüklüyor" diyordu:

Huzursuzluk hızla artıyor. Geçen her gün halkınızla aranızdaki uçurum büyüyor. Bu durumun devam etmesine izin verilmemeli. Söyleyeceklerim kulağa garip gelse de, hükümet devrime zemin hazırlıyor. Halk bir devrim peşinde değil ama hükümet halkın huzursuzluğunu artırmak için mümkün olan tüm adımları atıyor.

Fakat aylar içinde sosyalist bir devrimin gerçekleşmesini kimse beklemiyordu. O devrimin liderliğini yapacak olan ve 1917'nin başında İsviçre'nin Zürih kentinde bulunan Vladimir Lenin bile, "Biz yaşlılar, gelecekteki devrimin tayin edici savaşlarını göremeyeceğiz" diyordu.

Şubat ayının başında, planlamada yaşanan sorunlar ve mevsim normallerinden sert seyreden kış nedeniyle ihtiyaç malzemelerini taşıyan araçlar da Petrograd'a ulaşmakta zorluk yaşıyordu.

Yazar Maksim Gorki, 10 Şubat'a gelindiğinde, gıda maddelerinin yetersiz yakıt nedeniyle Petrograd'a ulaşamayan trenlerde kalması sonucu kentin iki haftalık yiyeceğinin kaldığını, önlerinde büyük bir kıtlık olduğunu düşünmeye başlamıştı.

Rusya parlamentosu olan Duma'nın Başkanı Mikail Rodzianko, 10 Şubat'ta Çar İkinci Nikolay'a gönderdiği mesajda, gıda sıkıntısının olası sonuçları hakkında net uyarılarda bulunmuştu:

İçişleri Bakanı Protopopov'u görevden almazsanız her şey olduğu gibi devam edecek ve üç hafta sonra karşınızda o kadar güçlü bir devrim bulacaksınız ki sizi ve hanedanınızı yeryüzünden silecek.

13 Şubat günü kente gelen un miktarı, ihtiyacın 12'de 1'ine kadar düştü. Sokaklarda ekmek kuyrukları ve huzursuzluk paralel bir şekilde artarken o dönemde Bolşevik Merkez Komitesi'nin başında bulunan Aleksander Şlyapnikov, ekmek isyanından bir devrim çıkabileceğine inanmıyordu:

20 Şubat'ta emniyet birimleri, yiyecek bulamayan halkın isyan edebileceğini, Bolşevikler ve Menşeviklerin bu yönde hazırlıkları olduğunu bildirdi.

25 Şubat'a gelindiğinde sokaklar on binlerce protestocuyla dolmuştu. Yiyecek bulamayan halk hükümeti protesto ederken askerler, isyanı bastırmak için halkın üzerine ateş açtı. Çok sayıda kişinin ölmesine ve yaralanmasına yol açan bu olay, Şubat Devrimi'ne giden yolda yaşanan ilk şiddetli çatışmaydı. Sonraki gün, ölü sayısı 40'a çıktı, 100'den fazla kişi gözaltına alındı.

27 Şubat'ta askerlerin içinde ilk itaatsizlikler başladı. Bazı erler halka ateş açmak istemiyordu, bir asker ise kendisine ateş emri veren üstünü silahıyla öldürdü.

O güne kadarki en büyük eylemlerden biri 3 Mart 1917'de, kentin büyük endüstri tesislerinden biri olan Putilov'un işçileri tarafından örgütlendi. Hükümete karşı yapılan bu eylemler ve grevler, sonraki günlerde artışa geçti. Eylemcilerin talepleri arasında "barış ve ekmek" yer alıyordu.

Rusya'daki Fransa elçisi Maurice Paleologue, 6 Mart tarihinde "Petrograd'da ekmek ve yakacak sıkıntısı yaşanıyor" diye yazmıştı:

Sabah uyandığımda fırının önünde bekleyenlerin uzun bir sıra oluşturduğunu gördüm. Bazıları bütün geceyi orada geçirmişti. Ülkede büyük bir nakliye krizi var. Motorlar soğuktan bozulmuş, yedek parçaları üretecek fabrikalarda ise işçiler grevde. Yoğun karın da bazı demiryollarını tıkaması nedeniyle ülke çapında 57 bin vagon hareket edemez hale gelmiş.

Paleologue, 8 Mart'ta insanların "ekmek ve barış" sloganıyla sokağa çıktığını yazmış ve "havada devrim kokusu var" ifadelerini kullanmıştı.

O gün Dünya Kadınlar Günü'nü kutlayan kadın işçiler de eylemlere katıldı. On binlerle başlayan işçi eylemleri 9 Mart günü yüz bini aştı. Bazı yerlerde fırınlar yağmalandı.

O tarihlerde Petrograd'da olan İngiliz yazar Claude Anet, "Rus Devrimi'nin İçinde" adlı kitabında, 9 Mart tarihindeki gazetelerde isyana dair hiçbir haber yer almadığını yazmış ve "Hükümet basını kontrol edebiliyor ama sokakları kontrol edemiyor" demiş, tanık olduğu olayları şöyle anlatmıştı:

"Askerler, Anitchkoff Sarayı'nın önüne gelen eylemcilere dağılmaları uyarısında bulundu. Dağılmamaları üzerine askerlerin başındaki komutan ateş emri verdi. Askerlerin çoğu havaya ateş etti ve insanlar silah sesi üzerine kaçtı."

Anet, sonraki gün de sokaklarda eylemcilerle konuşurken polislerin kendilerine ateş açtığını, askerlerin bu emirlere uymadığını anlattıklarını yazmıştı.

Petrograd Valisi Aleksandr Balk, solcu liderlerin kalabalık kitleleri ajite ettiğini ancak ordunun silah kullanmakta isteksiz olduğunu söylüyordu.

Eylemlerin büyümesi üzerine kentteki tüm eylemler yasaklandı, protestoculara ateş açılması emredildi. Polisler başlangıçta bu emirlere uysa da ilerleyen günlerde halka ateş açmakta isteksiz davranmaya başladı. Askerlerin bir kısmı de eylemcilere destek verdi ve eylemcilere ateş açan polislere ateş açtı, bazı polislerin silahlarına el koyuldu.

Petrograd'daki huzursuzluk artarken 11 Mart günü Rusya İmparatorluğu'nun meclisi Duma'nın faaliyetleri bir kararname ile durduruldu.

12 Mart'ta Duma'nın bir kısmı bu karara uyarken bir kısmı da Geçici Komite adı altında çalışmaya başladı. Bu komite, devrimin ardından Geçici Hükümet'in temelini oluşturacaktı.

Kentte isyan halinde olan kitleler, Petrograd Sovyeti (sovyet, Rusça'da konsey anlamına gelir) adı altında örgütlenmeye başladı. 1905 yılında da kentte, o zamanki adıyla St. Petersburg Sovyeti kurulmuş, fakat sonrasında Çarlık tarafından dağıtılmıştı.

1915 yılında Merkezi İşçi Grubu adı altında Menşeviklerin öncülüğünde, Bolşeviklerin de desteğiyle tekrardan benzer bir yapı kurulmuştu.

Menşevik ve Bolşevikler 1903 yılında birbirlerinden ayrışmış olsa da Şubat Devrimi'nde birlikte hareket etmişlerdi, Menşevikler, sosyalizme geçiş için şartların henüz olgunlaşmadığını savunurken, Bolşevikler ise silahlı ayaklanmayla hızlı bir şekilde devrim yapılması gerektiğini düşünüyordu.

Merkez İşçi Grubu yapı, Şubat Devrimi sürecinde Petrograd Sovyeti'ne dönüştü ve işçiler ve askerlerin üye olduğu, yönetiminde çeşitli sosyalist partilerin yer aldığı önemli bir yapıya bürünerek devrimin ardından zaman zaman Geçici Hükümet'ten daha etkili oldu.

12 Mart'ta Petrograd'daki askerler, halka ateş açma emirleri veren komutanlarına isyan edip silahlarıyla birlikte eylemcilere katılmaya başladı.

Ordunun ağır silahlarının bulunduğu garnizonda olan İngiltere'nin Rusya Askeri Ataşesi Alfred Knox, yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

"Dün bir grup askerin polislere ateş açarak silahlarına el koyduklarını öğrendim. Bazı birlikler isyan etmeye başlamış. 12 Mart günü garnizondayken, binanın isyancı askerler tarafından sarıldığını gördük. Hepsi silahlıydı, çoğunun süngülerinde kızıl bayraklar asılıydı ve başlarında bir komutan yoktu. Bulunduğumuz binanın camlarına bakmaya başladılar. Düşmanca bir tavırları yoktu. Rütbeli askerler de camdan kalabalığı izliyordu.

"Beni en çok etkileyen şey o anki tekinsiz sessizlikti. Devasa bir sinemadaki izleyiciler gibiydik. İsyancı askerler camları ve kapıları kırıp içeri girerken bir grup general binayı arka kapıdan terk etti. Aşağıya inip isyancı askerlere kendimi tanıttım, bana verdikleri bir eskortla birlikte binadan ayrıldım. Yolda Fransız Askeri Ataşesi Albay Lavergne ile karşılaştık ve onunla birlikte Fransız Konsolosluğu'na gittik. Konsolosluğa vardıktan sonra bana eskortun isyancılardan olup olmadığını sordu, öyle olduğunu söyleyince inanamadı ve düzgün, dostça davranışları nedeniyle onları resmi görevliler sandığını ifade etti."

Kısa süre içinde kentteki tüm askerler isyancıların safına katıldı.

Kentte huzursuzluk ve eylemler artarken Duma Başkanı Mikail Rodzianko, o sırada şehir dışında olan Çar İkinci Nikolay'a gönderdiği telgraflarda durumu şöyle anlatıyordu:

Durum ciddi. Başkente anarşi hakim. Hükümet felç olmuş, ulaşım sistemleri çalışmıyor, gıda ve yakıt stokları kontrol edilemiyor. Sokaklarda ateş açanlar var, bazı birlikler birbirlerine ateş açıyor. Bir an önce yeni bir hükümet kurulmalı. Gecikme olmamalı. Tereddüt ölümcül olur. Askerler isyan etmek üzere, komutanlarını öldürüyorlar, isyana katılıyorlar. Eğer ajitasyon orduya tesir ederse Almanya galip gelir, Rusya'nın ve hanedanınızın sonu gelir.

Petrograd'a dönmeye çalışan Çar İkinci Nikolay yalnızca Pskov kentine kadar gelebildi. Duma temsilcileri ve askeri yöneticilerle görüştükten sonra 15 Mart günü tahtı bırakmak zorunda kaldı ve böylece 17'nci yüzyıldan bu yana Romanov hanedanı tarafından yönetilen Rusya İmparatorluğu sonlandı.

16 Mart günü, Geçici Hükümet'in ilk işi haklar ve özgürlükleri genişletmek, siyasi suçluları affetmek ve bir kurucu meclis için seçim düzenleme kararı almak oldu. Bundan dokuz gün sonra da idam cezası kaldırıldı.

Siyasi suçluların affedilmesi, hapsedilen sosyalist devrimcilerin serbest bırakılması ve yurtdışındaki devrimcilerin ülkeye dönmesi ülkedeki sosyalist hareketlerin daha da güçlenmesine neden oldu.

Lenin, Troçki ve Stalin'in dönüşü

Şubat Devrimi'nin ardından, Ekim Devrimi'nin liderliğini yapacak isimler birer birer Rusya'nın başkenti Petrograd'a dönmeye başladı.

1900'den beri sürgünde yaşayan Vladimir Lenin, 16 Nisan 1917'de Rusya'ya geri döndü. Lenin 1895'in sonunda tutuklanmış, bir yıl hapis ve Sibirya'da üç yıl sürgünün ardından Avrupa'ya gitmişti.

Lenin, sürgünden tren ve vapurla yaptığı sekiz günlük bir yolculukla Petrograd'a ulaştı

1906'da, St. Petersburg Sovyeti'nin liderliğini yaparken tutuklanan ve Sibirya'ya sürgüne gönderilirken kaçarak Avrupa'ya giden Lev Troçki, 17 Mayıs 1917'de Petrograd'a geri döndü.

Troçki, Şubat Devrimi'nden kısa süre önce, New York'ta ABD'nin Birinci Dünya Savaşı'na dahil olmamasına yönelik faaliyetler yürütüyordu.

Sibirya'da sürgünde bulunan Stalin de Mart ayında Petrograd'a geri döndü.

Lenin, ülkeye döner dönmez ülkedeki durumu inceleyerek tezler üretmeye başladı. Bu tezleri önce konuşmasında anlatan, ardından da Pravda gazetesine yazan Lenin, özetle şunları savundu:

Yeni hükümet kapitalisttir, sermaye ile savaş arasında çözülmez bir bağ vardır, bu yüzden sermayeyi devirmeden savaşı sonlandırmak mümkün olmayacak.

Geçici hükümetin vaatleri yalandır. Kapitalistlerden emperyalistliği bırakmasını talep etmek kitlelerin boş hayal kurmasına yol açar, bu yüzden iktidarın maskesini düşürmeliyiz.

Partimizin küçük burjuva fırsatçılara karşı azınlıkta olduğu bilinmeli.

Rusya'daki devrimin ilk aşamasında iktidar burjuvaziye geçti, ikinci aşamasında işçilere ve köylülere geçmeli. Parlamenter cumhuriyet değil, iktidarın işçi ve köylü sovyetlerine geçtiği bir cumhuriyet olmalı.

Ülkedeki bütün bankalar sovyetlerin denetimindeki tek bir banka haline getirilmeli.

 

İkili İktidar: Geçici Hükümet ve Petrograd Sovyeti

12 Mart 1917'de kurulan Petrograd Sovyeti, kentteki işçi ve askerlerin üye olduğu bir konseydi.

Menşevikler ve Sosyalist Devrimci Parti'nin etkin olduğu konseyde, iki partinin de Birinci Dünya Savaşı'na karşı çıkmaması nedeniyle zaman içinde Bolşevikler etkisini artırdı.

Menşevikler ve Sosyalist Devrimci Parti bir yandan Petrograd Sovyeti'nde çoğunluğu oluştururken diğer yandan da Geçici Hükümet'te yer alıyordu.

Geçici Hükümet'te Menşevikler, Sosyalist Devrimci Parti, liberal Anayasal Demokrat Parti gibi partilerin yanı sıra bağımsız siyasetçiler de bulunuyordu.

İki devrim arasında 3 farklı koalisyonla yönetilen Geçici Hükümet'in son iki koalisyonunda başbakan Sosyalist Devrimci Parti'den, İçişleri Bakanı ise Menşevikler'dendi.

İki partinin de Dünya Savaşı'ndan çekilmeyen Geçici Hükümet'teki rolleri ve programlarındaki sosyalist vaatlerini dahil oldukları koalisyonda uygulamaya geçirmemeleri işçi sınıfı tabanındaki desteklerini de azalttı.

Lenin, Nisan ayında bu ikili iktidarı değerlendirmiş, yazılarında bu durumu şu sözlerle açıklamıştı:

 

Devrimimizin bir ikili iktidar yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü var. 

Bir ikili iktidarı eskiden kimse ne düşünmüştü, ne de düşünebilirdi.

"İkili iktidar neye dayanıyor? Geçici hükümetin, burjuvazi hükümetinin yanında, henüz güçsüz, tohum durumunda, ama gene de gerçek, söz götürmez ve büyüyen bir varlığı olan bir başka hükümetin: işçi ve asker vekilleri sovyetlerinin kurulmuş bulunmasına.

Bu iktidar, 1871 Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidardır ve başlıca belirtici özellikleri de şunlardır:

1) İktidar kaynağı, bir parlamento tarafından daha önce tartışılmış ve onaylanmış bir yasa değildir. Fakat, kitlelerin bulundukları yerde aşağıdan yukarı doğrudan inisiyatifidir. Bugünlerdeki bir ifadeyi kullanmak gerekirse dolaysız ele geçirmesidir;

2) halktan kopuk ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanmasıdır. Bu iktidar altında, kamu düzeninin korunması, silahlı işçi ve köylüler, silahlı halk tarafından sağlanır;

3) görevliler ve bürokratlar ya halkın doğrudan iktidarıyla kaldırılırlar ya da özel bir denetim alınırlar. Seçimle göreve gelirler. Bunun da ötesinde halkın ilk talebinde geri çağrılabilirler ve böylece burjuva kıstaslarına göre yüksek maaş alan, ayrıcalık sahibi, bir kesim olmaktan çıkartılır, işinin ehli bir işçinin ortalama maaşından daha fazla kazanmayan, özel işleri olan işçilere dönüştürülürler."

BBC History dergisine konuşan Oxford Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Steve Smith, geçiş hükümetinin ülke üzerindeki kontrolünün fazla olmadığını söylüyor.

"Devrimde Rusya: 1890'dan 1928'e Kriz İçinde Bir İmparatorluk" kitabının yazarı olan Smith, işçiler ve askerlerin geçiş hükümetindense Petrograd'daki işçilerin oluşturduğu Petrograd Sovyeti'nin otoritesini tanıdıklarını anlatıyor:

1917'nin bahar aylarında Petrograd Sovyeti'nde ılımlı sosyalistler olan Menşevikler ve Sosyalist Devrimci Parti'nin ağırlığı vardı. Geçici Hükümet'in aksine bu partiler savaşın sıradan insanlar üzerindeki yıkıcı etkisinin farkındaydı. Savaşa devam etmek yerine demokratik bir barış hedefleyen bu partiler, sonradan koalisyon hükümetine dahil olarak Temmuz ayında savaşta yeni saldırılara destek verdi. Bu noktada, savaşı emperyalist bir savaş olarak tanımlayan, Geçici Hükümet'i kapitalistlerin hükümeti olarak kınayan, iktidarın Sovyetlere geçmesini talep eden Bolşevikler gücünü artırmaya başladı. Bolşevikler işçiler, askerler ve köylülerin öfkelerini yönlendirmeyi başardı.

Rusya ve Sovyetler Birliği tarihi üzerine uzmanlaşan tarihçi Catherine Merridale de, diğer sosyalist partilerin harekete geçmekte tereddütlü olduğu bir dönemde Bolşeviklerin harekete geçme görevini kendilerinde hissettiklerini söylüyor.

Merridale'e göre, Bolşeviklerin programı diğer sosyalist partilere göre daha net ve daha radikaldi.

Bu, geçici hükümetin politikalarından memnun olmayan işçilerin Bolşeviklere yönelmesine yol açtı.

 

Birinci Dünya Savaşı ve isyanlar

Birinci Dünya Savaşı, yalnızca Çarlık rejiminin sonunun gelmesinde önemli rol oynamadı, aynı zamanda, kurulmaya çalışılan yeni düzende ülkenin en önemli sorunu olmaya devam etti.

Nisan ayına gelindiğinde Geçici Hükümet ve Şubat Devrimi'nde rol oynayan gruplar arasında Birinci Dünya Savaşı'na katılımla ilgili görüş ayrılıkları iyiden iyiye derinleşiyordu.

Petrograd Sovyeti, Menşevik Nikolay Sukhanov'un kaleme aldığı "Dünyanın Bütün Halklarına Çağrı" başlıklı bildiriyle savaşa karşı olduğunu ilan etti ve barışın sağlanması için Avrupa'daki herkesi birlikte harekete geçmeye çağırdı:

Bütün ülkelerin işçileri! Kardeşlerimizin cesetleriyle dolu dağları, masumların kan ve gözyaşlarının aktığı nehirleri, yakılan köy ve kasabaların dumanları ve kaybolan tüm kültürel hazinelerini aşarak, sizlere kardeşlik eli uzatıyor ve sizleri yenilenmiş, daha da güçlendirilmiş bir uluslararası birlik kurmaya davet ediyoruz. Bu, gelecekte elde edeceğimiz tüm zaferleri ve insanlığın tam özgürlüğünü teminat altına alacaktır. Dünyanın tüm işçileri, birleşin!

Buna yanıt olarak, Geçici Hükümet de "Geçici Hükümetin Savaş Amaçları" başlıklı kendi duyurusunu yayımladı. Bu duyuruda, savaşa devam etmekteki amacın başka ülkeleri ya da toprakları ilhak etmek değil, devrimin kazanımlarını korumak olduğu belirtiliyordu.

Duyuruda, "Ulusumuzun özgürlüğünü savunan askerlerimizin en önemli ve en öncelikli görevini, herhangi bir ülkenin işgaline karşı elimizdeki mirası ve ülkemizin özgürlüğünü ne pahasına olursa olsun korumak oluşturmaktadır" ifadeleri yer alıyordu.

Tam bu dönemde sürgünde olduğu Almanya'dan Petrograd'a dönen Lenin'in geliştirdiği Nisan Tezleri ise "bütün iktidarın sovyetlere devredilmesini" talep ederek, Bolşeviklerin hem Petrograd Sovyeti hem de Geçici Hükümet ile arasına mesafe koyuyordu.

Geçici Hükümet'in saldırganlık yapmadan ve başka ülkeleri ilhak etmeden tamamen savunma amaçlı savaşa devam etme açıklamasına rağmen, kısa süre içerisinde işlerin aslında pek de öyle olmadığı anlaşıldı.

Dönemin Dışişleri Bakanı Pavel Milyukov'un İtilaf Devletleri blokunda bulunan diğer ülkeler İngiltere ve Fransa'ya gönderdiği gizli telgrafta ilan edilenin tam zıttı taahhütlerde bulunduğu ortaya çıktı.

Milyukov gönderdiği telgrafta, aynı Çarlık döneminde olduğu gibi, Rusya'nın savaşın sonuna ve zafer kazanılana kadar savaşmaya devam edeceğini söylüyordu.

Mesajda, Rusya'nın bu zaferle birlikte gelecek olan normal "garanti ve yaptırımları" da uygulamaya hazır olduğunu belirterek, Çanakkale ve İstanbul Boğazları'nın kontrolünü ele geçirme arzularından vazgeçmediklerinin de sinyallerini veriyordu.

Konudan haberdar bir kişinin bu mesajı Bolşeviklere sızdırması ise bugün tarihin gidişatını değiştiren çok önemli bir dönüm noktası olarak görülüyor.

Zira, bu mesajın sızması, varlıklı burjuva sınıfının egemenliği altında olan Geçici Hükümet'in de aynı Çarlık Rusyası gibi savaşa devam etmek istediğini ortaya koyması nedeniyle halkın büyük tepkisini çekti.

Geçici Hükümet'in kısa bir süre önce toplanma ve sendikalaşma yasağı ile basın üzerindeki sansürü kaldırması sayesinde hem Milyukov'un gönderdiği gizli telgraf geniş kitlelere ulaştı hem de savaş karşıtı büyük protestoların düzenlenmesinin önü açılmış oldu.

Yaşanan bu protestoların ardından Menşeviklerin ağırlıkta olduğu Petrograd Sovyeti'nin Geçici Hükümet'le yaptığı müzakereler sonucunda yeni bir koalisyon kuruldu. Milyukov ve Savaş Bakanı Aleksander Guçkov istifa etti.

Koalisyona, sosyalist kanattan beş isim katılırken, savaş bakanlığı görevine ise Aleksander Kerenski getirildi.

Michigan State Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Lewis Siegelbaum, bu değişimin iki önemli sonucu olduğuna dikkat çekiyor:

18 Mayıs'ta, Sosyalist Devrimcilerden Viktor Çernov ve Menşeviklerden de Irakli Tseretelli ve Mihail Skobelev'in de aralarında bulunduğu beş sosyalist Kerenski hükümetine katıldı. Bunun iki önemli sonucu oldu: İkili iktidarı yürüten organlar arasındaki sınırlar muğlaklaştı ve Bolşeviklerin iki ana sosyalist rakibi Geçici Hükümet'in politikalarının ve hepsinin ötesinde savaşın devam etmesi kararının ayrılamaz bir parçasına dönüştü.

Menşevik ve Sosyalist Demokratların desteklediği Geçici Hükümet'in ilk icraatlarından biri köylülerin en önemli taleplerinden olan toprak reformunun hayata geçirilmesi gerektiğini ilan etmek oldu. Ayrıca, Kurucu Meclis'in seçim esaslarıyla ilgili kanunu hazırlamak amacıyla özel bir konseyin kurulmasına karar verildi.

Geçici Hükümet aynı zamanda silahlı kuvvetlerin güçlendirilmesi ve daha demokratik bir yapıya kavuşturulmasını da gündemine aldı.

Halkın yoğun savaş karşıtı gösterilerine rağmen, o dönem gücünün zirvesinde olan Menşevikler, hükümete katılmalarının ardından savaşın halk üzerinde yıkıcı etkiler yarattığını kabul etseler de, devrimin kazanımlarının savunulması amacıyla devam edilmesi gerektiğini savunmaya başladı.

Bolşevikler ise savaşın bir an önce sona erdirilmesi ve barış ilan edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Savaşla ilgili bu tartışmalar, Bolşeviklerin halk desteğini artırmasını sağlıyordu.

Geçici Hükümet'in yeni reform girişimleri halkı memnun etmeyi başaramıyordu. Köylüler, toprak sahiplerinin elindeki topraklara el koyarak, kendi aralarında paylaşmaya; cepheden kaçıp gelen askerler de üst sınıfa ait mülkleri tahrip etmeye başlamıştı.

Yeni koalisyon hükümetinin ilk icraatlarından biri savaşa devam etme kararı oldu. Savaş Bakanı Kerenski, Haziran başında "kesin zafer kazanana kadar savaşa devam edileceğini" açıkladı.

Kerenski, savaşa devam etme kararından kısa bir süre sonra Şubat Devrimi sonrası yaşanan iç kargaşa, gıda sıkıntısı ve idam cezasının kaldırılmasıyla cepheden kaçan askerlerin yarattığı moral bozukluğunun giderilmesi ve son dönemde kaybedilen halk desteğinin yeniden kazanılması için Temmuz ayı başında Galiçya'ya taarruz emri verdi.

İlk etapta, Rusların yoğun bombardımanı Avusturya Macaristan İmparatorluğu ile Almanya'nın ortak kuvvetlerinde sıkıntı yarattı. Ancak daha sonra karşı taarruza direnemeyen Rus kuvvetleri ay sonuna doğru ciddi bir bozguna uğradı. Rusların toplam can kaybının 400 bin civarı olduğu tahmin ediliyor.

Taarruzun başladığı günlerde Rusya içinde de kargaşa giderek büyüyordu. Savaşın tüm sıkıntılara rağmen devam ediyor olması, Bolşeviklerin desteğinin artmasına neden oluyor, basın üzerindeki sansürün kaldırılması sayesinde kısa bir süre önce iktidara talip olduklarını açıklayan Lenin'in görüşleri Bolşeviklerin yayın organı Pravda gazetesi üzerinden geniş kitlelere ulaşıyordu.

Temmuz ayı ortalarına gelindiğinde, başkent Petrograd'da bir kez daha büyük kitlesel gösteriler düzenlenmeye başladı. Yüz binlerce fabrika işçisi, mevcut istikrarsızlık, siyasetteki tıkanma ve savaşta yaşanan bozgunları protesto etmek amacıyla sokaklara döküldü.

 

Troçki, Rus Devrimi'nin Tarihi kitabında eylemleri şöyle anlatıyor:

Yürüyüş güzergahı, henüz üç ay önce demokrasinin en büyük birlik gösterisi olan cenaze törenlerini anımsamak adına, Şubat kurbanlarının mezarlarının bulunduğu Mart Meydanı'na doğru giden hat olarak belirlenmişti. Ama güzergah dışında, mazide kalan Mart günlerini anımsatan hiçbir şey yoktu. Korteje, yaklaşık 400 bin kişi katılmıştı ve bu sayı, cenaze törenlerine kıyasla daha az kişinin katıldığını gösteriyordu. Bu yürüyüşten yalnızca Sovyetlerle işbirliği yapan burjuvazi değil, aynı zamanda daha önceki demokratik yürüyüşlerde kayda değer bir grup oluşturan radikal entelijansiya da kaçınmıştı. Kortejdeki kişi sayısı daha azdı ancak yalnızca fabrikalar ve kışlalardan oluşuyordu.

Gösteriler, "Bütün İktidar Sovyetlere" sloganı altında düzenleniyor ve katılımcıların önemli bir kısmını Bolşevik destekçileri oluşturuyordu. Eylemcilerin, Bolşevik liderlerin desteğini alma girişimleri ise ilk etapta sonuçsuz kaldı.

Ancak daha sonra Lev Troçki başta olmak üzere bazı Bolşevik liderler, bazıları silahlı olan eylemciler nedeniyle gösterilere şiddet bulaşmasını engellemek amacıyla destek vermeye ve barışçıl karakterini korumaya çalıştı.

Yine de göstericilerin şiddete başvurması ve Bolşeviklerin kararsız tutumları nedeniyle Geçici Hükümet kendisine bağlı askeri birliklerle sert bir müdahalede bulunarak, ayaklanmayı bastırdı.

Bu yaşananların iki önemli sonucu oldu. Bunlardan ilkini hükümette yaşanan değişim, ikincisi de yönetimin Bolşevikler üzerindeki baskıyı giderek daha çok artırması.

Olayların bastırılmasından kısa bir süre sonra Geçici Hükümet tarafından yeni bir deklarasyon yayımlandı. Bu deklarasyonda, Rusya'da cumhuriyet ilan edilmesi, Kurucu Meclis toplanması ve toprak, gıda ve çalışma reformlarının yapılması öneriliyordu.

Bu dönemde Geçici Hükümet'in liderliğini yapan Prens Lvov görevinden istifa etti ve yerine Savaş Bakanı Kerenski getirildi.

Geçici Hükümet ayrıca, Bolşevik yöneticileri için yakalama kararı çıkarttı ve protestolara katılan bazı göstericiler için de idam cezası talebiyle dava açtı.

Hükümet, Lenin hakkında Alman ajanı olduğu yönünde iddialar ortaya attı ancak bu iddiaları destekleyecek herhangi bir kanıt sunmayı başaramadı. Lenin ise diğer bazı başka Bolşevik liderleriyle birlikte bir kez daha saklanmaya başlamıştı.

Ağustos ayına gelindiğinde ise Bolşeviklerin etkisini azaltmayı hedefleyen Geçici Hükümet, bu hedefini gerçekleştirmekte başarılı olamıyor, aksine kendisine yönelik halk tepkisi de giderek artıyordu.

Üstelik ordunun önemli bir kısmı da Bolşevikler'den yana tavır takınıyor ve Kerenski yönetiminin verdiği emirleri yerine getirmeyi reddediyordu.

Bu dönemde Kerenski önderliğinde ikinci koalisyon hükümeti kuruldu. Bu koalisyonda sosyalist temsilcilerin sayısı daha da artırıldı ve başbakanın yetkileri genişletildi.

Bu yeni koalisyonla birlikte yönetim de Geçici Hükümet'e geçti ve böylece Petrograd Sovyeti'nin ağırlığının azalmasıyla ikili iktidar anlayışı da pratikte sona erdi.

Ancak aynı dönemde yetkileri genişletilmiş olmasına karşın Başbakan Kerenski'yi rahatsız eden başka gelişmeler de yaşanıyordu.

Genelkurmay Başkanı Aleksey Brusilov görevinden ayrılmış ve yerine savaştaki kahramanlıklarıyla güçlü bir itibara sahip olan Lavr Kornilov gelmişti.

Kerenski ise Kornilov'un siyasi emellerinin de olabileceğinden endişe ediyordu.

Eylül ayı başında Almanya, Riga'ya yönelik bir taarruz başlattı. Rus kuvvetleri, Birinci Dünya Savaşı'nda savaştıkları bu son cephede de yenilgiye uğradı.

Alman ordusunun Riga'ya ulaşmasının ardından Kerenski, Petrograd'da olağanüstü hal ilan etti.

Kerenski, bir yandan kendini General Kornilov'un giderek artan popülaritesinin baskısı altında hissediyor, diğer yandan da Bolşeviklerin silahla yeni bir devrime kalkışması halinde kendisini korumak için Kornilov'a güveniyordu.

Tarihe "Kornilov Olayı" olarak geçen bu süreçte ne yaşandığına dair farklı anlatımlar mevcut. Bunlardan ilkine göre, Fransız Devrimi'nin etkisi altında olan Kerenski, karşı devrimin sol kanattan değil, sağdan geleceğini düşünüyordu.

Bu nedenle de bazı tarihçiler tarafından paranoyaklaştığı söylenen Kerenski, olası bir ayaklanmaya karşı mevcut yönetimin korunması için Kornilov'dan başkente asker göndermesini istedi.

Ancak daha askerler başkente ulaşmadan bu kez Kerenski, Kornilov'un kendisine yönelik bir darbe girişiminde bulunacağı endişesiyle tutuklanmasına karar verdi ve genelkurmay başkanlığına kendisini atadı.

Bu döneme dair bir diğer anlatım da Kerenski'nin aslında paranoyak olmadığı, Kornilov'un gerçekten de bir darbe planladığı yönünde çok sayıda bulgu olduğunu öne sürüyor. Bu iki senaryodan arasından ağırlıklı olarak ilki kabul görüyor.

O dönemde Petrograd'da Kerenski'nin Kornilov'un yapmayı planladığını öne sürdüğü darbeye karşı koyabilecek örgütlenmeye sahip tek grup ise Bolşeviklerdi.

 

Petrograd Sovyeti hızlı bir şekilde başkentin savunması için bir komite kurdu.

Bunun karşılığında da Troçki gibi Bolşevik liderler serbest bırakıldı. Temmuz ayındaki gösterilere katılan bazı silahlı gruplar da başkente çağrıldı.

Petrograd Sovyeti'nden bir heyet, başkente gelen askerlerin önünü kesti ve aralarında Kornilov'un da olduğu 30 subay tutuklandı.

Kornilov Olayı'nın esas kazananı, karşı devrimci bir darbe olabileceği konusunda uzun zamandır uyarılarda bulunan Bolşevikler başta olmak üzere radikal sol oldu. Kerenski'nin ve Geçici Hükümet'in otoritesi çok ciddi şekilde sarsıldı ve Lenin'in iktidarın tamamen sovyetlere devredilmesi idealinin hayata geçirilmesinin de önü açıldı.

 

Ekim Devrimi'ne giden yol

Yaz sonunda siyasetteki güç dengesi ilkbahara kıyasla tam tersine dönmüştü.

Bolşevikler, yaşanan iç kargaşa, ekmek sıkıntısının devam etmesi ve cepheden gelen yenilgi haberleriyle giderek daha da güçlenirken, Kerenski'nin aldığı hatalı kararlar yalnızca kendisinin ve Geçici Hükümet'in değil, destek veren sol grupların da zayıflamasına neden oluyordu.

Yapılan tüm baskılara rağmen, sovyetlerde giderek Bolşevikler çoğunluğu ele geçirmeye başlamıştı. Partinin üye sayısı 240 bin, yayın organlarının sayısı da 40'a yükselmişti.

 

John Reed, "Dünyayı Değiştiren 10 Gün" kitabında o dönemde yaşananları şöyle anlatıyor:

1917 Eylül ayının sonlarına doğru Rusya'yı ziyaret eden yabancı bir sosyoloji profesörü Petrograd'da beni görmeye geldi. İşadamları ile aydınlar, kendisine devrimin artık yavaşlamaya başladığını söylemişti. Bir yazısında bu görüşü ortaya koyduktan sonra köylü 'komünlerini' ve sanayi merkezlerini gezerek ülkeyi dolaşmaya koyulmuştu. Fakat buralarda büyük bir şaşkınlıkla devrimin gelişmekte olduğunu görmüş, kentlerde ve kırsal alanlardaki işçiler arasında 'Toprak köylülere, fabrikalar işçilere' sloganlarını sık sık işitmişti. Eğer profesör cepheyi de dolaşsaydı, tüm ordunun barıştan başka bir şeyden söz etmediğini saptayabilecekti. Profesör şaşırmış kalmıştı ama haksızdı. İki gözlem de tümüyle gerçekti. Varlıklı sınıfların gittikçe tutucu olmalarına karşın, halk kitleleri de gittikçe radikal oluyordu.

Eylül ayı sonlarında Bolşevikler, Petrograd Sovyeti'nde çoğunluğu Menşeviklerden aldı.

Kornilov Olayı'nın ardından serbest bırakılan Bolşevik lider Troçki, Petrograd Sovyeti'nin başkanlığına seçilmişti.

Bolşevikler artık destekçi sayısı yüzbinleri bulan, taleplerini Geçici Hükümet'in gözardı edemediği ve açıkça yeni bir devrim çağrısı yapmaya başlayan bir siyasi güce dönüşmüştü.

Ekim ayı ortasında, Bolşevikler Ön Parlamento'nun çalışmalarına katılmayacaklarını ilan ederken, Petrograd Sovyeti de artık Geçici Hükümet'e bağlı olmadığını açıkladı.

Geçici Hükümeti devirmek için artık geri sayım başlamıştı. Petrograd Sovyeti, 23 Ekim'de Lenin'in sürgünden gönderdiği tavsiyeler ışığında Geçici Hükümeti devirme kararı almış ve hemen ardından da Devrimci Askeri Komite'yi kurmuştu.

Lenin 21 Ekim'de yazdığı mektupta ayaklanmanın taktiksel ayrıntılarını şöyle açıklıyordu:

"Bütün iktidarın sovyetlere devredilmesi gerektiği artık açıktır. Ancak şu anda irdelenmesi gereken şey birçok yoldaşımızın muhtemelen net olarak farkında olmadığı, yani gücün sovyetlere devrinin pratikte silahlı bir ayaklanmayla yapılması gerekliliğidir. Silahlı ayaklanmayı reddetmek artık Bolşevizmin sloganını da reddetmek anlamına gelmektedir."

"Marx'ın görüşleri Rusya ve Ekim 1917'ye uyarlandığında, Petrograd'a ani ve en hızlı şekilde eşzamanlı taarruza geçmek gerekmektedir. Üç ana gücümüz donanma filosu, işçiler ve ordu birimleri bir araya gelmeli ve hiçbir şekilde başarısızlığa uğramadan, bedeli ne olursa olsun telefon santrali, telgrafhane, garlar ve hepsinin ötesinde köprüleri işgal etmelidir."

Sonunda Geçici Hükümet'in devrilmesi için 6 Kasım'ı 7 Kasım'a bağlayan gece düğmeye basıldı.

Günün ilk saatlerinde Devrimci Askeri Komite'ye bağlı birlikler, Lenin'in de ifade ettiği yerleri, hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirdi.

Başbakan Kerenski, cephedeki askeri birliklere ulaşıp, başkente takviye güç getirmek üzere ABD elçiliğine ait bir aracın eşliğinde Petrograd'dan ayrıldı. Bu, Petrograd'ı son görüşü oldu.

8 Kasım gününün ilk saatlerinde Geçici Hükümet'in elindeki son nokta olan Kışlık Saray da Bolşevik güçleri tarafından ele geçirildi. Bazı isyan girişimleri de Bolşeviklere bağlı Kızıl Muhafızlar tarafından hızlıca bastırıldı ve kısa süre içerisinde Bakü, Moskova ve Vladivostok gibi yerlerde Sovyet yönetimleri kuruldu.

Lenin, 18 Kasım'da yaptığı konuşmayla devrimin zaferini ilan etti:

Artık devletin yönetimini kendi ellerinize aldığınızı hatırlayın. Eğer birlik olmaz ve devletin tüm işlerini elinize almazsanız bundan sonra kimse size yardım edemez. Bundan sonra devlet otoritesinin birimleri ve tüm güce sahip yasama organları kurduğunuz Sovyetler olacaktır.

Lenin'in kritik anlardaki müdahaleleri ve yaptığı konuşmalar devrimin gerçekleşmesinde bugün en önemli unsurlardan biri olarak gösteriliyor.

BBC History dergisine konuşan Rusya uzmanı İngiliz tarihçi Orlando Figes, "Lenin olmasaydı, Ekim Devrimi de olmazdı. 24 Ekim (6 Kasım) gecesi, başkentte devrimci güçlerin dengesinin savunmadan taarruza doğru evrilmesi, saklandığı yerden gizlice Smolni Enstitüsü'ndeki Bolşevik genel merkezine gelen Lenin'in yaptığı müdahale sayesinde oldu... Lenin'in iktidarı ele geçirdiklerini açıklaması yalnızca Geçici Hükümet'e değil, aynı zamanda Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilere karşı da yapılmış bir darbeydi. İktidarı hiçbir sosyalist grupla paylaşmak istemiyordu" diyor.

Sovyet Hükümeti, Aralık ayında Birinci Dünya Savaşı'nı bitirmek üzere masaya oturdu.

1917, yalnızca Rusya'nın değil, dünyanın da tarihini değiştiren olayların yaşandığı bir yıl oldu. Devrimden sonra 1922'de kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), liberal demokrasiyi temsil eden ABD ile girdiği 'Soğuk Savaş'ın ardından 1991 yılında yıkıldı.

Rus Devrimi ve etkileri bugün halen tartışılmaya devam ediyor. SSCB, bugün bazıları için gerçek bir sosyalist devletti. Bazıları için ise sosyalist bir devletten başka her şeydi..."

5 Kasım 2022 Cumartesi

Rus-Rusyalı farkı


Kaynak: https://medyagunlugu.com/  

 

Dış dünyada Rusya'ya ilişkin az bilinen konulardan biri de Rus-Rusyalı kelimeleri arasındaki fark.

"Türkiyeli" ifadesi toplumun küçük denilebilecek bir kesimi tarafından kullanılıyor, diğerleri ise yüklenen siyasi anlam nedeniyle buna karşı çıkıyor.

Rusya'daki durum ise Türkiye'den farklı.

Rus kelimesi etnik açıdan Rus olanlar için kullanılıyor. Kökeniyle ilgili farklı görüşler olsa da Rus kelimesi 9-10. yüzyıllardan beri kullanılıyor. Rusların mı kendilerini böyle adlandırdığı, yoksa diğer halkların mı onlara bu adı verdiği tam bilinmiyor.

Yaklaşık 145 milyonluk nüfusa sahip Rusya'da Ruslar yüzde 80'lik bir oranla büyük çoğunluğu oluşturuyor.

Rusyalı ise Rusya Federasyonu vatandaşları için kullanılan bir terim. Yani etnik açıdan Rus olmayan ama Rusya vatandaşı olanlar kastediliyor. Örneğin, bir Tatar'dan ya da Çeçen'den söz ederken Rus değil Rusyalı demek gerekiyor.

Rusyalı kelimesine 17. yüzyılda da rastlansa da yaygın kullanım Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra başladı. O ana kadar Rus olsun olmasın herkesin üst kimliği Sovyet vatandaşlığıydı.

Sovyetlerin dağılmasının ardından, Rusya Federasyonu içinde yüzde 20'lik bir kesimi oluşturan Rus olmayanlar için, biraz da kendilerini dışlanmış hissetmemeleri amacıyla 1990'ların başında Rusyalı ifadesi resmi söylemde kullanılır oldu.

Diğer ülkelerde, bu arada Türkiye'de bu ayrım fazla bilinmediği ya da önemsenmediği için Rusya Federasyonu vatandaşı olan herkes kestirmeden "Rus" deniliyor.