Moskova

Moskova

3 Ocak 2021 Pazar

Rusya'da hayata dair 6 not



 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

Rusya'da yaşamanın kendine göre güçlükleri var. Hele de yabancılara sorarsanız bu zorluklar bir hayli fazla... Ama Rus halkı hayatı bir nebze de olsa kolaylaştırmak, renklendirmek için türlü  alışkanlıklar, gelenekler ve adetler geliştirmekte oldukça maharetli. Özellikle yabancılar bazen bunları anlamakta güçlük çekiyor ama hayatın içine dalınca "anlamaya" başlıyor. İşte bunlardan RBTH'nin derlediği altısı:

 

1. Yanında hediye getirmek. Arkadaş, komşu, eş-dost ziyaretlerine giderken Rusyalılar muhakkak yanlarında küçük de olsa bir hediye getirir. Bir kutu çikolata, pasta, çocuklar için bir oyuncak, ya da çiçek. Önemli olan hediyenin kendisi değil, bunu düşünmüş olmak.

 

2. Çay fincanına ya da kupasına kaşık koymak. Sovyet zamanından kalma bir şaka Rusların çayı kaşık gözlerine batmasın diye sağ gözleri kapalı içtiğini söyler. İçinde kaşık bulunan çay daha hızlı soğur ve Rusyalılar bu çayın daha lezzetli olduğunu düşünür.

 

3. Yeni yılı iki kere kutlamak. 1918 yılında yapılan takvim değişikliği ile birlikte Rusya iki yeni yıl sahibi oldu: Eski takvime göre ve yeni takvime göre. Yani Jülyen ve Gregoryen takvimlerine göre... Eski takvimin yılbaşıları halen kutlanmakta. Başka bir deyişle, Rusyalıların her yıl bir dilek tutmak için, içip eğlenmek için iki fırsatı var.

 

4. Kışın bile dondurma yemek. Rusya'da dondurma satışı kışın bile devam eder. Kış vakti dondurma yiyip hastalanmaktan korkanlar dondurmayı reçelle birlikte tüketebilir. Bu sayede boğaz şişmez derler. Bir de, "Mühim olan vücudun iç ve dış ısısını dengede tutmaktır. Kışın dışınız soğuk olur, dondurma yiyip içinizi de soğutursanız hasta olmazsınız" diye bilimsel açıklama getirirler. 

 

5. İşi son dakikaya bırakmak. Bugünün işini yarına bırak felsefesini benimseyen bir diğer millet de Ruslar. Bu alışkanlık şöyle bir fıkraya ilham vermiş: Öğrenciye sorarlar: - Çince öğrenmek için ne kadar zamana ihtiyacın var? Öğrencinin cevabı: - Teslim tarihi (deadline) ne zaman?

 

6. İyimserlik. Dışarıdan bakınca pek belli olmasa da Ruslar iyimser insanlardır ve sabretmek Rusların en iyi bildiği şeylerden biridir. En zor şartlara bile katlanmak ve "Vso budet horoşo" diye her şeyin güzel olacağını temenni etmek Rus karakterinin omurgasıdır.

Okuması farz 12 Rus edebiyatı eseri

 


 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya'da uzun yılbaşı tatili koronavirüs günleri ile birleşince çoğunluk evde kaldı... Bu "düşük yoğunluklu" günlerde, arşivlerden bazı yazıları yeniden siz okurlarımızla paylaşmak istedik. Bu dönemin, hep hayali kurulan "Rus klasiklerini okumaya" vesile olması için, güzel bir derlemeyi sunuyoruz. Leblebitozu.com sitesinde yayınlanan yazının maalesef yazarı belirtilmediği için paylaşamadık, özür dileriz:


 "Okumanız Gereken 12 Rus Edebiyatı Eseri"

 

1. Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza
 

Dostoyevski’nin Rusya’da yaşanan siyasi ve ekonomik olaylar sonrasında gözlemlediği hayatlardan esinlenerek 1866 yılında yazdığı eser ilk olarak Rus Habercisi isimli edebiyat dergisinde yayınlanmıştır. Roman sanatını dış dünyayı anlatma konusunun tekdüzeliğinden uzaklaştırarak, insanın iç dünyasında olup bitenlerin de işin içine sokulması, insan psikolojisinin derinliklerine inme kaygıları Dostoyevski ile başlar.

“Heyecanını sözcüklerle de, ses tonuyla da anlatamıyordu. Daha yaşlı kadının evine giderken yolda yüreğini sıkıştırmaya, ezmeye başlayan sınırsız tiksinti duygusu şimdi öylesine büyümüş, öylesine belirginleşmişti ki, bu can sıkıntısından nasıl kurtulabileceğini bilemiyordu. Yanından gelip geçenleri görmeden, insanlara çarparak sarhoş gibi yalpalayarak yürüyordu yaya kaldırımında. Ancak bir sokak ötede biraz gelebildi kendine. Çevresine bakınınca, yaya kaldırımından merdivenle inilen bodrum kat bir meyhanenin önünde olduğunu fark etti. O sırada meyhanenin kapısından iki sarhoş birbirine yaslanarak, küfürler savurarak çıkmış, merdivenin basamaklarını tırmanıyorlardı. Hiç düşünmeden merdivenden indi Raskolnikov. Daha önce meyhaneye adımını atmamıştı. Ama şimdi başı dönüyordu. Üstüne üstlük çok susamıştı. Soğuk bir bira içmek istiyordu. Dahası, ansızın kendini bitkin hissetmesini de açlığına veriyordu. Meyhanenin karanlık, pis bir köşesinde yapış yapış bir masaya çöktü. Bir bira söyledi. İlk bardağı bir dikişte içti. Bir anda rahatlamıştı sanki. Toparlamıştı kendini. “Boş şeyler bunlar! diye mırıldandı. Telaşlanacak, endişe edecek bir şey yok ortada!.. Sıradan bir fiziksel rahatsızlıktı işte, geçti… Bir bardak birayla bir dilim peksimet yetti de arttı düzelmeme. Bir anda yerine geliverdi aklım. Düşüncelerim duruldu, karar verme yeteneğimi yeniden kazandım!.. Kahretsin!.. Ne boş şeyleri önemsemişim!..” Durumunu böylesine küçümsemesine karşın, rahatlamış, ağır bir yükten kurtulmuş hissediyordu kendini. Dostça bakıyordu çevresindeki insanlara şimdi. Ama o anda bile bu aşırı iyimserliğinin sağlıklı bir ruhsal durum olmadığı kuşkusu vardı içinde.”

 

2. Lev Tolstoy, Anna Karenina
 

Tolstoy, 1873’te Anna Karenina’yı yazmaya başladığında aslında bir yandan da Peter the Great üzerine bir tiyatro eseri kaleme almak istiyordu. Ama konu, Tolstoy için bile zorlu bir destana dönüşmüştü. Hatta bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Çok kötü durumdayım. İlerleme kaydedemiyorum. Seçtiğim proje çok zor. Araştırmanın sonu gelmiyor” demişti. Sonra fazla abartılmamış ve tarihsel olmayan tam aksine gayet kişisel, içten ve bir o kadar da üzücü bir konu buldu. Henri Troyat’ın kaleme aldığı Tolstoy biyografisinde “Bir yıl önce onu derinden etkileyen bir olayı anımsadı. Komşusu ve aynı zamanda da arkadaşı olan Bibikov, Anna Stepanovna Pirogova adlı bir kadınla yaşıyordu. Uzun boylu, geniş yüzlü bu kadın, onun metresiydi. Adam, onu pek umursamıyordu. Hatta başka biriyle evlenme planları yapıyordu. Onun bu ihanetini öğrenen Anna, sadece birkaç eşyasını alıp kaçtı. Ve ardından kendini trenin altına attığı haberi geldi.” 1872’de yaşanan bu olayı Tolstoy yakından takip etmiş, polisle birlikte incelemeler yapmıştı.

“Onlara da ne oluyor? Ne diye herkes benimle ilgilenmeyi bir görev sayıyıor? Ne diye üzerime düşüyorlar? Çünkü onlar bunun kendilerinin anlayamadığı bir şey olduğunu seziyorlar. Bu her zaman görülen bayağı, kabak tadı vermiş bir sosyete ilişkisi olsaydı, beni rahat bırakırlardı. Onlar, bunun başka bir şey olduğunu, oyuncak olmadığını, bu kadının benim için hayatımdan daha değerli olduğunu hissediyorlar. İşte, buna akılları ermiyor, bundan ötürü de canları sıkılıyor. Alınyazımız ne olursa olsun, bizi nasıl bir gelecek beklerse beklesin, onu biz yaptık ve ondan şikayetçi değiliz,” diye aklından geçirdi. Vronski, bu “biz” sözüyle Anna’yı ve kendisini bir teklik içinde bütünleştiriyordu. “Hayır, onlar hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini bize öğretmek istiyorlar. Mutluluk üzerine en küçük bir bilgileri bile yok. Bu aşk olmadan, bizim için mutluluğun da, mutsuzluğun da, hayatın da olamayacağını bilmiyorlar.”

 

3. İvan Turgenyev, Babalar ve Oğullar
 

Romanın ana kahramanı Bazarov, 19. yüzyıl Rus toplumunda belirmeye başlayan materyalist dünya görüşünün temsilcisidir. Bazarov ve arkadaşı Arkadi’ye göre, her şey kuvvete bağlıdır. Kuvvetli oldukları için de her şeyi yıkabilme hakkına sahiptirler. Turgenyev, bu yeni insan tipinin ortaya çıkışını fark etmiş ve buna romanında yer vermiştir. Roman boyunca Bazarov, bütün kabalığı, kalpsizliği ve acımasız soğukluğuyla Nihilist bir tipi temsil etse de onun soylulardan üstün bir kişi olduğu vurgulanılır. Yazar, nasıl yaşayabileceğini ve neler yapabileceğini göstermeden onu ölümle buluşturur.

“Bir an durdu. Sonra sözlerine Fransızca devam etti:

– Aşırı derecede kurallara bağlı bir ahlakçı benim bu samimiliğimi yersiz bulabilir fakat, bu işi gizlemeye imkan yok. Sen de bilirsin ki, benim baba-oğul ilişkileri konusunda birtakım kendime özgü düşüncelerim var. Şunu da hemen söyleyeyim ki, beni suçlarsan sana hak veririm. Çünkü, benim yaşımda bir adam… Yani ki… O kız… Onun hakkında bir şeyler duymuşsundur.

Arkadiy ilgisiz bir şekilde:

– Feniçka mı, diye sordu. Babasının yüzü kızardı:

– Lütfen, adını bu kadar yüksek sesle söyleme! Şey, evet. O artık benimle kalıyor. Yanıma aldım onu. Neyse, bütün bunları değiştirmek elimizde.

– Baba lütfen! Neden değiştirecekmişiz?

– Oğlum! Arkadaşın bizde misafir kalacak. Ayıp olur.

– Bazarov için bunları düşünme. O böyle şeylerle uğraşmaz.

Nikolay Petroviç kendi kendine söylendi:

– Sonra sen de varsın. İşin kötüsü o daire pek de iyi değil.

– Baba, rica ederim böyle konuşma. Özür diliyor gibisin. Utanıyor musun yoksa?”

 

4. Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ölü Canlar
 

Gogol’un en önemli ve ünlü eseri Ölü Canlar’dır. Rusya’nın ünlü yazarı Puşkin’in yakın arkadaşlarındandır. Hatta bu kitabın konusunun Puşkin tarafından kendisine önerildiği söylenmektedir. Aslında Gogol romanı üç cilt olarak tasarlamak istemiştir. Fakat o kadar çok tepki almıştır ki diğer iki cildini tamamlayamamıştır. Bir kriz anında ikinci cildi için yazdıklarını yaktığı söylenir. Tam bir vatansever olan Gogol, bu eserinde ülkesindeki çarpıklıkları gerçekçi bir dille anlatır.

“Eğer okuyucu, Çiçikof’un, çektiği bu çilelerden, bu azaplardan, üzüntülerden, özellikle bu son olaydan sonra artık, elindeki küçük servetiyle rahat ve sakin bir hayat geçirmek için küçük bir kasabaya çekilmiş olduğunu sanmışsa bu düşüncesinde pek aldanmıştır. Ve biz de, Çiçikof’un, çok az kimseye nasip olan o kuvvetli azmini takdir etmekten kendimizi alamıyoruz. Bu felaket fırtınalarının hiçbiri bizim kahramanı ne yıldırmış ve ne de sakinleştirebilmişti; içinde yanan ihtiras ateşi sönmemişti. Gerçekten de çok üzgündü. Ve bütün dünyaya, şansının tersliğine, insanların gösterdikleri insafsızlığa lanetler yağdırıyordu ama yeni deneyimlere girişmekten de vazgeçmiyordu. Bu sebeple öyle bir sabır gösterdi ki, soğukkanlılıklarda bilinen almanların dillerde destan olan sabır ve sakinlikleri onun bu azim ve sebatın yanında sıfır hükmünde kalmıştı. Tersine, Çiçikof’un kanı şiddetle kaynıyor ve o, bu taşkın kuvvete hakim olabilmek, onu yatıştırmak için çok büyük bir dayanıklılık ve azimle hareket etmek zorunda kalıyordu. Bizim kahraman düşünüyordu ve fikirleri de doğruydu. “Bu nasıl olur? Ben bu felaketlere niçin uğradım? İdare memuru olup da zengin olmayan kim var ki? Ben kimseye kötülük etmedim: Dul kadınların parasını yemedim, kimsenin ayağını kaydırıp yerine geçmedim, herkesin istifade edebileceği fazla bir paradan yararlandım, eğer ben bunu yapmamış olsaydım bir başkası yapacaktı. Başkalarının başarılı olmalarındaki sebep nedir? Ben niçin başarılı olmayacak mışım? Şimdi kimim? Bir aile babasının yüzüne nasıl bakacağım? Yeryüzünde en kıymetli zamanımı böyle kaybetmiş olmaktan vicdan azabı çekmeyecek miyim? İleride, çocuklarım ne diyecekler? “Babamız alçak herifin biriydi.. Bize hiçbir şey bırakmadı!”

5. Maksim Gorki, Ana
 

Maksim Gorki’nin 1906’da yazdığı ve Rus Devrimi’ne adadığı Ana, en başarılı romanıdır. Kitabın ana konusu devrimci düşünce ve devrimci mücadele denebilir. Halkın kendi acılarına bakarak, nedenini inceleyerek biraz da cesaretle kendini savunabilecek onu ezenlere baş kaldırabilecek duruma gelebileceğidir. Bu düşünceyi aşılamak içinse bu yolda yoldaşlarıyla mücadele veren bir oğlu olan, kendine bir zarar gelmediği sürece sesini çıkarmayan, hakkını arayamayan bir kadının, oğlunun ve çevresinin etkisiyle insanların acısını algılayan ve onları uyarmaya, uyandırmaya çalışan bir savaşçı haline gelmesi anlatılmaktadır.

“Oğlunun hep ciddi ve sert bakan mavi gözlerinin şimdi böylesine sevecenlik ve tatlılıkla parıldadığını görmek, ana için büyük zevkti. Pelageya’nın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Kırışık yanaklarında hâlâ yaşlar titreşiyordu, ama kıvançlıydı. İki duygu arasında bocalıyordu. Bir yandan, yaşamdaki acıların nedenlerini bu kadar iyi gören oğlundan gurur duyuyordu; ama onun, genç olmasına karşın arkadaşları gibi konuşmadığını ve kendisi de dahil herkesin sürdüğü tekdüze yaşantıya karşı tek başına savaşa girişmeye kararlı olduğunu da düşünüyordu. Ona şöyle demek istiyordu: “Ama yavrucuğum, sen ne yapabilirsin ki?” Ne var ki, bu kadar akıllı bir genç olup çıkan oğluna hayranlıkta kusur edebileceğinden çekiniyordu. Gerçi onu biraz da yabancı bulmuyor değildi ya, neyse… Anasının dudaklarında gülümseme, yüzünde dikkat, gözlerinde sevgi gördü Pavel. İnandığı gerçeği ona anlatabildiğim’ sandı. Konuşma gücünden duyduğu gurur kendisine karşı güvenini artırdı. Ateşli ateşli konuşuyordu. Kâh alay ediyor, kâh kaşlarını çatıyordu. Zaman zaman kin fışkırıyordu sesinden. Anası bu haşin sesleri işitince ürküyor, başını sallıyor, alçak sesle soruyordu : Ya! Demek öyle, Pavel!”

 

6. Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler
 

Karamazov Kardeşler, özelde Rus insanının, genelde de insan denen varlığın üzerine büyük bir teffekür romanı ve edebiyat sanatının zirveye çıktığı bir deneyimdir adeta. Dimitri Karamazov, günah işlemekten kendisini alıkoyamayan, ama bu günahların kendisinde yarattığı değişimlerle kurtuluşa eren birisidir. İvan ise Tanrı’ya inanmayan, Tanrı’nın olmadığı bir dünyada her şeyin mübah olduğunu düşündüğü için de kimseyi sevmenin bir dayanağı olmadığına inanan, o devirlerde çokça görülen nihilist bir liberaldir. Alyoşa ise Budala’daki Prens Mişkin gibi, bir iman insanıdır.

“Şunu bilin ki, şu dünyada yaşamak için iyi bir anıdan, özellikle çocuklukta yaşanmış, ana baba ocağıyla ilgili güzel bir anıdan daha yüce, daha güçlü, daha sağlam, daha yararlı bir şey yoktur. Size terbiye konusunda birçok şeyler söyleyeceklerdir. Oysa belki de çocukluktan bu yana içinizde sakladığınız güzel, kutsal bir anı, belki de terbiyenin en güzel şeklidir. Bir insan bu çeşit birçok anıları toplayıp hayata atılırsa ömrünün sonuna dek kurtulmuş olur. Eğer yüreğimizde sadece bir tek güzel anı kalmışsa o bile bir gün bizim için kurtuluş çaresi olacaktır…

7. Anton Çehov, Vişne Bahçesi
 

Çağdaş tiyatronun öncü isimlerinin başında gelen Anton Çehov, 1900 yıllarında, büyük bir değişimin arifesinde olan Rusya’da yaşamış, eserlerinde bu coğrafyayı ve insanlarını konu etmiştir. Çehov, çöküşe geçen aristokrasiyle, zenginleşen orta sınıfa dair gözlem ve yorumlarına dayanan Vişne Bahçesi’nde bir ailenin dramını anlatsa da oyunu bir dram değil bir komedidir. Elde tutulmaya ya da ele geçirilmeye çalışılan, sonunda daha çok kazanç için kesilen vişne bahçesi odak noktaya oturtulmuştur. Yazar, oyuna bu ismi vermekle vişne bahçesini, adeta anlam üreten bir metafora dönüştürmüştür. vişne bahçesi eski, feodal yaşamın bir simgesidir. Buna bağlı olarak onun kaybedilmesi ya da yok olması, yaşanan toplumsal değişimi kodlar.

“Hangi gerçeğin? Siz gerçeğin ve gerçek olmayanın nerede olduğunu görebiliyor musunuz? Bense yitirdim görme yeteneğimi, hiçbir şey göremiyorum. Siz bütün önemli sorunları gözüpekçe çözümlüyorsunuz, fakat söyleyin bana cancağızım, gençliğinizden ötürü değil mi bu; bu sorunların hiçbirinin size acı vermeyişinden ötürü değil değil mi? Gözüpekçe bakıyorsunuz ileriye doğru; fakat bunun nedeni orada korkunç bir şey görmeyişiniz, böyle bir şey beklemeyişiniz değil mi? Hayatın genç gözlerinize henüz kapalı oluşu değil mi? Bizden daha dürüst, daha cesur, daha ciddi bir kişiliğiniz var… Fakat biraz derinliğine düşünün, azıcık yüce gönüllü olun da bağışlayın beni. Burada doğdum ben; babam, annem, dedem burada yaşıyorlardı… Seviyorum bu evi; vişne bahçesi olmadan kavrayamıyorum hayatımı. Satılması çok gerekiyorsa beni de onunla birlikte satın… Oğlum burada boğuldu… Acıyın bana, iyi doğru insan.”

 

8. Lev Tolstoy, Savaş ve Barış
 

Yazarın en büyük romanı olarak kabul edilmektedir. Tolstoy Napolyon Savaşları’nı Rus toplumuna etkileri açısından anlatırken kahramanlarının 1820’ye kadarki gelişimlerini özetler. Yüzden fazla kişinin yer aldığı bu olaylar dizisi, daha çok dört soylu ailenin bireyleri arasındaki ilişkilerle dile getirilir. Tolstoy savaş meydanlarının yabancısı değildir. 1854-1855’deki Kırım Savaşı sırasında Türkler, İngilizler ve Fransızlara karşı çarpıştığını da biliyoruz. Muhtemel ki Tolstoy’un savaş meydanı betimlemelerini yaşadığı deneyimlerinden almaktadır. Tolstoy’un Savaş ve Barışı’nın bu denli güçlü bir eser olmasının en önemli nedeni yazarın savaş ve tahakküm sorununa ve savaş yaşayan insanlık durumlarına getirdiği filozofik yaklaşımlardadır. Eser, dramatik kurgu, çarpıcı karakterler, usta betimlemeler ve mükemmel yazılmış savaş temalı aksiyon sahneleri sunar, tüm bunların yanı sıra insanlığın varoluş sorunu dair tartışmaları da gündemimize taşır.

“Piyer tutsaklıkta, barakada iken aklıyla değil, bütün varlığıyla, bütün yaşamıyla insanın mutluluk için yaratılmış olduğunu, mutluluğunu da kendi içinde taşıdığını, mutluluğun insanın kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olduğunu, bütün mutsuzluğun da yoksunluktan değil, fazlalıktan ileri geldiğini anlamıştı. Ama şimdi, yola koyulduklarının bu üç haftası içinde yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti. Öğrenmişti ki, dünyada korkulacak hiçbir şey yoktu. İnsanın tam anlamıyla mutlu, tam anlamıyla özgür olmasını sağlayacak bir çare bulunmadığı gibi, tam anlamıyla mutsuz, tam anlamıyla özgürlükten yoksun olmasına yol açacak bir durum da olamazdı; bunu öğrenmişti. Anlamıştı ki; acının da, özgürlüğün de sınırı vardı ve mutlulukla mutsuzluğun sınırı birbirine çok yakındı; pembe yatağında, çarşafın bir ucu kıvrıldı diye rahatsız olan bir insan, tıpkı çıplak, rutubetli bir toprağın üzerine uzanıp da, vücudunun bir yanı ısınırken, öbür yanı üşüyen bir insan gibi rahatsız oluyordu; eskiden dar balo ayakkabılarını giyinirken nasıl bir acı duymuşsa, şimdi artık yalın ayak, (ayağındaki pabuçlar çoktan parçalanmıştı), daha doğrusu her yanı yaralarla dolu, çıplak ayaklarıyla yürürken aynı acıyı duyuyor, canı acıyordu.”

 

9. İvan Gonçarov, Oblomov
 

Rus edebiyatındaki gereksiz adamların en tipiği olan Gonçarov’un Oblomov romanı 1859’da yayımlandı. Karakteristik özelliği ve yaşama biçimi Oblomovluk olarak adlandırır. Gereksiz adamlığın en uç örneğidir. Okuru isyan edecek noktaya getiren, neredeyse, romanın içine dalıp onu silkeleyip sarsmak istetecek kadar tembel, hareketsiz, fakat zeki ve duygulu bu genç, insana aynı zamanda öfke, acıma, bağışlama duygularını hissettirir. İyi bir ruhun tembelliğin kafesi içinde bu derece tutsak olması anlaşılır gibi görünmese de, çok kişi Oblomov’da kendinden bir şey bulabilir.

“Otuz iki, otuz üç yaşlarındaydı Oblomov. Orta boyluydu. Hoş görünüşlüydü. O anda onun hiçbir şeyi umursamadığı, hiçbir şeyin onu tedirgin etmediği; koyu gri gözlerinin belirsiz bir dalgınlıkla, sürekli duvarlarda, tavanda kaygısızca dolaşıp durmakta olmasından belliydi. Yüzündeki umursamaz ifade bedenine, hatta ropdöşambrının kıvrımlarına sinmişti sanki. Bakışı arada bir, yorgunluğa veya can sıkıntısına benzer bir ifadeyle bulutlanır gibi oluyordu. Ne var ki, yorgunluk ya da can sıkıntısı, yalnızca yüzünün değil bütün ruhunun da esas yerleşik ifadesi olan yumuşaklığı bir an olsun kovamıyordu yüzünden. Ruhu öylesine açık seçik, aydınlık parlıyordu gözlerinde, gülümseyişinde, başının ve kollarının her hareketinde… Oblomov’a ilgisizce şöyle bir bakan kimse, “İyi niyetli, saf biri olmalı!” diye geçirirdi içinden. Daha derin düşünebilen, içten biri ise onun yüzüne baktıktan sonra hoş bir duyguyla, gülümseyerek ayrılırdı yanından.”

 

10. Aleksandr Puşkin, Yüzbaşının Kızı
 

Gogol, Yüzbaşının Kızı ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey”. Roman da bir Rus subayı ile görev yaptığı kalenin komutanı olanı yüzbaşının kızı arasındaki duygusal ilişki anlatılmaktadır.

“Adamın uyanıklığı, hislerinin hassaslığı şaşırtmıştı beni. Dönmesini söyledim arabacıya. Atlar kara bata çıka yürüdüler. Araba kâh kara batarak, kâh çukurlara düşerek, kâh bir o yana bir bu yana yaslanarak yavaş yavaş ilerliyordu. Fırtınalı bir havada bir gemideymişiz gibi ilerliyorduk. Saveliç yandan dürtüyordu beni, ah vah ediyordu. Battaniyeyi indirdim, kürküme iyice sarınıp uyumaya hazırlandım. Rüzgârın uğultusu ninni gibi geliyordu bana, arabanın sallanması beşik gibi… Ömrümün sonuna dek unutamayacağım, yaşamımın tuhaf anlarında hatırladığımda bir kehanet olduğunu düşündüğüm bir rüya gördüm. Okur bağışlayacaktır beni: Çünkü deneyimlerinden o da bilmektedir, kör inançları ne kadar küçümserse küçümsesin, insanın bu tür batıl düşüncelere yatkın olduğunu. Duygusal olarak da, ruhsal olarak da gerçeklerin yerini hayallere bıraktığı ve onlarla belirsiz rüya öncesi görüntülere karıştığı durumdaydım. Kar fırtınası uğuldayarak sürüyordu ve her yanın karla kaplı olduğu ıssız bir yerde dolanıp duruyorduk sanki… Ansızın bir kapı çıkıyor önüme, kapıdan bizim köyün bey evinin avlusuna giriyorum. İlk duygum, zorunlu olarak eve dönmeme, bunu bilerek yaptığımı sanıp, sözünü dinlemediğim için babamın kızacağı korkusu oluyor.”

 

11. Mihail Şolohov, Ve Durgun Akardı Don
 

Bu eser, özellikle Don bölgesindeki Kazakların bir destanıdır. Ana figürü Kazak asıllı Gregor Melekof olan eser, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki gençlik döneminden başlar ve kahramanın bütün yaşamını ve o günün koşullarını vererek sona erer. Yazarın yaşamını ve günün koşullarını bütün yalınlığıyla vermesi bu eseri bir başyapıt yapar. Bu başyapıt, I. Dünya Savaşı’ndaki Rus Devrimi’ni ve o dönemki toplumun sosyal ve politik duruşunu tarafsızca ve gerçek anlamıyla okura yansıtmaktadır.

“Topu topu dört kere görmüştü kızı. Son karşılaşmalarında aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“Liza, bana varır mısın?”

“Saçmalama!” “Sana bakarım, severim seni. Evde çalışan adamlarımız var bizim. Sen pencerede otur, kitabını oku. Bir işe el sürme, ha?”

“Bırak aptallığı şimdi!” Mitka gücendi, üstelemedi. O akşam eve erken gitti. Ertesi sabah babasının şaşkın yüzüne bakıp niyetini açıkladı: 

“Baba, düğün hazırlığımı yap benim.”

“Haydi ordan, salak!” 

“Sahiden baba. Şaka etmiyorum.”

“Acelen var, öyle mi? Kime yakalandın? Kaçık Marfa olmasın?” 

“Görücüleri Sergey Platonoviç’e gönder!”

Miron Gregoriyeviç koşum takımlarını onarıyordu. Elindeki araçları dikkatle bir yana koydu, katıla katıla gülmeye başladı.”

 

12. Mayakovski, Şiirler (Çeviren Sait Maden)
 

Mayakovski çağdaş Rus şiirinin simgesi sayılıyor. Onun geniş soluklu, coşkulu lirizmi, şiir diline getirdiği yenilikler, yaşamı ve yapıtlarıyla uyandırdığı ilgi, devrimin baş ozanlığını üstlenip sonra sonra bağımsızlık tutkunu, özsever kişiliğiyle devrimcilik sorumluluğunu bağdaştıramayarak genç yaşta canına kıyması, adı­nı sürekli gündemde tutan etkenler oldu. Rus şiirinin geleneksel düzenini içerik ve biçim araştırmalarıyla altüst eder. O güne dek kimsenin bilmediği ses uyuşmaları, zengin iç ve dış uyaklarla, ölçü tanı­maz, aşırı benzetmeler, abartmalarla yüklü etkin, sarsıcı bir şiir dili yaratır. 1917’den sonra kendini devrimin hizmetine verir. Şiirleri, oyunları, yazılan ve çizip boyadığı afişlerle devrimin günlüğünü tutar sanki. Bu kitap Mayakovski’nin 1817’den önce yazdığı şiirlerin en önemlilerini içeriyor.

 

“Dumanlar içinde mavi olmayı unutan 

gökyüzü, 

paçavralar giyinmiş 

sığıntı gibi bulutlar, 

son aşkımla tutuşacaksınız bütün! 

Sevinç çığlıklarımla bastıracağım 

ordular 

gürültünüzü!”

 

Kaynak: http://www.leblebitozu.com/okumaniz-gereken-12-rus-edebiyati-eseri/

Bunları bilmeden Rusya anlaşılmaz!..



 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya’da ne kadar zamandır yaşıyorsunuz? Rusça söylenenlerin kelime anlamını bilseniz bile, neyin kast edildiğini anlamakta zorlandığınız anlar oluyor mu? Normal… Bazen yabancı bir ülkede bir ömür yaşayıp, sakinlerinin aslında ne dediklerini tam olarak anlayamamak mümkündür… Çünkü bazı ifadeler, kelimeler, cümleler vardır ki ilk duyuşta düşündüğünüzden farklı anlamlar taşırlar. Bazen bu tür ‘çeviri zorluklarından’ büyük uluslararası krizler çıktığı bile olur. Rusya’da yaşarken böyle durumlara düşmemeniz için Kompas-Pusula’da sizlere yeni bir bölüm hazırladık. Rusya’da hayatın içinden deyimlere, yani “hayatın alfabesine” bakacağız:

 

Не нужен на берег турецкий… (Ne nujen nam bereg turetskiy... - Türk kıyıları bize lazım değil…)

Bu cümleyi hiç de karşınıza çıkacağını tahmin etmediğiniz bir yerde, mesela Türk kıyılarında duyabilirsiniz! Sakın öfkelenmeyin, burada hiç bir kibir yoktur. Bu daha çok cümleyi telaffuz edenin milliyetçi duygularının kabardığını ve sadece Rusya’nın kimsenin işine karışmak niyetinde olmadığını, ancak kendi işine kimsenin karışmasına da müsaade ettirmeyeceğini söylemek istediğini gösterir. Çünkü Sovyet şairi Mihail İsakovskiy, bu ünlü mısranın alındığı “Göçmen kuşlar uçuyor” adlı şiirinde sadece anavatanına olan sevgisini dile getirmektedir. “Türk kıyıları da bize lazım değil,  Afrika da lazım değil…” diye devam eder şiir.  Yani “Bize kendi memleketimiz yeter” dedi. Kuvvetle muhtemeldir ki 1973’de ölen İsakosvkiy, bugünlerde yaşasa ve Antalya’ya gelmiş olsa böyle bir şiir yazmazdı!

 

Похмелье (okunuşu – Pahmelye – Akşamdan kalmalık)

Mesela hiç karşınıza sabah erken saatte, sanki gece deprem yaşamış gibi yıkık görüntüsü ile bir Rus işadamı dostunuz çıktı mı? Kan çanağı gözler, yamulmuş bir surat... Tabii önce hasta olduğunu düşünmek mümkündür. Ancak “Size ne oldu?” sorusuna alacağınız cevap tebessüm ederek verdiği “Pahmelye” olabilir. Bu, bir gece önceden içkinin ucunu kaçırdığı ve şimdi başının feci ağrıdığı anlamına gelir. Ne diyelim, böyle bir durumda kontrat yapmayı başka bir güne bırakmak daha hayırlı olacaktır! Bol su, kefir ya da kvas içmenin iyi geldiği rivayet edilir.

 

GULag

Rusya’nın kült yazarı Aleksandr Soljenitsın’ın ‘GULag Takımadaları’ adlı eserini bilirsiniz. Eğer bu eseri okumadıysanız, içeriği hakkında hiçbir fikriniz olmaz, muhtemelen bunun bir takımadalar dizisi olduğunu düşünürsünüz. Oysa bu Sovyetler döneminin, daha kesin bir ifade ile Stalin döneminin acımasız gerçeklerinden biridir. Türkiye’de çoğunluk, Gulag diye Sibirya’da bir kasaba olduğunu, kampların orada kurulduğunu sanır. Oysa “GULag” bir kısaltmadır. Açık şekli – ‘Ana Kamp İdaresi’dir. (Главное управление исправительно-трудовых лагерей). Tabii ki burada söz konusu olan, 1934-1969 yılları arasında belki de yüz binlerce insanın yaşamına mal olan, SSCB çapındaki çalışma kamplarıdır…

Показать Кузькину Мать (Okunuşu Pakazat Kuzkinu Mat – Kuzka’nın anasını göstermek)

SSCB Genel Sekreteri Nikita Hruşçov’un, (Türkçede Kruşçev diyoruz) 1958’de ABD’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında, kendisini Amerikalıların refahını yansıtan bir fuara götürürler. Hruşçov fuarı gezer, “Bu tür lükslere Sovyet insanın ihtiyacı yoktur” der ve ardından ekler: “Size Kuzkin’in anasını göstereceğiz!” Rehber, bu cümleyi kelime kelime tercüme eder. Amerikalılar bir şey anlamaz. Uzun bir zaman “Mother of Kuzka”nın ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Yoksa bu gizli bir silah mıdır? Oysa her şey çok daha basittir: Bu deyim Rusça’da bir insan, şaka ile karışık tehdit ifade etmek istediğinde kullanılır. “Size gününüzü göstereceğiz” gibisinden… Üstelik, Hruşçov’un kendisi de Kuzka’nın kim olduğunu bilmiyordu, anasının kim olduğunu da bilen yoktu!

 

Красота – страшная сила (okunuşu Krasata – straşnaya sila - Güzellik korkunç bir güçtür) 

Etrafta güzellik timsali havasında burnu havada dolaşan, ama pek de bu ünvana yakışmayan birileri gmründüğünde bu cümleyi sık sık duyarsınız. SSCB devrini iyi kötü bilen herkes,  bu cümleye tebessüm edecektir. Bu ifadenin ne anlama geldiğini anlamak için “1947 yılı Baharı” adlı filmi bilmek gerekir. Tipik bir “Rus güzeli” olmayan ama karakter ve komedi rollerinin efsanevi ismi olan Rus aktrisi Faina Ranevskaya, aynaya bakarak bu cümleyi söyler. Eğer sanatçının “idealden uzak” dış görünüşü dikkate alınacak olursa bu ifade ayrı bir espri zirvesidir. Bu cümle günlük hayata girmiştir ve Ruslar birinin dış görünüşü hakkında ironik ya da ciddi bir kompliman yapmak istediklerinde bu cümleyi sık sık telaffuz ederler!

 

Ёлки-палки (Yolki-palki – Noel ağacı-sopalar)

Bu kelimeleri sokakta, iş yerinde bir şeye canı sıkılan, rahatsız olan insanlardan duyabilirsiniz. Yeni aldığı ayakkabılarını Tverskaya caddesinde yağmurda ıslatan biri ya da bir kontrat yapma fırsatını son anda kaçıran bir işadamı yumruğunu sıkıp, suratını asıp “Yolki-palki!” diyecektir. Tabii ki burada aslında hiç bir Noel ağacından ya da sopadan bahsedilmiyor. İşadamının ağaç işleme tesisi sahibi olduğu anlamına da gelmez. Bu sadece hayret ifade eden bir cümledir. Bu ifadeyi duyduğunuzda karşınızdakinin durumunu anladığınızı ifade eden bir gülücükten başka bir şey yapamazsınız. “Yolki-palki” son 10 yıldır Rusya çapında zincir olan orta fiyatlı Rus restoranlarının da adıdır. 

 

Белый танец (Belıy Tanets – Beyaz dans)  

Eğer denk düşer de, eski bir Moskova malikanesinde düzenlenen resmi bir baloya frakla katılmışsanız, etrafınızda balo kıyafetli çok sayıda güzel hanım varsa, eninde sonunda “beyaz dans” çağrısının duyulacağı o an gelecek demektir. Endişelenmeye gerek yok, bu yanınıza bir de beyaz bir takım elbise almanız gerektiği anlamına gelmiyor. Rusya’da beyaz dans, hanımların kavalyeleri dansa davet ettikleri bir olaydır. Aslında bu deyim valsin anavatanı Viyana’da doğmuştur. Ünlü maskeli balolarda gizemli hanımların erkekleri dansa davet ettikleri geleneksel bir an vardı. Bu hanımlar genelde beyaz balo kıyafeti giyerlerdi, dansın adı da buradan gelmektedir. Genel olarak, hanımların erkekleri dansa kaldırdığı her durumda da kullanılagelmiştir. 

Откат (okunuşu Atkat – Avanta, rüşvet)

Hepimiz işimizin dürüst bir şekilde gelişmesini isteriz. Ancak hayat taşlı yollarla doludur: Bazen bizden rüşvet isterler.  “Atkat” kavramı, Rusya’da hep vardı, ama 90’lı yıllarda tam yerini buldu. Genellikle kamuda iyi bir ihaleyi almak, sağlam bir siparişi koparmak için, gücünü-ilişkilerini kullananlar, tercihini onlarca teklif arasından “belli birinden yana” yapanlar, bunun karşılığını beklerler. Yani o ihalede koltuğun, mührün kudreti, genellikle bir yüzde olarak gelir kaynağı olur.  Buna da “atkat” denir.  Bu kelime günümüzde de çok aktüeldir.

Крыша (Krışa – Çatı, sağlam sırta sahip olmak)

Bu kelime için “,Tanrıya şükür, Rusya’da artık geçmişte kaldı” diyenler çoğunluktadır.  Oysa 90’lı yıllarda her işadamının bir “krışa” yani  altına sığınacak bir “çatı” sahibi olması çok normal karşılanırdı. Bu ofisin tavanındaki sıvanın iyi yapılmış olması anlamına gelmezdi elbett! Çatı, iş hayatında başınıza gelebilecek her türlü “kazaya” karşı, bedeli karşılığı, aslından fiilen bir “suç çetesi”nin korumas altına, ister istemez girmekti.  Hatırlıyor musunuz, Coppola’nın ünlü ‘Baba’ üçlemesindeki Vito Carleone hayatında ilk kazandığı parayı, başka mafya üyelerinden korunmak için hizmet vererek kazanıyordu. Yani onlara kendi ‘çatısını’ öneriyordu. Bu teklifi geri çeviren olmuyordu. 

28 Aralık 2020 Pazartesi

'Olivye' salatası, Belçikalı şef ve Türkiye


Kaynak: https://turkrus.com/

 

  

Rusya'da yılbaşı sofralarının vazgeçilmezi 'Olivye salatası'nın maliyetini gösteren endeks, her yeni yıl arifesinde olduğu gibi güncellendi. Resmi istatistik servisi Rosstat tarafından hesaplanan endekse göre, Dünyada "Rus salatası", Türkiye'de 'komünizm düşmanlığı'nın zirve yaptığı Soğuk Savaş yıllarından kalan ironik bir vesile ile  "Rus salatası" olarak bilinen bu meşhur salatanın porsiyon maliyeti bu yıl yüzde 4,6 oranında artarak 340 rubleye yükseldi (30.6 TL). On iki kişilik büyük bir kasenin maliyeti ise 1000 ruble oldu.

Salatanın hazırlanmasında kullanılan malzemeler arasında fiyatı en fazla artan, yüzde 10 ile kuru soğan oldu. Salam, bezelye ve salatalık turşusu fiyatları geçtiğimiz yıldan bu yana da yüzde 6 oranında artış gösterdi. Mayonez yüzde 5, yumurta yüzde 1'lik zam görürken, patatesin fiyatı yüzde 3, havucun fiyatı ise yüzde 11 oranında düştü.

Konuyla ilgili bir haber yayınlayan Business FM editörleri, Rosstat'ın hesabını kontrol etmek amacıyla kendi endeks hesaplarını yaptıklarını yazdı. Buna göre, Perekryostak ve Prosta marketlerinden alınan en ucuz ürünlerle hazırlanan olivye salatasının porsiyon maliyeti 230 ruble 19 kapik oldu.

Son olarak, Rosstat, bir diğer yılbaşı klasiği olan "kürk altı ringa" (selyodka pad şubıy) salatasının maliyetinin de 2018'e göre yüzde 2,6 artışla 157 rubleye yükseldiğini açıkladı.

Bu arada salatanın 'Olivye' adının, 1860'larda Çarlık Rusyası'nda, Moskova'daki Ermitaj (Hermitage) restoranının şefi olan Lucien Oliver'den (fotoğrafta) geldiğini de ekleyelim.  

Belçikalı şefin, restoranın ve salatanın kısa öyküsünü anlatan bir haber videosu:





Türkiye'de nasıl "Amerikan salatası" oldu?


Türkiye’de meşhur Rus salatası Olivye’nin Soğuk Savaş yıllarından başlayarak nasıl ‘Amerikan salatası’ diye anılmaya başlandığının hikayesini Alev Şahin’in kaleminden aktarıyoruz:

“Rus salatası” ilk 86 yılını kazasız belasız devirdikten sonra, nasıl oldu da dünyada bir tek Türkiye’de “Amerikan salatası” oldu? Amerika’da bile “Rus”, bilemediniz mucidinin adıyla “Olivier salatası” denirken bizim dilimize nereden girdi bu “Amerikan salatası” lafı?

Bu sorunun yanıtını yıllardır “Soğuk Savaş döneminin Amerikan hayranlığından kalma bir alışkanlık” diye bilir, ötesine geçemeyiz. Oysaki yakın tarihimizin enteresan anekdotlarından biri duruyor karşımızda. Üstelik yeri, zamanı, kahramanları da belli.

“Mayonezle küp küp doğranmış sebzelerin uyumlu buluşması” diye özetleyebileceğimiz Rus salatası, 1860’lı yıllarda Moskova’daki Hermitage Restoran’ın sahibi de olan Belçika asıllı aşçı Lucien Olivier tarafından icat edildi.

Kısa zamanda restoranın en sevilen yemeği haline gelen salatanın orijinal tarifini Olivier ölene kadar sakladı, ama dönemin şeflerinden İvan İvanov tarifin hiç değilse bir kısmını çalmayı başardı. Böylece Rus salatası, özellikle Hermitage’in kapatıldığı 1905 tarihi itibarıyla İspanya’dan Pakistan’a kadar birçok ülke mutfağına yayıldı.

İstanbul’a da 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kente gelen Beyaz Rusların açtığı lokantalar sayesinde giren salata 1940’ların ortalarına kadar adını Rus salatası olarak korumayı başardı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gözünü Kars, Ardahan ve biraz da Boğazlara diken Stalin’den dahi habersiz, İstanbul’un göbeğinde mutlu mesut kendi halinde bir salataydı.

Ta ki Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün vefat edene kadar… Dünyanın en büyük plak şirketlerinden Atlantic Records’un kurucusu Ahmet Ertegün’ün de babası olan Münir Bey 11 Kasım 1944 günü, görevi başındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata veda etti.

Bunun Amerikan salatasıyla ne alakası var derseniz salatayla değil ama Amerika’yla alakası var. Sovyet Rusya’sıyla Soğuk Savaş halinde olan ABD yönetimi bu vefatı diplomatik bir fırsata çevirdi ve Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a ünlü Missouri zırhlısıyla gönderdi. Yanında da hafif kruvazör USS Providence ve destroyer USS Power gemileriyle beraber… Gerçi Büyükelçi Ertegün’ün pek iyi görüştüğü Başkan Roosevelt’te hatırı yok değildi, ama bu da artık babanın oğluna yapacağı jestten bile fazlasıydı.

Güvertesinde Japon İmparatorluğu’nun kayıtsız şartsız teslimiyet belgesinin imzalanmasıyla İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine sahne olmuş Missouri zırhlısı beraberindeki refakatçi gemilerle birlikte 5 Nisan 1946 sabahı İstanbul limanına demirledi. Limanda bizim emektar Yavuz gemisiyle Missouri 19’ar pare top atışıyla birbirlerini selamladılar.

İstanbullular da bu uzak yoldan gelen misafirini pek sevdi, görmek için Dolmabahçe’den Galata sırtlarına kadar sıraya girdi; ziyaretçi kartı alabilenler güvertesinde dolaştı, alamayanlar tuttukları kayıklarla geminin yanına yaklaşmaya çalıştı; Vitali Hakko’nun Şen Şapka’sı “Hoşgeldin Missouri” yazılı eşarplar bastı; Kız Kulesi’nin üzerine dev bir “Welcome Missouri” afişi asıldı; ve o arada Rus salatasının adı da Amerikan salatası oluverdi.

Nasıl mı? Gerisini, olayın cereyan ettiği yer ve anın bizzat canlı tanığı olan yazar Orhan Karaveli’nden okuyalım. Dostu İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki köşesinde “Rus salatasının Amerikan salatasına nasıl dönüştüğü anlaşılamadı. Yasa mı çıkarılmıştı? Lokantalara tebligat mı yapılmıştı? Yoksa hınzır İttahatçılar ya da Kemalistler darbe yaparak salatanın adını mı değiştirmişti” diye sorması üzerine Karaveli’nin kendisine yazdığı 1994 tarihli mektup şöyle:

“…Evet, küstah Ruslara ‘el gemisiyle’ gözdağı verilirken, yorgun ve abazan Coni’leri rahatlatmak için de İstanbul bir güzel süslenmiş, allanıp pullanmıştı. …Tatil günleri, okula dönüşten önce biz yatılıların ayaküstü bir şeyler atıştırdığımız, Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki ünlü Levent büfesi tam o sırada bombasını patlattı. Kocaman kocaman yazılıp büfe girişindeki camlara yapıştırılan ‘Rus salatası 25 kuruş’, ‘Sahanda çift yumurta 35 kuruş’, ‘Ayran 10 kuruş’ gibi yazılar bir gecede sökülüp yerlerine cafcaflı bir pano asıldı:

‘Amerik salat 35 kuruş’

Büfeyi işleten Rum baba oğuldan kasadaki yaşlı Niko Efendiye o gün ‘Hayrola çorbacı, Amerik Salat da neyin nesi’ diye sorduğumda, güngörmüş Niko Efendi saçsız başını kaşıyarak:

‘Sen daha o gemiyi görmedin mi? Rus salatası artık öldü. Bundan sonra yaşasın ‘Amerik salat!’ diye sırıtmıştı.

O gün, Beyoğlu’nun boyalı dilberleri cıvık bakışlarla Coni’leri tavlamaya çalışırken, çevredeki –istisnasız- bütün birahaneler, büfeler, lokantalar, -aralarında anlaşmışçasına- Niko Efendi’nin Levent’ini taklit ettiler. Kırk yıllık Rus salatası önce İstiklal caddesinde ‘Amerikan salatası’ oldu çıktı. Sonra da bütün Türkiye’de…”

Enfes sosisli sandviçleri, muhteşem sabah kahvaltıları, zengin ordovr tabaklarıyla Beyoğlu çocuklarının, özellikle de Galatasaray Liselilerin gönlüne taht kurmuş, garsonlarının müşterilere “enişte” diye hitap ettiği, efsane Levent büfesi meğerse bu Amerikan hikayesinin baş kahramanıymış.

Nereden nereye diyeceğiz ama burası da İstanbul, burası da Bizans. Burada Rus’u Amerik’e de çeviririz, salatasının değil adını tarifini bile ellerden sakınan Olivier’i mezarında ters de döndürürüz."

26 Aralık 2020 Cumartesi

Rusçadaki en uzun kelime


Kaynak: https://turkrus.com/

  

Rusçanın telaffuzuyla başa çıkmaya çalışanlarımız az değil. Bambaşka bir aileye mensup, bambaşka bir artikülasyona sahip bu dili "söktüğünü" düşünenler, kendilerini bir de uzun kelimelerde deneyebilir. İşte Rusçadaki en uzun 8 kelime. 

1. Rentgenoelektrokardiyografiçeski (Рентгеноэлектрокардиографический). 32 harften oluşan bu tıp terimini, tahmin edileceği üzere "elektrokardiyografik röntgen" anlamına geliyor. 

2. Çastnopredprinimatelski (Частнопредпринимательский). 24 harf ve bir yumuşatma işaretinden oluşan bir diğer sıfat. Anlamı: "özel girişimciliğe dair", "özel girişimcilikle alakalı." 

3. Substantsionaliziriyuşimisya (Субстанционализирующимися). 25 harften oluşan bu sıfat çekimi ise bir felsefe terimi. Anlamı, "öz haline getirilmiş bir şey (ile)". 

4. Çelovekonenavistniçestvo (Человеконенавистничество). 24 harfli bu kelime ise basitçe mizantropi anlamına geliyor yani merdümgirizlik yani insan sevmeme, insanlardan uzak durma. 

5. Pereosvidetelstvovatsya (Переосвидетельствоваться). 22 harf ve iki yumuşatma işareti içeren bu uzun kelime de "kontrol yenilemek", "sertifika yenilemek" anlamlarını veriyor. 

6. Selskohozyaystvenno-maşinostroitelniy (Сельскохозяйственно-машиностроительный). 34 harf ve 2 yumuşatma işareti içeren bir birleşik sıfat. Manası ise "tarımsal makine sanayiine dair", bu sanayi ile ilgili. 

7. Vısokoprevoshoditelstvo (Высокопревосходительство). Şakalar ve espriler dışında gündelik kullanımdan tamamen çıkan bir kelime. Türkçesi: "Haşmetmeabları", "ekselansları". 

8. Dostoprimeçatelsnost (Достопримечательность). Rusça uzun kelimeler arasında bir yabancının, özellikle de turistlerin gündelik hayatta belki de en çok kullanacağı kelime 19 harf ve iki yumuşatma işaretinden oluşan bu isim. Anlamı: "bir şehirde görülmesi gereken yerler".

Dünyanın altüst olduğu gün

 

Cenk Başlamış

Kaynak: http://medyagunlugu.com/

 

Gazeteci Cenk Başlamış'ın, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının yıl dönümü nedeniyle Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısı:


Kameralar karşısında vakur görünmeye çalışan ama kırgınlığının yüzüne yansımasını engelleyemeyen adam altı yıllık iktidarını 11 dakikada savunmaya, suçsuz olduğunu kanıtlamaya uğraşıyordu ama onu ekrandan izleyenlerin gözlerinde sadece öfke ve nefret vardı. 

Zaten o, artık olmayan bir ülkenin devlet başkanıydı. 

TV'de istifasını açıklayan adam Mihail Gorbaçov'du yani Sovyetler Birliği'nin son devlet başkanı. Tarih 25 Aralık 1991'di yani dünyanın altüst olduğu gün. 

1985 yılında Komünist Parti genel sekreterliğini üstlenmesinden sonra Gorbaçov hemen kolları sıvadı ve herkesin bildiği ama kimsenin yüksek sesle dile getiremediği sorunlara el attı. Artık takati kalmayan ekonomiyi yeniden yapılandırmak için “Perestroyka”, korku imparatorluğuna dönen ülkenin nefes alması, açıkça ve özgürce konuşabilmesi için ”Glasnost” reformlarını uygulamaya koydu. 

Ama kısa süre sonra tökezlemeye, bir adım ileri iki adım geriye gitmeye başladı. 280 milyondan fazla kişinin yaşadığı 22 milyon kilometrekarelik dev bir ülkede yapılacak en küçük değişikliğin devrim boyutunda sonuçlara yol açmasından ürkmüştü. 

Oysa yönetenlerle arasında artık bir uçurum bulunan Sovyet halkı Gorbaçov'un reform idealine dört elle sarılmıştı. İstedikleri çok basitti: İnsan gibi yaşamak, örneğin temel gıda maddelerine karaborsaya düşmeden, kuyrukta beklemeden ulaşmak. Gorbaçov'un aniden frene basmasını “ihanet” olarak gördüler, içlerinde uzun zamandır uyuyan “umut”u uyandırmış ama onları yarı yolda bırakmıştı. 

19 Ağustos 1991'de Gorbaçov'un Kırım'da tatilde bulunduğu sırada bir grup üst düzey yetkilinin iktidara el koymaya çalışması sonun başlangıcı oldu. Muhalefet lideri Boris Yeltsin'in bir tankın üzerine çıkarak başlattığı direniş, zaten kötü hazırlanmış darbe girişiminin sadece iki buçuk günde çökmesini sağladı. 

22 Ağustos akşamı Gorbaçov Moskova'ya döndü ama darbe girişimi ülkedeki dengeleri altüst etmiş, fiili iktidar Yeltsin'in eline geçmişti. İkisi arasında eskiye uzanan bir kan davası vardı; Yeltsin aylar boyunca herkesin gözü önünde Gorbaçov'la alay etti, aşağıladı. Asıl darbeyi ise 8 Aralık 1991'de vurdu: Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri Sovyetler Birliği'nin artık tarihe karıştığını, yerine Bağımsız Devletler Topluluğu'nun (BDT) kurulduğunu dünyaya duyuran tarihi belgeyi imzaladı. Koca imparatorluk tam 15 parçaya bölünmüştü. 

Olayları yönlendirebilecek gücü kalmayan Gorbaçov absürt bir duruma düşmüş, ülkesinin tarihe karışmasını herkes gibi seyretmek zorunda kalmıştı. Daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu görünce 25 Aralık gecesi televizyondan halka seslenerek istifa ettiğini açıkladı, böylece 74 yaşındaki bir ülkenin tabutuna son çiviyi kendisi çaktı. 

Peki, Sovyetler Birliği Gorbaçov'un hataları yüzünden mi yıkılmıştı? 

Sorumluluğu tek başına onun sırtına yüklemek haksızlık olur, süreç çok daha önce yani Batı ile girişilen üstünlük yarışı nedeniyle kaynakların silahlanma ve uzay çalışmalarına aktarılmasıyla başlamıştı. 

Ülkenin Batı'nın ambargosu altında bulunması önemli bir faktördü ama Sovyet ekonomisi ağırlıklı olarak enerji kaynaklarının ihracından gelecek gelire dayanıyordu yani kırılgandı. 

İktidarda adı “Komünist Parti” olan, aslında zaman içinde herhangi bir ideolojisi bulunmayan oligarşik yapıya dönüşmüş, toplumdan kopmuş ayrıcalıklı bir grup vardı. Bu gerçek karşısında halk sosyalizmi kurma misyonunu, hayallerini ve heyecanını terk etmiş, çalışmak için bir neden görmemeye başlayınca ülke toptan ”stop” etmişti. 

Gorbaçov'un 25 Aralık 1991'deki istifası belki artık sadece formaliteydi ama hem ülkesi hem de uluslararası dengeler açısından sonuçları devasa oldu. 

Yazıyı kaynağında okumak için tıklayın

Not: Sovyetler Birliği'nin son günleri ve 1990'larda Rusya'da yaşam konusunun ele alındığı "Rusya'dan Sevgilerle" programını dinlemek için: https://open.spotify.com/episode/6bIoZHhxQIdLUawOaJ6CV5?si=GI36yVAeTN2-SSR60zb4_g

Rusya'da tipik ailenin profili





Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

Açıklanan son resmi veriler, Rusya'daki ailelerle ilgili önemli, ilginç verileri ortaya koydu. Nüfusu 146 milyona yakın olan Rusya'da resmi istatistiklere göre hane sayısı 54,6 milyon. Bu hanelerin cüzi bir bölümü manastırlar ve birlikte daire tutan komşulardan (komünalka) meydana gelirken, çoğunluk ailelerden oluşuyor. Çocukları ya da akrabalarıyla birlikte yaşayan çiftlerin sayısı ise 27 milyona yakın.

 

İşte Rosstat'ın "tipik aile profili" çalışmasından öne çıkan bazı bilgiler:


Aile

- 18 milyon aile çocuksuz (Yetişkin çocuklar hariç).

- 12 milyon ailede tek çocuk, 5 milyon ailede iki çocuk var.

- Her 10 aileden biri farklı etnisitelerdeki çiftlerden oluşuyor.

- Her 100 evlilikten 65'i boşanmayla sonuçlanıyor, bu yüzden ailelerin üçte bire yakını çocuklu anneden, ya da çocuklu babadan oluşuyor.

 

Konut

- Her 3 Rusyalıdan 2'si şehirlerde yaşıyor. Bunların yüzde 73'ü dairede yaşarken, yüzde 13,6'lık kesimin müstakil evi var.

- Ülke genelinde kişi başına düşen oda sayısı 1.

- Konut sahibi Rusyalıların sayısı yarıdan fazla. Kiracıların oranı ise yüzde 10 civarında.

 

Geçim

- Ortalama bir ailenin aylık asgari gelir ihtiyacı 58 bin 500 ruble (6 bin TL).

- Ailelerin yüzde 80'i geçim sıkıntısı çekiyor.

- Genç ailelerin yüzde 64'ü, ancak gıda ve giyisi alışverişine yetişebiliyor, dayanıklı tüketim mallarını ise alamıyor.

 

Rusya'nın  nüfus verileri

Birleşmiş Milletler (BM) verilerine 2020 yılında Rusya’nın nüfusu 145 milyon 900 bine ulaşırken, 2019'daki resmi istatistik kurumu Rosstat'a göre nüfus 1 Ocak 2019 itibarıyla 146 milyon 780 bin 720 kişi. Ülkede yaşayanların 78 milyon 680 bini kadın, 68 milyon 90 bini erkek.

Bir başka deyişle, ülkede kadın sayısı erkek sayısına göre yaklaşık 10 milyon kişi daha fazla. Resmi verilere göre, 33 yaştan itibaren kadın sayısı erkek sayısını geçiyor ve daha ileri yaşlarda bu fark artıyor. 

Ülkenin yaş ortalaması ise 40,2 olarak açıklandı. Kadınlar ortalama 42,4, erkekler 37,3 yaşında.

Ayrıca nüfusun 109 milyon 450 bin kişilik kısmının şehirlerde, 37 milyon 320 binlik kısmının da kırsalda yaşadığı bildirildi.

En kalabalık şehir 12 milyon 615 bin 279 kişilik nüfusla Moskova. En az nüfuslu bölgeler ise Çukotka ve Nenets (50 binin altında).