Moskova

Moskova

1 Şubat 2025 Cumartesi

Kent lokantalarını neden Sovyetlere borçluyuz?

 


Kavel Alpaslan

Kaynak: https://www.gazeteduvar.com.tr/  

 

Sovyet yönetimi, emekçi mahallelerin merkezlerinde bir kamu kantini ağı oluşturur. Devrimden henüz bir yıl sonra Petrograd’da 45 bini aşkın kişiye hizmet veren 189 kamu kantini vardır. Bu rakam 1918 sonlarında katlanarak artacaktır. Kantinlerin yetersizliği ile birlikte makineleşmiş, merkezi bir mutfak fikri nihayet 1925 yılında Ivanovo’da ilk kez açılan ‘fabrika-mutfak’ ile vücut bulur.

Bugün uygun fiyata yemek veren belediye lokantaları bir ‘lütuf’ gibi sunuluyor. Büyük sermaye sahipleri her geçen gün daha fazla yoksul azınlığın sırtından beslenirken, ezici çoğunluğun karnına uygun fiyata sıcak bir şeyler girebiliyor oluşu kimilerine ‘şaşırtıcı’ ve ‘yenilikçi’ geliyor.

Fakat asıl şaşırtıcı olan, halkın uygun, sağlıklı ve kolektif olarak beslenmesini amaçlayan kamusal yemekhane fikrini şu ya da bu belediyeye değil; Ekim Devrimi'ne borçlu oluşumuz! Öyle ki Sovyetler Birliği, bugün rastladığımız ‘kent lokantası’ konseptinin fersah fersah ötesine geçen bir mutfak modelini 1920’lerden itibaren başarılı bir şekilde uygular. Yüzlerce çalışanı ve makineleşmiş mutfağıyla ‘fabrika-mutfak’ ismi verilen bu devasa yerleşkelerin işlevleri sadece yemek vermekten ibaret değildir; spor salonlarından aktivite alanlarına, okuma odalarından müzik salonlarına… yeni bir hayatın ‘üretildiği’ bir yerlerdir.

Gelin kent lokantalarını ‘dâhiyane’ ve ‘özgün’ bir fikir olarak görmeden önce, hep birlikte geçmişe yolculuk edip fabrika mutfakları gezelim. Zira yapacağımız bu yolculukla birlikte, aradan geçen yüz yıla rağmen fabrika mutfakların bugüne kıyasla çok daha engin bir ufka sahip olduğunu görebiliriz.


EVDEKİ KÖLELİĞE KARŞI

Ekim Devrimi gibi dünya tarihine balyoz gibi düşen bir olay, şüphesiz hem Sovyetler Birliği’nde hem de dünyada pek çok şeyi kökünden değiştirir. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti, sadece ekonomik alanda yapılan bazı değişiklikleri ifade etmez; aynı zamanda toplumsal yaşamın her alanını etkisi altına alan devrimci bir süreç söz konusudur.

Proletarya iktidarını kurma yolunda atılan adımlar görkemlidir, ancak bunlardan bazıları görkemini farklı şekilde gösterir. İlk bakışta ‘görkemden eser yok’ gibi görünen, hayatın gündelik ve sıradan alanları devrimci dönüşümün en büyük mevzileridir. Öyle ya, devasa bir inşa sürecinin yapıtları nasıl olur da bizim mutfaktaki küçük hayatlarımızdan başlar?

Oysa devrimden sonra her şey, kimilerine ‘küçük’ görünen oysa yaşamın bizzat kendisi olan bu alanlarla başlar. Bu yüzden kadın kurtuluş mücadelesinin öncülüğünde ev ve mutfak köleliğine karşı çıkış, sosyalist inşa süreciyle buluşur. Kadınların üretim sürecinden ve toplumsal yaşamdan soyutlandığı ataerkil düzene karşı mücadele çeşitli mevzilerde sürer. Ev işlerini kamusallaştırma sürecinin bir ayağı da mutfaktır. 1920’lerin Sovyetlerinde sıkça işitilen “Tencere ve tavalardan kurtulun!” ve “Mutfağa son! Bu küçük hapishaneyi yok edeceğiz! Milyonlarca kadını ev hizmetçiliğinden kurtaracağız” gibi sloganlar dönemin Sovyet kadınları için son derece akılda kalıcıdır.

 

BİR ‘FABRİKA’ OLARAK MUTFAK

İşte… Hem bu mücadelenin itkisiyle, hem ‘yeni Sovyet insanının ve yeni toplumsal yaşamın inşası’ süreciyle, hem de kolektif mülkiyet ile yoğun sanayileşme dönemi ile birlikte ‘fabrika mutfakları’ karşımıza çıkıyor. Bu noktada daha düz bir mantıkla ilerleyen kimileri şöyle düşünecektir “Evdeki mutfağı lanetledikten sonra fabrika mutfağını bir ‘ilerleme’ olarak görmek ne kadar doğru?”

Dilerseniz bu soruya daha dolu bir yanıt verebilmek için önce fabrika mutfaklarının tam olarak ne olduğunu konuşalım.

Ekim Devrimi’nin ardından karşı-devrimci güçlerin saldırısıyla başlayan İç Savaş süresince genç Sovyet iktidarı adımlarını bir ‘savaş komünizmi’ çerçevesinde atar. Devrimin hemen ardından Petrograd’daki Putilov fabrikasının işçileri, aşçılar sendikası ile birlikte kendi bölgelerindeki tüm restoranların kontrolünü ele geçirir. Ardından Sovyet yönetimi, emekçi mahallelerin merkezlerinde bir kamu kantini ağı oluşturur. Devrimden henüz bir yıl sonra Petrograd’da 45 bini aşkın kişiye hizmet veren 189 kamu kantini vardır. Bu rakam 1918 sonlarında katlanarak artacaktır.

Ancak savaşın ardından daha ülke çapında ihtiyaçlara yanıt olacak ve aynı zamanda kadınların evdeki görünmez sömürüsünü engelleyecek arayışlar başlar. Kantinlerin yetersizliği ile birlikte makineleşmiş, merkezi bir mutfak fikri nihayet 1925 yılında Ivanovo’da ilk kez açılan ‘fabrika-mutfak’ ile vücut bulur.

Burası 1920’lerin ‘geleneksel’ mutfaklarından oldukça farklı, makineleşmiş mekanlardır. Bugün her ne kadar ‘ev yemeği’ bize lezzeti çağrıştıran ‘olumlu’ bir kavram olarak kullanılsa da 1920’lerin dünyasında hanelerin mutfakları günümüzden çok farklıdır. Buzdolabının olmadığı, taze yiyeceklere ulaşımın henüz herkes için aynı ölçüde sağlanmadığı, hijyenin hiçbir denetimden geçmediği ev mutfağı, kamu sağlığının öncüsü Sovyet tıpçıları için pek de arzulanan koşullar değildir. Fabrika mutfaklar ise dönem için oldukça modern makineler ve buzdolapları ile desteklenir. Giren çıkan besinler ise uzmanların çalıştığı laboratuvarlardan geçerek sofralara ulaşır. Besin değerleri, günlük kalori miktarları da ayrıntılı hesaplanır. Onlarca kazan, bulaşık taşıyıcıları, devasa termoslar, bulaşık makineleri, yüzlerce çalışan, binlerce aç insan… burası gerçekten de bir fabrikadır artık!

Ivanovo’da başarı ile sonuçlanan ilk örneği, Nizhny Novgorod ve Dnieper’deki diğerleri izler. Birbiri ardına açılan fabrika mutfaklar, sadece mekana gelen insanlara yemek sunmaz, aynı zamanda çevredeki fabrikalara, kurumlara ve iş yerlerine de yemek taşır. Ortalama 400 kişinin çalıştığı fabrika mutfaklar, adeta kentlerin can damarıdır. Yani işlerin örgütlenişi sebebiyle burası bir fabrikanın mutfağı değildir, bir fabrika olarak mutfaktır.


DEVRİMCİ MUTFAĞIN DEVRİMCİ MİMARİSİ

Fabrika mutfaklardaki devrimci süreç, kısa süre içerisinde biçimsel bir çıktı verir. İlk örneklerde farklı amaçlar için inşa edilmiş binalardan bozma yapılar fabrika-mutfaklara çevrilirken Moskova’daki 1. No’lu Fabrika Mutfak (1928) ile birlikte kendine has tasarımlar ortaya çıkar. Sadece fabrika-mutfak işlevi gören bu yapılarda dikkat çeken şey konstrüktivist mimarinin izleridir. Sovyet mimar ve şehir planlamacısı Meşkov’un tasarladığı 1 No’lu Fabrika Mutfak’ta olduğu gibi büyük camlar ve dönemin avangart mimarisinin karakteristik özelliklerinden olan çatıdaki radyo direkleri dikkat çeker.

Sovyetler Birliği’ndeki konstrüktivist sanatçılar da bu gelişmelerden etkilenir. Örneğin Aleksandr Rodçenko’nun, Fabrika Mutfak üzerine yaptığı fotoğraf çalışmaları, bize yeni bir toplumun inşasını, tabaklardan başlayarak nasıl sürdüğünü etkileyici bir şekilde aktarıyor.

Bu tarihten itibaren Sovyet cumhuriyetlerinin çeşitli merkezlerinde ardı ardına fabrika mutfaklar inşa edilir. Fakat mimari olarak en dikkat çekici örneklerden birinden daha bahsetmezsek olmaz: Samara’da 1931 yılında inşa edilen ‘orak ve çekiç’ şeklindeki fabrika mutfak. Ekaterina Maksimova’nın tasarladığı bu büyük yapı, yukarıdan bakıldığında gerçekten orak-çekiç şeklindedir.

O dönem emekçiler için yapılan toplu konutlarda hassasiyetle gözetilen ‘bol güneş ışığı alan tasarımlar’ burada da karşımıza çıkar. Orak-çekiç’in ‘orak’ kısmında yer alan yemek salonları, maksimum güneş ışığı alacak şekilde konumlandırılır.

Sovyetler Birliği’ndeki en etkileyici konstrüktivist mimari tasarımlardan biri olan yapı, sadece dışıyla değil içiyle de çarpıcıdır. Bu mutfak fabrikası -diğer kimi örneklerde olduğu gibi- sadece yemek yapılan ve yemek yenen bir yer değildir. Burası aynı zamanda okuma odalarının, spor salonlarının, çocuk bakım alanlarının, müzik sahnelerinin, dinlenme odalarının bulunduğu bir sosyal merkezdir.

 

BİR MUTFAKTAN ÖTEKİNE Mİ?

Örnekler çoğaltılabilir. Asıl önemli olan fabrika-mutfak fikrinin tek bir ihtiyaca yönelik olmayışıdır. Denetimden geçen, hijyenik koşullarda üretilen bir yemek sistemi söz konusudur. Sovyetler Birliği’ndeki emekçilerin ücret ödemeden ya da sembolik rakamlarla ulaşabildikleri sağlıklı ve besleyici yemekler yapılır. Bununla birlikte kadınların evdeki sosyo-ekonomik anlamda köle statülerini güvenceli, toplumsal yaşamın içinde bağımsız bir iş ile değiştirmeyi amaçlar.

Elbette kadın kurtuluş mücadelesinin tek hikayesi bu fabrika mutfaklar değildir, Sovyet kadınları daha nice cephede kendi tarihlerini kendileri yazarlar.

Örneğin ‘kreş’ uygulamasına dünyada sistematik olarak başlayan ilk ülkenin Sovyetler Birliği oluşu bir tesadüf değildir. Dolayısıyla mesele ‘bir mutfaktan öbürüne’ meselesi kadar basit değildir, hayatın her alanında bir değişim amaçlanır. Yani fabrika mutfaklar, çeşitli ev işlevlerinin bireysel hanelerden kamusal alana taşınma sürecinin sadece bir ayağıdır. Zira milyonlarca insanı içine alan bir ülkede, yeni bir toplum yapısını inşa etmek masa başından göründüğü kadar ‘hızlı’ ve ‘kolay’ değildir. Yine de bunun diğer ülkelere oranla daha ‘başarılı’ ve daha ‘hızlı ulaşılmış’ sonuçlarını görmek mümkündür; kadınların ülke yönetiminde, bilim dünyasında ve çeşitli meslek kollarında temsili Sovyetler Birliği’nde diğer ülkelere göre çok daha yüksektir. Bahsettiğimiz dönemin 1920’ler ya da 1930’lar olduğunu unutmayalım…

 

ÇÜRÜYEN GELECEĞİN KOKUSU

Peki geriye ne kaldı?

Sovyetler Birliği’nin yıkılması, sadece eksileriyle artılarıyla bir deneyimin ortadan kalması demek değildir. Bu tarihten itibaren -hatta 1980’lerdeki çürüme döneminden başlayarak- tüm dünyada emekçiler teker teker sosyal haklarını kaybetmeye başladı. Bileğinin hakkıyla kazandıkları tüm haklar ve kamu hizmetleri bugün hâlâ erimeye devam ediyor.

Orak-çekiç fabrikasının akıbeti, tıpkı kuşbakışı görünen sembolik anlamı gibi son derece manidardır. Uzun bir süre atıl kalan yapı, 1990 sonlarında bir süreliğine AVM’ye dönüştürülür. Ancak ‘tutmayan’ bu projenin ardından boşaltılır. İçinde sokak hayvanları ve evsizler barınır. Daha sonraları restorasyon ile gündeme gelse de, daha önce görülmemiş derecede bir devrimci ufukla inşa edilen bu yapı madden ve manen çürüyüp gider. Geriye kokuşmuş bir geleceği haykıran geçmişin ışığı kalır.

İşte bu yüzden, gündelik yaşamın ayrıntı gibi görünen oysa en hayati unsurlarına dokunan çabalar sosyalizmin inşa ettiği görkemli yapıtlardır. Çünkü ‘görkem’ dediğin şey köle emeğiyle yapılan Piramitlerle değil; uygarlık tarihine konulan gerçek taşlarla kendisini gösterir. Aksi takdirde hayatı tek boyutla yaşıyoruz demektir. Varsın sömürülen emeklerin mozolesi olan piramitler kadar göze hitap etmesin, insanlık onuruna koyulan taşlar hep daha kıymetli olacaktır.

 

BUGÜNÜN SADAKASI

Gelelim kent lokantalarına. Şu veya bu belediyenin açtığı kent lokantaları, elbette konsept olarak reddedilecek bir şey değil. Belediyeler daha fazlasını yapabilir mi yapamaz mı da değil mesele. Uygun fiyata, kontrolden geçen bir yemek her insanın hakkıdır, bir kamu kuruluşunun bunu sunması da şüphesiz olumsuz değildir.

Ancak aslolan, hangi niyetle yapılırsa yapılsın bunun özü itibariyle bir sadaka olduğu gerçeğidir. Çalınan emeklerle biriken sermaye yanında üç kuruşa çorba içme imkanı komik derecede küçük bir hizmettir. Bu sebeple bir lütuf değildir. Olsa olsa açlık sınırında yaşayan milyonların ittire kaktıra hayatta kalmasını sağlama çabasıdır.

Görüldüğü üzere aynı hizmet yüz yıl önce çok daha gelişmiş bir ufuk ile, çok daha zor koşullar altında sunulmuş. O halde sorun ne?

Üretim araçları 1920’lerden çok daha güçlü, çalınan emeklerin oluşturduğu hazine birikimi çok daha fazla. Fakat sırtımızı dayayacağımız sosyalist bir ufuk olmadığı sürece rakipsiz kalan, o hazinenin üzerinde yatan sermaye ejderhası da daha güçlü.

İşte bu yüzden o yüz yıl önceden kalan çürük binalar bize bir şey anlatıyor. Sadakalarla yol yürüyenler, ejderhaya ürkek ürkek kürdan fırlatırlar. Oysa o hazineyi sahibine geri vermek için ihtiyaç demir bir mızraktır. Böyle güçlü bir mızrak sadece Marksist teori ve pratiğin verdiği ışıkla tutuşan bir tarih ateşinde dövülebilir.


Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı adresler:

https://constructivism-kharkiv.com/en/should-know/factory-kitchen

https://socks-studio.com/2015/06/18/the-factory-kitchen-by-alexander-rodchenko-1931/

https://dzen.ru/a/ZhZP0__PYFJQ0uV8

https://thecharnelhouse.org/2015/01/28/the-hammer-and-sickle-kitchen-factory-in-samara-1931/

Starka, Polugar, Samogon: Votkanın gölgesinde kalanlar




Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya denildiğinde akla gelen ilk alkollü içki şüphesiz votka oluyor. Ancak ülkenin geniş coğrafyasında ve tarih boyunca farklı bölgelerinde üretilen, votka kadar yaygın olmasa da kendine özgü tatlarıyla bilinen sert içkiler de var. Bu geleneksel içkiler, özellikle son yıllarda nostalji rüzgarları ve yerel üreticilerin çabalarıyla yeniden canlanmaya başladı. İşte votkanın gölgesinde kalan bazı Rus içkileri ve hikâyeleri: 

Samogon: Ev yapımı efsane 

Sovyetler Birliği döneminde alkol satışına getirilen kısıtlamalar ve ekonomik zorluklar, halkı kendi içkisini üretmeye yöneltti. Samogon, evlerde damıtılan ve genellikle patates, şeker veya tahıllardan yapılan yüksek alkollü bir içki. Belirli bir standardı olmamakla birlikte alkol oranı yüzde 40’ın üzerine çıkabiliyor. Bugün hâlâ bazı kırsal bölgelerde üretilse de yasalar gereği ruhsatsız damıtım yasak. Buna rağmen özellikle özel günlerde ve ev yapımı içkilere meraklı kişiler arasında hâlâ tüketilmeye devam ediyor.

Polugar: Votkanın atası 

18. ve 19. yüzyıllarda Rus aristokrasisinin en çok tükettiği içkilerden biri olan Polugar, votkaya benzer bir içki olsa da önemli bir farkı bulunuyor: Tekrar tekrar damıtılmadığı için tahılın doğal aroması korunuyor. Çavdar, buğday veya arpadan üretilen Polugar, zamanla votkanın yaygınlaşmasıyla unutulmaya yüz tuttu. Ancak günümüzde bazı küçük üreticiler, geleneksel tarifleri canlandırarak bu içkiyi yeniden piyasaya sunmaya başladı. Örneğin, Rodionov & Sons adlı Rus içki firması, 19. yüzyıl tariflerine sadık kalarak ürettiği Polugar’ı hem yerel hem de uluslararası pazara sunuyor.

Starka: Slav viskisi 

Polonya, Litvanya ve Belarus’ta da bilinen ve Rusya’da bir dönem oldukça popüler olan Starka, meşe fıçılarda yıllandırılarak üretilen bir içki. Viskiye benzeyen bu içki, eskiden yeni doğan bir erkek çocuğun şerefine hazırlanır, evde fıçıya konur ve çocuğun düğününe kadar saklanırdı. Günümüzde ticari üretimi oldukça sınırlı olsa da, bazı butik üreticiler eski tariflere sadık kalarak Starka üretimine devam ediyor. Kaliningrad’daki bir içki üreticisi, 10 yıl dinlendirilmiş Starka şişelerini özel seriler hâlinde piyasaya sunuyor. 

Balsam: Çay eşlikçisi 

Bitkisel özler, kökler ve baharatlarla yapılan bir likör olan Balsam, genellikle soğuk algınlığına karşı tüketilen bir içki olarak bilinir. En meşhur versiyonu Riga Balsam olsa da Rusya’da da benzer ürünler bulunuyor. Örneğin, Tataristan bölgesinde üretilen Kazan Balsam, ginseng, çam reçinesi ve şifalı otlarla hazırlanıyor ve yerel halk tarafından çay veya kahveye birkaç damla eklenerek tüketilmekte.

 Medovuha: Balın fermente yolculuğu 

Bal bazlı bir içki olan Medovuhanın alkol oranı genelde düşük olsa da, bazı versiyonları oldukça güçlü. Eski Rusya’da özellikle düğünlerde ve bayramlarda içilen Medovuha, son yıllarda yeniden popülerleşti. Suzdal ve Veliky Novgorod gibi turistik şehirlerde geleneksel Medovuha üreten birçok atölye mevcut ve turistler için bu içkinin farklı versiyonları sunuluyor. 

Nalivka: Rus uslü likör 

Meyve bazlı bir likör olan Nalivka, genellikle vişne, ahududu veya kuşburnu gibi meyvelerden yapılıyor. Tarihi oldukça eski olan bu içki, özellikle ev yapımı olarak üretilmekte. Moskova ve St. Petersburg’daki bazı barlar, geleneksel Rus tatlarını sunan menülerinde ev yapımı Nalivka çeşitlerine yer vererek bu içkinin yeniden tanınmasını sağlıyor.


Moskova'nın düştüğü gün


Hakan Aksay

Kaynak: https://t24.com.tr/

 

Amerikalılar, gözünü Moskova'nın tam göbeğindeki Puşkin Meydanı'da dikmiş, illa orada bir McDonald's şubesi açmak istiyordu

Bir kez daha anladım ki, hayatın farkına varmak için yavaşlamak gerek.

Çok hızlı bir tempoda koştuğunu düşünsen de.

Son günlerin telaşı arasında defalarca fren yapıp bugünü anlamaya, bazen de geçmişi hatırlamaya çalıştım.

Dün tam da işler güçler bitmiş ve Moskova’daki “sıcak kış” ortamında merkezde biraz dolaşmaya çıkmıştım ki…

Kulağıma bir şeyler çalındı, gülüşen insanların tekrarladıkları bir sayı…

35… 35 mi? 35 yıl mı geçmiş? O kadar oldu mu yahu?

Durdum.

Bir yanımda Puşkin.

Yani ünlü Rus şairin 1880’de yapılmış o tarihi heykeli.

Asla Kızıl Meydan’ın gölgesinde kaybolmaması gereken bir meydandayım, Puşkin Meydanı’nda…

Her yer ışıl ışıl. Moskova yeni yılı kutlamaya devam ediyor.

Zaten “Çin yeni yılı” da bu hafta başladı…

Bayram havası sürüyor…

Hiç sormayın “savaş oralarda hissedilmiyor mu?” diye şimdi, bu yazıda o konuya girmemeye çalışacağım.

Puşkin’in yüzünü çevirdiği yana dönüyorum; arada Tverskaya (eski adıyla Gorki) Caddesi…

Ve işte karşı tarafta bir sürü anı var… Özel olanlar da bana kalsın bugün.

Ama şuradaki “Vkusno i Toçka” (“Lezzetli ve Nokta”) tabelası yok mu… Orada bir durmam lazım.

Durmam ve 35 yıl geriye gitmem…

Çünkü dün, o günün 35. yıldönümü imiş.

Bir Sovyet komünistinin deyişiyle, “Moskova’nın düştüğü gün”ün…

* * *

1990…

SSCB çatırdıyor ama daha yıkılmamış.

Amerikalılar, gözünü Sovyetler'e, üstelik başkent Moskova'ya, hem de şehrin tam göbeğindeki Puşkin Meydanı'da dikmiş! İlla orada bir McDonald's şubesi açmak istiyorlar.

Hem de o kadar iddialılar ki... Açılacak şube, dünyanın en büyüğü olacak.

Olacak şey değil!..

Mitingler, protestolar, imza kampanyaları gırla gidiyor.

“Emperyalistleri Moskova'nın merkezine sokmayız!”

31 Ocak 1990!

“Yoldaşlar” yenildi!

Emperyalistler Puşkin Meydanı'nda futbol sahası gibi kocaman bir McDonald's açtılar.

“Kahrolsun yerli işbirlikçiler!”

Kahrolsun, tabii, kahrolsun da...

Herkes illa McDonald's'a gitmek istiyor.

Bolşevik bir arkadaşım karşımda kükrüyor:

“Sen ki eskiden komünisttin! Nasıl gidersin oraya? Utanmaz sıkılmaz mısın?”

“Ama şeyy... Aslında ben tek başıma gitmem de... Yani herkes oraya gidelim diye ısrar edince...”

“Seni işbirlikçi! Kızları götürecek başka şey bulamadın mı!”

“Ah, evet. Emperyalist mekânlara aşkların tadı başka!”

“Yazıklar olsun!..”

* * *

Meteliksiz geçen öğrencilik dönemim 80'lerde kalmış. 90'ların başında, en azından, o hiç dönemediğim köşeye biraz olsun yaklaştığım hissiyle moralim yüksek.

Artık tanıştığım kızları restorana davet etmekten çekinmiyorum.

Fakat, o da ne! Reddediyorlar. Önerdiğim restoranlara gitmek istemiyorlar.

Daha iyi, daha pahalı olanlara çağırıyorum. I-ıh, yine veto yiyorum.

“McDonald's”, diyorlar. “Şimdi herkes oraya gidiyor. Çok ilginçmiş!”

Yüzümü buruşturuyorum.

Neşemin kaçmasının altında “fast food” konusunda ilkesel bir duruş yok. Hamburgerlerden nefret etme falan gibi bir tercih meselesi de değil. İdeolojik-siyasi ölçüt mü? Yok yok, o da değil.

Benim derdim başka.

McDonald's'a gidersek saatlerce kuyruk beklememiz gerekecek. Bende ise geleneksel Rus sabrı yok.

Bu arada dönem “spekülatif çözümler” dönemi. Kısa sürede “McDonald's kuyruğunda sıra satan üçkağıtçılar” türemiş.

Birileri sıraya gidip önlere geldiğinde arkadaşları da arkadaki bedbahtlara “şu kadar rubleye sıra başına geçme fırsatı” diyorlar.

Ne kadar ayıp!

Ama “toplumsal olarak” kınadığım bu olgudan, pratikte yararlandığımı yıllar sonra burada ifşa ediyorum.

* * *

Sovyetler o günden neredeyse tam bir yıl sonra dağıldı.

McDonald's yüzlerce şube açtı Rusya’da.

Ruslar öylesine benimsediler ki onu… Rusya'dan Antalya'ya giden turist ailelerin çocuklarının “Aa, bakın, burada da bizim McDonald's var!" diye çığlıklar attığını duymuştum…

Sonra Rusya ile Batı'nın arası Ukrayna yüzünden bozulunca önce Moskova cezalar kesti McDonald's şubelerine.

Sonra yaptırımlar genişleyince, başka bir sürü ünlü Batılı şirket gibi o da Rusya’yı terk etme kararı aldı.

Bir süre sessizlikten sonra… Baktık aynı şubeler, bu arada şimdi Puşkin’in önünden baktığım o devasa yer de “Vkusno i Toçka” adıyla aynı ürünleri sunmayı sürdürüyor.

Yalnızca artık her şey Rus!..

Hayat devam ediyor işte.

Ben bütün bunları hatırlayıp yine duygularıma ölçmeye çalışırken yanıma Rus gençler yaklaşıyor. Buralı değiller belli.

“Triumf (Zafer) Meydanı nerede acaba?” diyor aralarında en oturaklı olanı.

“Buradan 5-6 yüz metre ilerleyin, sonra metro işaretini görünce alt geçitten sol tarafa geçersiniz” diyorum.

Teşekkür edip ayrılıyorlar.

Ben onların duymayacağı bir sesle mırıldanıyorum:

“Triumf falan değil aslında o meydanın adı, gençler, Mayakovski’dir! Hâlâ heykeli durur orada. Ona da bir selam verin geçerken.”

Vermezler… Ve duymazlar…

Şart da değil vermeleri ve duymaları…

Zaman hızlı akıp gidiyor.

Geçmiş denilen şey arşivlerde kalıyor…

Bir de yaşayanların anılarında…