Ahmet Ümit
Kaynak:
https://oggito.com/
Ne zaman Tolstoy üzerine düşünecek olsam Prometheus’u
hatırlarım. Oysa bu büyük yazar, bir mitoloji kahramanıyla değil, yeryüzündeki
ilk destanlardan olan İlyada ve Odysseia’nın anlatıcısı
Homeros’la kıyaslanır. Ki Tolstoy’un destansı anlatım tarzı göz önüne
alındığında bu yaklaşım doğrudur, zaten bana Prometheus’u çağrıştıran da
Tolstoy’un yapıtları değil, hayatıdır.
Yazarların yapıtları ile yaşadıkları arasında her zaman
uyum olması gerekmez. Nasıl ki Dostoyevski, çarın zindanlarında yaşadığı onca
kötülüğe, sürgünde çektiği onca çileye rağmen Pan-Slavizmi savunmuşsa,
aristokrat bir aileden gelen Tolstoy da politik olarak ilericilere yakın
durmuştur. Yanlış anlaşılmak istemem, elbette yazarların kişisel tarihleri
onların üslubunu belirleyen temel etkendir ama bu son derece karmaşık ve ilginç
şekilde gerçekleşir. Örneğin Tolstoy’un ömrünün büyük bölümünü kırlar içinde
bir malikânede geçirmiş olması, onun romanlarındaki pastoral zenginliğin asıl
nedeni sayılabilir. Rus aristokrasisinin içinden geliyor olması, yaşadığı çağda
siyaset, sanat, din, ama hepsinden önemlisi üst sınıf arasındaki ilişkiyi en
iyi biçimde anlatmasının nedenidir de denebilir. Ama Tolstoy’un kişisel tarihi
aynı zamanda bir çelişkiler tarihidir. Bir Rus aristokratı olmasına rağmen
hayatının sonuna kadar böyle bir hayat sürmenin utancını da yaşamıştır.
Rusya’da ve dünyada onca yoksulluk ve zulüm varken, hem bir toprak sahibi hem
de bir yazar olarak son derece elverişli koşullarda yaşıyor olmayı kendisine
yedirememiştir. Bence Prometheus’la benzerliği de bu durumundan kaynaklanır.
Bilindiği üzere Prometheus, Iapetos adında bir titanın
oğludur. Bilge ve zekidir, kâhin değildir ama olayların nasıl gelişebileceğini
öngörmek gibi bir yeteneği vardır. Kendisi insan soyundan gelmediğinden aslında
insan denen canlı türüne yardım etmesi için hiçbir neden yoktur. Ama tuhaftır,
insan soyuna tehlikeli bir yakınlık besler. Tehlikeli diyorum, çünkü insanlara
duyduğu bu tutku, tanrıların yasalarıyla çelişecek, o devirde kimsenin bulaşmak
istemeyeceği Zeus’u zıvanadan çıkaracaktır.
Tolstoy, elbette Prometheus gibi insanüstü bir varlık
değildi ama zengindi, hem de çok zengin. Rusya gibi toprak köleliğinin yaygın
olduğu bir ülkede yarı tanrı olmak gibi bir ayrıcalıktı bu. Gençlik döneminde
yaşadığı serserilik hayatının ardından, özellikle de yazmaya başladıktan sonra
insan üzerine düşünmeye başlar Tolstoy. Kendi topraklarındakiler de dahil
Rusya’da köy emekçileri korkunç koşullarda yaşamaktadır. Toprak sahibi
olmadıkları gibi, toprakla birlikte satılmaları da normal karşılanmaktadır.
Sadece Rusya’da değil, yeryüzünde yoksulluk ve zulüm hüküm sürmektedir. İnsan
insanı sömürmekte, hor görmekte ve acımasızca öldürmektedir. Bu durum Tolstoy’u
derinden etkiler. Belki de kendini bir tür kurtarıcı olarak görmeye başlar. Yoksulluk,
cehalet, zalimlik ve topyekûn hayat üzerine düşünmeye, yazmaya, dahası eyleme
geçmeye başlar.
Prometheus’un Zeus’u kızdıran ilk eylemi, kurban edilen bir
boğanın etlerinin en iyi kısmını insanlara, kötü kısmını ise tanrılara
ayırmasıdır. Prometheus bu işi öyle kurnazca yapar ki, belki de Zeus, etin
insanlara dağıtılmasını değil de aldatılmış olmayı kendisine yediremediği için
büyük bir cezayla karşılık verir. İşin ilginç tarafı, cezalandırılan Prometheus
değil, insanlardır. Evet, Zeus ateşi insanlara yasaklar. Aslında gizliymiş gibi
görünen mesaj açıktır:
Bu, Prometheus’a verilen bir gözdağıdır. Ama Prometheus
pek aldırmaz. Aksine öfkelenir ama belli etmez. Planını yapar ve harekete
geçer. Athena’nın da yardımıyla Olimpos’a gizlice girer, güneşin hiç sönmeyen
alevinden bir meşale tutuşturarak yeryüzüne iner, ateşi insanlara yeniden
armağan eder.
Hiç kuşkusuz ateş bir imgedir. Prometheus aslında
bilgiyi/aydınlanmayı çalmıştır tanrılardan. Çünkü insanı tanrıların zulmünden
kurtaracak olan bilgiden başkası değildi. Aynı eylemi Tolstoy da yapacaktır.
Evet, o da kendi yoksul köylüleri ve bütün umutsuz insanlar için birçok riski
göze alacak, yeryüzünün daha güzel bir yer olması için, insanın daha iyi
olabilmesi için cesurca ve fedakârca çabalayacaktır. Hayır, yine sadece yazdığı
romanlardan bahsetmiyorum, ki o metinler devrim öncesi Rusya’nın halini
olağanüstü bir gerçekçilikle sergiler. Zengin bir dille anlatılan doğa ve insan
hakikati… Hem savaş, hem aşk bölümlerinde destansı bir anlatı sunan yazar, bu
güzellikler içinde özellikle insanın hazin macerasına vurgu yapar. Ölümlerin,
ayrılıkların, toplumsal yıkımların âdeta senfonik bir bestesini seslerle değil
sözcüklerin marifetiyle bize işittirir. Ama bütün o kötü gidişatın, bu berbat
talihin, o umutsuzluk çağının içinde bile tarihin değiştirilebileceğine olan
inancını sürekli hissettirir. Slav hüznüyle birazcık gölgelenmiş olsa bile
geleceğe duyulan umut o kadar büyük, o kadar etkileyicidir ki, Lenin onun
yazdıkları için, “Rus devriminin aynası” deyimini kullanacaktır. Gerçekten de
Tolstoy bir ara, 1905 Devrimi sırasında Marksist düşüncelere yakınlaşır, ama bu
çok sürmez. Devrimcilerin iktidarı ele geçirmesi halinde zulmün ortadan
kalkmayacağını, sadece tiranların değişeceğini söyleyerek kendi bağımsız
düşüncesine döner. Çünkü o da tıpkı Dostoyevski gibi Slav dininin etkisinden
kendisini kurtaramamaktadır. Dahası, hümanist bir dinin tek kurtarıcı
olabileceğine yürekten inanmaktadır. Üstelik bu düşünce, Avrupa’da tanıştığı
aydınlanmacı fikirlerle de hiç çelişmemektedir. Voltaire’in dediği gibi, “Tanrı
olmasaydı bile onu icat etmek zorunda kalırdık.” Elbette Tolstoy’un dini, Rus
Ortadoksluğu değildir. Yepyeni, bambaşka bir inanç biçimidir ki bu nedenle
kilise tarafından aforoz edilir. Çünkü ona göre, “Tanrı’nın krallığı kilisede
değil, insanın kalbindedir.”
Prometheus, insanı sevdiği, insana inandığı, insanı umut
olarak gördüğü için yasayı çiğnemiştir. Olimpos’un kutsallığını lekelemiş,
Zeus’un kurallarına karşı gelmiştir. Bu yüzden cezası korkunç olacaktır.
Kafkaslarda bir dağın zirvesine zincirlenecek, her gün devasa bir kartal gelip
onun karaciğerini yiyecek ama bununla da bitmeyecek, her gece organı yeniden
tamamlanacak, ertesi gün kartal yine Prometheus’un bedenini parçalamayı
sürdürecektir. Prometheus’un bu korkunç yazgısı ancak Herakles’in müdahalesiyle
değişir.
Elbette Tolstoy’un ciğerlerini yiyen bir akbaba yoktur ama
belki de daha acı verici bir duygu vardır: vicdan. Evet, doğduğundan beri onu
rahat bırakmayan, hem dini, hem çarlığı, hem de insanlığı sorgulamasını
sağlayan vicdan. Resmi Rus dininden kurtulması onu bir miktar özgürleştirmişse
de, tarlada ölen köylüsünü gördüğünden bu yana ruhunda kanlı bir çıban gibi
sızlayıp duran toprak mülkiyetinden kurtulmadan gerçek huzura kavuşamayacaktır.
Bunu yapar da, seksen küsur yaşında olmasına rağmen, sonunda sahip olduğu
toprakları köylülerine bırakarak, bizim çileci dervişler gibi, bir hırka bir
lokma felsefesiyle yollara düşecektir. Bu tavrıyla karısı başta olmak üzere
neredeyse tüm akrabalarını kendisine düşman etmeyi de başarmıştır. Çünkü tıpkı
Prometheus gibi kendi sınıfına ihanet etmiştir. Ancak başka çaresi de yoktur:
Mutluluk, ancak başkalarının yarasına merhem olduğunda gülümseyen bir
armağandır. Muhtemelen Prometheus da aynı bencil gerekçeyle, yani mutlu olmak,
hayatını daha anlamlı kılmak için insan denen o iki ayaklı mahluka yardım
etmeyi seçmiştir. Ne var ki çiftliğini terk eden Tolstoy, ne Prometheus gibi
gençtir ne de ölümsüz bir titandır. Evinden ayrıldıktan kısa süre sonra yorgun
ve yaşlı bedeni Astapovo Tren İstasyonu’nda ölü bulunacaktır.
Prometheus ölümsüz bir varlık olarak hayata başlamıştı,
Zeus onun parmağına bir ceza halkası geçirse de sonsuza kadar yaşamayı
sürdürecektir. Lev Tolstoy ise Prometheus’un kurtarmaya azmettiği o insan denen
canlılardan biridir. Ne tanrısal bir niteliği vardır ne de ölümsüzdür. Ama
Prometheus’un yolunu seçmiştir. Nedeni, o tanrısal varlık gibi ölümsüz biri
olmak mıdır bilmiyoruz. Gerçi yazınsal dehasıyla, yaratılmış olanı yeniden
yaratma yolunu seçtiğine göre tanrılara karşı bir tür özenme içinde olduğundan
söz edilebilir. Hatta yazmakla kalmayıp kendine özgü bir din yaratmaya kalkmış
olması da ilahi bir seçeneğin peşinde olduğu görüşünü destekleyebilir. Fakat
hiçbir yazısında bu isteğinden bahsetmediğine göre bu tezi ileri sürmek pek
gerçekçi olmaz. Ama tanrı olmak istememiş olsa bile, gerek yaşam öyküsüyle,
gerek eserleriyle, tıpkı Prometheus’un onu etkilediği gibi, öteki insanları
etkilemeyi hâlâ sürdürmektedir. İşte sanatsal etkidir ki, yeryüzünün güzel bir
yer olabilme ihtimalini hâlâ mümkün kılabilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder