Hakan Aksay üstadımız, “Trenleri seviyorum. Onlar beni “Gerçek Rusya” ile tanıştırdılar,” diyor eski bir yazısında (Radikal, 10.01.2009)
Ve devam ediyor:
“Gerçek Rusya”da Moskova’ya yer yok. Hatta Petersburg bile zor girer bu kavramın kapsamına.
Yoksulluğun, gözden ıraklığın, keyfiyetin hüküm sürdüğü taşra kentleri ve köyleridir buralar.
Yalnızca başkentliler değil, başkentten gelenler de pek sevilmez buralarda. Moskova’daki sayısız votka türleri “Gerçek Rusya”da fazla rağbet görmez. Hatta sıradan votkaların bile saygınlığı tartışılır. Evlerde –çocuk yetiştirilirken bile gösterilmeyen- özenle hazırlanır 40 derece üstü “samogonlar”...
Sokaklardaki kızlar Moskovalı yaşıtları gibi zevkli giyinemezler belki. Ama en az onlar kadar isteklidirler.
Bazen tavus kuşu giysilerin içinde Anna Karenina’nin gözleri gizlenir, bakmasını bilene... Buraların mafyası, fazla organize düşünmez, çeker vurur yol ortasında. Ve gizlenmeden hapis yoluna yönelirken bizdeki “namus belasına” edasını takınır sanki.
“Gerçek Rusya” gerçek insanlarla doludur. Ve beni oralara götüren trenlere adımımı atar atmaz Moskova’nın bittiğini hissederim.
Trenlerin merkezi, orta vagonlardan birindedir. Buraya “vagon-restoran” derler. Yolculuğu “katlanılacak bir zaman dilimi” sananların dışındakiler buraya uğrar mutlaka. Sadece bir şeyler yemeğe değil. Garsonlarla sohbete ve çevredekilere bakmaya. Bazen birbirini tanımayan insanlar aynı anda havalanan kadehlerin rüzgârında dost oluverirler burada.
Ama dostluklar en fazla son istasyona kadardır.
Kimi zaman da kavgalar olur “vagon-restoran”da. Öyle silah falan çekilmez. Çoğunlukla engin küfür edebiyatı.
Öyle zamanlarda trenlerin asıl kahramanları ortaya çıkar. Ve bir meydan savaşına son verircesine kesip atar bütün anlaşmazlığı. Sesinde, kendi otoritesine boyun eğmeyen herkesin çok ağır ceza alacağını düşündüren bir kararlılık vardır. Bu kahramanlar, gençliklerinde gönül verip nice tutkular yaşadığı trenlerden asla emekli olmak istemeyen 60-70 yaşlarında ama dinç Sovyet ninelerdir.
Ben en çok bu kadınlarla dost olmayı severim trenlerde. Onların anlattıkları, sözde bestsellerleri iki tokatta yere serecek cinstendir.
Bazılarıyla yıllarca süren, ama seyrek görüşmelere dayanan dostluğumuz vardır. Adımı bilmeden boynuma sarılanlar veya beni bir Rus adıyla (mesela, “Hariton”) çağıranlar vardır.
İlk sorunları genelde aynıdır:
“Evlendin mi?”
Böyle ninelerin kolladığı en az bir genç kız vardır trende. Ya garsondur, ya vagonlardan birinde çalışır. Genellikle sarhoş kocasından kaçmıştır. Kendisi içki ya da uyuşturucu kullanan, “ama yine de altın kalpli” olanlar da vardır.
“Otorite nine”, trende asayişi sağlarken bu kızların kaderini de düzeltmeyi düşünür bir yandan. Ve dertleşme sofralarının son kadehlerinden birinde, sanki kendisi de bir genç kızmış gibi 40-50 yıl öncesinden bir gülüşle gözünüzün içine bakarak şu sözleri haykırır:
“Neden hepinizin aklı fikri aynı şeyde? Nereye kadar fethedeceksiniz kadınları? Sen söyle bana!” Ben kendimi savunmam. Olduğumdan daha iyi görünmeye çalışmam. Çünkü bunu söyleyen, kendini benim dostum sayan bir kadındır.
Bir kadının dostluğunu kazanmak ne kadar zordur bilirim. Aşklara benzemez dostluklar.
Bir trenin beni götürdüğü “Gerçek Rusya”dan bir başka tren geri getirir.
Macera bitmiştir.
Üstüme çöken hüzün, trenlerde 80’lerden bu yana değişmeyen anonsla daha da ağırlaşır: “Değerli başkentliler ve başkentin konukları! Trenimiz, İkinci Dünya Savaşı kahramanı kentlerden Moskova’ya yaklaşıyor!”
Devamla trende unutmamamız gereken eşyalarımızdan falan bahsedilir.
Oysa asıl unutulmaması gereken tren anılarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder