Vasili
Vasilyeviç Zenkovski
Kaynak: https://oggito.com/
Tolstoy’un Rus düşünce tarihinde değeri hâlâ çok büyüktür.
Düşüncesinin aşırılıkları, mükemmeliyetçiliği ve soyut ahlaki ilkeye tek
taraflı bağlılığı, Rus düşüncesinin ana ve belirleyici öğelerinden birini
sınırına getirmiştir.
Tolstoy Rus felsefe tarihinde Dostoyevski gibi çok özel bir
yer tutar. Hayatının son günlerine kadar sanatsal yaratımını bırakmamış dâhi
bir sanatçıdır. Tek yanlı olmasına rağmen derinlikli bir düşünürdür.
Fikirlerini kimsenin boy ölçüşemeyeceği kadar etkili ve olağanüstü bir anlatım
gücüyle geliştirmeyi başarmıştır. Sözleri yalın ama coşkulu bir ateşle doludur,
içeriğinde kaçınılmaz ve derin bir hakikat vardır. Diğer Rus düşünürleri gibi
her şeyi ahlaka tabi kılar, ama bu pratik aklın üstünlüğü değil, katıksız bir
panmoralizmdir.1 Temel düşüncelerine uymayan her şeyin hakkından
acımasızca gelir. Fakat en abartılı ve keskin ifadeleri sadece dolambaçsız, sık
sık da körü körüne mükemmeliyetçiliğini değil, hakikatin bizzat nasıl canını
yaktığını ve ona azap verdiğini de gösterir. Tolstoy’un hayatın anlamını
tutkulu biçimde arayışı ve yüzyılın geleneklerine kahramanca direnişi
şaşırtıcı, bir anlamda da eşsizdir. Eski çağlardan bir bahadır gibi, yüzyılın
ruhuyla savaşa girer – bu açıdan o artık yalnızca Rusya’ya değil, aynı zamanda
tüm dünyaya aittir. Tolstoy dünya çapında bir fenomendi ama aynı zamanda her
şeyiyle tipik bir Rus insanıydı, Rus yaşamının dışında düşünülmesi ve
anlaşılması imkânsızdı. Ama bilindiği gibi, Ortodoks Kilisesi’yle ısrarla hatta
acımasızca mücadeleye girdiği halde sadece Rusya’nın dışında değil, Ortodoksluğun
dışında da anlaşılması olanaksızdı. Tolstoy’un sarsıcı manevi gücü bu iç
çatışkısında, sürekli bir tamamlanmamışlıkta –düşüncesinin tamamlanamazlığında–
ortaya çıkıyordu. İliklerine kadar bireyciydi, yabancısı olduğu her şeyi hiç
düşünmeden bir kenara atıyordu, aynı zamanda Rusya’da felsefi impersonalizmin2 en
güçlü ve parlak sözcüsüydü. Olağanüstü bir sanatçı, tutkulu bir müzik
sevdalısıydı, ama sanata karşı gereksiz yere tartışmaya girerek son derece sert
ve haksız bir kitap yazdı. Kültür eleştirisinde Rousseau’nun taraftarı olup
ruhun doğal devinimlerine methiyeler düzdü, ama hayatının ikinci döneminde
bütün bu doğal devinimleri hor görüp reddederek yaşam sorununu salt rasyonel
biçimde çözmeye çalıştı. 19. yüzyıl ne Rusya’da ne Avrupa’da böylesine olağanüstü,
güçlü, tutkulu ve ateşli başka bir hakikat arayıcısı tanımıştı. Kişiliğinin
büyüklüğü fikirlerine de yansıdı. O halde yaşamöyküsüne şöyle bir bakalım.
Tolstoy’un
Yaşamı
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) Kont N.İ. Tolstoy’un
ailesinde doğdu. Ünlü denemeleri Çocukluk, İlk Gençlik, Gençlik yaşamının
ilk yıllarının geçtiği aile ortamını ayrıntılı biçimde aktarır. Babası
öldüğünde henüz dokuz yaşındaydı; Tolstoy’un itiraflarına göre, onda “ölüm
karşısında dehşet duygusu uyandıran” bu ölüm olmuştu (aradan iki yıl geçtikten
sonra da annesini kaybetti). Küçük Tolstoy, çocukları seven ama onlar üstünde
hiçbir etkisi olmayan kadınlar arasında büyüdü. Erkek kardeşiyle birlikte evde
eğitim gördü, üniversite sınavlarına hazırlandı, sonra Kazan Üniversitesi’ne girdi,
derslerle ilgilenmeyen Tolstoy kısa süre sonra (on dokuz yaşında) üniversiteyi
bıraktı ve iki yıl içinde bitirme sınavlarına hazırlanmayı umut ederek köye
döndü. Ancak köye yerleşmeyip tam bir monden hayat yaşadığı Moskova’ya taşındı.
1851 yılında bu hayatı bıraktı ve orduya girdikten sonra üç yıl kaldığı
Kafkasya’ya gitti. Sonra Sivastopol’a geçti ve askeri harekâtlarda bizzat yer
aldı. 1852’de yayımlanan Çocukluk adlı anlatısı, onu kısa sürede
edebiyat çevreleriyle tanıştırdı. Kafkasya’da ve Sivastopol’da yazdığı öyküler,
özellikle Sivastopol Hikâyeleri Tolstoy’a olağanüstü bir ün
kazandırdı. 1855 Kasımı’nda Petersburg’a geldiğinde, kendini öyle bir hayran
kitlesi ve ilgi ortamında buldu ki şaşkınlıktan başı döndü. Ama İtiraflarım’da
anlattığı gibi, baştan aşağı yapaylık ve kendini yüceltme duygusu barındıran
yabancı bir edebiyat topluluğunda olduğunu hissetmişti aynı zamanda. Özellikle
Turgenyev’le ilişkisi çok gergin bir hal aldı. 1856’da yurtdışına çıktı; bu ilk
yurtdışı yolculuğundan geriye pek çok öykü kaldı, bunlardan özellikle çağdaş
kültürü yargılamasının ilk notalarının duyulduğu dâhiyane bir deneme olan
“Luzern”i anmak gerekir. Köye dönen Tolstoy kendini müzik, ormancılık gibi
birtakım işlere verdi. Pedagojik konulara merak saldı ve köyde (Yasnaya
Polyana’da) örnek bir okul açtı. Eğitim konusunu incelemek için birçok
pedagojik çalışma yaptı, halk okullarının durumunu araştırmak üzere özel olarak
yurtdışına gitti. Özgün makalelerini yayımladığı özel bir pedagoji dergisi bile
çıkarmaya başladı. Sonraları çeşitli ülkelerde (en geç de Rusya’da) bütün bir
Tolstoy pedagojisi akımının oluşmasını bu makaleler sağlamıştı.
Abisi Nikolay 1860’ta yurtdışında öldü. Bu ölüm Tolstoy
üzerinde büyük etki yarattı, “Bu olay beni hayattan korkunç bir şekilde
kopardı” diye yazacaktı günlüğüne. Manevi arayışları için belirleyici önemi
olan ölüm sorununu ele aldığı İtiraflarım’da şöyle yazıyordu: “Nikolay bir
yıldan fazla ıstırap çekti ve acı içinde öldü, neden yaşadığını anlamadan,
neden öldüğünü anlamadan... Yavaş ve ıstıraplı ölüm sürecinde hiçbir teori bu
soruları bana ya da ona açıklayamazdı.” 1862’nin sonbaharında uzun ve mutlu bir
hayat yaşadığı Sofya Andreyevna Vera ile evlendi – bu yaşam Tolstoy’un son
yirmi beş yılına damgasını vurdu. Sonsuza dek dünya edebiyatında yerini alacak
olan Savaş ve Barış’ın yazılması evlilik yaşamının ilk yıllarına
rastlar. Anna Karenina daha sonra yazılmıştır. Ama Tolstoy 1870’li
yılların sonlarına doğru İtiraflarım’da olağanüstü bir güçle anlattığı
ağır bir ruhsal bunalım dönemine girdi. Bu her zamanki ölüm problemiydi ama bu
kez karşısında önlenemez bir güçle şiddetlenmişti. Ölüm üstüne düşünceleri
ışığında o zamana kadar eksiksiz yaşadığı seküler kültüre karşı tüm
hoşnutsuzluğunun farkına varmıştı. Ölümün ışığında hayat tüm kırılganlığıyla
kendini gösterdi; ölümün karşı konulmaz gücü onun için hayatı anlamsız kıldı.
Tolstoy ölümün kaçınılmazlığı trajedisini öylesine güçlü ve ıstıraplı yaşadı,
dönülemez biçimde bağlarını kopardığı yaşamın anlamsızlığından öyle derin bir
acı çekti ki intihar edecek noktaya geldi. Her sözcüğü harlı bir ateş
cevheriyle dolu İtiraflarım gibi böylesine güçlü yazılmış başka bir
eser dünya edebiyatında zor bulunur. Ruhsal bunalımı seküler dünya görüşünden
temelli kopup dinsel yaşam anlayışına geçişiyle sonuçlandı. İtiraflarım’da
önceleri “inancın her türlüsünün yokluğu” anlamında nihilist olduğundan söz
eder. Tolstoy ne olursa olsun yaşadığı dünyayla bağlarını koparmaya çalıştı ve
dikkatini sıradan insanlara çevirdi. İtiraflarım’da şöyle der: “Sıradan,
yoksul, cahil insanlar arasından inançlı olanlarla, hacılarla, keşişlerle,
raskolniklerle,3 köylülerle yakınlaştım.” Sıradan insanların hayatlarını
anlamlandıran bir inanç keşfetti; doğasına özgü tutku ve enerjiyle bundan böyle
inançlı insanlardan beslenmeye ve inanç dünyasına girmeye çaba gösterdi, en
önemlisi halkın peşinden Kilise’ye yöneldi. Bu sırada sekülerizmle bağını tam
ve kesin biçimde kopardı; bu yolda bilincinin önüne çıkan tüm zorlukları,
“kendini küçük görme ve alçakgönüllülük” duygularıyla yenmeyi başardı. Ama
Hıristiyan kilise anlayışının egemen olduğu dünyadan kopması fazla sürmedi.
Hıristiyanlığın özüne bağlı kalmak için İsa’nın öğretilerinin kilise yorumuyla
bağını kopardı. Dogmatik ilahiyatı ve aklın zor kabul ettiği her şeyi hor
görerek reddetti. Teolojik rasyonalizm hayli basitleştirilmiş halde bilincine
yerleşti; Hıristiyanlığın bazı ilkelerine dayanarak kendi metafiziğini yarattı.
İsa’nın tanrılığını ve dirilişini yadsıdı; kendi fikrine göre İncil’de İsa
Mesih’in dünyaya müjdelediği asıl öğretiyi korumak amacıyla İncil metinlerini
pek çok yerde kendi düşüncesine uygun biçimde değiştirmeyi göze aldı. Dört cilt
olarak yazdığı Dogmatik İlahiyatın Eleştirisi’nde Hayat Üzerine adlı
bir tez ve İnancım Nedir başlıklı önemli bir çalışma kaleme alır,
büyük bir çabayla felsefi konular üzerine kafa yorar; bunların izleri
yayımlanmış Günlükler’inde açıkça görülür. Artık Tolstoy’un manevi dünyası
kesin olarak belirlenmişti. Bu bizatihi onun yarattığı kendine özgü mistik
içkincilik sistemiydi. Tolstoy aşkınlığı büsbütün reddettiği içkinciliğiyle,
yeni zamanların rasyonalizm ruhuyla tamamen uyum içindedir. Öte yandan bu,
hayata ve insana değin mistik bir öğretiydi. Tolstoy’u sivri ve aşırı bir
içkinciliğe götüren bu mistik unsur, yine de onu modern dünyadan keskin biçimde
ayırır. Tolstoy’un öğretisi hem Kilise’yle hem de dünyayla bağını koparır. Tüm
ülkelerdeki taraftarları Tolstoy’un ve kötülüğe kötülükle karşı koymama
öğretisinin etrafında gruplaşmaya ve Tolstoy toplulukları kurmaya başladı. Yeni
dostlar Tolstoy’dan daha fanatik, daha sadık çıktı. Tolstoy’un hayatına
karışmaları, aile içinde de gitgide artan kişisel anlaşmazlıklar (ne karısı
–bir iki istisna dışında– ne de çocukları edebi eserlerinin telifinden feragat
etmeyi istiyordu) gitgide artarak büyük ve ciddi bir trajediye dönüşmeye
başladı. Bu trajedi uzadıkça uzadı ve bilindiği gibi Tolstoy’un ailesinden
kaçışıyla sona erdi. Tolstoy yolda giderken soğuk aldı ve kısa bir süre sonra
zatürreeden hayata veda etti. Tolstoy’un dinsel-felsefi yapıtları çoktur ama
içlerinde çok tekrar vardır. Bu yüzden başlıca İtiraflarım, Hayat
Üzerine, İnancım Nedir, Tanrının Egemenliği İçimizdedir eserlerine
değineceğiz.
Tolstoy’un
Felsefi Etkilenimleri
Tolstoy felsefeyle uğraşmaya çok erken başladı ama
kesinlikle sistemli bir felsefe eğitimi almadı, bu durum onun tüm hayatını
etkiledi. Şu ya da bu dönemde felsefi tutkularında pek çok rastgelelik vardı,
eline tesadüfen geçen kitapların etkisine yenik düşmesi anlamında bir rastgelelikti
bu. Ama bütün bu coşku ve heyecanları açık ya da belirsiz arayışlarıyla uyum
içindeydi. Böylece Tolstoy on altı yaşına geldiğinde kendi geleneksel
görüşlerini yıkıp tutkuyla Rousseau bağımlısı oldu, boynuna haç yerine
Rousseau’nun madalyonunu bile takmaya başladı. Aslında bu ilk yıllarda Tolstoy
etiği ön plandadır; bu dönemde mükemmelliğe özlem, kendinden sürekli
hoşnutsuzluk, düzeysiz emellere ve tutkulara karşı mücadele onun iç dünyasını
tamamen istila etmişti. Tolstoy en azından doğallık kültünü ve çağdaşlığa karşı
giderek her türlü kültürün acımasızca eleştirisine dönüşen, şüpheci ve
hoşgörüsüz tavrını Rousseau’dan aldı. Tolstoy’u basitleştirme eğilimine sevk
eden, altmışlı ve yetmişli yıllarda Narodnik akımında4 farklı biçimlerde
görülen halka ödenmemiş borç psikolojisi değildi. Sözde kültürü istila eden
uzlaşıların boyunduruğundan kurtulmak için basitleştirme Tolstoy’a gerekliydi.
Doğal devinimlerinin ruhundan taşıp özgürlüğe kavuşma talebi, salt Rousseau’nun
etkisi altında olmasından kaynaklanmıyordu. Burada iki aklın birbirine
benzerliği söz konusudur. Rousseau’nun serptiği tohumlar Tolstoy’un ruhunda bol
meyve verdi. Tolstoy’un tüm düşünce yapısı haklı olarak onun Rousseauculuğu
içinde yorumlanabilir. Bu Rousseauculuk hayatının son günlerine kadar yüreğinin
en derinlerinde durmuştu. Tolstoy’un ruhuna derinlemesine nüfuz eden diğer
etkilerden, Schopenhauer’in etkisini özellikle belirtmek gerekir. 1869’da Fet’e
şöyle yazıyordu: “Schopenhauer’de duyduğum aralıksız coşku ve hiç yaşamadığım
pek çok manevi haz... fikrimi değiştirir miyim bilmiyorum ama şimdi
Schopenhauer’in en büyük deha olduğuna inanıyorum.” Schopenhauer’in sisteminde
özellikle Tolstoy’a yakın iki ana motiften söz edilebilir. Öncelikle onun
fenomenalizmi ve bireysel varoluşun metafizik yanıltıcılığı öğretisi. Ayrıca
Schopenhauer’in karamsarlığı Tolstoy’a yakındı, ama bu Tolstoy’da çok kısa
sürede iyimserlikle boyalı bir impersonalizme dönüştü. Tolstoy’un ve
Schopenhauer’in müziğe bakış açılarının örtüşmesi bir başka ilgiye değer
konudur, ama burada etkiden ziyade uyumlu yakınlık söz konusudur. Tolstoy’un
başka büyük felsefi etkilenimleri olmadı, ama her zaman çok okuyor, döneminin
farklı düşünsel etkilerini hırsla soğuruyordu.
Tolstoy’un
Panmoralizmi
Tolstoy’un düşüncesini sürekli meşgul eden ana konular onun
etik arayışlarında odaklanıp bir araya gelir. Aslında düşünceleri bir
panmoralizm sistemi olarak karakterize edilebilir. 19. yüzyıl Rusyası’ndaki
felsefi arayışların diyalektiğinde, Herzen’den başlayarak pozitivizm ve
natüralizmin hâkim olduğu birçok düşünür için etik çözülmez bir sorun olarak
kalır. Bilgiyi özellikle natüralizm ve pozitivizm terminolojisi üstünden
düşünen Tolstoy, etiği bir varlık öğretisi içinde eritmez, tam tersine bilimi
ve felsefeyi ıslah edip etiğe tabi kılar. Bu, Kant’ta olduğu gibi etiğin
üstünlüğü değil, düpedüz etiğin tiranlığıdır. Tolstoy’un dini-felsefi
kuramlarını belirleyen keskin ve saplantılı rasyonalizmine rağmen, onun
panmoralizminde akıldışı, ele avuca gelmez bir şey vardır. Bu basit bir etik
mükemmeliyetçilik değil, bir çeşit kendini çarmıha germedir. Tolstoy kendi
düşüncelerinin şehidiydi; vicdanını paralayan bu düşünceler yaşamını mahvetmiş,
ailesini, yakınlarını ve bütün olarak kültürle ilişkilerini darmadağın etmişti.
Bu, hayatın diğer tüm alanlarında tek bir manevi ilkenin katıksız tiranlığıydı.
Bu, yalnızca Tolstoy’un düşünce ve yaratımının özgünlüğünü değil, tüm dünyadaki
olağanüstü etkisini anlamak için kilit önemdedir. Onun vaazı bütün dünyayı
sarstı, insanları kendine çekti, kuşkusuz başkalarıyla nadiren paylaştığı
fikirlerinin gücüyle değil, yazılarının olağanüstü içtenliği ve eşsiz anlatım
gücüyle değil, hiç kimsede Tolstoy’daki kadar derinlikli ön plana çıkmayan
ahlaki coşkudan, hakiki ve koşulsuz iyilik arzusundan doğan büyülenmeyle...
Tolstoy’un ahlaki arayışları dinsel bir karakterdeydi. Koşullu değil koşulsuz,
göreli değil mutlak bir iyilik özlemindeydi. Bir yazarın deyişiyle “talihin
sevgili evladı” olan Tolstoy hayatın insanoğluna vereceği her şeyi –aile
mutluluğunu, şan şöhreti, sosyal ayrıcalıkları ve yaratıcılığın sevinçlerini–
tattıktan sonra ebedi, mutlak ve daimi iyiliğe özlem duymaya başladı. Böyle bir
ebedi iyilik olmasaydı, hayat onun için anlamını yitirirdi. Koşulsuz iyi
arayışı ışığında, Tolstoy’un önünde Mutlak’la bağlantılı olmayan dinsiz yaşamın
tüm kırılganlığı ve dolayısıyla anlamsızlığı belirmişti. Burada mistik etik
arayışı açısından Tolstoy’un etik duruşu ortaya çıkıyordu. Tolstoy her yerde
rasyonel bilinç kavramını kullanmasına ve etiğine görünürde rasyonalizmin,
hatta entelektüalizmin özelliklerini katmasına rağmen aslında bir mistik etik
sistemi kurar. Tolstoy’un somut etiğinin temelinde yatan ana ahlaki buyruk
–kötülüğe kötülükle karşı koymama öğretisi– tamamen mistik, akıldışı bir
özellik taşır. Tolstoy İsa’nın Tanrı olduğuna inanmamasına rağmen, sadece
Tanrı’nın İsa’da tecelli ettiğini düşünenlerin inandığı gibi, O’nun sözlerine
inanıyordu. Çağdaş yaşama böylesine açıkça aykırı olan bu buyruğun akla
uygunluğunun Tolstoy için anlamı, bu buyruğun bilincinin açıkça başka bir
kavramı, hayatımızda var olandan daha rasyonel başka bir kriteri
gerektirmesidir. Tolstoy, yüksek rasyonelliğin hayatı bize zehir ettiğini
itiraf eder. Bu yüksek rasyonellik “tohumda olduğu gibi, insanın içinde hep
saklı durur”, insanın içinde uyandığında öncelikle sıradan yaşamı yadsımaya
başlar. “Görünür [sıradan] yaşam anlayışını yadsımak ve kendini yaşamdaki
görünmeyen bilince adamak, tıpkı kendi doğumunu hissedebilen bir bebeğin
doğarken yaşayacağı korku ve dehşet kadar korkunç ve ürperticidir, ama bu
kaçınılmaz, şurası açık ki, görünür yaşam anlayışı ölüme çıkıyor, ancak
görünmeyen bilinç yaşama çıkıyor.” Bu “görünmeyen bilincin”, bu yüksek
rasyonelliğin mistik doğası, Tolstoy’un gittiği bu yolda ulaştığı
impersonalizmde olduğu gibi hiçbir anlam ifade etmez. Son derece parlak bir
bireyselliği olan Tolstoy, her şeyde inatla ve ısrarla kişisel bilincine
uyarken, kategorik olarak bireyin inkârına varır. Bu impersonalizm Tolstoy’un
tüm öğretisinin, antropolojisinin, felsefesinin, kültürünün, tarihinin,
estetiğinin, somut etiğinin temelidir. Tolstoy’un geliştirdiği yeni antropoloji
üzerinde duralım şimdi.
Tolstoy’da
Birey Sorunu
Tolstoy Günlükler’inde şöyle der: “Tekil ve
dünyadan ayrı olduğumuz illüzyonuna alışmamız ne kadar şaşırtıcıdır.
Ama bu illüzyonu fark ettiğimizde, insanın bütünün parçası olmadığını, sadece
zamansız ve uzamsız bir şeyin zamansal ve uzamsal tezahürü olduğunu
görememesinin nasıl mümkün olduğuna hayret ederiz.” Tolstoy’a göre ayrı
olmamızın bilinci, kelimenin tam anlamıyla bireysel özbilinç, salt bedensel
olarak ayrı olmamız gerçeğiyle ilişkilidir, öte yandan bizatihi bu bedensellik
alanı, çokluğu ve bölünebilirliğiyle hayali ve gerçekdışıdır. Tolstoy dış
dünyayla ilgili fenomenalist öğretide, principium individuationis [bireyleşme
ilkesi] öğretisini aldığı Schopenhauer’den derinlemesine etkilenmiştir. Ama
Tolstoy kişinin bireyselliğini –kendi ifadesiyle “hayvani kişiliğini”–
“rasyonel bilinç”le yaşayan kişiliğinden ayrı tutar. Ama bu yüksek kişilik
anlayışında özgünlük momentini tümüyle reddetmez. Hayat Üzerine’de
şöyle yazar: “Benim köklü ve özel benliğim... asıl benliğim... uzamsal ve
zamansal koşullardan bağımsızdır ve bizler tarafından uzamdışı ve zamandışı bir
alandan dünyaya taşınır; dünyayla olan müstesna ilişkimde mevcut olan bu şey,
benim sahici ve gerçek benliğimdir.” Her insanda özel, bir tek ona özgü dünya
anlayışı ortaya çıkar; bu, bireysel özgünlüğün hakiki ve nihai kaynağı olarak
hayvani kişilikte de kendini gösterir. Tolstoy’un bu öğretisi Kant’ın ve
Schopenhauer’in kavranabilir karakter öğretisine çok yakındır. Öyle ya da
böyle, Tolstoy’un rasyonel bilinç öğretisinde şahsilik ve gayrişahsilik
anlayışları arasında ikilemde olduğu kuşkusuzdur. Az önce bir yandan rasyonel
bilincin manevi kişiliğin taşıyıcısı olarak sahici ve gerçek benliğin bir
fonksiyonu olduğunu, diğer yandan akılda ya da rasyonel bilinçte evrensel
gayrişahsilik gücünün tüm belirtilerinin bulunduğunu gördük. Hayat Üzerine tezinde
şunları okuruz: “İnsana gerekli olan, kişilikten değil kişiliğin nimetinden
feragat etmektir .... Hayatın amacı sonsuz aydınlanma ve dünyadaki varlıkların
birliğidir.” Birlik birleşme değildir, bireyin kaybolmasına izin vermez. Ama
öbür yandan Tolstoy, az önce gördüğümüz gibi, Alman felsefesinin transandantal
özne kavramına çok yakın tasarladığı evrensel bilinçten söz eder. Günlükler’den
okuyalım: “Her yerde, her şeyde ve kendi içinde kavradığımız Tanrı’dır ....
gerçek ‘benliğimiz’ Tanrı’nın bir parçasıdır.” Sonra Tolstoy, “Tanrı kendi
içinde neden bölündü” diye sorar. Ve buna, “Bilmiyorum” diye yanıt verir. Günlükler’den
birkaç ilginç bölüm aktaralım: “İçinde iyilik arzusu uyanan kişi artık ayrı bir
fiziksel varlık değil, yaşam bilincinin, iyilik arzusunun parçasıdır. İyilik
arzusu ise Tanrıdır .... Yaşamın özü onun bireysel varlığı değil insana içkin
Tanrıdır .... Hayatın anlamı, insan kendi tanrısal özünü tanıdığı zaman açığa
çıkar.” Demek ki Tolstoy’da bireysel ölümsüzlük öğretisi yoktur. Daha da
önemlisi bireyselliğin yeniden doğuşu olarak düşünüldüğünde Diriliş onun için
kabul edilemezdir. Fechner ve Wundt gibi, manevi hayatın ölümsüzlüğünü, bir
ihtimal insanoğlunun ölümsüzlüğünü vaaz eder. Örneğin “insanın içindeki ebedi
yaşam”dan söz eder. “İyilik insana yalnızca rasyonel bilinçle açılır ama aynı
zamanda onunla kapanır” der. Tolstoy’daki bu çelişkinin ve üstü kapalı
konuşmanın anahtarı, hiç kuşkusuz onun dinsel bilincinde saklıdır: Dinsel bir
mistisizm yoluna girmişti ama deneyimlerinin mistik karakterini kabul etmek
istemiyordu. İsa’nın öğretisini kabul etti, ancak İsa Mesih onun için Tanrı
değildi, oysa Tanrı gibi İsa’nın peşinden gidiyordu. Son derece yüzeysel ve
kısır bir rasyonalizmle mistik coşkunun bu tuhaf birleşimi; İsa’nın doğaüstü,
tanrısal ilkelerinin inkârıyla O’na duyduğu sıcak, tutkulu ve içten
bağlılığının birleşimi Tolstoy’daki iç uyumsuzluğu gün ışığına çıkarır.
Tolstoy’un
Kültür Felsefesi
Tolstoy’un kurduğu tüm kültür felsefesi tavizsiz, kesin,
acımasız bir seküler kültür sistem yadsımasıdır. Tolstoy’un mistik içkinciliği,
seküler içkinciliği kesinlikle kabul etmez. Devlet, ekonomik sistem, sosyal
ilişkiler, adli kuruluşlar; bunların Tolstoy’un dinsel görüşlerinin ışığında
hiçbir anlamı ve temeli yoktur. Tolstoy mistik anarşizme doğru yol alır.
Eğitime, aile yaşamına, estetiğe ve bilime ilişkin yıkıcı fikirleri çok sert ve
acımasızdır. Onun ahlaki mükemmeliyetçiliği burada aşırılığa varır. Tolstoy’un
pedagojik fikirlerinin gelişimine gelince, Tolstoy sonunda çocukları yetiştirme
hakkının reddinden ve pedagojik anarşizmden tam tersi bir programa, genel
dinsel eğitime değil kendi vaaz ettiği öğretinin çocuklara dayatılmasına geçti.
Tolstoy’un aileye ilişkin aşırı sert ve olumsuz tavrı Kröyçer Sonat’tan,
özellikle de epiloğundan çok iyi bilinir. Tolstoy’un güzelliğe bakışına gelecek
olursak, burada onun ahlaki mükemmeliyetçiliğine özgü iç hoşgörüsüzlüğü kendini
gösterir. Aslında Tolstoy’un burada Rus düşüncesini uzun zamandan beri meşgul
eden gerçekten karmaşık ve çetin bir soruna değindiğini belirtmek gerek.
Güzelliğin ve iyiliğin iç içeliğine, insanda estetik ve etiğin birliğine
inançtan doğan estetik hümanizm akımı, Rusya’da 18. yüzyılın sonunda başladı,
19. yüzyılda gelişti; bunda bir yandan Alman romantizminin diğer yandan Rus
ruhunun derinlerindeki özellikleriyle uyumlu olmasının etkisi vardı. Çok derin
ve geniş biçimde Rus yaratıcılığına giren Rus Schillerciliği bu fikirle
yayılmıştı. Ama estetik ve ahlaki alanın yapısal farklılığı konusunu ilk kez
Gogol işlemiştir; gerçeklik estetik ilkeye yabancı olduğundan onların birliği
hayalden ibarettir. Gogol Ölü Canlar’ın yaktığı ikinci cildinde
trajik biçimde açığa kavuşturduğu bu tezinde uzun zaman yalnız kalmıştır. Bu
tema Tolstoy’un ve Dostoyevski’nin sanatsal-felsefi yapıtlarında üstelik çok
güçlü biçimde yeniden gün ışığına çıkar. Tolstoy’a dönersek, bu konuda yaptığı
açıklamalar her yere, yazışmalarına, günlüklerine, ama özellikle Sanat
Nedir? adlı tezine dağılmıştır. Burada Tolstoy kesin ve kararlı bir
biçimde, “iyiliğin güzellikle hiçbir ortak yanı olmadığını” bildirir. Sanatın
–özellikle Tolstoy’un son derece etkilendiği müziğin– uğursuz ve şeytani gücü
onu iyilikten koparır, sanat bu yüzden onun için sıradan bir eğlenceye
dönüşür. Günlükler’de sanatın ayırıcı özelliğinin “eğlence” olduğunu
okuruz: “Estetik haz düşük düzeyde bir hazdır.” İşte bu nedenle sanatı ve
bilimi iyilikle aynı düzeyde tutmayı dine küfür sayar. Sanat Nedir?kitabının
anafikri de, ancak Tolstoy gibi dâhi bir sanatçının bu çok ilginç düşünce
yapısından çıkar. Gerçek sanatın yeni ölçütünün erişilebilirlik olduğu,
güzelliğe duyarsız olmaya dayanan, bu yüzden Shakespeare, Goethe ve Beethoven’i
reddeden bu kitabın analizine girmemiz gerekmiyor. Sorun bu tezlerde değil,
yine baştan sona etik alanın tiranlığındadır. Tolstoy başlı başına hayati ve
tartışmasız olan iyilik ve güzellik yollarının ayrılmasında trajik bir kültür
sorunu görmez; sadece iyilikle bağlarını yitirmiş her şeyi bir kenara atar.
Bilim doğrudan etik ilkeye tabi değilse, Tolstoy ona karşı da aynı soğuk
acımasızlıkla bakar. Tolstoy çağdaş bilimi yalanlar, çünkü çağdaş bilim
yaşamanın yolları ve anlamı meselesini araştırmalarının merkezine koymaz. Şöyle
yazar: “Bilim ve felsefe, kişinin nasıl iyi olması ve daha iyi yaşaması
gerektiği dışında her şeyi ele alır .... Çağdaş bilim ihtiyacımız olmayan bir
yığın bilgi içerir: yıldızların kimyasal bileşimi, güneşin Herkül
takımyıldızına doğru hareketi, insanın ve türlerin kökeni vb. ama hayatın
anlamı konusunda tek kelime etmediği gibi bunu yetkisi dahilinde bile görmez.”
Tolstoy sanat ve bilim eleştirisinde sekülerizmin yüceltilen temellerine
değinir. Kendi panmoralizmini rehber edinip her şeyi iyilik düşüncesine tabi
kılan Tolstoy, modern zamanların temel sorununu, kültürün birbirinden bağımsız
birçok alana parçalanmışlığını teşhir eder. Dinsel bir kültür inşa etme
arayışına girer, ama dinsel bakış açısı mistik rasyonel bilinç fikrine
dayanmasına rağmen etik açıdan son derece tek taraflı yorumlanır. Bu yüzden
şöyle bir paradoks ortaya çıkar: Tolstoy çağdaşlıkla ilgili eleştirisinde
tekrar seküler momente, doğal ahlaki (rasyonel) bilince yaslanır. Çağdaş yaşama
karşı ne manevi bir sentez ne de ayrılmaz bir birlik öne sürer, yalnızca ruhun
güçlerinden biri olarak ahlaki alanı öne çıkarır.
Tolstoy’un
Düşünür Olarak Önemi
Tolstoy’un Rus düşünce tarihinde değeri hâlâ çok büyüktür.
Düşüncesinin aşırılıkları, mükemmeliyetçiliği ve soyut ahlaki ilkeye tek
taraflı bağlılığı, Rus düşüncesinin ana ve belirleyici öğelerinden birini
sınırına getirmiştir. Tolstoy’un panmoralizm teorisi aşılması olanaksız bir
sınır oluşturur, bununla birlikte Tolstoy’un Rus düşüncesine –ama yalnızca Rus
değil– katkıları daimidir. Tolstoy’un felsefi anlayışının sanatsal tefekkürü
kadar muntazam olmaması Tolstoy’un kötü filozof olmasından değildir. Tolstoy’un
felsefi arayışları kendine has bir diyalektiği izledi, çıkış noktası geçici ve
ebedinin, göreli ve Mutlak’ın sezgisel-düşünsel bölünemezliği algısıydı. İyilik
Mutlak olmalıdır, yoksa iyilik değildir. Tolstoy’un arayışlarının sonucu budur,
onun Rus bilincine vasiyeti budur.
Rusçadan
çeviren: Kayhan Yükseler
1 Panmoralizm: Her alanda ahlaki ilke ve değerlerin
önceliğini savunan 19. ve 20. yüzyıl Rus felsefelerinden biri.
2 Gayrişahsicilik: Bireyler üstü ilke ve değerleri
savunan düşünce.
3 1654’te Rusya’da dinde yapılan reformları kabul
etmeyip eski dinsel inançlarını sürdürenler, ayrıca hizipçi.
4 Narodnik (halkçılık): Rusya’da 19. yüzyılın ikinci
yarısında ortaya çıkan, proletarya yerine köylüyü öncü gören devrimci halk
hareketi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder