Moskova

Moskova

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Hala seyretmemiş olanlara...

Rus köylülerin sevimli, coşkulu bahar dansı ve şarkısı internette rekor kırıyor.

Malum,  Rusya'da kelebek ömürlü, kısacık bir yaz var. Kış dokuz ay sürer, üç ay da yazı beklemekle geçer…Kemiksiz en fazla iki ay süren bu güzel zamanların tadını çıkarmak lazım.” diye bir deyiş var.
Hal böyle olunca Rusya'da uzun süren kış aylarının ardından ilkbaharın gelişi en çok köylüleri sevindiriyor.
Lyeha Lyahov’un çektiği Rus köylülerin coşkuyla dans edip şarkı söyledikleri klip internette rekor kırıyor.
Sıradan bir Rus köyünü anlatan klipte Vova Slışkin isimli bir ihtiyar ile yeğeni evlerinden çıkarak son kış günlerini uğurlayıp, ilkbaharın gelmesinin tadını çıkarıyorlar.
Klipte yeğen rolünü oynayan, kendi bestelediği şarkıyı söyleyen Rus müzisyen İgor Rasteryaev ( игорь растеряев ), "Elele vererek dolaşmaya çıktık, arazi boyunca, ah Nisan seli sen çok hoşuma gidiyorsun.” diyor.
Şarkının devamında, “Güneş, kır, serçeler..Kedi garajda bağırıyor, ben ise ıslak sokaklarda dolaşıyorum ilkbahar cesaretiyle. Bir kaç ay sürgün hayatı gibi, ancak onlar sadece Nisan için sabırsızlandı” ifadeleri yer alıyor.
İşte internette rekor kıran şarkının linki:
http://www.youtube.com/watch?v=jeKwjMKSc7U



İgor Rasteryaev ( игорь растеряев ), Volgagradlı ( Stalingrad)’lı bir sanatçı. Tarzını eski bard sanatçılarının tarzına benzetmek mümkün. Sözler çok zaman melodinin önüne geçiyor. Enstrüman olarak genellikle akerdeon, bazen de gitar kullanıyor.
Klipleri de şarkıları kadar hoş ve eğlenceli. Teması, Rusya kırsalından doğa ve insan manzaraları; şarkılarında gerçek Rus insanının hikayeleri var.

Vakti olanların mutlaka izlemesi lazım. İşte şarkılarından bazılarının klipleri:
http://www.youtube.com/watch?v=46LNTN5lYjQ&feature=related
http://www.youtube.com/watch?v=lZ7NK0tTT2Q  
http://www.youtube.com/watch?v=lZ7NK0tTT2Q  
http://www.youtube.com/watch v=YiYaM3zf55U&feature=related  
http://www.youtube.com/watch?v=UeVfraja_6o&feature=fvwrel
http://www.youtube.com/watch?v=IhM8uvenqOY&feature=related


Rus Şarkısı “Darogoyi Dlinnoyu”nun Serüveni


















Bazı şarkıların garip bir kaderi var. Bazen birileri tarafından ünlendirilen bazı şarkıların adaptasyonunun ünü orijinalinin ününü geçiyor. Ve neredeyse şarkının gerçekte kim tarafından bestelenip, sözlerinin kim tarafından yazıldığı bile unutulup, ünlendiren şarkıcının ismiyle anılmaya başlanıyor.

Rus şarkısı “Darogoyi Dlinnoyu”nun kaderi de biraz böyle.

Bu güzel müzik parçası, 1968 yılında ilk plağını dolduran Galli şarkıcı Mary Hopkin tarafından “Those Were the Days” ismiyle yaygın bir ün kazanmış ve sevilmiştir.

Şarkının aslıysa Boris Fomin'in bestelediği "Darogoyi dlinnoyu" (Дорогой длинною -Uzun bir yolda) adlı geleneksel bir Rus folk şarkısıdır.

Türkiye’de ise biz şimdilerde bu şarkıyı Galatasaraylıların Fenerbahçe aleyhindeki tezahüratlarından birinin melodisiyle hatırlıyoruz.

Şarkı o kadar ünlendi ki dünyanın dört bir yanındaki sanatçıların repertuarına girdi. Seslendirenler arasında Sandie Shaw, Dalida, Vicky Leandros Engelbert Humperdinck, Rika Zarai, Patti Page, ABBA ve Paul Mauriat Orkestrası gibi pek çok şarkıcı ve müzik grubu vardı.

Şarkının bu kadar çok tutulmasının arkasında tabii ki Mary Hopkin’in şarkıyı söylediği plağın yapımcılığını Paul McCartney'in yapmış olmasının, piyasaya da Beatles'a ait Apple plak şirketinden tarafından çıkarılmış olmasının payı vardı. Kısa sürede İngiltere listelerinde 1 numaraya, ABD listelerindeyse 2 numaraya yükseldi. 45'lik plağın arka yüzünde ise "Turn, Turn, Turn" şarkısı yer almaktaydı. Şarkı dünya çapında popüler olunca Paul McCartney Mary Hopkin'e şarkıyı 4 dilde daha söyletti.

Türkiye’de de şarkı, en çok aranjmanı yapılan parçalardan biridir:

Ay-Feri “Yalan Dünya”, Fecri Ebcioğlu ve Semiramis “Bu Ne Biçim Hayat”, Erol Büyükburç “Bu Ne Yalan Dünya”, Ömür Göksel “Sen Kadehlerdesin”, Zümrüt “Bir Zamanlar”, Gönül Turgut “Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak” adıyla ve farklı sözlerle seslendirildi.

Bazıları şarkının bestesinin Gene Raskin'e ait olduğunu ileri sürer. Oysa bahsettiğimiz gibi şarkı Boris Fomin'in (1900-1948) bestelediği "Dorogoi dlinnoyu" (Дорогой длинною- Uzun bir yolda) adlı geleneksel bir Rus folk şarkısıdır ve Gene Raskin bu şarkıya yeni İngilizce sözler yazarak pop türüne uyarlamıştır.

Daha önce de 1960'ların başında The Limelighters grubu şarkıyı zaten tanıtmıştı.

Ve işte şarkının birkaç linki:

http://www.youtube.com/watch?v=gSf6t9f-17w&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=HO1UKbyPRHs&feature=related 

24 Nisan 2012 Salı

İvan Ayvazovsky’nin ‘İstanbul ve Boğaz’ adlı yağlı boya tablosu rekor fiyata satıldı

İngiltere’nin başkenti Londra’da düzenlenen bir açık artırmada, İvan Ayvazovsky’nin ‘İstanbul ve Boğaz’ adlı yağlı boya tablosu 3 milyon 233 bin 250 Sterlin’e (yaklaşık 9 milyon TL) satıldı. 1 milyon Sterlin’den açık artırmaya sunulan tablo,müzayedenin Orientalist resimler içinde bugüne kadar en yüksek fiyata satılan eser olarak rekor kırdı. Rus ressam Ayvazovsky’nin 19. Yüzyıla ait İstanbul Boğazı manzaralı tablosu ressamın İstanbul’u ziyaret ettiği 1845-1890 yılları arasında tamamlanmıştı.

22 Nisan 2012 Pazar

Müjde!.. Bahar Moskova’ya da geliyor…


M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak: http://www.turkrus.com/


“Havalar düzeldi, bahar geliyor!”
“Bahar rötar yaptı; yine kar ve soğuk var.”
“Bahar geldi”, “geliyor…”, “Gelecek.”
“...Ve nihayet kışa veda!”
“Biraz çekinerek de olsa herhalde bu haftayı “kışa veda haftası” ilan edebiliriz!”

***
Son bir aydır Rusya’da bu haberler, gündemin önemli bir parçası ve bu başlıklarla yayınlanıyor. Herkes umutla artık güneşin yüzünü göstermesini bekliyor.
Rusların baharın gelmesi ve güneşin doğması, hayatın yeniden başlaması olarak yorumladıkları; kışın neşeli bir şekilde uğurlanması ve baharın sevinçle karşılanması anlamına gelen Maslenitsa (Масленица) Bayramı kutlanalı çok oldu, ancak güneşli havalar hala ortada yok.
Çok çetin bir kış geçirdik. Hatırlamak bile sinirlerimizi bozmaya yetiyor. Kışın başında Rus uzmanların bin yılın en soğuk kışı yaşanacak tahminleri belki de tuttu.
Neyse gelmiş geçmiş olsun; güzel, güneşli günlerin başlamasına az kaldı.

Her ne kadar takvimlere göre bahar, Mart ayının başında başlamış olsa da Moskova’ya gerçek baharın gelmesi bence fıskiyelerin resmi açılış tarihi… Yine aynı şekilde, Moskova, fıskiyelerin resmi kapanış tarihinde de güneşli günlere veda edecek.
Rusya’da hava koşulları da sanki ülkenin ağır bürokrasisine ve katı kurallara ayak uydurmuş durumda.
Güneşli günler, “Fıskiyeler açıl!” komutuyla başlıyor, “Kapan!” komutuyla da bitiyor.
Geçen sene, Moskova Belediyesi, şehirdeki 560 fıskiyenin 9 Ekim 2010 günü itibariyle kapatıldığını ve fıskiye sezonunun açılacağı gelecek yılın, yani bu yılın 30 Nisan 2011 tarihine kadar da bu fıskiyelerin çalışmayacağını bildirmişti.
Moskova’da normal koşullarda fıskiyeler, 30 Nisan -1 Ekim tarihleri arasında çalışıyor.
Bu, sıcak ve güneşli havalara kavuşma ve veda anlamında bir hafta önce ya da sonra da olsa pek şaşmayan bir durum.

***
Yaşasın, fıskiyelerin açılmasına az kaldı!.. Moskova’nın süsü fıskiyeler açılacak, parklardaki havuzlar suyla dolacak, havuzların çevresi bayram yerine dönecek.
Muhtemelen Moskova’daki ilk fıskiye, her zaman olduğu gibi Sovyet devrinin yadigarı, VDNH’daki sergi merkezinin bahçesindeki altın sarısı “Halkların Dostluğu” havuzunda açılacak.
Moskova, baharı başka bir coşkuyla karşılar. Son kar tepecikleri taşınır, sokaklar, caddeler, parklar temizlenir. Her yer boyanır. Fundalık topraklar getirilir, çiçekler ekilir. Tomurcuklar patlar, güzellikler arz-ı endam etmeye, Nehir gemileri (reçniye tramvayçiki) Moskova Nehri’nde salınmaya başlar. Moskova'nın parkları, meydanları el ele gezen aşıklarla dolar.
Bahar, güzeldir; ancak yüreğinizde de bahar varsa daha da güzeldir.

Güneş, parkları, meydanları dolduran, açılıp saçılan genç, güzel kızların üzerine ışıklarını keyifle salar. Güzel kızlar mı güneşi görünce açılıp saçılırlar, yoksa güneş mi onların güzelliklerini görünce coşup ışıklarını gönderir bilinmez…Belki de ikisi birden…Ama kesin olan şu ki, aralarında büyük bir aşk var.

***
Moskova’da şu sıralar bir faaliyet, bir faaliyet var ki hiç sormayın.
Bu tatlı telaşın bir başka sebebi de yaklaşan 1 Mayıs ve Sovyetlerin Nazileri tuşa getirdiği tarihin anısına kutlanan 9 Mayıs Pabeda (Zafer) Bayramı…
Bu iki bayram da Rusya’da her zaman coşkuyla kutlanıyor. Moskova, her sene bu bayramlara gelinlik bir kız gibi hazırlanır.
Ve tabii ki daça mevsimi başlayacak. Hafta sonları Moskovalıların büyük bir çoğunluğu, kahredici araç trafiğine rağmen, iş ve yaşam yorgunluğundan kaçıp, çevre bölgelerdeki daçalarına sığınacaklar. Korumalı mekanlarda, garajlarda bütün bir kışı saklanarak geçiren çiçekler, daçaların bahçelerindeki eski yerlerine yeniden kavuşacaklar.

***
Ancak dikkat, önümüzde uzun güneşli günler var diye sakın rehavete kapılmayın! Moskova’da yaşayanlara tavsiyemiz ciddi bir plan yapıp önümüzdeki birkaç ayı iyi değerlendirmeleri, güzel havalardan istifade her fırsatta kendilerini Moskova’nın güzelim parklarına atmaları… Yoksa kış kapıya dayanınca çok pişman olursunuz.
Kış aylarında karlı, bembeyaz, pamuklarla kaplanmış bir masal şehri görüntüsündeki Moskova, bahar ve yaz aylarında yemyeşil, bağı, bahçesi, parkı, suyu bol bir şehirdir. Gez gez bitmez.
Bir haftasonu Kolomenskoye Parkı’na, sonraki hafta sonu Sokolniki Parkı’na, daha sonraki hafta VDNH’ya….Ve devamla her hafta sonu sırayla Botaniçeskiy Sad’a, Neskuçnıy Sad’a, Lujniki’ye,… Gorki Park(Park Kulturi), ,Kuskova, Vorobyevi Gorı (Lenin Tepesi), Tsaritsino, Heykel Parkı ve İzmailova Parkı’na …Yoğun bir tempoyla her hafta bir yere gitmeye çalışsanız da yine de gidemediğiniz pek çok yer olacak; bir de bakacaksınız ki kış yeniden gelmiş.
Zira Moskovalıların dediği gibi, “Moskova'da. Kelebek ömürlü, kısacık bir yaz var. 'Moskova'da kış dokuz ay sürer, üç ay da yazı beklemekle geçer…Kemiksiz en fazla iki ay süren bu güzel zamanların tadını çıkarmak lazım.”

Lenin’i anmak ve anlamak


M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru


22 Nisan 1870, Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in doğum yıldönümü…
Seversiniz veya sevmezsiniz, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ancak herkesin kabul ettiği bir şey var ki, Lenin, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla yaşadığı çağa damgasını vurmuştur. Kuşkusuz gelecekte de önemini yitirmeyecek, tartışılmaya devam edecektir.
Lenin, sadece Ruslar için değil, Sovyetler Birliği coğrafyasındaki bütün halklar ve başka coğrafyalarda yaşayan halklar için de önemlidir. Zira o, takipçisi olduğu Marksizme katkısı olduğu bilinen emperyalizm teorisinin kuramcısıdır. Düşünceleri ve eylemleriyle bağımsızlık mücadelesi veren bütün uluslara, kurtuluş mücadelesi veren bütün halklara ilham vermiştir.
Lenin’nin Türkler için de önemi büyüktür. Kurtuluş savaşı veren Anadolu halklarına, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne destek elini vermiş, onların mücadelelerine katkıda bulunmuştur.

***
Geçen yüzyılın 20'-30'lu yılları Rus-Türk ilişkileri açısından benzersiz bir dönemi oluşturur.
1920 tarihli mutabakatlar uyarınca ve 16 mart 1921 tarihli Antlaşma'nın gereği olarak 1920-1922 yıllarında Anadolu Hükümeti’ne önemli miktarda askeri malzeme, diğer malzeme-teçhizat ve para yardımı yapıldı.
Bu dostluk ilişkisi kesinlikle karşılıklıydı.
Anadolu'daki hükümet de aynı duyarlılık içindeydi. Mustafa Kemal, o dönem kıtlık içinde bulunan Rusya'ya yardım yapılmasıyla bizzat ilgilenir; zahire depolarındaki hububatın yüzde 40'ına el konularak Karadeniz kıyılarında bulunanların açlığını hafifletmek üzere Rus halkına armağan edilmesini emreder ve V.İ.Lenin'i bu konuda bilgilendirir. Yardımlar sadece erzak olarak yapılmaz, Anadolu halkı bütün fakirliğine rağmen, Rusya için para da toplar. Böylece iki ülkenin yönetimleri ve halkları, açlığın ve yokluğun yüklerini birlikte paylaşır ve o zor yıllarda birbirinin yardımına koşarlar.

***
Bugün Türkiye’nin en ünlü meydanı olan İstanbul Taksim Meydanı’nın ortasında Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen eski ve herkes tarafından bilinen bir anıt vardır. Önünden her gün binlerce insan geçer. Kimisi dikkatle bakar, kimisi de aceleyle geçer gider. Önünden geçenlerin, bu anıtı bilenlerin pek çoğu onun hikayesindeki sırları bilmez.
Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi.
Taksim Anıtı’nın herkes tarafından bilinmeyen ilginç bir hikayesi ve sırrı var.
Anıtta Mustafa Kemal Atatürk’le beraber yer alan grubun içindeki iki Rus generali 83 yıldır Taksim'e bakmaktadır.
Taksim Anıtı'nda, Atatürk'ün arkasında duran iki Sovyet generalinden biri General Mihail Vasilyeviç Frunze diğeriyse Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’dur. Atatürk için "özel" adamlardı; çünkü, Kurtuluş Savaşı'nda dünya bize silah doğrultmuşken, Anadolu halkına destek veren Sovyetler'in "apoletli elçileri"ydi onlar...
Atatürk, onları hiç unutmadı. Bizzat, Atatürk'ün emriyle dahil edildiler, Anıt'taki figürler arasına... 1928'den beri orada, Taksim'in göbeğinde, Atatürk'ün hemen yanıbaşında duruyorlar.
Gerek Kurtuluş Savaşı, gerekse Cumhuriyet'in kuruluşunda "Bolşevikler"in maddi ve manevi desteğine bir nebze teşekkür etmek için o iki generalin heykeli oraya konmuştu.
Rusya ve Türkiye arasında yeni tip ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesine yönelik ilk adımların anısı, 1928'de İstanbul Taksim Meydanı'nda dikilmiş olan heykel kompozisyonu ile ebedileştirildi.

***
Atatürk, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine batılı emperyalist ülkelerin Anadolu halklarına Sevr Anlaşması’yla münasip gördükleri coğrafyayla yetinmeyip, işgalcileri kovarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Lenin, yıkılan Rus Çarlığı İmparatorluğu’nun yerine toprak kaybına uğramadan, daha ileriki yıllarda İmparatorluğun sahip olduğundan çok daha geniş coğrafyada egemen olan Sovyetler Birliği’ni kurdu.

***
Atatürk ve Lenin, her ikisi de, hemen hemen aynı yıllarda, yıkılan büyük imparatorlukların arkasından halkları için yeni bir hayat bulacakları yeni devletler kurdular. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ayrı mevzu, ancak önemli sosyal, siyasi, ekonomik atılımlar, projeler gerçekleştirdiler.
Birbirlerinin çağdaşı olan bu iki liderin benzerliklerinin ve benzemezliklerinin yanında ilginç başka bir benzerlikleri var: Her ikisinin de miraslarını bırakacağı çocukları olmamış. Zaten tarihteki diğer devlet gücüne hakim olan pek çok yöneticinin “bal tutan parmağını yalar” misali edindiği gibi haksız servetleri de olmamış.
Her ikisi de belki de daha verimli olacakları zamanları yakalayamadan, düşüncelerini tam olarak hayata geçiremeden, genç denilecek yaşlarda; Lenin 1924’de 53, Atatürk 1938’de 56 yaşındayken erkenden yaşama veda etti.

***
Lenin, arkasında üzerinde tartışılacak 44 ciltlik yazılı eser bıraktı. Bu, bir devlet adamı için rekordur. Kolay kolay da kırılamayacak bir rekor. ..Bugün devlet adamı olarak sahneye çıkan, ülkeleri yönetmeye talip olan insanları gözden geçirdiğimizde onların belki de tamamının Lenin’in entelektüel birikiminin yanına bile yaklaşamadığını görürüz. Pek çoğunun arkalarında değil yazılı eser bırakmak, yaşamları boyunca iki üç kitabı bile okumadıkları bilinen acı bir gerçek.

***
Lenin, belki de bugün Moskova’da, Kremlin’de yattığı mozolesinden kafasını kaldırıp kendisini eleştirenlere şöyle sesleniyor; “bütün yazdıklarım, düşüncelerim ve eylemlerim ortada; yanlış ya da doğru ben bunları yaptım, hodri meydan siz daha iyisini yapın,” diyor.
Evet, hodri meydan! Barış, huzur ve refah içinde yaşayacağımız daha adil bir dünya için el ele…

20 Nisan 2012 Cuma

ANDREY TARKOVSKİ'ye sevgi, saygı, aşkla...


Filiz Eyüboğlu
http://filizeyuboglu.blogspot.com/


Elli dört. Ölmek için genç bir yaş. Hele de bir dahi için. Yaşasa, kim bilir daha ne filmler yapacaktı!

Dünyanın önde gelen yönetmenleri ve sinema meraklılarına göre Dünyanın En Büyük Yönetmeni.

Son haftalarda adeta tez yapar gibi kitaplarını okudum, filmlerini izledim, bazılarını ikişer kere izledim. Şimdi hepsini birer kere daha izleyeceğim. Hele Stalker… Stalker… Dünyanın en iyi filmi. Benim için öyle. Dönüp dönüp bir daha izleyeceğim. Hani insan sevdiği şiirleri ya da romanı bir daha, bir daha okur (bazıları bunu anlamaz, ben de şu örneği veririm: sevdiğiniz şarkıyı defalarca dinlemiyor musunuz?)

Güncesinin son kısmını dün okurken bir de Tarkovski belgeseli izledim; 1987’de Aleksandr Sokurov çekmiş. Güncesinde anlattıklarını – örneğin şair ve senarist Tonino Guerra’nın yaptığı makarna ve istakozu – belgeselde görmek ilginçti. Resimlerine bakıp durduğum Tarkovski’yi az da olsa hareketli görmek doyumsuzdu. Belgeselde de dendiği gibi, onu konuşurken, film yönetirken ya da sadece öylesine dururken izlemek bir zevk…

Son senelerini Sovyetler Birliği’nden uzaktan yaşamak zorunda kalıyor (O zaman Rusya değil, SSCB.) 1986’da kanserden ölüyor, mezarı Paris’te. "Ne acı” dedim, “insanlık ne acımasız!” Rus yönetmenin mezarı Paris’te. Nazım Hikmet’in mezarı Moskova’da… Bu dünya çapındaki iki sanatçının, gerçek iki yeteneğin, ülkelerinden uzakta ölüp oralara gömülmelerinin nedeni, yani “suçları”, vatanlarını çok seviyor olmaları. Olacak iş mi bu? Tarkovski ülkesini, ülkesinin toprağını, doğayı, tarihini her şeyini her şeyini çok seviyor… Kitaplarında hep bunlar var. Nazım Hikmet’in de Türkiye’yi ne kadar çok sevdiğini şiirlerinden biliyoruz, “vatan haini” olarak damgalanması nasıl da kahretmiştir!
Tarkovski'ye döneyim. İçim çok acıdı, çok yaralandı. Tarkovski SSCB’yi filmlerinde yermiş değil; muhalif değil. Ancak devlet ilgililerine yaranamıyor, işleri hep ağırdan alınıyor, zar zor yurt dışına götürülen filmleri Cannes’da, Venedik’te, Paris’te, daha pek çok yerde ödüller alıyor ama SSCB’nin ona hiç ödül vermişliği yok. Filmlerin dışarı gitmesine izin veren ya da vermeyen de yine devlet elbet. Andrey Rublov isimli muazzam film Cannes’a gitmesi için uçağa yüklenip son anda indiriliyor, beş sene rafta bekletiliyor hiçbir açıklama yapılmadan; beş sonra birkaç sinemada ortaya çıkıyor... Neden?... Belli değil...

SSCB’de film yapacak bir şahıs zaten devletin memuru, senaryo yazıyorsa ilgili kurum onaylamak zorunda. Film için bütçe veriliyor. Stüdyolar, laboratuarlar mevcut. Bunlar iyi. Ama işler tıkır tıkır yürümüyor, aylar, yıllar sürüyor. Film bitti diyelim, yine kurul seyrediyor, şurayı kısalt, burayı kes diyor (Tarkovski bunları hiç yapmıyor) ve nasıl oluyorsa beş film yapabiliyor, yirmi senede. Sürekli izinleri, onayları beklemek… Film bitse, ve onaylansa bile dağıtıma çıkması da devlete bağlı. Yıllarca rafta durduğu oluyor açıklamasız. Birkaç sinemada gösterime çıktığındaysa da bu sessiz sedasız, duyurusuz, reklamsız oluyor. Ancak ilginçtir ki Tarkovski’nin filmlerinde salonlardan dolup taşıyor, biletler tükeniyor. Hayranları oluşuyor hemen bir-iki filmle. Yurt dışında da. Herkes ondan film bekliyor merakla, istekle, sabırsızlıkla, ama SSCB’nin ağır bürokratik çarkları, kimilerinin Tarkovski’yi çekememesi, ilişkiler, böyle bir yeteneğe ülkesinde ancak beş sinema filmi yapma imkanı tanımış oluyor. Son iki filminden Nostalji’yi İtalya’da, Kurban’ı İsveç’te çekiyor.
Kurban’ı çekerken Tarkovski çok hasta, ama henüz bunu bilmiyor…

İçimin çok acımasına, sanki bir arkadaşım ya da akrabammış gibi sürekli düşünmeme neden olan şu:
Mühürlenmiş Zaman adlı kendi yazdığı kitabını biraz sinemaya meraklı iseniz okumanızı şiddetle önererek sizin de o zaman hemen fark edeceğiniz gibi, yer yüzünde böyle bir sinema yönetmeni olmadığını düşündüm. Tarkovski’nin en beğendiği yönetmenler olan Akira Kurosawa, Ingmar Bergman, Louis Bunuel, Federico Fellini’nin kendi ağızlarından yazdıkları kitapları varsa bulup okuyacağım, ama şu andaki bilgimle; sinema hakkında, görsellik, görüntü, sanat, sanatçı, sanatın amacı, şiirsellik hakkında bu kadar görüşler oluşturmuş, tamamen neye inandığının, ne hissettiğinin, ne düşündüğünün, ne dediğinin farkında, kişisel bütünlüğü tam, görüşleri tamamen berrak, ve bu görüşler doğrultusunda ve uğruna, sinema yapan bir yönetmen bilmiyorum ben. Kendisini felsefeci kabul etmese de adeta bir filozof. Okudukça hayran kaldım kitapta yazanlara ve tabii aslında Tarkovski’ye ki iki çok önemli konuda bana çok ters görüşü var, ama ona hayranlığım, sevgimi, saygımı aşkımı yok etmedi bunlar. Okurken sürekli “bu nasıl bir insan” dedim. “Muazzam dolu bir insan. Ne çok şey sentezlemiş, fikirler oluşturmuş, neler düşünmüş!”… Değişik şeyler söylüyor ve o zaman dek olmayan bir sinema yapıyor.
Başka bir yazıda sinema, kurgu, kurgu sinemasına neden karşı olduğu, sanat, sanat amacı, hayatın anlamı, vb... görüşlerinden derleme yapacağım.

Mühürlenmiş Zaman kavramını anlattığı aynı adı taşıyan bu muazzam kitapla birlikte kendisiyle yapılan belli başlı röportajların derlendiği Şiirsel Sinema’yı okumak gerek, fikirlerini daha bir anlayabilmek için. Uzun süre ne demek “şiirsel sinema” dedim… Bir tanım verilmiyor… Şiire benzetiliyor diyebiliriz. Maalesef şiirden anlamadığım ve her seferinde gözlerimi dolduran Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları ve Kuvayı Milliye’si ve Edip Cansever dışında şiir okumadığım için bu şiirsel sinema kavramını da anlatımlardan pek anlayamadığımı itiraf ediyorum. Ama okudukça, bazı yerleri birkaç kere okudukça, eş zamanlı olarak filmlerini de izledikçe, anladım. Hissettim. Duyumsadım. Artık, konu bazlı (bu tabir bana ait), yani bir hikayenin anlatıldığı, çok hızlı kurguyla oluşturulmuş filmleri izleyemiyorum ki bunlar geleneksel Hollywood filmleri. Bunlardan bana artık gına gelmişti, şimdi tamamen bıraktım. Dayanılır gibi değil. Bunlarda bir şiirsellik yok. Konular da abuk. Giderek konu kıtlığı çekmeye başladılar. Uçakta Dehşet 8, 10, 15’e gelen filmler dışında, zombi gibi enteresan bir icatla meşgul etmişti Hollywood dünyayı. Şimdilerde vampir… Zaman zaman Kasırga, Hortum…. Bir de tabii uzaylılar gelir ve hep Amerikalılar dünyayı kurtarır. Hep aynı konulara neden para ve emek harcarlar bilemiyorum.

Herkes şiirsel sinemayı sevmek, izlemek zorunda değil elbette. Tarkovski’nin de dediği gibi, -- o tarihlerde Moskova’da yanlış anımsamıyorsam üç tane konser salonu var, klasik konserler ve opera için, ve yetiyor o kalabalık kente, çünkü bu tür sanatlar herkese göre değil, herkes izlemiyor.

Konuyu toparlamakta güçlük çekiyorum. Bu çok farklı yönetmen (betimleyecek sözcük bulamıyorum) SSCB’nin o zorlu koşullarında, film çekebilmek, çalışabilmek için yanıp tutuşurken, “böyle boş boş mu yaşayacağım?” diye sızlanarak bu atalete, iş yapamamaya, devletten yanıt, onay, izin, para bekleme durumunda olmaya kahroluyor. Olacak deniyor bir konuya, olmuyor, sonra yine olmuyor… Duyarlı bir insanın dayanabileceği koşullar değil. Çok yaşamsal ayrı bir sorun da, geçim…Devlet verirse parası oluyor. Sürekli borç içinde… Borç yüzünden elektriği kesiliyor. Çocuğu okula gidecek… Bunlar para gerektiriyor. İtalya’dan iki pabuç alıyor “büyük bir günah işledim, ne gerek vardı diyor” güncesinde. Oysa o sırada sürekli görüştüğü İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni ise kayalar üzerinde, nefis bir deniz manzarasına sahip süper lüks bir villada yaşamakta… Fotoğraflar ve belgesel fiilmden görüyorum, her ne kadar çok çekici, etkileyici, karizmatikse de Tarkovski’nin üzerinde eski bir kot ve mont….

İtalya’ya ilk gidişi esasen RAI (İtalyan Devlet Televizyonu) ile yapılan iş birliği dolayısıyla yapılacak Nostalji filmi için. 1979-80. Tabii iş birliği şahsen kendisi ile değil SSCB’nin ilgili kuruluşu ile yapılıyor. İtalya’da aylarca bu anlaşmaları da bekliyor… Sonra Moskova’ya geri geliş, yine aylar geçiyor, tekrar İtalya… İtalya’da acı dolu aylar, yıllar..

Nostalji’nin başrolünü onun için yazdığı en sevdiği oyuncusu Anatoli Solonitsin’in son aşamada kanser teşhisi konup yürüyemeyecek hale gelerek ölmesi (buna da çok üzüldüm, Anatoli Solonitsin, Andrey Rublov’da baş rolü oynamış olan bence çok yakışıklı oyuncu, sonra Solaris, Ayna, Stalker’da rolleri var, 48 yaşında, 1982’de ölüyor).

Yine beklemeler, para konusunda RAI ve SSCB arasında sorunlar, o sırada Rusya’da kalmış ve bir türlü yanına getirtemediği karısı ve küçük oğlunun hem dayanılmaz hasreti içinde, hem onların beş parasızlığına kahrolarak, sürekli yorgun… sürekli grip, öksürük… yorgunluk… Gerçi SSCB’de de sık sık hasta oluyordu güncesinden anladığım. O sinir bozucu, stresli ortamın duyarlı bir insanın bağışıklık sistemini düşüreceğini, sürekli ağrılar çekeceğini tahmin edebiliyorum. Ortam sinir bozucu. Haksızlıklar. Parasızlık. Borçlar.
SSCB’ye İtalya’da daha uzun süre kalmasına izin verilmesi için birkaç kere mektup yazması, ama devletinin ona hiç cevap vermemesi… Neyseki o arada nihayet karısı yanına gelebiliyor ama 14 yaşındaki oğluna yurt dışına çıkış iznini bir türlü vermiyor SSCB! :(

Şiirsel Sinema adlı kitapta Tarkovski şöyle diyor:


“Dağıldım” . Ben Rus bir sanatçının Rusya dışında çok yoğun biçimde duyumsadığı Rusya özlemi, Rusya nostaljisini anlatan bir film yaparken devletimin bana cevap bile vermemesi.. . Bunu beklemiyorum. Dağıldım”. Basın toplantısı ile duyuruyor: “Çok düşündüm ve anladım ki ülkeme dönsem bile artık bana film yapma işi, izni verilmeyecek, kariyerim bitecek, bu sebeple dönmemeye, kariyerime Batı’da devam etmeye karar verdim”. Sene 1984. Kariyer için maalesef çok az zamanı kalmış olduğunu nereden bilebilir.. Zorunlu sürgün başlıyor. Oğluna dayanılmaz özlemle...

Nostalji filmi dört ödül alıyor, Avrupa gazetelerinde inanılmaz övgüler.. Ama tabii Internet yok o zamanlar, SSCB’de de haberlere inanılmaz sansür var. Dünyadan kopuklar büyük ölçüde. Moskova’da “Tarkovski’nin filmi hiç beğenilmedi, rezaletmiş” şeklinde dedikodular…

Son olarak İsveç’te Kurban’ı yapması… Çok hasta… ağrılar… 1985 Aralık teşhis… bir sene sonra Aralık 1986’da ölüyor… SSCB’nin parçalanmasını, duvarın yıkılmasını, değişimi, filmlerinin etkilediği yönetmenleri... yandaki pulu ve hakkındaki milyonlarca Web sitesini göremiyor...

Dönüp dönüp seyredilesi sadece yedi film bırakabildi sinemayı şiir tadında sevenlere…

16 Nisan 2012 Pazartesi

Paskalya'dan İnsan Manzaraları
























M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru

Kaynak:http://www.turkrus.com/

Pazar günü İgor’u arayıp Paskalya Bayramını kutladım.

Sağolsun İgor, her Şeker Bayramında, Kurban Bayramında beni arayıp bayramımı kutlamayı hiç ihmal etmez. Benim onu arayıp Paskalya bayramını kutlamamam doğru olmazdı.

İgor, çoluk çocuğu toplayıp erkenden kiliseye gitmişti.

Rusya’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar, İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirildiğine inanılan bu günü her sene olduğu gibi kutlamıştı. Sadece Moskova’da 269 kilisede, 200 bine yakın kişinin bu kutlamalara katıldığı tahmin ediliyordu.

En kalabalık ve görkemli ayinse Moskova’nın Kurtarıcı İsa Katedrali’nde Rus patriği Kirill tarafından gerçekleştirilmişti. Ayine Medvedev ve eşi, Putin ve Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin de katılmıştı.

Geçen iki seneyi hatırlayıp “Allahtan bu sene Paskalya havanın nispeten daha iyi olduğu bir güne denk geldi,” dedim.

“Hakikaten öyle,” dedi.

Muhabbet Paskalya kutlamasından kışın uzun sürmesine, güneşli günlerin gecikmesine kaydı.

“Biliyor musun, neredeyse tamamen ümidimi kesmiştim; bahar hiç gelmeyecek duygusuna kapılmıştım,” dedim.

“Amma yaptın,” dedi. “Hiç öyle şey olur mu?”

Sonra Paskalya ile bağlantı kurarak bir Rus deyiminden söz açtı:

“Bak, biz de olmayanı, imkansız olanı, hiç gerçekleşmeyecek olanı anlatan bir özdeyiş vardır; ‘ждат до Турецкой пасхи ( jdat do Turetskoy pashi) ’ yani ‘Türk paskalyasının gelmesine kadar beklemek’.”

Bir Rus özdeyişinde Türklerle ilişki kurulmuş olmasına keyiflendim; güldüm:

“Bizdeki ‘Çıkmaz ayın çarşambası’ ya da ‘Balık kavağa çıkınca’ deyişlerinin karşılığı gibi,” dedim.

“Anladın değil mi? Biraz gecikse de güneş yüzünü gösterecek, çiçekler açacak,” dedi.

“İnşallah,” dedim.

Çıkıştı:

“Ne inşallahı be yahu, doğanın kanunu bu.”

***

Paskalya, Hıristiyanların Hz. İsa'nın dirilişini anmak için kutladıkları en büyük Hıristiyan bayramları arasında yer alan bir bayram.

Paskalya Günü, ilkbahar gün dönümünün yaşandığı 21 Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günü. Bu nedenle Paskalya Günü'nün tarihi değişebilmekle birlikte genellikle, 

Paskalya tarihi için nisan ayının ikinci pazarı önerilmekte.

Bir hafta boyunca kutlanıyor. Yunanca kaynaklı paskalya kelimesi “kurtuluş” anlamına geliyor. Ruslar bu bayram süresince “Hristos Voskres!” ( İsa dirildi! ) diye hitap ediyorlar.

Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (kutsal hafta) kapsıyor. Paskalya Günü'nde (paskalya pazarı) sona eriyor. Pentekostes (hamsın) yortusuna kadar süren 50 günlük döneme, Paskalya dönemi (hamsin dönemi) adı veriliyor.
Paskalya Günü için evlerde özel çörekler hazırlanır; boyalı paskalya yumurtası haşlanır. Mumlar yakılır. Yumurtanın kırmızıya boyanmasıysa İsa’nın kanı anlamına gelmektedir.

Aslında bu bayramın kökü Yahudilikte bulunuyor. Yahudilerin inançlarına göre Musevilerin Mısır Köleliğinden kurtuluşu simgeleniyor.

***

Paskalya Bayramına ait ilk duyumum çocukluğumda Selanik göçmeni Babaannemin anılarını anlattığında olmuştu. Komşularıyla olan ilişkilerini, Hıristiyanlarla Müslümanların nasıl karşılıklı saygı ve sevgiyle bayramlaştıklarını anlatırdı.

Farklı dinlerden insanların birbirlerinin inanışlarına, gelenek ve göreneklerine saygı duyması gerektiğini ilk ondan öğrenmiştim.

“İgor, seni fazla meşgul etmeyeyim. Yeniden Paskalya Bayramını kutlarım,” diyorum.”

“Sağol, eksik olma. Bak havalar düzeliyor; yakında daça sezonunu açacağız, bir hafta sonu sizi davet edeyim de muhabbeti koyulaştıralım.”

“Söz mü?”

“Söz!”

“Bak,” diyor, “Bu defa itiraz etmeyeceksin, gönlümüzce şaşlık yapıp, votka içeceğiz, muhabbet edeceğiz”

“Evet” demiyorum, keyfi kaçmasın diye “hayır” da demiyorum; ancak benim suskunluğumdan bir şeyler anlayıp havayı değiştirmek için araya yine bir fıkra sokuşturuyor:

“Moskovalı bir Rus sürekli aynı bara gider ve her defasında üç şişe votka ve üç votka kadehi ister, üç farklı votka kadehini doldurup peş peşe içermiş. Ve üç kadehi birden içmeden önce de kendi kendine Тост ( tost ) yapar, konuşurmuş. Devamlı tekrarlanan bu durumu fark eden barmen olayı pek anlamaz, ama parasını aldığı için üstüme vazife değil diye sormazmış da. Fakat durumu gören barın başka müdavimlerinden biri günün birinde dayanamamış sormuş.
Bizim Moskova’lı Rus iki kardeşi daha olduğunu ve şu anda birinin Rusya’nın bir ucundaki Kaliningrad’da, diğerininse Rusya’nın diğer ucundaki Vladivostok'da çalıştığını söyleyerek, çok sık görüşemediklerini, eski zamanların anısına onlar için de içtiğini söyler.

Koskoca Rusya coğrafyasının üç farklı, birbirinden uzak köşesinde yaşayan kardeşlerin durumunu hepsi anlamış ve adama hak vermiş.

Bizimki barda iyice tanınmaya başlar ve her seferinde her kardeşi için de birer şişe votka söyleyerek üç şişe votka içtiği bilinir hale gelir.

Bir gün, her zamanki gibi bara gelir; ancak bu sefer sadece iki şişe votka ve iki kadeh ister. Barın müdavimleri şaşırır; herkesi bir hüzün kaplar. Kardeşlerden birinin öldüğünü düşünürler.

Barmen çok üzgün bir ifadeyle, başınız sağolsun der. Bir süre aklı karışan bizim Moskova’lı Rus, durumu anlar. ‘Hayır, hayır! Herkes iyi, ancak ben paskalya için oruçtayım, votka içmiyorum,’ der.”

Kaynak Link :http://www.turkrus.com/kose-yazilari/26711-paskalyadan-insan-manzaralari.html