Moskova

Moskova

6 Ekim 2012 Cumartesi

Tam 30 bin yıllık!

Rusya ’nın Sibirya bölgesindeki bir vadide dolaşan 11 yaşındaki Yevgeni Salinder, farkında olmadan inanılmaz bir keşfe imza attı. Salinder’in bulduğu kemik kalıntılarını inceleyen bilim insanları, iskeletin 30 bin yıllık bir mamuta ait olduğunu belirledi.

Cesedin 1901’den bu yana bulunan en düzgün mamut kalıntısı olduğu ifade edilirken, vücut bütünlüğünü büyük ölçüde koruyan tüylü mamutun, kemikleri, derisi ve yağlarının ilk halini koruduğu belirtiliyor. Yaklaşık 500 kilo ağırlığında olan ve erkek olduğu açıklanan mamutun ölüm sebebi ise belli değil. Rusya’nın Sibirya bölgesinde buzun altında korunmuş fosiller bulunmuş fakat bu kadar iyi durumda olanına hiç rastlanmamıştı. Mamutun cesedi, St. Petersburg ve Moskova ’daki zooloji ve paleontoloji enstitülerinde yapılacak araştırmadan sonra müzede sergilenecek. Yapılacak incelemelerin, hem biyolojik hem coğrafi pek çok bilinmeyene ışık tutacağı sanılıyor.

4 Ekim 2012 Perşembe

Türkçe’de Rusya ve Rus Algılaması

Hasan Kanbolat
ORSAM

Türkçe’de Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve Soğuk Savaş yılları, Rusya Federasyonu’nun 1990’lı ve 2000’li yılları Rus ve Rusya algılamaları için farklı dönemlerdir. 2000’li yıllara kadar Türkçe’de Rus ve Rusya algılaması her zaman olumsuz ögeler taşımıştır. Türk-Rus ilişkilerinde ilk defa 2000’li yıllardan itibaren Türkçe’de Rus ve Rusya algılaması olumlu bir şekilde değişmiş ve eski olumsuz algılamalar hızla tarihe itilmiştir. İki ülke arasında ikili ilişkilerin çok boyutlu olarak gelişmesi, Türklerin Rusya Federasyonu’nda çalışması, iş kurmaları, ortak evlilikler ve Rus turistler Türkçe’de Rus ve Rusya algılamasının olumlu değişimine katkıda bulunmuştur.

Osmanlı Devleti’nin son dönemi Çarlık Rusyası’na karşı kaybedilen savaşlarla, işgallerle, Anadolu’ya yoğun göçlerle geçtiği için Türkçe’de ‘Rusya’ ve ‘Rus’ ve bunların yerine kullanılan ‘Moskof’ kelimesi olumsuz algılama içermiştir. Bu olumsuz algılama Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk yıllarında da sürmüş. Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin farklı kutuplarda yer alması ile birlikte Soğuk Savaş yıllarının bitimine ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Bu bakış içinde örneğin, Türkçe’de ‘Moskof’ kelimesi Rusya, Rus, düşman olarak kullanılmıştır. Bunun yanında, ‘Bunu Moskof bile yapmaz’, ‘Moskof gavuru gibi davranmak’, ‘Moskof inatlı’, ‘Moskof’da vicdan bulunmaz’ deyimleri sıkça kullanılmıştır. Çok uzaklara gitmek anlamında ‘Sibirya’ya gitmek’ ve ‘Sibirya’ya kadar yolun var’ deyimleri kullanılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk yıllarında da ‘Rusya’, ‘Rus’, ‘Moskof’ kelimeleri oldukça olumsuz algılama içermiştir. Bu olumsuz algılama, İkinci Dünya Savaşı’nda Ankara’nın Almanya sempatisi ile birlikte daha da artmıştır. Olumsuz algılama Soğuk Savaş yıllarının bitimine ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’de ‘Moskof’ imgesi milliyetçi ve anti-komünist hareketlerin kendilerini ifade etmesi ve solun halkın gözünde kötülenmesi anlamında oldukça önemli olmuştur. Türkçe’de ‘Moskof’, ‘Moskof dölü’, ‘Moskof tohumu’, ‘Moskof köpeği’, ‘Moskof gavuru’, ‘Moskof uşakları’, ‘Moskof domuzu’, ‘Moskof mezalimi’, düşman, komünist, solcu, dinsiz, zalim anlamına özellikle Türk solcuları için kullanılmıştır. 1960’lı yıllarda Türk sağ siyasetçileri CHP çizgisinin Sovyetler Birliği yanlısı sol bir çizgiye kaydığını ifade etmek için ‘Ortanın solu, Moskova yolu’ ve Türk solcuları için ‘Komünistler Moskova’ya’ sloganlarını kullanmışlardır. Türkiye’de Soğuk Savaş yıllarında sol ve Sovyetler Birliği karşıtlığından dolayı ‘Rus salatası’nın adı ‘Amerikan salatası’ olarak değiştirilerek günlük hayatta kullanılmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ‘Rus salatası’ adı tekrar kullanılmaya başlanmıştır. ‘Rus salatası gibi’ deyimi ise herhangi bir karışıklığı belirtmek için kullanılır. Bütün dünyada olduğu gibi Türkçe’de de ‘Rus ruleti’, tabancada altı patlara tek kurşun yerleştirilerek oynanan ölümcül oyunun adıdır.

Türkçe’deki olumsuz Rusya ve Rus algılaması Soğuk Savaş yıllarının bitmesine ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası ilk yıllarda var olmuştur. 2000’li yıllarda Rusya Federasyonu’nun zenginleşmesi, Rus turistlerin Türkiye’ye gelmesi ve ortak evliliklerin artması ile birlikte Türkçe’deki olumsuz algı olumlu olarak değişmiştir. Son yıllarda Türkçe’ye Rus mutfağı ve Rus günlük yaşamı ile ilgili kelimeler de girmektedir. Bu çerçevede, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası eski Sovyet vatandaşlarının Türkiye’ye gelip açık alanlarda pazar kurması ile gelişen bir deyim olarak ‘Rus pazarı’ kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca, ‘Rus böreği’, ‘Rus köftesi’ (Pojarski), ‘Rus çorbası’ (Borç), ‘Rus votkası’ (iyi votka), ‘Kara Rus kokteyli’ (votka ve kahve likörü ile yapılan kokteyl), ‘Rus servisi’ (canlı müzik yapılan ziyafetlerde uygulanan ve mönünün daha önceden belli olduğu bir servis usulüdür), ‘Rus gribi’, ‘Sibirya kurdu’, ‘Sibirya kaplanı’, ‘Sibirya kömürü’, ‘Sibirya soğukları’, ‘Sibirya usulü et kavurma’, ‘Moskof ördeği’, ‘Baykal ördeği’, ‘St. Petersburg paradoksu’ (yazı-tura oyunu üzerine kurulmuş olan bir çelişki) Türkçe’ye girmiştir.

"Her kadın bir gün için bile olsa Rus olmalı"

Elif Aktuğ
Akşam Gazetesi

Her şey Kıbrıs'ta başladı. Bir kafede oturmuş, çikolatalı frappemizi içerken, girip çıkan kadınlara bakmaya başladık. Çoklukla gençlerin 'takıldığı' bir mekandaydık; her ülkeden insana rastlamak mümkün Kıbrıs'ta. İlginç bir şekilde Rus kadınlar ağırlıkta, aynı duruma Miami'de de tanık olmuştum. Sanırım tatil yapmayı pek seviyorlar... Gittikleri yeri 'yıkıyorlar' yeni tabirle. Çoğunlukla sarışın, uzun, ince ve gösterişliler çünkü. O akşam da öyleydi, çarpıcı kıyafetleriyle kafeye geliyor, bakışlara aldırmadan süzülüyorlardı.

'Bakılmaktan hoşlanıyor olabilirler mi, onlara bakan erkeklerin yanlarındaki kadınlar neden böyle nefretle kısıyorlar gözlerini, ne zevk alıyorlar leopar desenden, neden modayı takip etmiyorlar ve demode giyiniyorlar?' diye düşündüm.

'Bu kadar frapan olmak nasıl bir şey acaba, güzellikleri ve kıyafet seçimlerindeki cesaretleriyle bildiğimiz Rus kadınlar acaba bakışlardan rahatsız olmuyorlar mı?' diye bir cümle çıktı ağzımdan. Hemen ardından da 'Acaba bir gün Rus kızları gibi iddialı ve frapan giyinsem, saç ve makyajımı onlar gibi yapsam nasıl olur?' dedim...

YAPTIM DA...

Rus kadınları güzel gerçekten de. Bizim nesil onları sanat ve sportif başarılarıyla tanıdı; atletizmde müthiştiler, buz pateninde rakipsizdiler, balede göz kamaştırıyorlardı. Sovyetler Birliği dağıldı, 2000'lerle beraber dünyaya açıldılar ama ne açılma! Artık var olmak için büyük başarılara ihtiyaçları yoktu, 1-0 önde başlıyorlardı hayata, doğuştan güzel olarak...

Birkaç yıl önce Ataköy Atrium'da bir kuaförde tanıştığım seksi dansçı Olga, 'Annelerimiz bize güzel olmayı öğretir. Siz kendi başınıza ayakta durabilme derdindesiniz, biz kendimizle uğraşırız' demişti. İlginç bir yaklaşımdı ama doğruydu, Türk kadınının 'Kimseye ihtiyacım yok, kendi başıma var olabilirim' gibi bir derdi var. Anneler çoklukla 'Kızım ben çektim sen çekme, iyi bir iş sahibi ol' diye yönlendiriyorlar kızlarını.

Olga'nın annesi henüz 5 yaşlarındayken balenin yeterli olmayacağını düşünerek oryantal dans öğrenmesini sağlamış. Erkeklere nasıl davranılacağı konusunda da sıkı bir eğitimle büyümüş Olga. Bizim itelediğimiz, beğenmediğimiz adamlar Olga'nın deyimiyle söylüyorum, 'Kaçırılmayacak fırsattılar'... Kıskanılan, beğenilen, yemek yapan, ev işlerinden gayet iyi anlayan, seksi ve işveli kadınlardılar; yetmez miydi?

Olga genelinden Rus kadınların güzelliğine dönüyor ve hemen itiraf ediyorum, frapan kadınların arkasından konuşuruz biz. İster Rus olsun ister İsveçli, ister Egeli olsun ister Karadenizli, konuşuruz. Çünkü güzel oldukları yetmiyormuş gibi bir de çekici, seksi, alımlı ve cesurlar. Cesaretleri kıyafetlerine yansıyor, asla giymem dediğim ne varsa, frapan kadınların büyük bir gururla üzerlerinde taşıdıklarına şahit oluyorum.

MACERA BAŞLIYOR...

Sarı saça ihtiyacım vardı, sarı ve uzun, hatta sarı, uzun ve dalgalı. İstediğim saç Platin Peruk'ta vardı. Gayet kibar olan satıcı indirim de yaparak verdi peruğu, pek anlam veremedi ne yapmaya çalıştığıma. Ardından da yeşil lenslerimi aldım, ne giyeceğimi düşünüyorum kara kara. Birkaç seçenek belirleyip, arkadaşlarıma danışmak üzere arabaya koyuyorum.

Gazetemizin kuaförü Yasemin makyajımı yapıyor, 'Harika oldu, harika oldu' diyerek. Her zaman en sade ve kahverengi tonlarda makyaj yaptırdığım için kızıyordu bana nicedir. Yeşil lenslerimi takıp 'Hadi yeşil tonlarda far sürelim' deyince çok mutlu oldu. Gerçekten de sonuca bayıldık, şunu söylemem lazım, 'Çirkin kadın yoktur, az votka vardır' derler ya 'Çirkin kadın yoktur, üzerinde çalışılmamış kadın vardır!' Abartılı bir saç, alaturka bir makyaj ve leopar desenli bir tulumla, 'çakma' bir Rus olarak, İstanbul'a akmaya hazırım.

Profesör Kerem Doksat'a göre frapan olmak ve dikkat çekmeye çalışmak şöyle açıklanıyor: 'Kadın baştan çıkarmaya, erkek de çıkmaya kodlanmıştır. Tabii ki kültürden kültüre, örf ve adetlere göre değişir ama kentsoylu hayatta şık ve gösterişli olmak her iki cinsiyetle de ilgili bir olgu. Her iki cinsiyet de beğenilmeyi ve beğenmeyi istiyor. Saldırganlıkla cinsellik çok iç içe olduğu için, saldırganlığı çağrıştıran 'leopar desen' gibi öğelerle cinselliği çağrıştıran 'sarı saç ve dekolte, topuklu ayakkabı' iç içe. Kadın ayakkabısı ve ayak fetişizmi, boşuna en sık rastlananı değildir. 'İlk bakış izlenimi' kavramı önemli. İlk 15-30 saniyede karşınızdakinin dikkatini çekerseniz, o devam ediyor. Eh, bunu süslemek de işin en tab” yönü. Benzeri davranışlara hayvanlarda dahi rastlıyoruz: Kuşların tüylerini kabartmaları, aslanın yelesini sallaması gibi binlerce örnek var. Tabii ki insan türü bu işi en zekice ve bilinçlice gerçekleştiriyor.'

Kerem Bey'in söylediği gibi, aynen bir tavus kuşu misali yola çıkıyorum ben de. Şoförümüz Aslan Amca, bana ters ters bakıyor, belli belirsiz 'Daha neler göreceğim, ne lüzum vardı' diyerek başını sallıyor iki yana.

ÖNCE CİHANGİR...

Burada hiç sevilmedim, hiç de dost canlısı değiller. Meşhur kahvede yer yok zaten, hemen dibindeki kebapçının en öndeki masasına oturuyorum. Garson tane tane bir Türkçe ile 'Ne is-ter-sin?' diye soruyor. Sade bir kahve istiyorum, az sonra getiriyor ama dehşetle ve bir miktar hoşlanmayarak bakıyor, üstelik kahve çok kötü. Gelen geçenin gözü bende, kulaklarıma inanamıyorum. 'Şuna bak şuna' diye beni birbirine gösteren kızlar geçiyor yoldan. Arka masada oturan yabancı bir grup 'Kardashian mı, Beyonce mi?' diyor. Gün boyu duyduğum en güzel cümle de bununla sınırlı kalıyor zaten. Kahvede oturanlar arasında rasta saçlılar, uzun ve kıvırcık saçlı erkekler, kafasından ayağına kadar dövme içinde olanlar, tuhaf kıyafetliler var. Neden benden hoşlanmadıklarını anlamıyorum. Onlardan daha anormal değilim. İki kız yanımdan geçerken net bir şekilde duyabileceğim biçimde 'İğğğrenççç' diyorlar, birbirlerini dürterek.

Karşımdaki masada oturan kız, erkek arkadaşının bana baktığını görünce 'Nappıyon hacı' diye soruyor kibar bir şekilde! Bomba iki dakika içinde patlıyor, 'Bu Ruslar artık her yerde'... Yine bir kadın, orta yaşlı gibi; koluna girdiği adama söyleniyor, adam bana bakmıyor. Nasıl yani?

KIYAMET KALABALIĞI...

İstiklal Caddesi'nde yabancılık çekmeyeceğimi düşünüyorum. Orada da türlü insan var neticede. 'Biraz alışveriş yapayım' diyorum. Söylenenleri yazamayacağım, 'Cadde de pek hoş karşılamadı beni' diye düşünürken ve sağa sola bakarken, aslında bu denli ilgi odağı olmanın hiç de fena hissettirmediği kanaatine varıyorum. Bakmayan yok, tamam çoğu laf atıyor, laf sokuşturuyor ama bakıyorlar. Bakmadan geçen birkaç kişi var, onlar için endişeleniyorum hatta! İlginç nokta şu, İstiklal'de laf atan, çarpmaya çalışan, koluma değerek geçmek için iki tur atanlar oldukça genç; daha orta yaşlı ve kalburüstü görünen gruptaki erkekler doğrudan 'Nereye, kimsin sen? gelsene konuşalım!' diyerek şaşırtıyorlar beni. Herkes de Rusça biliyor memlekette seviniyorum, en azıdan selamlaşmayı ve hatır sormayı biliyorlar erkeklerimiz gurur duyuyorum.

Bir vitrine bakarken 'Kızzz gacııı' diye bağıran kalın sesli bir kadının sesiyle irkiliyorum. 'Kızz aynı tulumdan bende de var ama sende şahane durmuş, tabii maşallah .... Her şey yerli yerinde'... Teşekkür ediyorum iltifatları için, 'Burada mı çalışıyorsun?' diye soruyor, 'Hayır iş yerimiz Topkapı'da diyorum' şaşkınlıkla. 'Gezmeye mi geldin?' diyor, 'Yok, yok iş için' diye kekeliyorum ve korkudan saçmaladığımı fark ediyorum. Kadın gidiyor söylenerek 'Bir siz eksiktiniz, geldiniz tamam olduk.' Nasıl yani?

Arkamda bir hareketlilik var, bir kadın ve bir erkek fotoğraflarımı çekiyor. İyice mayışıyorum zevkten, o sırada çıkan ani rüzgarda peruğum kayıyor ve kaçıyorum arabaya doğru... Bu arada tele objektifle fotoğraflarımı büyük bir ustalıkla çeken Uygar Taylan'dan da bahsetmem gerekir, görünmemek için türlü şekillere girdi, benden çok risk aldı...

İSTİKAMET LALELİ...

Bakalım 'çakma Rus' olarak çıktığım maceram Laleli'de nasıl devam edecek? 'Kendimi rahat hissetmem için sarışın ve frapan kadınlara alışkın bir mahalleye gitmem gerekir' diyorum Uygar'a. Uygar, Laleli konusunda endişeli. 'Senden pek uzaklaşmayacağım bu defa' diyor.

Gerçekten de iyi hissediyorum. Topluklu ayakkabıyla 1,85 olan boyumla hiç de uzun değilim zira yanımdan babet giymiş aynı boyda sarışın kadınlar geçiyor. Vitrinler ilginç, sade bir kıyafete rastlamak mümkün değil, ayakkabılar da hep abartılı. 'Bujjalidalumski lşkjda lijaniusta pajausta' gibi bir cümleyle yanıma yaklaşan çocuk, sanırım dükkana davet ediyor beni. 'Rus değilim' diyorum, 'Russun Rus' diyor. Devam ediyor konuşmaya, gerçekten anlamadığımı görünce 'Nesin sen o zaman?' diyor. Ardından bir başka adam yine Rusça konuşarak karşıma geçiyor, gülmeye başlıyorum çünkü adam susmuyor. Gözlüklerimi çıkarıyorum, 'Ahhh' diyor iç çekerek, 'Valla çok güzelsin'... 'Rus değilim' diyorum ona da. 'Gitme' diyor, 'Kal, bir şeyler içelim, yiyelim, gitme yeter ki'...

Her kadının yaşaması gereken bir tecrübe bu inanın, terapi gibi. Gülüyorum yine, 'Yok sağ ol' diyorum 'Alışveriş yapacağım.' 'Ben alırım sana ne istersen'... Nasıl yani?

Bu sırada etrafımızda bir 'sürü' erkek var, benimle konuşan kişi 'ağır bir abi' olsa gerek, ürkerek dinliyorlar. 'İstemiyorum' deyip uzaklaşıyorum, sokak satıcılarının '10 liraya sattığı çakma çantalara ve 40 liraya satılan gece kıyafetlerine bakıyorum. 'Aplaaa apla dikkat, fotoğrafını çekiyorlar' diye bağırıyor bir çocuk. 'Evet yarım saattir peşinde' diyor bir başka adam. 'Farkındayım' diyorum 'Çekiyor, ne yapayım, herhalde beğendi beni'. 'Alalım onu o zaman' diyerek Uygar'a doğru hamle yaptıklarında anlıyorum ki, girişecekler fotoğrafçımıza. 'Hayırr, arkadaşım o benim'... Bir başka sokağa doğru ilerliyoruz, her yerde leopar desenli kıyafetler, çizmeler, paltolar var. Yine arkamda birileri var 'Rus mu bu?', 'Bilmem ama Ruslarda böyle vücut olmaz'... Nasıl yani?

SOSYETEYE KARIŞAYIM...

Sosyeteden, cemiyet hayatından tanıdıklarım var, aynen bu kadar abartılı giyiniyorlar, aynen bu kadar abartılı makyaj yaptırıyorlar. 'En iyisi Nişantaşı, bir şeyler yerim orada, dinlenirim, günün stresini atarım üzerimden'... Ama ne mümkün?

Her zaman gittiğim kafeye 'Yer yok' diyerek almıyorlar beni! Garson 'normal halimi' tanıyor halbuki... Bozuntuya vermiyorum, kapıdan ilk geri çevrilişim bu. Beni içeri almadıklarını fark edenler var, herkes bahçede çünkü ve abartmıyorum herkes de bana bakıyor çünkü.

Onlara inat, bahçenin tam önünde duruyor ve ne konuştuklarını duymaya çalışıyorum. Çok demode olduğumu söylüyor bir hanım, yine bir iki adam konuşuyor 'Tanıyorum bunu galiba'. Hadi canım, bir bu eksikti! Gizem Özdilli geçiyor yanımdan, tepeden tırnağa süzerek ve bir daha tırnaktan tepeye doğru bakarak geçiyor yanımdan, bir tek yüzüme bakmıyor. O sırada Ertekin'le (Dinçay, namı diğer Şapka) burun buruna geliyoruz, 'Nasılsınız Ertekin Bey?' diye soruyorum, kendimi unutmuş, şuursuz bir şekilde. Tanıyamıyor, anlam veremiyor haliyle, cebinden defterini çıkarıp 'Telefonunu versene' diyor. 'Ben, Elif' diyorum, 'Özel bir haber hazırlıyorum da'. 'Biliyorum' diyor, ne bildiğini pek anlamıyorum...

Natalia Vodianova, Maria Sharapova, Irına Shayk, Sofia Rudyeva; sizsiniz başıma gelenlerin sebebi!

Erkeklerde akıl bırakmadığınız gibi kadınlarınkini de aldınız! Boyunuzla, posunuzla, endamınızla boy ölçüşmek mümkün değil, lütfen seksi olmaktan vazgeçin. Eşofman, boy friend jean giyin, salaş tişörtler var öyle rahat ki bayılırsınız; koyu renk saç hepinize çok yakışır emin olun, biraz da kilo alın. Ne öyle bir deri bir kemiksiniz hepiniz. Olga söylemişti bir zamanlar 'Çocukken annem az yemek yedirirdi bana, midem genişlemesin, büyüdüğüm zaman da az yiyeyim diye'. Olga'nın annesi acımasız bir kadın çok belli, Osmanlı mutfağı emrinize amade, kendinizi tutmayın...

SON SÖZ...

Kadınlar bakılmak, ilgi çekmek, arzulanmak istiyorlar. Laleli'de bir adam 'Rus değilsen, Türksün sen o halde' demişti. 'Neden öyle söyledin?' diye sorunca 'Buraya gelir Türk kızları, Rus gibi giyinir dolanırlar. Seni de öyle sandım' demişti. Çok ilginç değil mi? Kendi mahallesinde istediği gibi giyinip dolanamayan kızlarımız için de Laleli bir cennet, burada 'Rus olarak' her zaman hoş karşılanıyorlar. Kadınları, karıları, sevgilileri Rus kadınları gibi frapan giyindiğinde de hoş karşılayacak adamlar olsun memlekette. Hanımında göğüs dekoltesi görmeye katlanamayan bir adamın bir karış eteğe Türküler yakması, hiçbirimizi mutlu etmiyor baksanıza...
Bir maceranın sonu...
Rus olunmaz, Rus doğulur...

3 Ekim 2012 Çarşamba

Bütün zamanların en ünlü Korsikalısı: Napolyon

İlber Ortaylı - Milliyet

09 Eylül 2012

Borodino Savaşı’nın 200’üncü yılı nedeniyle Avrupa, Napolyon’un savaşlarını tartışıyor. Fransa için Korsika’yı harcadığı kanaatindeki hemşehrileri savaş tarihinin öncülerinden Napolyon’la iftihar etmiyor. Fransa ise onunla hem müftehir hem eleştiriyor. Unutmak taraftarı olanlar var ama unutulamıyor çünkü onsuz bir Avrupa düşünmek mümkün değil

200 sene önce 7 Eylül 1812’de Rusya tarihinin ve edebiyatının ünlü savaşı Borodino, imparatorNapolyon’un galibiyetiyle bitti. Bu onun 190 bin Alman, 50 bin Polonyalı ve Litvanyalı, İtalyanlar ve tabii Fransızlardan oluşan büyük ordusunun mahvolacağı sonun başlangıcıydı. Bu yıl Eylül ayında bütün Avrupa, Napolyon savaşlarını tartışıyor ve yeniden değerlendiriyor. Yayınlara bakarsanız bu savaşların içinde adet olduğu üzere unutulan, gene Türklerle Akkâ’da Cezar Ahmet Paşa ile yapılan ve Adriyatik’te İyon Adaları’nın Fransızlardan zaptı ile sonuçlanan Türk ve Rus ittifakının kazandığı zaferden söz edilmiyor.

1769 yılında bütün zamanların en ünlü Korsikalısı doğdu: “Napoleon Bonaparte”. Küçük Bonaparte 1770 yılında orta sınıf ve küçük soyluların çocuklarını yetiştirmek için kurulan askerî okulda eğitimine başladı. Korsika onunla çok iftihar etmiyor. Korsikalılar onun Fransa için Korsika’yı harcadığı kanaatindedirler. Oysa kimliğini ve ana dilini bile Rus olarak gösteren Joseph Stalin’le Gürcüler neolursa olsun iftihar ederler.

Fransızlar Türk savaş tarihini tetkik etselerdi Moskova’ya adım atmazlardı

General Bonaparte ve 1804’ten itibaren Fransızların imparatoru Napolyon hataları ve üstün başarıları ile savaş tarihinin önemli öncülerinden sayılır. Demiryolu ve hava yolu gibi ulaşım araçlarının olmadığı bir tarihte, 1812 yaz ve sonbaharında 600 bin kişiyi aşkın büyük ordusunu Rusya’nın steplerine sokmak tam bir çılgınlıktı ve muhtemelen imparatorun bu çılgınlığını dünyayı çok bildiklerini zanneden Fransız coğrafyacıları başlarına gelecek konusunda gereken uyarıyı yapıp önleyememişlerdi. Kış korkunçtu. Başkomutan tayin edilen Kutuzov ise harb tarihinden iyi tanıdığı bilinen eski İskit generalleri kadar kurnazdı. 7 Eylül 1812’de cereyan eden Borodino Savaşı (ki Rusya tarihi buna “Birinci Vatan Savaşı” ve “İkinci Cihan Harbi’ne de bundan dolayı “İkinci Vatan Savaşı” adını verir), Rusların mağlubiyeti ile bitti. 40 bin ölü verdiler. Napolyon’un büyük ordusu da ona yakın sayıda askerini kaybetti. Buna rağmen imparator Moskova’ya yürüdü ve şehre girdi. Eğer imparatorun ünlü kurmay heyetindekiler Türk savaş tarihini tetkik etselerdi, 17. asırda çok daha güneydeki Çihrin sahrasına ve kalesine giren Osmanlı ordusunun step denizi ortasında dünyadan tecrit olduğunu ve açlıktan kırılmamak için zaferlerine rağmen süratle ricat ettiklerini hesaba katarlar ve Moskova’ya adım bile atmazlardı.

Doğrusu Kutuzov’un emrindeki sabotaj birlikleri şehirlere hiç acımadılar, Moskova yandı. On binlerlesanat eseri, ahşap abide, kütüphaneleri dolduran eserler, elyazmaları bu yangında kül oldu. Aralarında bir tanesi vardı ki savaşın dehşetini gösterir; Rus destan edebiyatının gözdesi ve en eski epope örneklerinden “Igor Bölüğü Destanı”nın orijinal nüshası da bu yangında gitmiştir. Sonraki nüshaların ve kopyaların bu orijinalle ciddi tezatlar ve eksikler içerdiği söyleniyor. Perişan olan büyük ordu dönüşe geçti ve yol boyu gerilla savaşıyla eritildi. İhtiyatlı Kutuzov hâlâ ordularının düzgün savaşa ve Napolyon’un dökülen ordusunu izlemesine taraftar değildi. Gereken çılgın emri I. Alexander verdi.

1813 yılı Nisan’ında muzaffer komutan, ihtiyar Mareşal Kutuzov Polonya’da hastalanarak öldü. Rus orduları Paris’e girdiler. Paris’e giren ordunun öncü birliklerinden biri Urallarda, Çelabinsk’te yaşayanHristiyan Türk kavimlerden Nogaybek’lerdi; kürk kalpaklı, mızraklı ve yaylı birkaç bin asker... Birkaç yıl içinde 1815 Viyana Kongresi’nde Napolyon’un altüst ettiği Avrupa yeniden düzenlenecekti. Tabii düzenlenemedi, yeni Avrupa’nın kuruluşu ta Birinci Cihan Harbi sonuna kadar feci savaşlarla devam etti.

Babıâli’deki devlet adamlarına göre Bonaparte başımızın belalarına gönderilen bir belaydı

1790’larda Bonaparte’tan bütün Avrupa monarşileri nefret ediyordu, bir tanesi hariç; bizimkisi... Babıâli’deki devlet adamlarına göre o, başımızın belalarına gönderilen bir belaydı. Avusturya Napolyon tehlikesini görür görmez müttefiki Rusya’yı bırakıp Osmanlı ile Ziştovi Barışı’nı yaptı. Türk imparatorluğunun ufuklarından ebediyen çekildi, ta ki Birinci Cihan Harbi’nde müttefik olana kadar... Rusya birkaç ay sonra 1791 başında Yaş Antlaşması’nı yaparak sulhu tesis etti. Napolyon, Avusturya’dan sonra İtalya’ya saldırdı. Henüz General Bonaparte dememiz lazım. 1796-1797 yılında İtalya’nın fatihi oldu. Avusturyalılar İtalya’dan silindiler ama İtalyanların kurtarıcılarından nefret etmeleri için çok zaman geçmedi. Ertesi yıl yani 1798’de Mısır’a çıktı. Konsül kendini bütün zamanların büyük askeri, laik bir dünya düzenin öncüsü olarak görüyordu. Piramitler Savaşı’nda Memlûkleri yendi. Ortaçağlarda Moğolları yenen ancak Yavuz Sultan Selim’e teslim olan Memlûkler şimdi de Bonaparte’ın modern ordusuna yenilmişlerdi. Mısır ayanı ve uleması kendisine biat ettiler. Mısır’a alimler, filologlar, ressamlar alayıyla girmişti. Sayısız gravür, henüz çözülemeyen hiyeroglif kitabelerin, böcek ve bitkilerin kopyası çizildi. Savaşın yanında medeniyete de hizmet etmeyi düşlüyordu. Büyük İskender gibi heyetler kurdu, etrafı araştırdı ama İskender’in saptayamadığı Nil Nehri’nin kaynağını General Bonaparte da bulamadı. Ardından Kudüs’e girdi, lakin daha kuzeyde Akka’ya yöneldiği zaman orada durduruldu. Cezzar Ahmet Paşa, Napolyon’a Şark Seferi’nde haddini bildiren ilk komutan oldu. Ardından da denizde Abukir’de Amiral Nelson Fransız donanmasını kuşattı ve yaktı. İngiltereFransızların Avrupa’daki tek rakibi olarak kalmıştı; buna rağmen kıtada kendisine müttefik olacak devlet bulamadığından düşmanıyla 1812’de Amiens Barışı’nı yaptı. Acaba Osmanlı ve Rus onun müttefiki olamaz mıydı diye sorarsınız; bu arada 1800 başlarında Rusya ve Osmanlı ittifak yaptılar. Amiral Uşakov ve Amiral Kadir Bey birlikte Adriyatik’teki İyon Adaları’nı Napolyon kuvvetlerinden temizleyip zaptetiler ve Yedi Adalar Cumhuriyeti’ni ortaklaşa kurdular. Bu ortaklık 1807’de Niemen Nehri üzerinde I. Alexander ile İmparator Napolyon’un yaptığı Tilsit Barışı’na kadar sürdü. Çar Türk İmparatorluğu’nu istiyordu. Napolyon’un Çar’ın imparatorluk isteklerine pek itirazı olmadı ama İstanbul üzerindeki ünlü tasvir o görüşmeye aitmiş; “İstanbul bütün dinlerin ve medeniyetlerin merkezidir. Onu size veremeyiz.”

Fransa onunla hem müftehir hem eleştiriyor. Unutmak taraftarı olanlar var ama unutulamıyor. İmparator hesaba katılmadan 19. asır başındaki Fransız medeniyetini hatta Avrupa’yı düşünmek mümkün değil.

Napolyon hataları ve üstün başarıları ile savaş tarihinin önemli öncülerinden sayılır. Demiryolu ve hava yolu gibi ulaşım araçlarının olmadığı bir tarihte, 1812 yaz ve sonbaharında 600 bin kişiyi aşkın büyük ordusunu Rusya’nın steplerine sokma çılgınlığını yapmıştı.

Moskova’daki fıskiyeler daha uzun süre açık olacak

Moskova Belediye Başkan Yardımcısı ve Kent Hizmetleri Departmanı Başkanı Pyotr Biryukov Salı günü gerçekleştirilen basın toplantısında yaptığı açıklamada, başkent belediyesinin geleneği değiştirerek şehirdeki fıskiyeleri bir hafta daha geç kapatacağını açıkladı.

Moskova’daki fıskiyelerin her yıl 1 Ekim’e kadar açık olduğunu söyleyen Kent Hizmetleri Departmanı Başkanı Biryukov, ‘Ancak havanın güzel olması ve şehirdeki 300’ün üzerindeki fıskiyenin Moskovalıların sevinç kaynağı olması nedeniyle, Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin’in fıskiyelerin 8 Ekim’e kadar açık olmasını kararlaştırdığını’ söyledi. Bu yıl fıskiye sezonu 27 Nisan’da açılmıştı. Sezonun resmi açılışına Bolşoy Tiyatrosu’ndaki fıskiyeden başlanıldı ve bu tarihte Moskova’daki yaklaşık 570 adet fıskiye sularını gökyüzüne fışkırtmaya başladı. Ayrıca geleneksel olarak Rusya Sergi Merkezi’ndeki fıskiyeler 12 Nisan Kozmonotluk Günü şerefine başkentteki tüm diğer fıskiyelerden daha önce açılıyor.

4 Eylül 2012 Salı

Raskolnikov çağırdı beni

Nuriye Akman

ZAMAN

Erken okunmuş kitaplar nazlıdır, kendilerini hemen açmazlar. Zihninizde hoş bir tad bırakmakla yetinir, içlerini dökmeyi yıllar sonra onlara yeniden döneceğiniz günlere saklarlar. Maalesef gençlikte bazılarını okumuş olmak için elinize alırsınız, o kadar ünlü bir kitapla tanışmamanın ayıbından kurtulmak için... Okuduğunuzdan etkilenseniz de inceliklerine vakıf olamazsınız. Düşünce dünyanızı mayalamış, dar idrakinizi hafifçe genişletmiştir ama nedenini, nasılını bilemezsiniz.
Geçen hafta ansızın eski bir dostu merak eder gibi "Yahu bir Raskolnikov vardı, tefeci bir kadını öldürmüştü. Suçunu itiraf ettikten sonra Sibirya'da kürek cezasına çarptırılmıştı. Şimdi ne yapıyor acaba?" derken buldum kendimi. Onunla neredeyse kırk yıl önce tanışmış, içinde yaşadığı Suç ve Ceza ülkesine bir daha da uğramamıştım. Sadece ona mı? Ortaokuldan itibaren dünyalarına daldığım diğer roman kahramanlarını da bir köşede unutup, hep yenilerinin peşinden gitmiştim.

Hafızamı yokladım. Raskolnikov'un Sonya adlı bir fahişenin ayaklarına kapanarak suçunu itiraf etme sahnesinin dışında hiçbir şey kalmamıştı aklımda. Bir değil, iki kadını öldürdüğünü ve hatta Rodion Ramonoviç olan ön adını, ona kısaca Rodya dendiğini dahi unutmuştum. Mazlum Beyhan tarafından Rusça aslından çevrilen 687 sayfalı kitabı aldığımda endişeliydim. Hacimden dolayı değil, ondokuzuncu yüzyıl roman anlayışını küçümserim diye. Edebi zevkimde üslubun ve kurgunun önemi, içeriğinin önüne geçtiği için... Fakat iki günde, dehşetli zevk alarak dolaştım satırlar arasında. Kırk yıl önce neleri kaçırdığımı anladım, beni unutmadığı için Rodya'ya teşekkür ettim.

Kahramanımız insanları olağanüstüler yani yasaları çiğneme hakkı olanlar ve sıradanlar yani uysal değersizler diye ayırıyor. Kendisinin Napolyon Bonaparte gibi birinci gruba mı ait olduğunu yoksa yoksulların kanını emen bir bit olarak gördüğü tefeci kadına mı benzediğini soruyor ve muktedir olabilmek için bitlerin ezilmesinin şart olduğu sonucuna varıyor. Eh bu kadarını herkes düşünebilir. Dostoyevski'nin dehası, çatışmayı, iyi bir amaç için kötü bir iş yapılabilir mi sorusuna oturttuktan sonra evet veya hayır yanıtlarına itibar etmemesinde ortaya çıkıyor.

Yoksulluğun ve biraz da kafa karışıklığıyla serseri mizacın üniversiteden kopardığı, dolap kadar küçük bir odada yaşayan genç adam, çevresinde gördüğü pek çokları gibi bir bit olmadığını hissediyor da acaba önüne çıkan engelleri aşabilir mi, eğilip iktidarı yerden almaya cesaret edebilir mi? Bunu öğrenmenin yolu cinayetten geçse de katilimizi değerli buluyoruz. Çünkü olağanüstü dürüst biri. O kadar ki, bütün gelgitlerinin hem tanığı, hem yargıcı olabiliyor.

Rodya durumunu "Eğer benim yerimde Napolyon olsaydı ve mesleki bir tırmanışa başlamak için önünde ne Toulon, ne Mısır, ne Mont Blanc'tan geçiş gibi güzel ve anıtsal şeyler değil de, gülünç, zavallı bir kocakarı, üstelik de sandığındaki paraları çalmak için öldürülmesi gereken bir tefeci kocakarı bulunsaydı ve başkaca da hiçbir çıkış yolu olmasaydı, bu işten acı duymak şöyle dursun bu işin anıtsal bir iş olup olmadığı gibi bir konunun aklının köesinden geçmeyeceğini hatta bu işin insana acı verebileceğini farkında bile olmayacağını anladım" diye izah ettiğinde ona itiraz edemiyoruz. Çağdaş Napolyonları düşünerek "Haklısın kardeş" diyoruz.

Fakat daha sonra "Ahlaki, vicdani herhangi bir nedene dayanmaksızın, yalnızca kendim için öldürmek istedim. Anneme yardım etmek, maddi olanaklara ve iktidara kavuşmak ve böylece insanlığa yardım etmek için de öldürmedim. Bütün bunlar palavra. Ben yalnızca kendim için yaptım bunu" dediğinde kalbimiz "ah çılgın çocuk, ne yaptın sen" diye teselli sözcükleri arıyor.

Aslında her iki söyleminde de kendini yüceltmiş oluyor. Yine de onu Sonya gibi bağrımıza basmaya, bu ne mutsuzluk böyle diye ağlamaya hazırız. O ise yelkenleri indirmiyor. Sonya'ya yaptığı gibi bizi de uzaklaştırmaya çalışıyor. Bırakmıyoruz peşini. Onu mutlu etmek görevimiz sanki. Mutluluğun yolunun pişmanlıktan geçtiğini düşünüyoruz ama bu konuda ne kendine ne bize yardımcı olabiliyor. Suçunu itiraf etmesine rağmen kendini suçlayamıyor. İkilemin böylesini hiç görmedik. Şaşkınız.

Onu dehşete düşüren ise eyleminin kimseye bir yarar sağlamaması. Biliyor ki, başarabilseydi toplum ona taç giydirecekti. Bu yüzden yakıcı bir pişmanlık duymak istiyor. Ne çare, sonuna kadar dayanamayıp teslim olmasının dışında pişmanlığın kırıntısı yok içinde. Bize pişmanlık duymaksızın da acı çekilebileceğini öğreten Dostoyevski'nin önünde hörmetle eğiliyoruz. Akıl ile vicdan arasındaki mücadele bu kadar zarif, bu kadar etkileyici mi anlatılır, aşkolsun diyoruz.

Katilimizden öğreniyoruz ki, öfkeli insanlar aslında acı çekmektedirler. Öfkeleriyle baş çıkamıyorlarsa, acılarının büyüklüğü altında ezildiklerindendir. Kendisine "Öldürdüğün bitten de iğrenç bir bitsin" dediği an ona kızma hakkımızı elimizden aldı. Vicdanın sesine uyarak kan dökmenin, yasal olarak kan dökmekten daha korkunç olduğunu tecrübe etti. Bunun bedelini kürek mahkumu olarak ödeme cesareti gösterdi. Bu onu kabullenmemize yetiyor. Çünkü hayatımızın gerçek Raskolnikovlarını anlayıp affetmeden huzura eremeyeceğimizi biliyoruz.

Elinin biri kanlıysa, diğeri cömert. Rodyamız dilenecek seviyede yoksul olmasına rağmen, annesinin dul aylığından kırdırıp ona yolladığı üç kuruşu, kendisinden daha zor durumda olan insanlara bir an bile düşünmeden verebiliyor, kendi canını hiçe sayarak yangından iki küçük çocuğu kurtarabiliyor. O kadar merhametli ki, ilkeleri uğruna taamüden cinayet işleyebilecek denli kibirli oluşunu neredeyse görmezden geliyoruz. Tefeci kadından çaldığı paraya dokunmayışı bu duygumuzu iyice pekiştiriyor. Onun şahsında, insan denilen yaratığın tek katmanlı, tek renkli, tek boyutlu olmadığını anlıyoruz.

Kitabın iki kadın kahramanı, kızkardeş Avdotya Romanovna (Dunya) ile yazarın "kendisine insan gerektiğinde ona koştu" dediği Sonya Semyenovna Marmeladov (Soneçka) hastalıklı fedakarlıkları ve iyi kalpli oluşlarıyla birbirlerine çok benziyor. Dunya, annesini ve kardeşini yoksulluktan kurtarma duygusuyla sevmediği bir adamla evlenmeyi kabul ederken, Sonya bedenini satarak "Şişenin dibinde aşağılanmayı ve gözyaşını aradım" diyen ayyaş mazohist babası, üvey anası ve üvey kardeşlerine bakıyor. Yazar resmi böyle çiziyor fakat "Başka çareleri yoktu" tuzağına hiç düşürmüyor bizi. Rodya, her ikisine de seçimlerinin yanlış olduğunu söylüyor. Kendi iç çatışmalarıyla boğuşurken dahi Dunya'yı ahlaksız damat adayı Lujin'den kurtarmak için kavga ediyor.

Sonya için yapılan "Birden yüzünün çizgilerinde , deyim yerindeyse eğer, doymak bilmez bir acı belirdi" ifadesi çok etkileyici. Acının doymak bilmezliği müthiş bir ifade. Nitekim Sonya kendisini döven veremli, yarı deli üvey annesinden sözederken "Dövse ne olur sanki. Öyle mutsuz , öyle mutsuz bir kadın ki o! Ve hasta. Adalet arıyor o. Çok temiz bir kadındır. Herşeyde adalet olmasını gerektiğine inanır ve bunu ister. İsterseniz işkence edin ona haksı zbir şey yaptıramazsınız. İnsanlarda adalet olamayacğını bir türlü anlamaz, bu yüzden de sinirlenir durur. Çocuk gibidir, tıpkı bir çocuk" diyor. Romanın bütünlüğü içinde hiç de melodramatik gelmiyor insana.

Masum fahişenin Rodya'nın itirafını duyduğu anda parmağının ucuyla onun göğsüne dokunup geri çekildiği ve "Şu anda dünyada sizden daha mutsuzu yoktur" dediği anla büyüleniyoruz. Kahramanımız suçunu itiraf etmek için Soneçka'yı seçerek onu onurlandırmış gibi görünse de gerçekte kıza baktığında kendi kirliliğini görüyor. Yere kapaklanıp ayaklarını öptüğünde utançla sarsılan kıza onun değil, insanlığın çektiği acıların önünde eğildiğini söylüyor. Dostoyevski bu sahneyle bizi bütün dünyayı kucaklamaya çağırıyor.

Rodya, bir günahkar olarak bu saygıyı hakketmediğini söyleyen kıza "Evet günahkarsın. En büyük günahın kendini boş yere öldürmen, kendini harcamandır. Hem nefret ettiğin bir çirkef içinde yaşıyorsun hem de bu davranışınla hiç kimseye en ufak bir yardımın dokunmadığını biliyorsun. Bundan daha korkunç bir şey olabilir mi?" diye sorduğunda heyecanla diyoruz ki Rodya'ya, "sen ve Sonya birsiniz. İkiniz de masum delilersiniz. Yolunuz bir sizin". Böyle söylüyor ve Sibirya'ya birlikte gitmelerini onaylıyoruz.
Kırk yıl önce farkedemediğim o kadar incelikler var ki kitapta. Mesela, Raskolnikov paltosunun içine sakladığı baltayla kurbanına doğru yürürken önünden geçtiği parka fıskıye yapılsaydı veya bir kaç bahçe birleşip genişletilseydi diye düşünüyor. O anda içinin nasıl da kurak olduğunu, bir su serinliğine ihtiyaç duyduğunu, daracık, karanlık, pis odasından dışarı çıktığında hiç değilse geniş ve serin bir bahçeyle kucaklanmak istediğini anlıyoruz. O ise bunun farkında değil, "Herhalde kurşuna dizilmeye götürülen insanların da aklı herhalde yolda gördüklerine takılıyordur" diyor. Eyleminin bedelinin idam olabileceğini biliyor. Daha sonra cinayetinin gelgitleriyle boğuşurken kendini suya atarak öldürmek isteyecek. Fakat o esnada bile kendini çok güçlü hissedecek, hala gururlu kalabildiğine sevinecek. Özetle onu öldürmeye iten de, her durumda yaşamayı seçtiren de gurur.
Kitabı okurken acaba kaç katil, cinayet öncesinde, suçu işlediği anda ve sonrasında kendine bu kadar yakından bakabilir? Gerçek hayatta acaba Porfiri Petroviç gibi kıvrak zekalı, şüpheliye suçunu itiraf ettirmeye çalışırken alaycı üslubuyla karşısındakiyle kedi-fare oyunu oynayan, ara sıra felsefe patlatan, yaptıkları işi sanat kabul eden sorgu yargıçları var mıdır diye soruyourz. Hemen ardından romanın gerçeği ile hayatın gerçeğinin farklı olduğunu hatırlıyoruz. Önemli olan romancının bizi kahramanlarına inandırması. Biliyoruz ki, yazar gerçek hayattan toplamıştır bu meyveleri. Yüceliğin ve bayağılığın kuyularına aynı derinlikte inme cesareti göstermeseydi, onları böyle canlı roman kahramanlarına dönüştüremezdi.

Dostoyevski hayatı boyunca bedensel ve ruhsal ıstırabın her türünü yaşamış, içinde yanardağlar kaynayan bir insan. İnsanın sanki bu eserleri yazabilsin diye ona böyle bir kader biçildiğini düşünesi geliyor. Üstelik maddi manevi olumsuz şartlar yüzünden alelacele yazmış, geriye dönüp düzeltemeler yapamamış eserlerine. Rodyasının yaktığı isyan ateşi hiç sönmeyecek, biliyoruz. Onun "Yolunca, yordamınca kuşaltılmış bir halk üzerine bombalar yağdırmak, biçim bakımından kimseyi rahatsız etmiyor ve saygıdeğer bir şey sayılıyor bu" satırlarını okuduğumuzda, içimizden bugün de öyle Rodya, bugün de diyoruz. Kendilerince "iyi" bir amaç hizmet için adam öldürenler arasında Suç ve Ceza'yı okuyanlar var mıdır acaba? Okusalar, Rodya'nın kendini sorgulamasını fazla romantik ve hatta aptal mı bulurlar? Yaptıklarının korkunç bir hata olduğuna dair içlerine minik de olsa bir kurt düşer mi diye kendi kendimize konuşuyoruz.

Başka detayların da farkına varıyoruz: Karakterlerin dört isimli olması, (biri vaftiz adı, biri baba adı biri soyadı, sonuncusu ismin kısa hali), yoksulların tek göz odada yaşamaları ve kapıların hep açık olması, bu yüzden herkesin herşeye şahit olması, bizde ölü evine yemek götürülürken, Ruslarda ölü evinin komşulara yas yemeği vermesi, 1860'ların Rusyasında üniversite öğrenciliğinin başlıbaşına üstün bir statü sayılması, Raskolnikov'un karakolda şüpheli olarak sorgulanırken bile "bağırmayın bana. Ben bir üniversite öğrencisiyim, kendime böyle bağırılmasına izin vermem" demesi, romandaki "aşağılık tipler" yelpazesinin genişliği, tüm karakterlerin kendilerini bir şekilde aşağılanmış hissedip, başkalarının gözünde kendi yöntemlerince saygınlık kazanmaya çalışmaları...

Romanın arka planında ülkenin siyasi ve düşünsel atmosferi de var tabii. Onları da kahramanların kendi aralarındaki konuşmalarından öğreniyoruz. Aile yerine kadın-erkek ilişkilerinde sınır tanımayan bir komün hayatıyla rasyonel aklı dine tercih edenlerin karşısına yazarımız İncil ahlakıyla çıkıyor. Tanrıya inanmadığını söyleyen Rodya, annesinden, kızkardeşinden ve Sonya'nın küçük kardeşinden kendisi için dua etmesini isterken, Sonya'ya neredeyse zorla Hz İsa'nın Allah'ın innayetiyle ölmüş Lazar'ı nasıl diriltiğine dair pasajı okutuyor. Anlıyoruz ki, kendisine de bir gün mezarı olacak Sibirya'da Hz. İsa gelecek ve tıpkı Lazar'a seslendiği gibi "Rodya, dışarı çık" diyecek ve manevi açıdan ölü olan katilimiz Sonya ile beraber yepyeni bir hayata başlayacak.

Romanın diğer kahramanları da ilgimizi hakediyor:

Arkady İvanoviç Svidragaylov: Evinde mürebbiyelik yapan Dunya'yı iğrenç teklifleriyle sıkıştıran, takıntılı, serseri, üç kağıtçı çiftlik sahibi. Kendisini vaktiyle düştüğü bataktan kurtaran zengin karısına ihanet eden, onu kırbaçlayan, karısının şüpheli ölümünden sonra bir yandan 15 yaşında bir kızla nişanlanırken, bir yandan da Dunya'nın peşinden koşan bir tip.

Fakat Dostoyevski, böyle bir adama bile iyilik yaptırıyor; Sonya'nın babası ve üvey annesinin ölümünden sonra ortada kalan küçük çocukları bir yuvaya yerleştirtiyor ve hesaplarına para yatırtıyor, sonra intihar ettiriyor. Nedense Svidragaylov'un bu tavrı inandırıcı gelmiyor. Tamam, suçluluk duygusunun tamiri için minik bir şey yapmış oluyor ama sonuç olarak Dostoyevski'dir o masum sabileri ortada bırakmayan diye düşünüyoruz, Svidrigaylov intihar etmeyebilirdi diyoruz. Fakat sonra gerilere dönüp adamın sözlerine bir daha baktığımızda şu ifadelerini atladığımızı farkediyoruz:

"Biz sonsuzluğu anlaşılması olanaksız bir düşünce olarak, şöyle kocaman, çok büyük bir şey olarak düşünürüz hep. İyi ama, neden ille de kocaman, çok büyük bir şey? Oysa bir bakmışsınız, küçücük köy hamamı gibi bir yerdir.İs içinde, köşeleri örümceklerle dolu? Düşünebiliyor musunuz? İşte size sonsuzluk! Sonsuzluk benim gözüme bazen böyle görünüyor" Yazarın çizdiği karektere ne kadar da uygun bu sözler.

Piyotr Petroviç Lujin: Dunya'ya talip olan adam. Evleneceği kızın yoksul olması şart. Çünkü kendisinin bir veli nimet olarak kabul edilmesini istiyor. Kızda uyandıracağı borçluluk duygusundan zevk alacak. Nezaket maskesinin altındaki kabalığı yüzüne vuran Raskolnikov'dan intikam almak için, Sonya'ya hırsızlık iftirasında bulunan bir adam. Kendini beğenmişliğinin ardında yatan şeyin özsaygı yoksunluğu olduğunu anlıyoruz. Kendini erdemli gösteren bu adamın ekonomik görüşleri bize hiç yabancı gelmiyor:

"Ben kaftanımı yarıya bölüp komşuma versem, ikimiz birden yarı çıplak kalırız... Bilim ne diyor: Dünyada herkesten çok kendini sev çünkü dünyada herşey kişisel çıkara dayanır. Eğer bir tek kendini seversen , işini gerektiğince yaparsın, kaftanın da bölünmeden bütünüyle senin üzerinde kalır. Ekonomi bu bilimsel gerçeğe şunu ekliyor: Toplumda ne kadar insanın işleri yolund aolursa, diğer bir deyişle kaftanlar ne kadar bütün kalırsatoplumun temelleri de o kadar sağlam ve genel gidiş o kadar yolunda olur. Böylece ne oluyor. Yalnız kendim için kazanmakla herkes için de kazanmış oluyorum..."

Lujin gibiler hala aramızda. Çevremize baktığımızda kapitalist mantığın ürettiği bu insan tipinin daha beterlerini görüyoruz. Nedense her kötü adama bir iyilik eklemeye çalışan Dostoyevski bunu Lujin'den esirgiyor. Mesela Lujin Sonya'ya iftira attığında "kadınların ortak kullanımına" inanan oda arkadaşı Lebezyatnikov sessiz kalmıyor ve Lujin'in yalanını yüzüne vuruyor. Fakat minik de olsa Lujin'den soylu bir jest gelmiyor.

Romanın temel mesajı, kurtuluşa ancak acı çekerek varılabileceği. Bu da Rus ortodoks inancının, Hz. İsa'ya çilecilik yönüyle benzeme çabasını işaret ediyor. Bizim inancımızla benzer gibi görünmekle birlikte çok farklı. Müslüman, elinde olmayan sebeplerle başına gelen felaketlere sabrederek kurtuluşa ulaşır. Çileyi bir araç görmez, sırtında Hz. Adem'in günahı ve Hz. İsa'nın çarmıhı olmadığından sırf acı çekmiş olmak için, kendini bile isteye aşağılamaz.

Yazar, çileciliğin sapık yorumlarının insanı nerelere taşıyabileceğinin de farkında. Tefeci kadının oturduğu apartmanda badanacılık yapanlardan biri, Nikolay Mikolka, işlemediği cinayetin sorumluluğunu üzerine alıyor. Bu delikanlı merkezi kiliseye karşı ayrılıkçı bir dini hareketin liderine mürit. Dini önderinin, çile çekmeyi kutsayan İncil'in aşırı etkisiyle kendini asma teşebbüsünden sonra sırf çile bülbülü olmak için cinayeti üstlendiği yorumu yapılıyor. İnsan Nikolay'ın günümüzdeki versiyonlarını düşünüyor, siyasi ya da mafyatik nedenlerle başkalarının suçunu taşımaya mecbur bırakılanları...

Romanı bitirirken Rodya'dan içimizdeki gizli katile dokunduğu için mi yoksa kendine asla yalan söylemediği için mi bu kadar etkilendiğimizi bilemiyoruz. Ama yazarını neden sevdiğimizden eminiz: Hiç bir durum ve insan için kesin konuşmaması, bir uçtan bir uca tüm olasılıkları sıralaması, tüm hallerin katmanlarında bizi dolaştırması, az betimlemeye çok diyaloğa önem vermesi, kurgusunun yalınlığını karakterlerin yoğunluğuyla dengelemesi, katilin kim olduğunu en baştan beri bilmemize rağmen, heyecanımızı sonuna kadar elinde tutması... Roman karanlık ve dar odalarda, sefaletin hüküm sürdüğü cadde ve meyhanelerde geçmesine, bir gül kokusu bile duymamamıza rağmen sıkılmıyoruz. O zavallı, ayyaş, ahlaksız, mazohist, çelişkili, ahenksiz, ölçüsüz, kibirli, bencil, kasvetli, şeytani, şiddete meyyal, veremli tiplerden büyüleniyoruz.

Rodya ile Sonya'dan ayrılırken buruğuz. Sibirya'dayız. Cinayetin üzerinden bir buçuk yıl geçmiş. Aynı şehirde olmalarına rağmen çok az görüşürler. Kızımız, oğlumuzu taş kırmak gibi işler için dışarı çıktığında uzaktan izlemek zorunda. Çünkü sevdiği delikanlı onun yüzüne yani aynasına iğrenerek bakar ve hemen hiç konuşmaz. Yine de birbirlerinin varlığından güç alırlar. Dünya Rodya'ya bir karabasan gibi görünür: Kimse kimseyi anlamamakta, herkes gerçeği kendisinin bildiği düşünmekte, karşısındakinin bunu anlamıyor olmasından acı çekmektedir. Kimin yargılanacağı, nasıl yargılanacağını bilmez insanlar, kim suçlanacak, kim aklanacak belli değildir. İnsanlar anlamsız bir hınç ve öfkeyle birbirlerini öldürmeye devam etmektedir. Kurtuluşa ermiş bir kaç seçkin insan vardır tabii ama onların da sesleri solukları duyulmaz. Dostoyevski sanki dün yazmıştır romanı, bizleri anlatmaktadır.

Kahramanımız, kaosa teslim olmaz, sükun arayışını sürdürür. Bir sabah kaymak taşı pişirmek için fırına dönüştürülmüş bir barakada çalışmaya çıktığında ırmak kıyısında oturup karşı kıyıya bakar. Göçebe çadırlarından belli belirsiz bir şarkı duyulmakta, orada sanki hala Hz. İbrahim çağı yaşanmaktadır Derken Sonya yanında belirir. Hastadır, Rodya'dan korkup çekinmektedir. Fakat bu kez kızın dizlerinin dibine yığılıp ağlamaya başlar Rodya. Yastığının altındaki hiç okumadığı İncil'i hatırlar. Bu, ikisinin de diriliş anıdır. Sanırım ki Dostoyevski'nin hepimizden dileği, suçlamadan önce anlamamızdır.

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Rus alfabesinin son harfi neden ‘ters R’dir?



Mehmet Y. Yilmaz

BU soruyla, Moskova’da İngilizce olarak yayımlanan The Moscow Times gazetesinde karşılaştım. Ne anlama geldiğini çoğu kez bilmesem de Kiril alfabesiyle yazılmış kelimeleri bilmece çözer gibi okumaya çalışmak hoşuma gider.

Bu merakım Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’da arkadaşım Ferit ile bir yayınevi kurduğumuzda başlamıştı. Sokak isimleri, dükkân tabelaları, gazetelerin başlıkları derken Kiril alfabesini çözdüm. Zamanla o işaretlerin doğru telaffuzunu da öğrendim ama Rusçayı öğrenemedim, sokakta, lokantada işe yarayacak birkaç cümle dışında.

Bildiğimiz R harfini, sola doğru çevirin, sırtı sağda, yuvarlak tarafı solda kalsın, ortaya çıkacak olan bu şekil Rusça alfabenin son harfidir ve “ya” sesi ile okunur. Aynı zamanda Rusçada “ben” anlamına gelir. “Ya tibya lublu” (Seni seviyorum) derken cümlenin başındaki “ya” böyle yazılır.

Sovyet dönemi eğitiminde bu durum sıkça kullanılırmış. “Ben” demenin ayıp olduğu, her şeyin toplum için yapılması gerektiğinin öğretildiği dönem. Her şey “benden” önce geliyor, zaten alfabenin son harfi de bu nedenle “ya”!

Batı’daki genel Rus imajı, son dönemin sonradan görme zenginlerinin ve gürültücü turistlerin de etkisiyle olsa gerek bunun tam tersidir. Öyle bir algı var ki Rus dediğimiz insan, sadece kendisini düşünen, bencil bir yaratıkmış gibi!

Rus coğrafyasında biraz vakit geçirme olanağı olan ve Ruslar ile tanışıp arkadaşlık etme fırsatını bulan herkes bunun doğru olmadığını da bilir.

Normal Batılıların Rusları anlamasının zorluğu onların kalpleriyle hareket etmelerinden kaynaklanır, mantıklı hareket Rusların doğasında pek yoktur.

Zaten Rusya’da gezmek isteyen bir yabancıya verilecek ilk öğüt de bu olmalıdır: “Neden diye sorma!”

Çünkü mantıklı bir yanıt almanıza olanak yoktur, mantıklı bir yanıtı yoktur çünkü. “Öyle de ondan” en çok duyacağınız yanıttır.

Bu açıdan biz Akdenizlilere benzerler ama bizlere göre her şeyi sınırlarda yaşarlar.

Aşklar tutkulu yaşanır, öfkeler şiddetli.

Kafelerde, barlarda ya da iş nedeniyle tanıştığınız insanlarla konuşurken, akıl almaz öyküler dinleyebilirsiniz. Bir piyanist kız ile tanışmıştım mesela. Babası o iki yaşındayken çekip gitmiş, bir daha haber de alınamamış, o dev coğrafyanın kim bilir neresinde ve kim bilir hangi duygulara kapılarak kendini kaybettirmeyi başarmış bir insan.

Zaten kimse aramamış da. Merak etmemişler “Bu adam nereye gitti, neden kayboldu” diye. Annesi bir başka adamla evlenip Moskova dışında bir köye yerleşince kızı anneannesi büyütmüş ki “babuşkalar”ın (büyükanne) görevi zaten budur. Çünkü onları da babuşkaları büyütmüştür, bir tür yaşam zinciri bu.

Kızın annesinin ikinci evliliğinden de bir kızı olmuş. Piyanist kız akşamları bir barda çalıyor, gündüzleri özel dersler veriyor ve kız kardeşini büyütüyor, ailesinden bir yardım istemeden okutuyor.

İki ayrı aile ile paylaştıkları üç odalı bir evde yapıyor bunu. Ayda bir kez de bir hafta sonu için köye gidip annelerini görüyorlarmış. Moskova’ya dönerken annelerinin yaptığı reçelleri, turşuları, piroşkileri (bir tür poğaça bu, içinde mantar, patates, lahana ya da kıyma olabiliyor) getiriyorlarmış, oturdukları evdeki diğer aileler ile paylaşmak üzere.

Siyasal’dan bir arkadaşım vardı, rahmetli Erol, bir Rus olan Katya ile evliydi. Benzer öyküleri Katya’dan da dinlemişliğim var.

Erol, Rusya’yı ayakta tutan şeyin kadınların inanılmaz bir güçle birbirlerine bağlı olmaları olduğuna inanırdı. Elindeki son lokmayı bile paylaşan, tek başına ayakta kalabilmek ve kimseye muhtaç olmamak için en ağır işlerde bile erkekler gibi çalışabilen ve kardeşleri, kuzenleri için son kuruşunu bile harcayabilen kadınlar.

Liyudmila Ulitskaya çağdaş Rus edebiyatının önde gelen öykü yazarlarından biri. Türkçede yayımlanan “Yoksul Akrabalar” (sanırım artık ancak sahaflarda bulabilirsiniz, yeni baskısı yapılmamış) isimli öyküler kitabında bu insanları anlatır: Alfabenin son harfinin “ya” olduğunu içselleştirmiş insanları!

Öyküde Anna Markovna, hali vakti yerinde yaşlı bir Rus kadını. Yakın akrabaları ve arkadaşları da onun eline bakıyor. Asya Şafran ise okuldan bir arkadaşı, yoksul düşmüş.

Aneçka (Anna ismini çok yakınlar böyle söyler) her ay Asenka’ya işine yarayacak birkaç parça eski giysi, ayakkabı vs. ile birlikte bir zarf içine koyduğu 100 rubleyi veriyor. Asenka da onları alıyor ve kendisinden daha muhtaç durumdaki Marusya’ya götürüyor. Marusya’nın mutluluğunu görmek, kendi çaresizliğini unutturuyor.

Böyle özetleyince Ulitskaya’nın öyküde yarattığı duygusal atmosferi anlatabilmek mümkün değil tabii, keşke okuma olanağı bulsanız.

Moscow Times’daki yazıyı yazan Marilyn Murray, Rusya’da travma, taciz gibi sorunlar ile ilgili olarak eğitimler veren bir bilim insanı. Bir başka makalesinde de Moskova yakınlarında çalışan bir kadın psikoloğun, kendisini tanımlarken büyük beyaz bir kâğıdın üzerine kalemle bir nokta koyduğunu ve duyulması son derece zor bir sesle “Ben bu evrende sadece bir noktayım” dediğini anlatıyor.

Ruslara bir birey olarak da kendi başlarına bir varlık olduklarını öğretmeye takılmış belli ki. Ama olanaksız bir işe soyunduğunu düşünüyorum.

Rusya denilince bizlerin aklına sadece güzel kadınlar, sınırsız para harcayabilen sonradan görmeler, votka, havyar geliyor.

Muazzam bir edebiyatın, harikulade müziğin, dansın orada yeşerdiği pek aklımıza gelmiyor.

En cahilinin bile çocukluğunda Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Puşkin okuyarak büyüdüklerini unutuyoruz.

Moskova’da bir kafede oturup, “piset gram votka” ile oyalanıp, kadınların güzelliğine bir kez daha hayran hayran bakarken, tarih boyunca didiştiğimiz en büyük komşumuzu neredeyse hiç tanımadığımızı düşündüm.

Fonda da Katyuşa çalıyordu: “Çiçeklenmiş tüm ağaçlar / Kıvrım kıvrım yükselir sis / Katyuşa kıyıya koşar / Kıyı sarptır, kıyı sessiz. / Koşar da bir türkü tutturur / Bozkırların kartalına, / Yüreği onun için çarpar durur, / Taşır mektuplarını göğsünde.”