Su
soğuyunca kar oluyor, kar yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı...”
dendiğini hayal etmek zor, ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı...
Sabri Gürses
Kaynak: http://t24.com.tr/k24/
Nişantaşı’nda, bir resim galerisinde* yaşlıca bir kadınla
sohbet ediyoruz. Kadın heyecanla kısa süre önce gittiği Moskova’nın ne güzel
bir şehir olduğundan bahsediyor; galeriler, müzeler, meydanlar, binalar,
heykeller, tiyatrolar, heyecanla anlatıyor... Sahiden de etkileyici bir havası
var Moskova şehir merkezinin günümüzde. Günümüzde bile. Caddelerde yürürken
–hatta bulvarlarda, çünkü sokak denemeyecek kadar geniştir yollar– sağlı sollu
bir ya da iki asırlık binaların üzerinde burada şu yaşamış, burada bu yaşamış
yazılarını görmek ve bu kişilerin çoğunun çok sevilen şarkıların bestecisi, çok
kullanılan kimya formülünün sahibi, vatan savunma savaşında efsaneleşmiş asker
yazar... olduğunu görmek şehri olabildiğince canlı bir varlığa dönüştürüyor.
Muhteşem mimariler olsa bile şehir merkezindeki, bu binalara bakarak bugün
Moskova dediğimiz yerdeki binaları bunlar olmasa canlı diye görmek zor elbette,
büyük kısmı insanı ezen, baş döndürücü bürokrasileri ya da yüksek hayatları
düşündüren binalar bunlar. Arada kalmış bazı eski, bir iki katlı, geniş
bahçeli, on yedi on sekiz on dokuzuncu yüzyıl üsluplarına sahip, sanat kurumu,
müze haline getirilmiş yerlerle birlikte bütün bu yüzey yere uzanmış dev bir
Japon robotunun girintili çıkıntılı gövdesi olabilir, Moskova dev bir robot
olarak, bir Moskovtran olarak ayağa kalkabilir bence. Canlılığı böyle bir
canlılık. Bu da bizim İstanbul, Ankara ya da İzmir’den alışık olmadığımız bir
canlılık türü –denizle ikiye bölünmüş İstanbul ve İzmir ya da ne kadar planlı
olmaya çalışırsa çalışsın hâlâ bir ovaya yaygın ve dağınık duran Ankara asla
Moskova’yla kıyaslanamaz. Aynı şey sözgelimi Londra için de geçerli; ne kadar
uğraşırsanız uğraşın Londra’yla Moskova arasında modernin yaratabileceği
benzerlikleri, ikizlikleri göremezsiniz: Soho’yla Arbat’ı kıyaslamak bile
yetebilir; hatta Petersburg’ta, Neva Bulvarı’nda bile Soho ve çevresindeki hava
yoktur. Petersburg’ta da, Moskova’da da –ilkinde yatay, ikincisinde dikey
yayılma hâkimdir– şehir düzeni ya da düzenli şehir fikri bu iki Rus şehrinin
özelliği olur.
Kronolojik açıdan kıyaslayınca Londra, Moskova’ya göre daha
yaşlı, kuruluşu 1. yüzyıla uzanıyor, ama Moskova’nın kuruluşu sayılan 11.
yüzyılda Londra da ulusal şehir karakteri kazanmaya başlamış; ve buna karşılık
MÖ 11. yüzyıla uzanan tarihiyle İstanbul, MÖ 8. yüzyıla uzanan tarihiyle İzmir,
MÖ 5. yüzyıla uzanan tarihiyle Ankara onlarla farklı şekillerde kıyaslanmayı
hak ediyor. Modernin tarihinden yola çıkarak kıyaslama yapıldığında şehirlerin
canlılığını ölçmek güç. İşte Moskova’da şehri bireylerin canlandırmasının belki
de böyle bir anlamı var; modernin tarihindeki yeri açısından canlı, dolayısıyla
gençliğini estetik katkılarla sürdürebilme yeteneğine sahip bir varlık bu
şehir. Kimya formülündeki katkısıyla, klasik müzikteki başarısıyla binanın
taşına can katan kişi modern bir birey. Bütün bu binaların ortasında duran
Kremlin de bu yüzden geçmişini asla hatırlatmayan bir yapı biçimiyle Spielberg
imalatı bir uzay gemisi gibi duruyor orada. Belki 20. yüzyılın tamamını
kaplayan Sovyet modernizminin etkisi bu –Kızıl Meydan bugün ona sözcüğün
tarihselliğinden yola çıkmaya çalışıp Kırmızı, Güzel Meydan desek bile
Hollywood imalatı kalpaklı komünist casusları hatırlatacak daha uzun süre.
Kızıl Meydan’a ilk kez gittiğini söylüyor kadın; meğer Bolşevik
Ekim Devrimi’nden kaçtıktan sonra yolu İstanbul’dan geçen göçmen bir film
yönetmeninin kızıymış; İstanbul’da yaşamış ve ilk kez bu yıl, seksenli
yaşlarında Moskova’ya gitmiş. Bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorum, ama
anlamak zor: Kızıllara muhalif bir beyaz aileden olduğu için mi hep hayatını
Rusya dışında geçirmiş? Sovyet sosyalizminin değişmeye başladığı bütün o
yıllarda, Stalin sonrasında, Brejnev sonrasında ve hatta çöküş sonrasında, yani
son yirmi beş yılda da gitmemiş mi? İnsanın belli bir yaştan sonra özlem
duyduğu, ayrı kaldığı ya da yabancılaştığı şeye karşı mesafeli olması, oradan
bir davet beklemesi doğal; muhtemelen öyle olmuş. Nabokov 78 yaşında öldü, 92
yaşında gider miydi, hatta çöküş daha erken olsaydı 82 yaşında gider miydi Rusya’ya?
II
Yaşlı kadın kardan bahsediyor. Ne çok kar olduğunu, ne
soğuk ve ne çok kar olduğunu anlatıyor, böyle bir karı hiç görmediğini
söylüyor; gülümseyerek, anlayışla dinliyoruz onu çünkü onun şansına bu yıl
Moskova’ya daha erken yağdı kar. “Gece bir şeyler almak için bir dükkâna
gittik,” diyor, “aldık, çıkacağız, ama o da ne, dışarıda bir anda ta dize kadar
kar yığını olmuş, bir tipidir gidiyor. Kaldık orada öylece.” Rusya’ya dönüş tam
da böyle olmalı, en büyük ulusal kahramanlardan biri olan karla buluşarak.
Karın tarihi herhalde yazılmamıştır; yani insanları nasıl
etkilediğinin, onların hayatlarını şekillendirdiğinin dışında, kendi başına
karın tarihi. Herhalde insan yokken bile yağıyordu kar; suyun ilkliğinden,
önceliğinden bahseden mitolojiler var ama karın insansız geçmişini anlatan yok.
Sürekli karla çevrili yaşayan İnuitlerin mitolojisinde bile karı yaratan Tanrı
Sila ya da Negafok adlı ruh; karın tarihini insanbiçimcilikten uzak hayal
etmiyoruz, oysa suyu böyle hayal etmişiz. Oysa su soğuyunca kar oluyor, kar
yazılınca da edebiyat. “Başlangıçta kar vardı...” dendiğini hayal etmek zor,
ama Rus edebiyatının başlangıcında kar vardı.
Bugün Rus edebiyatının kurucusu saydığımız Puşkin’in
edebiyatı bunun en parlak örneği, yazdıkları baştan sona kar kaplı, ama ondan
da önce Rus dilinin kurucusu Lomonosov var. Bu çok yönlü bilimci Rus dilini
gramere kavuşturup yazma tarzlarını sınıflandırarak büyük bir yol açmakla
kalmamıştı. Birçok alanda bilimsel çalışmalar yaptı ve bunlar arasında,
Antarktika’nın olası keşfiyle de ilgilendi ve orada buz ve kardan başka bir şey
bulunamayacağını öngördü. 1763 yılında Lomonosov jeoloji notlarının arasında şu
nota da yer vermişti: “Macellan Boğazı’nın yakınlarında, Ümit Burnu’nun
karşısında 53 derece öğle sıcağında büyük buzlar yüzmektedir; çok uzakta bol
miktarda ve hiç gitmeyen karla kaplı ada ve kara parçaları olduğundan ve Güney
Kutbu’nun yakınlarında çok geniş bir toprağın kuzeyde bulunandan daha çok kar
ve buzla kaplı olduğundan şüphe etmemeliyiz.” 60 yıl sonra Bellinghausen ve Lazarev’in
başında yer aldığı Rus gemileri Güney Kutbu’nun ilk kaşifleri oldu ve gerçekten
de karla kaplıydı kıta.
Diğer yandan Kuzey Kutbu’na doğru giden yolun ilk kaşifleri
de Ruslar oldu. Genel olarak Rusların kuzeye, Sibirya’ya ve aynı süreçte
doğuya, Alaska’ya kadar yayılmaya, sömürgeleştirmeye başlaması 16. yüzyılın
ortasına tarihleniyor. Korkunç İvan’ın görevlendirdiği Yermak’ın seferleriyle
başlayan bu süreç sonucunda çok acımasız, kıyımlarla dolu, zorlu bir tarihin
ardından bugün haritada şaşkınlıkla seyrettiğimiz o engin Rus uzamı, Avrupa’nın
doğusuyla Amerika’nın batısı arasında kalmış topraklar ortaya çıktı. Bunun
ortaya çıkmasını sağlayan şey Rusların kuzeyin soğuklarında Avrupalılarla karşı
karşıya kalmasıydı. 16. yüzyılda Avrupa kuzeydeki deniz yollarını araştırıyordu
ve Hollandalı William Barentzs o denizlerin ilk kaşiflerinden olmuştu; 47
yıllık hayatının (1550-1597) en önemli kısmını bu Kuzey yolculuklarına ayıran
Barentzs o bölgelerde yaşayan insanlarla, tilkiler, ayılar, foklarla tanıştı ve
Barentzs’in yankı uyandıran keşifleri Batı bilgisini almak üzere Hollanda’ya
gidip bizzat denizcilik öğrenen I. Petro (1672-1725) gibi hırslı bir çara
kuşkusuz örnek oldu. Yine 1611’de İsveçliler bugün Rusya dediğimiz anakaraya
çıktı ve Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü noktaya bir kale inşa etti.
Bu kaleden büyüyen Nyen adlı şehri bir yüzyıl sonra Petro ele geçirerek 18.
yüzyılın ilk çeyreğinde, bugün Petersburg dediğimiz ve Rus edebiyatının en
büyük olay mekânı olan şehir ortaya çıktı. Yeni şehir tam da aynı yere, deniz
kıyısına, karların ortasına, balçık üzerine ve doğal olarak çok zor şartlarda
inşa edildi ve Rusya’nın batıya karşı inşa ettiği en batılı şehir oldu.
Bütün bunlar karlar arasında, yılın büyük kısmında toprağı
kaplayan ve baharda erirken de yokoluşunun hırçınlığını bütün şiddetiyle
sergileyen karlar arasında, kar ve soğukla mücadele ederken oluyordu. Sadece
Petersburg’ta değil, Moskova’da da, bütün Rusya’da nehirler donuyor, erirken
çevre binalarda su basmalara neden oluyordu; kar kışın bütün yolları kapatıyor,
çekildiği zaman da çamur, balçık bırakıyordu geriye. İnsanlar çamurların
üzerine kalaslar atarak sokaklardan geçiyor, arabalar çamurlara bata çıka
ilerliyordu. Bütün bir ülke yoksulluğu ve zenginliği kar zamanına göre yaşıyordu.
Bütün ülkenin kar deneyimini, en batıdan en doğuya kadar birleştirdiğini,
Petersburgluyla Vladivostoklunun, Urallardaki biriyle Alaska’daki birinin
deneyiminin çok yakın olduğunu söylemek zor kuşkusuz; ama temel Rus-Slav
folklorunda Ded Maroz (Ayaz Dede) ve Sneguroçka (Kardan Kız) vardı ve bu
folklor karakterleri ve kar Rus sanatında sayısız resim, müzik ve edebiyat
eserinin konusu oldu.
III
Rus edebiyatını kar gibi kaplayan Puşkin kar anlatılarının
da öncüsü sayılabilir: Puşkin’in şiirlerinden öykülerine, romanlarına dek her
yerde karakterler karda bir yere yetişmeye çalışır, yollarını kaybeder,
birbirlerini bulurlar. “Tipi” adlı öyküsünün kahramanı kardır; Yüzbaşının
Kızı’nda (1836) kahramanın arabasıyla karda kalması ve romanın gizli
karşı kahramanı tarafından kurtarılması sahnesi unutulmaz ve çok pitoresk bir
sahnedir:
“Kötü bir vakitte geldik: Rüzgar hafif hafif şiddetleniyor;
baksana, nasıl savuruyor taze karları.”
“Ne zararı var!”
“Görüyor musun şunu?” (Arabacı kamçısıyla doğuyu gösterdi.)
“Beyaz bozkırla açık gökten başka bir şey görmüyorum.”
“Orada – orada: Bulut şu.”
Sahiden de göğün kıyısında beyaz bir bulut gördüm, bulut
önce uzak bir tepenin ardındaydı. Arabacı bana o bulutun kar fırtınası
habercisi olduğunu söyledi. Oranın tipilerini duymuştum ve araba katarlarının
bile onların altında kaldığını biliyordum. Arabacının fikrini kabul eden
Saveliç dönmemizi tavsiye etti. Ama rüzgar bana o kadar güçlü görünmedi; bir
sonraki konak yerine zamanında varmayı umut ediyordum ve hızla yola devam
etmelerini emrettim. Arabacı yola devam etti; ama hep doğuya bakıyordu. Atlar
uysal uysal koşuyordu. Bu arada rüzgar saatten saate daha da şiddetleniyordu.
Bulut beyaz bir küme haline geldi, yoğun bir şekilde karardı, büyüdü ve ağır
ağır bütün göğü kapladı. İnce bir kar yağıyordu – ve birdenbire lapa lapa
yağmaya başladı. Rüzgar uluyordu; tipi başladı. Bir anda karanlık gök bir kar
denizine dönüverdi. Her şey gözden kayboldu. “Ee, beyim,” diye bağırdı arabacı,
“işte felaket: Fırtına!” ...
... Arabacıya yola çıkmasını emrettim. Atlar derin karın
içinde ağır ağır adım atıyordu. Kibitka sessizce sallanıyordu, bir kar yığınına
giriyor, bir çukura saplanıyor, bir sağa bir sola yaslanıyordu. Bir sandalın fırtınalı
bir denizde yol alması gibiydi bu. Saveliç ahlayıp ohluyor, ikide bir yanıma
devriliyordu. Hasır perdeyi indirdim, kürke sarıldım ve fırtınanın şarkısını
ninni gibi dinleyip sessiz yolculuğun sallantısında rüya gördüm.
Puşkin’in Yevgeni
Onegin’inde de (1833) kar doğanın ve fantazyanın bir öğesi olarak
yer alır: Onegin’e âşık olan Tatyana fantazi-rüyasında karlı bir ormanda bir
ayı tarafından kovalanmaktadır;
“Ve mucizevi bir rüyada Tatyana.
Rüya görüyor, sanki yürüyor
Karla kaplı bir tarlada,
Etrafında huzurlu bir karanlık;
Karşısındaki kar yığınlarında
Uğulduyor, savruluyor dalgasıyla
Hararetli, karanlık ve gri
Kışın dizginlemediği bir taşkın...
Rüya görüyor, sanki yürüyor
Karla kaplı bir tarlada,
Etrafında huzurlu bir karanlık;
Karşısındaki kar yığınlarında
Uğulduyor, savruluyor dalgasıyla
Hararetli, karanlık ve gri
Kışın dizginlemediği bir taşkın...
...Ama birden kar yığınında bir ses oldu.
Ve kim mi çıktı arkasından?
İri, tüyleri karman çorman bir ayı..
Ve kim mi çıktı arkasından?
İri, tüyleri karman çorman bir ayı..
XIII
...Önlerinde bir orman; kıpırtısız camlar
Duruyor kasvetli bir güzellikle;
Rüzgarla sallandıkça hepsinden
Dokuluyor lapa lapa kar; akçaağaçların,
Huş ağaçlarının, ıhlamurların arasından
Gece kandillerinin ışığı parlıyor;
Yol yok; çukurlar, çalılıklar
Hep kar fırtınasıyla örtülmüş,
Derin kar altına gömülmüş.
Duruyor kasvetli bir güzellikle;
Rüzgarla sallandıkça hepsinden
Dokuluyor lapa lapa kar; akçaağaçların,
Huş ağaçlarının, ıhlamurların arasından
Gece kandillerinin ışığı parlıyor;
Yol yok; çukurlar, çalılıklar
Hep kar fırtınasıyla örtülmüş,
Derin kar altına gömülmüş.
XIV
Tatyana ormanda; ayı da peşinde;
Yumuşak kara dize kadar batıyor;
Boynuna uzun bir dal carptı,
Aniden, kulaklarından,
Altın küpelerini çıkarıp aldı;
Çıtır çıtır karda ıslak çizmesi
Çıkıyor sevimli ayağından;
Örtüsünü düşürüyor;
Kaldıramıyor onu; korkuyor,
Peşindeki ayıyı işitiyor,
Ve hatta titreyen eliyle
Elbisesinin eteğini kaldıramıyor;
Koşuyor, ayı hep peşinde,
Artık koşacak gücü kalmadı.” (223-228)
Yumuşak kara dize kadar batıyor;
Boynuna uzun bir dal carptı,
Aniden, kulaklarından,
Altın küpelerini çıkarıp aldı;
Çıtır çıtır karda ıslak çizmesi
Çıkıyor sevimli ayağından;
Örtüsünü düşürüyor;
Kaldıramıyor onu; korkuyor,
Peşindeki ayıyı işitiyor,
Ve hatta titreyen eliyle
Elbisesinin eteğini kaldıramıyor;
Koşuyor, ayı hep peşinde,
Artık koşacak gücü kalmadı.” (223-228)
Diğer yandan romanın kahramanları Onegin’inle Lenski’nin
düello sahnesine de (278), Onegin’in Tatyana’yla son karşılaşmasına da kar
damgasını vurur:
“XXXIX
Günler geçiverdi; sıcak havayla
Dağılıp gidiverdi kış;
Ama yine de bir şair olmadı,
Ölmedi, aklını kaçırmadı.
Bahar canlandırdı onu: İlk kez
Kışı bir keşiş gibi gecirdiği
Sımsıkı kapalı odasını
Çifte pencerelerini, şöminesini
Parlak bir sabahta terk etti,
Kızakla Neva kıyısında gezmeye cıktı.
Mavi, parçalanmaya başlamış buzda
Güneş oynuyor; çamurla akıyor
Sokaklarda erimiş kar.” (400)
Dağılıp gidiverdi kış;
Ama yine de bir şair olmadı,
Ölmedi, aklını kaçırmadı.
Bahar canlandırdı onu: İlk kez
Kışı bir keşiş gibi gecirdiği
Sımsıkı kapalı odasını
Çifte pencerelerini, şöminesini
Parlak bir sabahta terk etti,
Kızakla Neva kıyısında gezmeye cıktı.
Mavi, parçalanmaya başlamış buzda
Güneş oynuyor; çamurla akıyor
Sokaklarda erimiş kar.” (400)
Puşkin’in ardından Gogol de sık sık karla insanın
mücadelesini anlatır – Ölü Canlar’da
Çiçikov troykasıyla karla kaplı ovalarda ölü köylülere sahip zenginleri arar ve Palto’da
(1842) Akakiy Akakiyeviç kar fırtınasının ortasında çaldırır ilk paltosunu ve
bizi edebiyat tarihinin en büyük kederlerden birine sürükler, eserin klasik
resimlerinde kar başroldedir. Yine o dönemde Lermontov da Zamanımızın
Kahramanı’nda, genç bir subayın karla kaplı Kafkas dağlarına
tırmandığı sahnelerde karla mücadeleyi etkileyici bir şekilde anlatır.
“Konuşma bununla sona erdi ve sessizce yanyana yürümeye
devam ettik. Dağın zirvesinde karla karşılaştık. Güneş battı ve gece gündüzü
hiç ara vermeden takip etti, genellikle güneyde böyle olur; ama kar yığını
sayesinde kolayca görebiliyorduk yolu, yol hâlâ dağa tırmanıyordu fakat eskisi
kadar dolambaçlı değildi. Bavulumun arabaya konmasını, öküzlerin atlarla
değiştirilmesini emrettim ve son kez baktım vadiye; ama kanyondan dalga dalga
yükselen kalın sis onu tümüyle örtmüştü, oradan bizim kulağımıza tek bir ses
bile gelmiyordu artık. ... İstasyona kadar bir versta kalmıştı. Etraf sessizdi,
o kadar sessizdi ki sivrisinek vızıldasa uçtuğu yeri takip etmek mümkündü.
Solda derin bir kanyon vardı kapkara; ötesinde ve önümüzde dağın lacivert
zirvesi vardı, kırış kırıştı, kar tabakalarıyla kaplıydı, günbatımının son
ışıltılarını koruyan solgun ufukta göz alıyordu. Karanlık gökte yıldızlar
belirmeye başlamıştı ve tuhaf bir şekilde, bana bizim kuzeyde olduğundan çok
daha yüksekte duruyorlarmış gibi geliyordu. Yolun her iki yanında çıplak, kara
kayalar vardı; karların altından bir yerden çalılıklar görünüyordu, ama tek bir
kuru yaprak bile kıpırdamıyordu ve bu doğanın bu ölüm uykusunun ortasında
yorgun posta troykasının takırtısını ve Rus çıngırağının dengesiz çınıltısını
duymak neşe veriyordu.”
Ama en çarpıcı kar hikâyelerinden biri, karın,
başkarakterin özelliklerinin çizilmesi için kullanıldığı bir örnek Oblomov’da
(1859) bulunur. Gonçarov’un bu eşsiz eserinin birinci bölümünün sonlarında,
Oblomov’un Düşü adlı dokuzuncu kısmın sonlarında Oblomov’un köyü Oblomovka’daki
hayatı anlatılır. Oblomov’un şımartılarak, korunarak geçen uyuşuk çiftlik
hayatının kırıldığı bir an vardır. Küçük Oblomov bazen içine cin girmiş gibi
uyanır, hoplayıp zıplamak, koşup eğlenmek ister ve böyle bir anda çocuklarla
oynamak üzere evden kaçar:
“..sonunda dayanamayıp birdenbire, kış vakti, kasket bile
giymeden, verandadan avluya atlar, oradan bahçe kapısının dışına koşar, iki
eliyle kar toplayıp çocuk kalabalığının ortasına dalardı.
Taze rüzgar yüzünü yalar, soğuk kulaklarını ısırır, ağzı ve
gırtlağı soğukla göğsüyse mutlulukla dolardı ve ayakları nereye götürürse oraya
koşar, bağırır, kahkahalar atardı.
Ve işte çocuklar: kartopunu attı, ıskaladı: usta değil;
biraz daha kar toplamak isterken, tam o sırada suratının ortasına bir kartopu
yiyerek yere yuvarlandı; şimdi hep alışık olmadığı için hasta, hem neşeli, hem
kahkaha atıyor, hem de gözlerinde yaşlar...” (162)
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında da
(1864) kar önemli bir rol oynar ve onun esin kaynağı olarak dönemin ünlü
yayıncı ve şairi Nikolay Nekrasov’u göstermek mümkün. Bu Notlar’da kısmen
açıkça gösterilmiştir, romanın ikinci, “Sulusepken Kar Vesilesiyle” başlıklı
bölümü Nekrasov’dan bir şiir alıntısıyla başlar ve hatta o şiirin yeniden,
başka perspektiften yazılması gibi gelişir. Fakat bir de örtük esinlenme söz
konusudur denebilir. Nekrasov bir önceki yıl, yani 1863’te, Rusya’nın en
çarpıcı kar şiirlerinden biri haline gelecek olan “Ayaz Paşa Kol Geziyor” adlı
şiirini yazar. Bu uzun şiir özünde Rus köylü kadınının çilesini anlatmaktadır:
kocası ansızın ölen bir köylü kadın evin, tarlanın ve çocukların işlerini tek
başına üstlenir; kış vakti dışarda hep kar fırtınası vardır, her yer karla
kaplanmış, toprak buz tutmuştur, fakat evden çıkmak, odun kesip getirmek
gerekir. Dışarıdaysa acımasız Ayaz Paşa (ya da Ayaz Dede) kendine kurban
aramaktadır.
“Uğulduyor rüzgar, yığılıyor karlar.
Bir ışık bile yok dışarda ayı bırak!
Göğe bak, bir sürü tabut var,
Bulutlardan sanki acı yağacak…” (97)
Bir ışık bile yok dışarda ayı bırak!
Göğe bak, bir sürü tabut var,
Bulutlardan sanki acı yağacak…” (97)
Ormanda ağaç kesen çaresiz kadın bir süre sonra soğuğa,
Ayaz Paşa’ya yenik düşer ve üşüyerek, donarak ölür. Bu bizim bugün şen
tanıdığımız Noel Baba’nın bembeyaz karanlık yüzüdür.
“Daha cesurca bak güzelim,
Nasıl bu Ayaz Paşa!
Görmediğine eminim
Benden güzel ve güçlüsünü!
Nasıl bu Ayaz Paşa!
Görmediğine eminim
Benden güzel ve güçlüsünü!
Karlar, dumanlar, tipiler
Her an bana boyun eğerler,
Kah deniz, kah okyanustan
Saraylar yaparım buzdan.” (106)
Her an bana boyun eğerler,
Kah deniz, kah okyanustan
Saraylar yaparım buzdan.” (106)
Dostoyevski’nin yeraltı insanının acımasız alaycılığında
Ayaz Dede’ye benzer bir yan vardır aslında. Dostoyevski’nin bütün eserlerinde
kahramanlar yoksullukla birlikte, doğal olarak kar, soğuk ve çamurla mücadele
ederler, fakat kar asıl başrolü Yeraltından Notlar’da oynar. Yeraltı
insanı, ilk bölümde hayat hakkında bir yığın fikri ve psikolojik yorumları
sıraladıktan sonra, karın ona hatırlattığı bir hikâyeyi anlatmaya başlar.
Eserin asıl ve karanlık hikâyesidir bu:
“Şu anda kar yağıyor, neredeyse sulusepken, sarı, bulanık
bir kar. Dün de yağdı, birkaç gündür yağıyor. Bence bu olayı da, sona ermek
istemeyen bu olayı da sulusepken kar yüzünden hatırladım. Öyleyse, bu da
sulusepken kar vesilesiyle bir hikaye olsun.” (62)
Bu girişin ardından 24 yaşında genç bir memurun
meslektaşları ve tanıdıkları tarafından küçümsendiği, yalnız bırakıldığı, onun
da hıncını 20 yaşındaki bir fahişeden çıkardığı hikâyeyi okuruz. Genç adam
aşağıladığı için ondan kaçan kızın peşinden koşar, fakat sokakta sadece karla
karşılaşır:
“Etraf sessizdi, kar buram buram yağıyordu ve neredeyse
dimdik yağıyor, kaldırıma ve caddeye bir yastık örtüyordu. Gelip geçen kimse
yoktu, tek bir ses bile duyulmuyordu. ...Karın ortasında o bulanık sise bakarak
durdum ve bunu düşündüm.” (151)
IV
Rusların Baltık’tan Pasifik’e dek doğayı fethetme çabası
20. yüzyılda elektrik ve makinelerle çok daha insanüstü bir noktaya sürüklendi.
Günümüzde, Sovyet sonrası zamanda da kar eskisi gibi, yüzyıllardır yağdığı gibi
yağıyor, ama muhtemelen aynı Rusya değil bu. Ama bu, başka bir yazının konusu
olsun. Biz şimdilik, galerideki yaşlı kadının ilk kez karşılaştığı Moskova
karının neye benzediğini yakın edebiyattan bir tasvirle bitirelim. Andrey Bitov Puşkin Evi’nde
(1978) Sibirya’dan, bir gulagdan dönen dedesiyle –Bahtin’den ve başka muhalif
entelektüellerden esinlenen bir karakter– buluşan genç filolog Leva’nın sokağa
çıkmasını anlatıyor aşağıdaki alıntıda. Eğer ailesi Rusya’dan ayrılmamış
olsaydı o kadın belki de kendini bu kahramanın konumunda bulacak, belki bir
gulagdan dönmüş olacaktı. Karın da bir tarihi var kesinlikle.
“Geceye özel bir güçle hamle yapan dondurucu rüzgâr,
yanaklarını kamçıladı, hemen daha eşikteyken. Fakat eşik yoktu, cadde de yoktu
– büyük bir avlu vardı, rüzgârın ıslık çalarak kötücül karanlıklarla
girdaplandığı bir avlu. Burası genişti, hiçbir şey sınırlamıyor ve
yönlendirmiyordu onu, yani esecek bir yeri yoktu – ve o da her yere esiyordu.
Kar artık bu ıssızlığı örtmeye başlamıştı, lapa lapa yağıyordu asfaltta kalan
su birikintilerine. Donuk ışık benekleri anlaşılmaz bir sistemle
yerleştirilmiş, seyrek sokak fenerlerinin altında oraya buraya sallanıyordu.
Kimse yoktu, araba yoktu, caddeler yoktu – yollar yoktu.” (92)
* Aygül
Okutan'ın Vita Sanat Galerisi'ndeki resim sergisindeydik. Bu galeride Rus
sanatıyla ilgili çalışmalara yer veriliyor.
Alıntı
kaynakçası:
Yevgeni Onegin, Puşkin, çev. Sabri Gürses,
Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yüzbaşının Kızı, Puşkin, çev. Sabri Gürses, Alfa Yayınları,
2015.
Zamanımızın Kahramanı, Lermontov, çev. Sabri Gürses, Alfa
Yayınları, 2016.
Oblomov, Gonçarov, çev. Sabri Gürses, Everest Yayınları,
2010/3.
Yüzyıllık Sessizlik (“Ayaz Paşa Kol Geziyor”),
Nekrasov, çev. Uğur Büke, Çeviribilim Yayınları, 2016.
Yeraltından Notlar, Dostoyevski, çev. Sabri Gürses, Notos
Yayınları, 2013.
Yetenek, Vladimir Nabokov, çev. Sabri Gürses, İletişim
Yayınları, 2016.
Puşkin Evi, Andrey Bitov, çev. Sabri Gürses, Yapı ve Kredi
Yayınları, 2015.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder