Erdem Erinç
20. yüzyıl denince akla gelenler için bir liste yapılsa, Mihail Bulgakov’un Üstat ile Margarita’sı (ve peşinden getirdikleri) o listede kesinlikle yer alır. Geride bıraktığımız çağın belki de ilk yol romanıdır bu. Ancak On the Road’dan ya da Mara ile Dann’ın çıktığından biraz farklıdır söz konusu ‘yolculuk’. Burada yolcu diğerlerindeki gibi kahraman değil, okurdur. “Yalnızca gidebilmek için giden” gerçek bir yolcunun, okurunu da yolcu yapıp yanına alarak devam ettiği, sonunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, öncesi ve sonrasında yolcunun farkında olmadan kendini yeniden tanımladığı kadim bir yolculuk.
Güzergâh ve Vesait
Bulgakov eserin başında kahramanları ve okurlarını aynı çizgiye getirdiği, itinalı bir frekans ayarı yapar. İster iktidar deyin, ister güç, bunun gönüllü boyunduruğunda olan iki kahramanın bir ‘iş’ konuşmasını bize aktarır. Romandan sonra ayrı bir anlam kazanan Patriarşiye Göleti etrafında cereyan eden bu konuşma, içerik bakımından çok farklı olsa bile, iktidara göre kendine çekidüzen verme adına bizlerin bugün de rahatlıkla parkta, otobüste, sinema arasında, devlet dairelerinde, okul koridorlarında duyabileceğimiz bir diyalogdur. İşte tam da budur 1930’ların (hatta bugünün) Moskovalıları ile bizi aynı çizgiye getiren. Akvaryuma yeni dâhil olan balığın suyun sıcaklığına alışması gibi alışıvermişken bu sohbetin bize kendimizi evimizde hissettirmesine, kendisine ortak etmesine, birden asla ilişmemiz gereken, yolculuğun bundan sonraki kumandasını devralacak çok tanıdık bir ‘yabancı’ ile karşılaşırız.
Muhataplardan biri tramvayın altında kalır ve başı kopar, diğeri bunu önceden söyleyen garip yabancının bu işte bir parmağı olduğunu kanıtlamaya çalışırken kendini akıl hastanesinde bulur. Woland’ın “Moskovalılarla tanışması adına” düzenlenen kara büyü gösterisinde tavandan izleyiciye yağan banknotlar şampanya etiketine dönüşür, sahnede kurulan mağazada yabancı giyim markalarının elbiselerini birbirini ezerek kapışan halk dışarı çıktığında çırılçıplak kalır. Bu garabeti anlamak ve ona son vermek isteyen istihbarat organları, Woland’ın dört elemandan ibaret şürekâsının müdahaleleriyle sürekli tongaya düşer. “Sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşil olan” adamın Moskovalıların ne kadar değiştiğini görmek için gerçekleştirdiği küçük ziyaret, büyük bir karmaşayı şehrin başına sarar.
Tüm bunlar romandan esinlenen Rolling Stones’un Sympathy for the Devil (Şeytana Yakınlık) adlı şarkısına ziyadesiyle sızmış, aynı şarkı gibi gürültülü, kaotik, yer yer çok da güzel perdesi bozulan kısmıyla alakalıdır. Romanda içten içe, ılık ve hüzünle akan bir aşk şarkısı da vardır. Anlatılan Üstat ile Margarita’nın Arbat’ı kesen sokaklardan birinde başlayan, şeytanın mucizevî dokunuşuyla kendine güzel bir yol bulan bir aşktır. Üstat’ın doğrudan, Margarita’nın da Üstat dolayısıyla hayatını karartan, totaliter düzenin sosyal yaşamdan, edebiyat dünyasına sinen tarafı, iki insanın keyfini düzenin nasıl bozabileceğinin, her totaliter rejimde görülebilecek örneği gibidir.
İlk olarak şeytanın gazabının ikinci kurbanı şair Evsiz’in oda komşusu olarak akıl hastanesinde tanıştığımız Üstat, Pontius Pilatus hakkında bir roman yazmaktadır. Romanın başında İsa’nın varlığını, azarlayan bir tonda muhataplarına kabul ettirmeye çalışan Woland, Pontius Pilatus’un gerçekleştirdiği sorguyla başlar. İsa’nın ölüm hükmünü gönülsüzce veren Pontius Pilatus kâh Woland’ın anlatısında, kâh şair Evsiz’in rüyasında, kâh Üstat’ın elyazmalarında romana dâhil olur. Geleneksel olarak kendisiyle ilgili her anlatının öznesi olan İsa bu kez, burada yerini Pontius Pilatus’a bırakmıştır.
Sızıntı
Rita Felski’nin Edebiyat Ne İşe Yarar adlı çalışmasında bizlere hatırlattığı gibi hayat ve metin arasında orantılı bir ‘alışveriş’ vardır. Her metin doğrudan ya da dolaylı olarak hayattan beslenir. Sonra da tekrar hayata sızar. Bu, metnin hayata dâhil olduğu kadar etki bırakabileceğini yani ‘cürmü kadar yer yakabileceği’ sonucunu doğurur gibi görünse de, edebiyat tarihinde ‘sızma’ esnasında ‘buharlaşan’ çok sayıda eser de vardır. Gerçek olan, metnin sızdığı hayatın artık aynı hayat olmamasıdır.
Basitçe kurabileceğimiz hayat-metin-hayat denklemi göz önünde bulundurulduğunda Üstat ile Margarita’nın hiç de küçümsenmeyecek bir cürmü mevcuttur. Bir metin olarak Üstat ile Margarita’nın hayata dâhil olması sonucu zihinlerdeki şeytan imgesi bir hayli etkilenmiştir. Bunda metnin kendisi kadar sızdığı mecraların da etkisi vardır.
Sadece Rusya’da hâlihazırda Üstat ile Margarita’dan devşirilmiş on altı oyun sergilenmekte. Bu oyunlardan ikisi Sovyet ve Rus tiyatrosunun dünya varlığına armağanı iki yönetmen Yuri Lyubimov ve Roman Viktyug tarafından sahneleniyor. Bir on yedi de Avusturya’dan, Kanada’ya, İsrail’den, İngiltere’ye dünyanın çeşitli ülkelerinin sahnelerinde yerini bulmuş. Romanın sinemadaki serüveni ise hüsranlarla dolu. Birçok deneme teknik yetersizlikler nedeniyle sonlanamazken, sonlananlar da damaklarda kötü bir tat bırakıyor. Aralarında Polonyalı ünlü yönetmen Andrzej Wajda’nın romanın İsa ile ilgili bölümlerini günümüze uyarlayıp çektiği Pilatus ve Diğerleri ve 2006’da Vladimir Bortko tarafından çekilen on bölümlük televizyon dizisi diğerlerinden biraz olsun ayrılıyor.
V. Bortko Sovyetlerin günbatımında çektiği başka bir Bulgakov uyarlaması olan ve kısa sürede bir kült filme dönüşen Köpek Kalbi ile Rusya’da rüştünü ispatladı. Sonrasında Dostoyevski’nin Budala’sının televizyon uyarlamasını yaptı. Bu uyarlama gazetelerde tefrika edilerek yayımlanmasının üzerinden geçen 135 yılın ardından kitabın baskılarının, zamanın en çok satanlar listesine dâhil olmasını sağladı. Yönetmenin kendisi ve Mışkin’i oynayan ünlü oyuncu Yevgeni Mironov Rusya kültür hayatının prestijli ödüllerinden Soljenitsın ödülünün sahibi oldular. Tüm bunlar V. Bortko’nun Üstat ile Margarita’ya el attığını duyanların içinde iflah olmaz bir heyecanın tutuşmasını sağladı. Çok zengin bir şahıs kadrosuna sahip roman için çok çeşitli sanatçı profili öngörülmüştü. Profesyonel olarak oyunculuk yapmayanlardan, Rus tiyatro efsanelerine, yavan esprileri ve abartılı oyunculukları ile meşhur komedyenlerden, unutulmuş yeteneklere çok kalabalık bir ekiple Moskova’da ve Bulgaristan’ın farklı yörelerinde (Yeruşalayim’de geçen bölümlerin çekimi için Bulgaristan’ın sahil şehirleri seçilmişti) film çekilmişti. Tüm bu çeşitlilik ve olumlu beklenti, filmin dizi formatında ekranlarda görülmeye başlamasıyla yerini tam bir hayal kırıklığına bırakmasa da, çok büyük bir coşku da yaratmadı. 2005 yılında ekranlarda gösterilen diziden bugün akıllarda Woland’ı canlandıran ünlü oyuncu Oleg Basilaşvili’nin başarılı performansı, besteci İgor Kornelyuk’un yaptığı müzikler ve sıradan bilgisayar oyunlarını anımsatan Şeytan’ın Büyük Balosu’ndan sahneler kaldı.
Zevkin ve zenginliğin adamının Moskova’dan sonraki birçok uğrağından biri de 1968’de piyasaya çıkan Beggar’s Banquet albümüydü. Ancak bu sefer uzak bir yoldan, belki de kendisine hak ettiği itibarı veren yegâne romandan geliyordu. Bulgakov’un satırlarında kazandığı hüviyet ile şeytan, Marianne Faithfull’un, Mick Jagger’ı kitapla tanıştırmasıyla Sympathy for the Devil’den hiç ayrılmamacasına rock tarihine sızıyordu. “İzin verin, size kendimi takdim edeyim” cümlesiyle açılan şarkı sadece Rolling Stones diskografisinin değil, müzik tarihinin de nirengi noktalarından birini teşkil ediyordu.
Bir de sızıntının başka bir yönü var ki, her türlü denklemi alaşağı edecek güçte. Kitapta anlatılan Pontius Pilatus hikâyesi ana hatlarıyla dini literatürde anlatılandan ayrılmasa da onu fazlasıyla kişiselleştiriyor ve dolayısıyla insanileştiriyor. Sonunda Pilatus’u tamamen aklamasa da, Bulgakov tarafından bolca kayrılıyor. Bunun günümüze yansımaları da oldukça ilginç, hatta romanın kendisinden daha fantastik bir hal alıyor.
Kitapta İsa ölürken, dini literatürde ifade edildiği gibi Tanrı’nın adı değil de Pontius Pilatus’un adını anmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi protodiakonu Andrey Kurayev bu anlatım yüzünden kitabı bize de çok yabancı olmayan ‘manevi değerlerin rencide edilmesi’ gibi bir gerekçeyle aforoz etti. Kitaptan uyarlanan dizinin gösterime girmesiyle de din adamının bu sözleri, diğer meslektaşları arasında da yankı buldu. Basına yaptıkları açıklamalarla kitabı okuyanları ve diziyi izleyenleri günah çıkarmaya davet ettiler. Böylece, Sovyet döneminde de doğru dürüst basılamamış olan eserin, ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranamayacağı açık seçik görünmüş oldu. İsa’nın son saatlerinin anlatıldığı Mel Gibson harikası Tutku filmi de ister istemez Üstat ile Margarita’nın ilgili bölümlerini akla getiriyor. Ancak bu anımsama sızıntının oluşturduğu akıntının sanki ‘doğaüstü’ güçlerin yardımıyla tersine akması gibi bir his yaratıyor. Öyle ki Bulgakov, okuru seneler öncesinden, kitabın başına gelebilecekleri düşünerek, bir (kontr)parodisini yapıp yapmadığını düşünmeye sevk ediyor.
***
Üstat ile Margarita artık Türkçede. Kitap daha önce de Türkçe basılmıştı. Ancak söz konusu baskı Fransızca çevirisinden Türkçeye çevrilerek yapılmıştı. Bu kez doğrudan Woland’dan, Korovyev’e, Azazello’dan, Behemot’a tam kadro, herkes Rusça ne diyorlarsa Sabri Gürses’in çevirisiyle Türkçede karşılığını buluyor. Bu, metnin bizim topraklarımıza sızması açısından çok önemli. Kuğulu Park’ta bir bankta, İstinye’de alışveriş merkezinde, Anadolu’nun herhangi bir yerinde hararetle sohbet eden iki bürokrat, iki alışverişkolik ya da iki memurun kendilerine yaklaşan “sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşil olan” aksansız ve temiz Türkçesiyle kendilerini ‘büyüleyen’ yabancıyı tanımaları açısından, gerçekten önemli.
Üstat ve Margarita
Mihail Bulgakov
Everest Yaynları
Bu yazı 15 Haziran tarihli Taraf Kitap ekinden alınmıştır.
20. yüzyıl denince akla gelenler için bir liste yapılsa, Mihail Bulgakov’un Üstat ile Margarita’sı (ve peşinden getirdikleri) o listede kesinlikle yer alır. Geride bıraktığımız çağın belki de ilk yol romanıdır bu. Ancak On the Road’dan ya da Mara ile Dann’ın çıktığından biraz farklıdır söz konusu ‘yolculuk’. Burada yolcu diğerlerindeki gibi kahraman değil, okurdur. “Yalnızca gidebilmek için giden” gerçek bir yolcunun, okurunu da yolcu yapıp yanına alarak devam ettiği, sonunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, öncesi ve sonrasında yolcunun farkında olmadan kendini yeniden tanımladığı kadim bir yolculuk.
Güzergâh ve Vesait
Bulgakov eserin başında kahramanları ve okurlarını aynı çizgiye getirdiği, itinalı bir frekans ayarı yapar. İster iktidar deyin, ister güç, bunun gönüllü boyunduruğunda olan iki kahramanın bir ‘iş’ konuşmasını bize aktarır. Romandan sonra ayrı bir anlam kazanan Patriarşiye Göleti etrafında cereyan eden bu konuşma, içerik bakımından çok farklı olsa bile, iktidara göre kendine çekidüzen verme adına bizlerin bugün de rahatlıkla parkta, otobüste, sinema arasında, devlet dairelerinde, okul koridorlarında duyabileceğimiz bir diyalogdur. İşte tam da budur 1930’ların (hatta bugünün) Moskovalıları ile bizi aynı çizgiye getiren. Akvaryuma yeni dâhil olan balığın suyun sıcaklığına alışması gibi alışıvermişken bu sohbetin bize kendimizi evimizde hissettirmesine, kendisine ortak etmesine, birden asla ilişmemiz gereken, yolculuğun bundan sonraki kumandasını devralacak çok tanıdık bir ‘yabancı’ ile karşılaşırız.
Bulgakov kahramanlarıyla bizleri aynı çizgiye çeker. Tek yaptığı da budur sanki. Çünkü sonradan, gerçekten de direksiyonun başına “hep kötülük isteyen ve hep iyilik yapan gücün parçası” geçer, o da kalemi kâğıdı bırakıp kıyamete gidenleri izler. Bir nevi mevzubahis yolculuk öncesi bindiğimiz uğursuz ve tekinsiz bir aracın içinde, eğreti güvenlik önlemleri aldırıp, yularsız at ya da frenleri patlak bir kamyonda, onlarla birlikte bizi de yokuş aşağı gönderir. Daha açık ifade etmek gerekirse, kahramanlarını küçüklü büyüklü milyon kötülüğü/günahı/ahlaksızlığı – nasıl adlandırırsanız adlandırın – gün içerisinde eden/işleyen/yapan insanların seviyesine getirir. Soluklarına kadar tanıdık olan bu insanların karşısına şeytanı çıkarır ve inanılmaz bir seyirlik sunar.
Kendini Woland adıyla takdim eden şeytan ne tanrıyı, ne İsa’nın varlığını kabul edenlerin çoğunlukta olduğu, dolayısıyla kendisine de itibar edilmeyen Moskova’yı ziyaret eder. Kendisini yakından ilgilendiren konulardan bahseden iki kişinin sohbetine kulak misafiri olur ve o iki kişi bu yabancıyı sohbetlerine ortak ederek geri dönülmez bir hata yaparlar, kendilerinin ve şehirlerinin inanmadıkları kaderlerine telafisi imkânsız zararlar verirler.
Muhataplardan biri tramvayın altında kalır ve başı kopar, diğeri bunu önceden söyleyen garip yabancının bu işte bir parmağı olduğunu kanıtlamaya çalışırken kendini akıl hastanesinde bulur. Woland’ın “Moskovalılarla tanışması adına” düzenlenen kara büyü gösterisinde tavandan izleyiciye yağan banknotlar şampanya etiketine dönüşür, sahnede kurulan mağazada yabancı giyim markalarının elbiselerini birbirini ezerek kapışan halk dışarı çıktığında çırılçıplak kalır. Bu garabeti anlamak ve ona son vermek isteyen istihbarat organları, Woland’ın dört elemandan ibaret şürekâsının müdahaleleriyle sürekli tongaya düşer. “Sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşil olan” adamın Moskovalıların ne kadar değiştiğini görmek için gerçekleştirdiği küçük ziyaret, büyük bir karmaşayı şehrin başına sarar.
Tüm bunlar romandan esinlenen Rolling Stones’un Sympathy for the Devil (Şeytana Yakınlık) adlı şarkısına ziyadesiyle sızmış, aynı şarkı gibi gürültülü, kaotik, yer yer çok da güzel perdesi bozulan kısmıyla alakalıdır. Romanda içten içe, ılık ve hüzünle akan bir aşk şarkısı da vardır. Anlatılan Üstat ile Margarita’nın Arbat’ı kesen sokaklardan birinde başlayan, şeytanın mucizevî dokunuşuyla kendine güzel bir yol bulan bir aşktır. Üstat’ın doğrudan, Margarita’nın da Üstat dolayısıyla hayatını karartan, totaliter düzenin sosyal yaşamdan, edebiyat dünyasına sinen tarafı, iki insanın keyfini düzenin nasıl bozabileceğinin, her totaliter rejimde görülebilecek örneği gibidir.
İlk olarak şeytanın gazabının ikinci kurbanı şair Evsiz’in oda komşusu olarak akıl hastanesinde tanıştığımız Üstat, Pontius Pilatus hakkında bir roman yazmaktadır. Romanın başında İsa’nın varlığını, azarlayan bir tonda muhataplarına kabul ettirmeye çalışan Woland, Pontius Pilatus’un gerçekleştirdiği sorguyla başlar. İsa’nın ölüm hükmünü gönülsüzce veren Pontius Pilatus kâh Woland’ın anlatısında, kâh şair Evsiz’in rüyasında, kâh Üstat’ın elyazmalarında romana dâhil olur. Geleneksel olarak kendisiyle ilgili her anlatının öznesi olan İsa bu kez, burada yerini Pontius Pilatus’a bırakmıştır.
Sızıntı
Rita Felski’nin Edebiyat Ne İşe Yarar adlı çalışmasında bizlere hatırlattığı gibi hayat ve metin arasında orantılı bir ‘alışveriş’ vardır. Her metin doğrudan ya da dolaylı olarak hayattan beslenir. Sonra da tekrar hayata sızar. Bu, metnin hayata dâhil olduğu kadar etki bırakabileceğini yani ‘cürmü kadar yer yakabileceği’ sonucunu doğurur gibi görünse de, edebiyat tarihinde ‘sızma’ esnasında ‘buharlaşan’ çok sayıda eser de vardır. Gerçek olan, metnin sızdığı hayatın artık aynı hayat olmamasıdır.
Basitçe kurabileceğimiz hayat-metin-hayat denklemi göz önünde bulundurulduğunda Üstat ile Margarita’nın hiç de küçümsenmeyecek bir cürmü mevcuttur. Bir metin olarak Üstat ile Margarita’nın hayata dâhil olması sonucu zihinlerdeki şeytan imgesi bir hayli etkilenmiştir. Bunda metnin kendisi kadar sızdığı mecraların da etkisi vardır.
Sadece Rusya’da hâlihazırda Üstat ile Margarita’dan devşirilmiş on altı oyun sergilenmekte. Bu oyunlardan ikisi Sovyet ve Rus tiyatrosunun dünya varlığına armağanı iki yönetmen Yuri Lyubimov ve Roman Viktyug tarafından sahneleniyor. Bir on yedi de Avusturya’dan, Kanada’ya, İsrail’den, İngiltere’ye dünyanın çeşitli ülkelerinin sahnelerinde yerini bulmuş. Romanın sinemadaki serüveni ise hüsranlarla dolu. Birçok deneme teknik yetersizlikler nedeniyle sonlanamazken, sonlananlar da damaklarda kötü bir tat bırakıyor. Aralarında Polonyalı ünlü yönetmen Andrzej Wajda’nın romanın İsa ile ilgili bölümlerini günümüze uyarlayıp çektiği Pilatus ve Diğerleri ve 2006’da Vladimir Bortko tarafından çekilen on bölümlük televizyon dizisi diğerlerinden biraz olsun ayrılıyor.
V. Bortko Sovyetlerin günbatımında çektiği başka bir Bulgakov uyarlaması olan ve kısa sürede bir kült filme dönüşen Köpek Kalbi ile Rusya’da rüştünü ispatladı. Sonrasında Dostoyevski’nin Budala’sının televizyon uyarlamasını yaptı. Bu uyarlama gazetelerde tefrika edilerek yayımlanmasının üzerinden geçen 135 yılın ardından kitabın baskılarının, zamanın en çok satanlar listesine dâhil olmasını sağladı. Yönetmenin kendisi ve Mışkin’i oynayan ünlü oyuncu Yevgeni Mironov Rusya kültür hayatının prestijli ödüllerinden Soljenitsın ödülünün sahibi oldular. Tüm bunlar V. Bortko’nun Üstat ile Margarita’ya el attığını duyanların içinde iflah olmaz bir heyecanın tutuşmasını sağladı. Çok zengin bir şahıs kadrosuna sahip roman için çok çeşitli sanatçı profili öngörülmüştü. Profesyonel olarak oyunculuk yapmayanlardan, Rus tiyatro efsanelerine, yavan esprileri ve abartılı oyunculukları ile meşhur komedyenlerden, unutulmuş yeteneklere çok kalabalık bir ekiple Moskova’da ve Bulgaristan’ın farklı yörelerinde (Yeruşalayim’de geçen bölümlerin çekimi için Bulgaristan’ın sahil şehirleri seçilmişti) film çekilmişti. Tüm bu çeşitlilik ve olumlu beklenti, filmin dizi formatında ekranlarda görülmeye başlamasıyla yerini tam bir hayal kırıklığına bırakmasa da, çok büyük bir coşku da yaratmadı. 2005 yılında ekranlarda gösterilen diziden bugün akıllarda Woland’ı canlandıran ünlü oyuncu Oleg Basilaşvili’nin başarılı performansı, besteci İgor Kornelyuk’un yaptığı müzikler ve sıradan bilgisayar oyunlarını anımsatan Şeytan’ın Büyük Balosu’ndan sahneler kaldı.
Zevkin ve zenginliğin adamının Moskova’dan sonraki birçok uğrağından biri de 1968’de piyasaya çıkan Beggar’s Banquet albümüydü. Ancak bu sefer uzak bir yoldan, belki de kendisine hak ettiği itibarı veren yegâne romandan geliyordu. Bulgakov’un satırlarında kazandığı hüviyet ile şeytan, Marianne Faithfull’un, Mick Jagger’ı kitapla tanıştırmasıyla Sympathy for the Devil’den hiç ayrılmamacasına rock tarihine sızıyordu. “İzin verin, size kendimi takdim edeyim” cümlesiyle açılan şarkı sadece Rolling Stones diskografisinin değil, müzik tarihinin de nirengi noktalarından birini teşkil ediyordu.
Bir de sızıntının başka bir yönü var ki, her türlü denklemi alaşağı edecek güçte. Kitapta anlatılan Pontius Pilatus hikâyesi ana hatlarıyla dini literatürde anlatılandan ayrılmasa da onu fazlasıyla kişiselleştiriyor ve dolayısıyla insanileştiriyor. Sonunda Pilatus’u tamamen aklamasa da, Bulgakov tarafından bolca kayrılıyor. Bunun günümüze yansımaları da oldukça ilginç, hatta romanın kendisinden daha fantastik bir hal alıyor.
Kitapta İsa ölürken, dini literatürde ifade edildiği gibi Tanrı’nın adı değil de Pontius Pilatus’un adını anmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi protodiakonu Andrey Kurayev bu anlatım yüzünden kitabı bize de çok yabancı olmayan ‘manevi değerlerin rencide edilmesi’ gibi bir gerekçeyle aforoz etti. Kitaptan uyarlanan dizinin gösterime girmesiyle de din adamının bu sözleri, diğer meslektaşları arasında da yankı buldu. Basına yaptıkları açıklamalarla kitabı okuyanları ve diziyi izleyenleri günah çıkarmaya davet ettiler. Böylece, Sovyet döneminde de doğru dürüst basılamamış olan eserin, ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranamayacağı açık seçik görünmüş oldu. İsa’nın son saatlerinin anlatıldığı Mel Gibson harikası Tutku filmi de ister istemez Üstat ile Margarita’nın ilgili bölümlerini akla getiriyor. Ancak bu anımsama sızıntının oluşturduğu akıntının sanki ‘doğaüstü’ güçlerin yardımıyla tersine akması gibi bir his yaratıyor. Öyle ki Bulgakov, okuru seneler öncesinden, kitabın başına gelebilecekleri düşünerek, bir (kontr)parodisini yapıp yapmadığını düşünmeye sevk ediyor.
***
Üstat ile Margarita artık Türkçede. Kitap daha önce de Türkçe basılmıştı. Ancak söz konusu baskı Fransızca çevirisinden Türkçeye çevrilerek yapılmıştı. Bu kez doğrudan Woland’dan, Korovyev’e, Azazello’dan, Behemot’a tam kadro, herkes Rusça ne diyorlarsa Sabri Gürses’in çevirisiyle Türkçede karşılığını buluyor. Bu, metnin bizim topraklarımıza sızması açısından çok önemli. Kuğulu Park’ta bir bankta, İstinye’de alışveriş merkezinde, Anadolu’nun herhangi bir yerinde hararetle sohbet eden iki bürokrat, iki alışverişkolik ya da iki memurun kendilerine yaklaşan “sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşil olan” aksansız ve temiz Türkçesiyle kendilerini ‘büyüleyen’ yabancıyı tanımaları açısından, gerçekten önemli.
Üstat ve Margarita
Mihail Bulgakov
Everest Yaynları
Bu yazı 15 Haziran tarihli Taraf Kitap ekinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder