Yine Serkan’la Oblast’ta bir müşteri ziyaretine gideceğiz
ya, erkenden aşağıya indim.
Hava güzeldi.
Moskova’da “yeşil kış” yakında bitecek, nerdeyse her gün
yağmur yağıyor, havalar serinledi; ancak hala ara sıra da olsa güneş kendisini
gösteriyor. Aslında önümüzde güneşli
günler hiç yok da değil. Daha Eylül’ün ortalarında bizim “pastırma yazı”,
Rusların “бабье лета (babye leta)” dedikleri güzel günleri yaşayacağız. Sonra?..
Kısa bir süre yaprak dökümü olacak, bütün parklar, bahçeler, sarı bir güzelliğe
bürünecek; sonra “beyaz kış” başlayacak, önümüzdeki yılın Nisan ayına kadar
kalkmayacak kardan bembeyaz bir örtüyle örtülecek Moskova.
Güzel havaları fırsat bilen komşular, her fırsatta kapı
önünde toplaşıp muhabbete devam ediyorlar.
Baktım, bizim
komşular, yan padiyezd’den komşumuz
Azeri Hüseyin’in motor kaputu açık eski Jiguli modeli arabasının önünde
toplaşmışlar. Her biri motorun bir yerlerini kurcalıyor. Bütün bildik komşular,
hatta üst kattaki kadim dostum Vladimir İvanoviç de orada.
Vladimir İvanoviç’in de iftihar edip, üstüne titrediği
eski bir Volga’sı var.
Bizim Serkan da gelmiş, beni beklerken aralarına
karışmış, sanki çok anlarmış gibi kabloları çekiştiriyor.
Azeri Hüseyin, canından bezmiş bir halde söyleniyor:
“Bıktım artık bu külüstürden. Her gün arıza, her gün
arıza!...Satıp kurtulacağım artık. İnat olsun diye, şöyle pahalısından bir cip
alacağım.”
Yanlarına doğru giderken üç metre öteden seslendim:
“Satamazsın Hüseyin, boşuna nağme yapma,” dedim.
Azeri Hüseyin, başını benden yana çevirip:
“Nedenmiş o?” diye sordu.
Yanına gidip, elimi omzuna koydum:
“Bak,” dedim, “Sen yeni bir araba alırsan, uzun süre
arıza yapmayacak, senin de hanıma araba arızalı, tamir edeceğim bahanesiyle
garaja kaçma keyfin sona erecek.”
“Valla yahşi söylersin,” diye cevap verdi.
Rusya’da apartmanlarda yaşayanların pek çoğunun evlerinin
yakınında veya biraz uzağında derme çatma da olsa kapalı garajları var. Aslında
çoğu tenekeden yapılma bu garajlar tam bir çirkinlik abidesi. Bazen bu uzakça
olan garajlara sahip olmanın ne anlamı var, diye düşünmeden edemiyorum.
Bu garajlar, yalnız arabalar için değil, eski eşyaları
koymak için de depo gibi kullanılıyor. Hemen hemen bütün garajlarda erkeklerin
birer mini barları, arkadaşlarını ağırlayacak eski püskü de olsa sandalye ve
koltukları var. Buralarda içip, muhabbet edip, votka şişelerinin de dibine
vuruyorlar.
Hüseyin de yapıyor bunu. Pek çok kez davetlisi olduğum
için iyi biliyorum.
***
Hüseyin, her ne kadar ileri geri konuşsa da Ruslar gibi
arabasına sevdalı olduğunu bütün komşular bilir.
Onun arabası da eski bir Jiguli.
Jiguli, bizim Türkiye’deki Murat 124 ve Şerçe’lerin
benzeri bir model. 1989 yılında Bulgaristan’dan toplu göç eden Türklerin pek çoğu
Sovyetler Birliği’nden ithal edilen Jigulilerini yanlarında getirmişlerdi. Biz
de o zaman tanımıştık. Ve hatta aynı dönemde göç eden, “Binnaz” şarkısıyla
ünlenen şarkıcı Ciguli de bu ismi kullanıyordu. Ciguli,
bir Lada modeli (Jiguli) olan arabanın isminden gelen bir lakap.
Rus yapımı bu arabaların benzerleri
Türkiye'de de Murat 124 modeli olarak üretilmişlerdi. İtalyan tasarımı olan
Fiat 124’lerin ta kendisiydiler. İtalyanlar o dönemde hem Türkiye’de Tofaş’la,
hem de Ruslarla anlaşarak üretilmelerine olanak sağlamışlardı.
Aslında İtalyanlar bu modelleri
yetmişlerde kaldırmışken, dünya ileri teknolojili uçan otomobillere binerken
biz, uzun yıllar bu arabalara bindik. Murat 124’ün arkasından ise sadece
kaportaları değişik “kuşlu” modeller üretilmeye başlanmıştı: Serçe, Şahin,
Doğan, Kartal.
80’lerden sonra Türkiye’ye ithal
otomobiller rahatça gelmeye başlayınca, yerli sanayi de hamle yapmak, yeni
modeller üretmek zorunda kaldı.
Aslında parası olan her devirde
istediği arabaya binebiliyordu.
Çok iyi hatırlıyorum, paralı vakıf
üniversitelerinin birinde zengin çocuklarının gittiği lüks kantininin kapısına
başarılı yoksul aile çocuklarından oluşan burslu öğrencilere tepki olarak, “Bu
kantine burslular ve kuşlular giremez,” diye yazmışlardı.
Burslu öğrencilerin kuşlu da olsa
arabaya sahip olabilmeleri teselli olunacak bir şey değil mi aslında?
Bu arabalar hala yollarda.
Serkan, bu yaz Türkiye’deyken yolda
bir Murat 124’ün arka camında gördüğü esprili yazıdan bahsediyor:
“Sen beni asıl 1976 yılında
görecektin.”
***
Ruslarla araba sevdası konusunda bir benzerliğimiz
var.
Ruslar, yaşına ve markasına bakmadan arabalarını çok
seviyorlar. Düzenlenen bir anketin sonuçlarına göre, sürücülerin üçte ikisi
için otomobil birinci derecede ihtiyaç, arabasız bir hayatı düşünemiyorlar.
Anketi yanıtlayanların yaşı arttıkça, arabalarına olan sevgileri daha çok
artıyor. Sürücülerin dörtte biri, arabalarına isim veriyor. En
çok rağbet gören ad ise Lastoçka (Kırlangıç). Verilen diğer adlar arasında Bebek, Canım, Kuzum gibi isimler
var. Çoğu kez de sürücüler arabalarına bir insan adı veriyor.
Araba sahiplerinin yarısından fazlası, arabalarının
özel, yalnız kendine özgü karakteri ve ruhu olduğuna inanıyor. Yüzde dördüne
göreyse arabaların karakteri sahibininkine benziyor.
Rusya’da en fazla rağbet edilen araba renkleri siyah,
gümüş rengi, beyaz ve lacivert; ancak kış aylarında neredeyse bütün arabaların
rengi yağmur, çamur nedeniyle aynı oluyor, yani kartoşka (patates) rengine
dönüşüyor. Pek kimse arabasını yıkamıyor. Yıkasa da fark etmiyor, zira yarım
saat içinde aynı rengi alıyor.
***
Azeri Hüseyin, diğer komşulara dönüp, “Biliyor musunuz
geçen gün şu arabanın yüzünden başıma ne geldi?” diye anlatmaya başladı.
“Vladimir’de bir işim vardı. Giderken tam yolun
ortalarında bizim taka yine arıza yapmaz mı?
Hemen güç bela kenara çekip, dörtlüleri yakıp, park
ettim.
Motor kaputunu açıp, baktım. Hiçbir şey anlayamadım. Kara
kara düşünürken, dalmışım. Birden arkamda ‘Yardıma ihtiyacınız var mı?’ diye
soran tatlı bir genç kız sesi duyup başımı çevirdim.
Bir baktım, bembeyaz gelinliğiyle güzel bir genç kız. Benim arabanın arkasına lüks Porşe cipini park etmiş, yanıma gelmiş.
Birden Allah yardım için bir melek gönderdi sandım.”
“Kız benim şaşırdığımı fark edip, ‘Arabalar benim hobim.
Sürmesini sevdiğim kadar, tamirini de severim. Deduşkam, yani annemin babası,
Kızıl Ordu’da Ana Tamir Birimi komutanıydı. Askeri araçların hepsinin, hatta
tankların tamirinden çok iyi anlardı. Ondan çok şey öğrendim,’dedi.
Üstündeki beyaz gelinliğe baktım.
‘Merak etmeyin, zaten kuru temizlemeye gidecek,’ dedi.
Neyse kızla birlikte motora baktık. O da bir şey
anlamadı.
‘Sizi yedeğime alıp, en yakın kasabaya kadar çekeyim.
Orada mutlaka bir tamirci bulursunuz,’ diye teklifte bulundu.
Zaten yapacak bir şey yoktu, kabul ettim. Kız,
Porşe’siyle önde; ben, çekici halatla bağlı benim Jiguli’yle arkada yola
koyulduk.
Kız, ‘Bir sorun olursa, korna çalar, selektör
yakarsınız,’ dedi.
Başlangıçta sakin sakin, sorunsuz yol aldık. Ancak birden
bir Ferrari, yanımızdan fırtına gibi, bizi sollayıp, geçti. Arkasından bizim
kız gaza bastı. Galiba Ferrari’nin Porşe’sini geçmesini kendisine yedirememişti,
durmadan gaza yükleniyordu. Sanıyorum beni de unutmuştu.
Ferrari gidiyor, bizim kız Porşe’siyle peşinde. En arkada
da halatla bağlı benim Jiguliyle ben.
İş ciddiye bindi. Bu çılgın yarış bir türlü bitmiyor. Ben
arkada, direksiyona yapışmış, korkudan tir tir titriyorum. Selektör yakıyorum,
korna çalıyorum nafile.
Neyse
Allahtan bir polis arabası yolu kesip, hepimizi durdurdu da kurtuldum.
Meğer o
sırada yol devriye görevi yapan bir polis helikopteri yukarıdan olayı görüp
telsizle anons ediyormuş.
Polislerin
anlattığına göre helikopter anonsunda ‘Bir Ferrari ile Porşe yarışıyor,
arkalarında da bir Jiguli onları geçmeye çalışıyor,’ diyormuş.
Bizim genç
kız, trafik ihlal cezasını öderken, bir yandan da gülüyordu, bana dönüp, ‘Valla
inanır mısın ben de sizin arabayı çektiğimi unuttum; arkamdan selektör
yaktığını görünce, boyuna bakmadan bir Jiguli de beni geçmeye çalışıyor diye
sinirlenip, gerildim,’ dedi.”
Nikolay Vladimiroviç, “Yahu, buna benzer bir şey de geçen
gün benim başıma geldi”, diye atıldı:
“Yolda giderken bir polis işaret edip, beni durdurdu.
Ekip arabaları arıza yapmış, arabada başka bir polis daha var; ‘Beş kilometre
ötedeki kasabaya kadar bizi yedeğine alıp, çek,’ dedi. İtiraz edebilecek bir
halimiz yok ki zaten. Halatla polis arabasını benim arabaya bağlayıp, ben önde
onlar arkada yola çıktık. Düşünceli, beter bir günümdeydim. İş, güç, ev halleri
falan…Unutmuşum polis arabasını yedeklediğimi. Bir ara dikiz aynasından bir
baktım arkamda bir polis arabası, selektör yakıp duruyor bana. Eyvah, dedim,
yakalandık, başım derde girecek. Evraklarım eksik, sigortamın süresi çoktan
geçmiş…Bastım gaza. Arada aynadan bakıyorum, polis arabası hala arkamda. Yine
basıyorum gaza. Polis arabası selektör yakmaya devam ederken, siren de çalmaya
başladı. İyice telaşlandım; sağa çekip, durdum. Arabadan inip bizim polisi karşımda
görünce aklım başıma geldi. Hatırladım olayı. Polis de bana çıkışıyor. Ben,
unutup biraz hız yapınca telaşlanmış, meğer onun için selektör yakıyormuş.”
“Ne çok buna benzer olaylar oluyor yollarda,” dedim.
Rusya’da arabalarda kaydedici kameralar kullanılmaya
başlandığından beri sosyal paylaşım sitelerinde çok sayıda aptalca trafik
kazaları videoları yer almaya başladı. Bazı videolar, paylaşım ve izlenme
rekorları kırıyor. Rusya’daki kaza videoları, bizim televizyonların da çok rağbet
ettikleri, sık sık haberlerde kullandıkları bir kaynak.
Pavel Viktoroviç:
“Bu tür durumlarda her zaman 3D kuralına uymak lazım,”
dedi.
Ben, sinemadan, 3D tekniğiyle yapılmış bir filmden
bahsedecek diye düşünürken Paşa devam etti:
“Yollar manyaklarla dolu, dikkatli olmak gerekir. En
iyisi sakin olup, 3D kuralına, yani ‘Дай Дорогу Дураку (Day Darogu Duraku)-
Aptallara Yol Ver)’ kuralına uyacaksın,” dedi.
Nikolay Vladimiroviç, bir “of” çektikten sonra Rusya’da araba kullananların şikayetlenip hep kullandığı o çok bildik deyişi
tekrarlayıp, söylendi:
“В России две беды – дураки и дороги”(V Rossiyi dve bedı-Duraki i darogi)-Rusya’nın iki önemli sorunu var-yollar ve aptallar).
Vladimir İvanoviç, ne zaman konuşacak diye merak ederken,
ağzından baklayı çıkarıp, beklediğim şeyi sonunda söyledi:
“Bunlar yeni zamane işleri. Bizim zamanımızda, yani
Sovyet döneminde böyle saçma sapan şeyler olmazdı,” dedi.
Anlatılanlar sağda solda duyup, okuduğumuz anekdotlara
(Ruslar fıkraya “anekdot” diyorlar) pek benzeyen şeylerdi, ama olsun yine
dinleyip, birlikte gülmek hoştu.
Muhabbet uzayıp gidiyordu, doyulacak gibi değildi; ancak
biz Serkan’la yola çıkmak zorundaydık, vedalaşıp ayrıldık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder