M.Hakkı Yazıcı
Kaynak: http://www.turkrus.com/
İbrahim’in sohbetine
doyulmuyor. Saatin kaç olduğunu unutup, daldan dala atlayıp, eskilerden
yenilerden durmaksızın konuşuyoruz. Sohbete doyulamayınca da onu her ziyaretim
sonrasında, gecenin bir saatinde eve nasıl ulaşırım derdi başlıyor.
Vedalaşıp soğuğun suratımı
yine bıçak gibi kestiği Moskova sokaklarına adımımı attığımda Metro çoktan
kapanmıştı.
İbrahim’in oturduğu
binayı, Titanik’i arkama alıp yürümeye başlıyorum. Bu binaya iri cüssesi
nedeniyle halk arasında Titanik diyorlar, Tulskaya’da Moskova’nın en bilinir
mimari garabetlerinden, ince uzun, dev bir beton yığını…
Beni eve götürecek bir
taksi bulmam lazım. İbrahim’in evinin önünde müşteri bekleyen taksiler olduğunu
biliyorum. Bizim eski Murat 124’ler
tipinde, eski püskü jiguliler, gurbetçi Azerilerin, Özbeklerin, Kırgızların
sermayesi, ekmek teknesi taksiler...
Malum Moskova’da resmi
taksi uygulaması yeni yeni oturtulmaya çalışılıyor ve henüz etkin bir şekilde
hayata geçirilememiş durumda. Bizim Türkiye’de alıştığımız sarı renkli,
taksimetreli taksilerle dolu taksi durakları yok burada. Telefonla evden taksi
çağırma lüksü de, sokakta her yüz metrede taksi çağırma zilleri de haliyle yok.
Caddenin kenarında durup elini yola doğru uzatıyorsunuz; artık kısmetinize
bağlı, bazen son derece lüks bir araba, bazen külüstür bir jiguli duruyor;
gideceğiniz yeri anlatıyorsunuz, pazarlığınızı yapıp, anlaşırsanız biniyorsunuz:
O, sizi istediğiniz yere götürecek
taksidir.
Moskova’ya ziyarete
gelip de kaybolmaktan korkan bütün Türk arkadaşlarıma hep aynı şeyi söylüyorum;
yol kenarlarında park edip bekleşen
jigulilerin kapısını açıp şoför mahallinde oturan adamın suratına bir bakın,
esmer, doğulu suratlı birisiyse “selamünaleyküm” diye lafa girin, muhtemelen
korsan taksicilik yapan bizim Türki kardeşlerimizden biridir, az da olsa Türkçe
anlarlar; anlaşır, konuşursunuz, istediğiniz yere sizi güven içinde götürürler
diyorum.
Ben de arkadaşlarıma
önerdiğim gibi yapıyorum. Arabanın kapısını açıp, tılsımlı sözcüğü söylüyorum,
“selamünaleyküm” diyorum. Ancak şöfor mahallindeki adam suratıma anlamaz bir
ifadeyle bakıp, sırıtıyor. Karanlıkta yüzünü de pek seçemiyorum, Rusça “Özbek misin?” diye soruyorum. “Hayır, Çukçayım,” diyor. Bu defa şaşırma sırası
bende.
İlk kez Moskova’da bir
Çukça taksiciyle karşılaşıyorum. Gerçi geçen sene Gorki Park’ta bir etkinlik
için kurulmuş çadırda Çukçaları, Çukotka’dan getirdikleri geyiklerini
görmüştüm. Ancak ilk kez burada yaşayan, çalışan bir Çukçayı görüyordum.
Rusya, bir ucu Avrupa’nın,
diğer ucu da Asya’nın kuzeydoğusunda olan dünyanın en büyük toprak parçasına
sahip devasa bir ülke; tıpkı bizim ülkemiz gibi bir kısmı Avrupa’da, bir kısmı
Asya’da olan bir Avrasya ülkesi. Kaliningrad’a Rusya’nın Edirne’si dersek
Çukotka’da Rusya Federasyonu’nun Ardahan’ı… Sibirya’nın kuzeydoğusunda özerk bir
cumhuriyet. Kuzey Kutup Dairesi’nin altında, Alaska’nın karşısında.
Ben, aslında Kuzey
Amerika yerlilerinin atalarının bir zamanlar Bering Boğazı’ndan geçen
Asya’lılar olduğunun bir efsaneden öte gerçek olduğuna inananlardanım.
Rusya'nın Lazları
olarak bilinen Çukçalara ilişkin bizim Laz fıkraları gibi anlatılan çok sayıda
fıkra var. Yolculuğumuzun eğlenceli geçeceği başından belliydi; hiç düşünmeden
arabaya bindim. Biraz konuştuktan sonra zaten muhabbetimiz ilerledi.
Çukçaların
basit, sade hayatlarının olduğunu, avlanma dışında ekonomilerinin olmadığını,
eğitim seviyelerinin de düşük olduğunu bildiğimden söz ettim. Alındı ve
şiddetle itiraz etti.
“Olur mu?!”
dedi, “Bizim de şairlerimiz, yazarlarımız var, bak mesela,” dedi ve benim
tarafımdaki torpido gözüne uzanıp, açtı; bir kitap çıkardı.
“Bu kitabı
ben yazdım,” dedi.
Biraz
sayfaları karıştırdım. Karanlıkta ne yazdığını pek okuyabilecek durumda
değildim.
“Bu kitabı
yazdığına göre çokça okumuş olmalısın; sana ne ilham verdi en çok, mesela
Puşkin’i, Gogol’u, Tolstoy’u, Dosto’yu okumuş olmalısın?” diye sordum.
Bir gözü
yolda, küçümser bir ifadeyle bana baktı.
“чукча
не читатель, он писатель (Çukça
okur değil, yazar )!” dedi.
Ses
çıkaramadım; okumadan, ustalardan etkilenmeden, birikime ihtiyaç duymadan
yazabilenler de olabiliyormuş meğer, diye düşündüm. Ne demeli!
Bizim Çukça
benim Türk olduğumu öğrendi ya, Türk firmalarının beyaz eşya konusunda Rusya’da
ciddi yatırımları olduğunu biliyor ve ucuz tarafından bir buzdolabını nasıl
temin ederim diye soruyor. Beko’dan, Vestel’den söz ediyorum, sonra merakımı
yenemeyip soruyorum:
"Ne
için buzdolabı almayı düşünüyorsun ki? Sizin orda hava zaten hep -50C’ın
altında değil mi?"
"Dışarda
hava -50 derece, ama buzdolaptaysa -18, ayaklarımı ısıtıcam," diyor.
Çukça
fıkraları yol boyu bitecek gibi değil. Ben de ona bildiğim bir fıkrayı
anlattım:
Bizim
Karadeniz’li Temel, Rusya’da Kamçatka Bölgesi’nde bir projede çalışırken bir
Çukça ile tanışıyor, arkadaş oluyorlar. İrtibatları Temel, memleketine
döndükten sonra da kesilmez, haberleşirler. Temel, Çukça arkadaşını memleketine
davet eder, o da daveti kabul edip gelir. Birlikte hoşça vakit geçirip, gezip
eğlenirler. Bir gün avlanmaya çıkarlar. Temel, tüfeğin birini kendi alır, diğerini
de Çukça arkadaşına verir.
Temel, Çukçadan dediklerinin dışına çıkmamasını
ister....Temel ateş etmeden kesinlikle ateş etmeyecektir. Çukça tamam
der...Ormana giderler...Birkaç saat sonra bir ayıya rastlarlar...Temel, ayıyı
kızdırır; ayı üzerlerine gelince başlarlar kaçmaya...Uzun bir süre kaçtıktan
sonra, Çukça yorulur, durur...Bakar elinde tüfek karşısında ayı, ben salak
mıyım niye kaçıyorum diye düşünür...Ve tüfeğini doğrultup ayıyı vurur...
Temel, telaşla Çukça’nın yanına gelir ve sorar:
“Uyyy ne ettun, daaa; kim taşıyacak bu koca ayıyı şimdu köye kadar ?!”
Temel, telaşla Çukça’nın yanına gelir ve sorar:
“Uyyy ne ettun, daaa; kim taşıyacak bu koca ayıyı şimdu köye kadar ?!”
Bizim mahalleye gelmiştik, ben inmeden son iki fıkrayı da
o patlattı:
Çukçalar, Çin'e savaş açma kararı alır. Çukotka'ya görüşmeye
giden Çinli general sorar:
“Toplam kaç kişisiniz?”
“50 bin. Ya siz?”
“1 milyar 300 milyon!”
“Eyvah, nereye gömeriz hepinizi?”
“Toplam kaç kişisiniz?”
“50 bin. Ya siz?”
“1 milyar 300 milyon!”
“Eyvah, nereye gömeriz hepinizi?”
Ve son fıkra:
Çukçanın biri Moskova’ya gelmiş, karısını kalabalıkta
kayıp etmiş. Polise gidip yardım istemiş, "karımı kaybettim, nasıl
bulabilirim?" demiş.
Polis sormuş, "Karın nasıl biri? Bi tarif et bakalım."
Çukça, anlamamış,"Nasıl yani?" diye sormuş.
Polis, "Bak, tarif etmek şöyle bir şey; mesela benim karım uzun boylu, zayıf, sarışın, gözleri mavi ve çok güzeldir"
Çukça ,"Tavariş polis, boş ver benimkini, seninkini arayalım," demiş.
Polis sormuş, "Karın nasıl biri? Bi tarif et bakalım."
Çukça, anlamamış,"Nasıl yani?" diye sormuş.
Polis, "Bak, tarif etmek şöyle bir şey; mesela benim karım uzun boylu, zayıf, sarışın, gözleri mavi ve çok güzeldir"
Çukça ,"Tavariş polis, boş ver benimkini, seninkini arayalım," demiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder