Mehmet Y. Yilmaz
BU soruyla, Moskova’da İngilizce olarak yayımlanan The Moscow Times gazetesinde karşılaştım. Ne anlama geldiğini çoğu kez bilmesem de Kiril alfabesiyle yazılmış kelimeleri bilmece çözer gibi okumaya çalışmak hoşuma gider.
Bu merakım Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’da arkadaşım Ferit ile bir yayınevi kurduğumuzda başlamıştı. Sokak isimleri, dükkân tabelaları, gazetelerin başlıkları derken Kiril alfabesini çözdüm. Zamanla o işaretlerin doğru telaffuzunu da öğrendim ama Rusçayı öğrenemedim, sokakta, lokantada işe yarayacak birkaç cümle dışında.
Bildiğimiz R harfini, sola doğru çevirin, sırtı sağda, yuvarlak tarafı solda kalsın, ortaya çıkacak olan bu şekil Rusça alfabenin son harfidir ve “ya” sesi ile okunur. Aynı zamanda Rusçada “ben” anlamına gelir. “Ya tibya lublu” (Seni seviyorum) derken cümlenin başındaki “ya” böyle yazılır.
Sovyet dönemi eğitiminde bu durum sıkça kullanılırmış. “Ben” demenin ayıp olduğu, her şeyin toplum için yapılması gerektiğinin öğretildiği dönem. Her şey “benden” önce geliyor, zaten alfabenin son harfi de bu nedenle “ya”!
Batı’daki genel Rus imajı, son dönemin sonradan görme zenginlerinin ve gürültücü turistlerin de etkisiyle olsa gerek bunun tam tersidir. Öyle bir algı var ki Rus dediğimiz insan, sadece kendisini düşünen, bencil bir yaratıkmış gibi!
Rus coğrafyasında biraz vakit geçirme olanağı olan ve Ruslar ile tanışıp arkadaşlık etme fırsatını bulan herkes bunun doğru olmadığını da bilir.
Normal Batılıların Rusları anlamasının zorluğu onların kalpleriyle hareket etmelerinden kaynaklanır, mantıklı hareket Rusların doğasında pek yoktur.
Zaten Rusya’da gezmek isteyen bir yabancıya verilecek ilk öğüt de bu olmalıdır: “Neden diye sorma!”
Çünkü mantıklı bir yanıt almanıza olanak yoktur, mantıklı bir yanıtı yoktur çünkü. “Öyle de ondan” en çok duyacağınız yanıttır.
Bu açıdan biz Akdenizlilere benzerler ama bizlere göre her şeyi sınırlarda yaşarlar.
Aşklar tutkulu yaşanır, öfkeler şiddetli.
Kafelerde, barlarda ya da iş nedeniyle tanıştığınız insanlarla konuşurken, akıl almaz öyküler dinleyebilirsiniz. Bir piyanist kız ile tanışmıştım mesela. Babası o iki yaşındayken çekip gitmiş, bir daha haber de alınamamış, o dev coğrafyanın kim bilir neresinde ve kim bilir hangi duygulara kapılarak kendini kaybettirmeyi başarmış bir insan.
Zaten kimse aramamış da. Merak etmemişler “Bu adam nereye gitti, neden kayboldu” diye. Annesi bir başka adamla evlenip Moskova dışında bir köye yerleşince kızı anneannesi büyütmüş ki “babuşkalar”ın (büyükanne) görevi zaten budur. Çünkü onları da babuşkaları büyütmüştür, bir tür yaşam zinciri bu.
Kızın annesinin ikinci evliliğinden de bir kızı olmuş. Piyanist kız akşamları bir barda çalıyor, gündüzleri özel dersler veriyor ve kız kardeşini büyütüyor, ailesinden bir yardım istemeden okutuyor.
İki ayrı aile ile paylaştıkları üç odalı bir evde yapıyor bunu. Ayda bir kez de bir hafta sonu için köye gidip annelerini görüyorlarmış. Moskova’ya dönerken annelerinin yaptığı reçelleri, turşuları, piroşkileri (bir tür poğaça bu, içinde mantar, patates, lahana ya da kıyma olabiliyor) getiriyorlarmış, oturdukları evdeki diğer aileler ile paylaşmak üzere.
Siyasal’dan bir arkadaşım vardı, rahmetli Erol, bir Rus olan Katya ile evliydi. Benzer öyküleri Katya’dan da dinlemişliğim var.
Erol, Rusya’yı ayakta tutan şeyin kadınların inanılmaz bir güçle birbirlerine bağlı olmaları olduğuna inanırdı. Elindeki son lokmayı bile paylaşan, tek başına ayakta kalabilmek ve kimseye muhtaç olmamak için en ağır işlerde bile erkekler gibi çalışabilen ve kardeşleri, kuzenleri için son kuruşunu bile harcayabilen kadınlar.
Liyudmila Ulitskaya çağdaş Rus edebiyatının önde gelen öykü yazarlarından biri. Türkçede yayımlanan “Yoksul Akrabalar” (sanırım artık ancak sahaflarda bulabilirsiniz, yeni baskısı yapılmamış) isimli öyküler kitabında bu insanları anlatır: Alfabenin son harfinin “ya” olduğunu içselleştirmiş insanları!
Öyküde Anna Markovna, hali vakti yerinde yaşlı bir Rus kadını. Yakın akrabaları ve arkadaşları da onun eline bakıyor. Asya Şafran ise okuldan bir arkadaşı, yoksul düşmüş.
Aneçka (Anna ismini çok yakınlar böyle söyler) her ay Asenka’ya işine yarayacak birkaç parça eski giysi, ayakkabı vs. ile birlikte bir zarf içine koyduğu 100 rubleyi veriyor. Asenka da onları alıyor ve kendisinden daha muhtaç durumdaki Marusya’ya götürüyor. Marusya’nın mutluluğunu görmek, kendi çaresizliğini unutturuyor.
Böyle özetleyince Ulitskaya’nın öyküde yarattığı duygusal atmosferi anlatabilmek mümkün değil tabii, keşke okuma olanağı bulsanız.
Moscow Times’daki yazıyı yazan Marilyn Murray, Rusya’da travma, taciz gibi sorunlar ile ilgili olarak eğitimler veren bir bilim insanı. Bir başka makalesinde de Moskova yakınlarında çalışan bir kadın psikoloğun, kendisini tanımlarken büyük beyaz bir kâğıdın üzerine kalemle bir nokta koyduğunu ve duyulması son derece zor bir sesle “Ben bu evrende sadece bir noktayım” dediğini anlatıyor.
Ruslara bir birey olarak da kendi başlarına bir varlık olduklarını öğretmeye takılmış belli ki. Ama olanaksız bir işe soyunduğunu düşünüyorum.
Rusya denilince bizlerin aklına sadece güzel kadınlar, sınırsız para harcayabilen sonradan görmeler, votka, havyar geliyor.
Muazzam bir edebiyatın, harikulade müziğin, dansın orada yeşerdiği pek aklımıza gelmiyor.
Fonda da Katyuşa çalıyordu: “Çiçeklenmiş tüm ağaçlar / Kıvrım kıvrım yükselir sis / Katyuşa kıyıya koşar / Kıyı sarptır, kıyı sessiz. / Koşar da bir türkü tutturur / Bozkırların kartalına, / Yüreği onun için çarpar durur, / Taşır mektuplarını göğsünde.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder