Moskova

Moskova

27 Mart 2011 Pazar

"Stalin İmparatorluğu"nun sırları

Moskova mimarisinin ayrılmaz bir parçasının Stalin döneminde yapılan binalar olduğu bilinen bir gerçek. Ancak, “Stalinka” olarak adlandırılan bu yapılarla ilgili fazla ayrıntı bilinmiyor.

Sık yapılan bir yanlış Stalin türü binalarla kastedilenin Moskova’da yedi adet bulunan ünlü gökdelenler olduğunun sanılması. Bunlar kuşkusuz Stalin döneminin en ünlü yapıları, ancak asıl kastedilen bir kente damgasını vuran mimari tarzı. Genel olarak 1930-1950 arasında yapılan konutlara “Stalinka” adı veriliyor. “Stalinka”ları dış görünümleri açısından iki ayırmak mümkün: Kırmızı ve beyaz tuğlalarla yapılanlar ve bloklar halinde olanlar.

Binalar genelde dokuz katlı ve asansörlü oluyor. Binaların dış görünümüne “Stalin imparatorluk tarzı” diye tanımlanan mermer, geniş girişler ve büyük pencereler hakimdir. Bu çeşit binaların en güzel örnekleri Moskova Nehri’nin kenarında,Leninskiy, Leningradskiy ve Kutuzovskiy Prospekt’te bulunuyor.

Sovyeter Birliği’nin yıkılmasından önce “Stalinka”lar ülkenin en prestijli evleriydi ve üst düzey komutanlar, ünlü bilim adamları, sanatçılar, önemli görevlerde bulunan bürokratlar ve elbette Komünist Parti’nin yöneticileri bu evlerin neredeyse “doğal” ev sahibiydi. Emlak uzmanı Aleksey Şlenov’a göre bu tarz evler ikiye ayrılıyor. İlk gruptakiler 5-5.5 metrekare mutfağı bulunan nispeten küçük evler. Diğerleri ise 7.5 metrekarenin üzerinde mutfağı olan evler. Elbette “küçük Stalinka”lar sadece işçiler düşünerek yapılmıştı, büyükleri ise “elit” kesim. Büyük olanlarında da mutlaka hizmetçiler için odalar yapılırdı

Yıllar geçti, köprünün altından çok su aktı ama bir gerçek hala değişmedi: Stalin tipi büyük evler günümüzde de lüks sınıfına giriyor. Usadba emlak bürosundan Natalya Kats bu evleri genelde yabancıların ya da geçmişe özlem duyan Rusların aldığını belirtiyor ve “İlginç bir durum var. Kim alırsa alsın bu evlerde modern renovasyon yapmıyor. Zaten modern tarz bu evlere çok gitmiyor”diyor.

Peki bu evlerin fiyatı nasıl? Emlak uzmanı Aleksey Şlenov Leninskiy Prospekt’te dördüncü katta tek odalı bir “Stalinka”nın 16 milyon rubleye, yani 500 bin doların üstünde alıcı bulduğunu anlatıyor. Söz konusu evlerin aylık kirası ise ortalama 2 bin dolar civarında. En yüksek kira ise ünlü Tverksaya Caddesi’nde 14 bin dolarlık dört odalı ev.

Kaynak: http://www.moskovalife.com/

21 Mart 2011 Pazartesi

Gezilesi, görülesi Moskova!..












M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak : Memlekent Dergisi


Moskova, seyahat meraklılarının öncelikle görmeleri gereken dünyadaki en önemli kentlerden biri…Niye diye soracak olursanız, bunun tarihi, kültürü, güzelliği gibi pek çok sebebi var.

Bir kere dünyanın önemli metropollerinde olan her şey Moskova’da var: Parlak bir gece hayatını, lüks otelleri ve restoranları, barları ve kafeleri, büyük alışveriş merkezlerini burada bulabilirsiniz. Sağlam bir kültürel geçmişi olan Rusya’nın başkentinde diğer bütün metropollere fark atacak çokluk ve kalitede tiyatro, opera, bale eserlerini izleyebilirsiniz. Moskova’daki sayısız müzeyi hakkıyla gezebilmek içinse çok uzun ve yoğun bir seyahat programına hazır olmanız gerekir.

Bir Batılı için anlaşılması zor, bilinmezi çok olan Rusya, aynı Türkiye gibi, coğrafyası ve kültürü itibariyle, hem batılı, hem de doğulu,.. toprakları hem Avrupa’da, hem de Asya’da olan bir ülke…Avrupa’nın doğusunda, Asya’nın kuzeyinde yer alan Rusya, 14 ülkeyle sınır komşusu ve sınır uzunluğu bakımından da dünyada birinci sırada… Yüz ölçümüyse 17.075.400 km². Baltık Denizi’nden Bering Boğazı’na kadar uzanan, 11 saat dilimini kapsayan bu dünyanın coğrafi olarak en büyük ülkesi, tarihi, coğrafyası, insanı, kültürü ve sanatıyla keşfedilmeye değer çok şeye sahip.

Başkent Moskova ise Rusya’nın kalbi, beyni, her şeyi…Siyasi, tarihi, ekonomik, kültürel ve manevi merkezi. Rusya’nın en gelişmiş bölgesinde, Rusya düzlüğünün ortasında bulunan 13 milyonluk nüfusuyla çok önemli bir merkez. Tolstoy’un dediği gibi her Rus Moskova’yı kendi annesi gibi görür. Moskova’nın hikayesi bir bakıma Rusya’nın da hikayesi.

Hem içeriden, hem de dışarıdan göç alan Moskova, giderek gelişiyor, büyüyor.

Moskova halka halka büyüyen bir şehir. Moskova’nın nerdeyse sembolü haline gelen Metro haritasına baktığınızda da bunu görürsünüz. Metro da aynı bu şekilde merkezdeki bir halkanın etrafında oluşmuş.

Kremlin’in yakınındaki Balşoy Moskvaretskiy Köprüsü’nde durup Moskova Nehri’ne bir çakıl taşı attığınızda taşın suya düştüğü yerde iç içe geçmiş büyüyen halkalar oluşur. Moskova da hemen hemen aynı yerden başlayarak halka halka büyümüş, büyümeye de devam ediyor.

En içte Kremlin’in duvarlarından oluşan ilk halka var. En dışta ise 108 km.’lik Moskova Çevre Yolu, Moskova’yı çepeçevre sarar. Çevre yolunda arabayla bir noktadan hareket ederseniz, hiçbir yere sapmadan dolaşarak aynı noktaya gelirsiniz.

Kuruluşu 1147’ye dayanan Moskova, Avrupa’nın en büyük kenti. Nüfusu 2002 sayımlarına göre 10,4 milyon. Ama fiilen ülke içi öteki kentlerden ve dünyadan gelenlerle günlük nüfusun 13-13,5 milyon olduğu kabul ediliyor.

1156’da Yuriy Dolgorukiy tarafından ahşap olarak yaptırılan, sonra defalarca yangınlar ve yıkımlar yaşayan Kremlin Sarayı, Kızıl (eski Rusçadaki anlamıyla Güzel) Meydan, Tverskaya ve Arbat caddeleri, Puşkin ve Tretyakov müzeleri, Lermantov ve Şalyapin evleri, tiyatroları, sinemaları, parkları, nehri, kilise ve camileri, alışveriş merkezleri, eğlence hayatı ve 1931’den bugüne gelişerek 150 civarındaki istasyonuyla başkent ulaşımını kısmen rahatlatan dev Moskova Metrosu ile görülmeye değer eşsiz bir dünya kenti Moskova.

Hep iyi taraflarından bahsetmek mümkün değil; bilmeden seyahat edecekleri uyarmak gerekiyor. Ne yazık ki Moskova pahalı bir metropol. Rusya başkenti, 2006 yılında Marcer Human Consulting adlı araştırma merkezinin Avrupa, Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve Avusturalya’yı kapsıyan dünyanın 144 gelişmiş şehrinde yaptığı araştırma sonucunda Moskova tüm Avrupa, Amarika ve diğer ülkelerin metropollerini geride bırakarak dünyanın en pahalı şehri ünvanına sahip oldu.

Rusya’da yaşadığınızı bilen eşiniz, dostunuz hazır siz oradayken bir fırsatını bulup gelip gezmeyi isterler. Tabii sizden de rehberlik etmenizi…

Daha dostunuz gelmeden düşünmeye başlarsınız nereleri göstermeli diye.

Bana soranlara, “Aman sakın kışın gelmeyin, o malum korkunç soğuğu nedeniyle sadece Kremlin’i, Kızıl Meydan’ı, Arbat’ı ve birkaç müzeyi görüp, Metro’da kısa bir seyahat yapıp gidersiniz,” diyorum. Öyle ya Moskova sadece buraları değil ki!

Ancak şu da bir gerçek ki Moskova’nın fotoğraflardaki, resimlerdeki bilinen imajı karlar altındaki Kremlin’dir. O soğuğu, ayazı yiyen birisi olarak bence o panoramanın sadece resimlerde olanı güzel. Sıkı giyinilip, hızlı ve programlı yapılanınaysa kesinlikle itirazım yok.

Galiba en iyisi vakti olanlar için kışın birkaç günlüğüne Moskova’ya gelip yukarıda bahsettiğim hızlı, kısa turu yapmak; işin aslını ve uzun olanını ise güzel yaz aylarına bırakmak; Moskova’daki nehir turlarına katılmak, güzelim parklarını, bahçelerini gezmek, fıskiyelerinde ıslanmak, havuzlarına ayaklarınızı sallandırmak ve hatta çevre şehirlere yapılan günlük turlara katılmak. Haaa unutmadan söyleyeyim, Moskova’da “çimenlere basmak yasak” değil!

Peki nereleridir Moskova’nın en gezilesi, görülesi yerleri?

Şöyle bir sıralama yaparsak uzun bir liste oluşur:

Kızıl Meydan, Kremlin,Katedral Meydanı, Büyük Kremlin Sarayı, Çar Topu, Çar Çanı, Aziz Vasili (Blajenni) Katedrali, Lenin’in Mozolesi, Bolşoy Tiyatrosu, Kurtarıcı ısa Kilisesi, Novodeviçi Manastırı, Tarih Müzesi, Puşkin Müzesi, Tretyakov Galerisi, Moskova’nın yüksek binaları, ışçi adam ve Köylü Kadın, Ostankino Televizyon Kulesi, Moskova Metrosu, Lujniki, Arbat, Kuskovo, Kolomenskoye, Botanik Bahçesi, İzmailov Parkı, Heykel Parkı, Moskova Metrosu,v.s..

Moskova’nın ve hatta Rusya’nın simgesi Kızıl Meydan ve Kremlin’in şöylece bir gezilmesi için çok fazla zamana gerek yok; yarım gün yeterli. Kısa süreli bir iş gezisinden artan bir zaman içinde buraları alelacele gezilip, bir de arka fonuna Kremlin alınan bir hatıra fotoğrafı çektirilirse eşe dosta ben Moskova’yı da gördüm denilebilir.

Yukarıda saydığım yerlerden Sadovaya yani Bahçe Yolu içindeki yerleri görmek içinse en azından birkaç günlük bir zaman gerekli.

Daha uzun süreli kalışlar ve burada yerleşikler için kuşkusuz başka bir gezip, görme programı gerekli.

Sovyetler Birliği’nin çöküşüne Türkiye’den bir bakış













İlber Ortaylı
Milliyet


Türkiye’nin aydınları, 20’nci yüzyılın en büyük yapısal değişimine gereken ilgiyi göstermedi. Yalçın Küçük’ün “Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü” kitabı dikkate alınmalı

Artık Sovyetler Birliği yok; resmen dağıldı. Yerine Rusya İmparatorluğu’nun eski vilayetleri ve eski halklarının federe üyeler halinde katıldığı bir Rusya Federasyonu çıktı. Bu federasyonun içinde siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal geleneklerinin kuvveti itibarıyla Ruslara yakın tek unsur, Volga Tatarlarıdır. Bu halkın nüfusunu bazıları 15 milyon, bazıları ve resmi makamlar daha küçük olarak veriyor; her halukarda yüzde 10’un altındadırlar. Mesela yanı başlarında onlara tarihi etnik yakınlığı olan (belki de bazı buluntulara göre Macarlara akraba olan) Başkırtlar dahi iktisadi ve kültürel bakımdan daha zayıf durumdadırlar. Bulundukları cumhuriyette de nüfusları yüzde 20 miktarındadır.
Kuzey Kafkasya’daki etnik grupların hiçbiri kendilerine ayrılan bölgede yüzde 50 nüfusu bulmuyor. Sibirya’da Yakutya (Saha cumhuriyeti) gibi Türkiye’den geniş arazide sadece 300 bin nüfus var. Sibirya’da Urallarla Pasifik Okyanusu arasındaki bölgede toplam nüfus ancak 25 milyondur. Buraya Çin’den pasaportsuz bir nüfus nüfuz ediyor.
Eski tarihi Sovyet üyeleri 20 yıldır bağımsızlar. Yeni Rusya’nın kendine göre bir gelişme potansiyeli var. Aynı zamanda da bir durağanlığı, sıkıntısı çekilmeyen tek unsur ise devlet adamıdır. Rusya’nın fetret devrini Putin bitirdi.
Türkiye’nin aydınları yanı başlarındaki Rusya’nın depremine gereken ilgi ve bilgi ile bakmayı bilmediler. Eski yıllara nispetle tek özgün gelişme; birtakım gençlerin muhtelif yollarla Rusya topraklarında çalışmaları veya okumaları, bu sayede mahalli halk ve münevverlerden topladıkları bazı bilgi ve yorumları Türkiye’ye taşımaları olmuştur. İçlerinde çok az miktarda sistematik bilgi taraması yapanlar var.

















Kitapta pek rastlamadığımız yorumlar ve kaynaklar var
Fakat Anglo-Sakson kaynakları kırıntı halde okuyup nakletme alışkanlığımız elan bitmedi. Soğuk Savaş döneminde insanlar Harvard’da ve Oxford’da Sovyetlerin nasıl incelendiğine dikkat etmediler, aynı şeyi yapamadılar, bugün de aynı durum sürüyor. Rusya nedir? Sovyetler nasıl yıkıldı? Kendine özgü düşünüp yaklaşan pek olmadı, bu bakımdan Yalçın Küçük’ün “Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü” kitabını kim ne derse desin dikkate almalıdır, üstelik bu çalışma 20 yıl önce yayımladığı tezlerin yeniden ele alınıp yeni belgelerle bezenmesiyle ortaya çıktı.
Kitapta pek rastlamadığımız yorumlar ve kaynaklar var. Ona göre Lavrentiy Beria kendinden önce bu mevkide olan Nikolay Yejov’un yerine NKVD’nin (İçişleri Halk Komiserliği) başına geçtiğinde ortalık durulmuş. Gerçekten de Yejov’un, Stalin’in emriyle yok edildiği ve Lavrentiy Beria iş başına geldiği gün, bu tip soruşturma ve tutuklamalarının durduğunu ünlü bestekâr Şostakoviç’in anılarında bile bulmak mümkün. Poliste bir gün evvelki sorgulamalar aniden sona eriyor. Ne var ki devletin terörü kabaca değil daha rafine olarak devam etmiştir (benim notum).
Kitapta daha başka ilginç kaynaklar kullanılıyor. Beria, Stalin döneminin hemen sonunda halkın tüketim imkanlarının yeniden düzenlenmesi (zira savaştan çıkan halkın durumu berbattı) cumhuriyetlerde yerli komünist yöneticilere fırsat verilmesi, dış politikada savaştan bezen ABD ve Avrupa ile bir barışçı politikaya gidilmesi, Çin ve Kore’den desteğin yavaş yavaş çekilmesi gibi programlar öne sürüyor. Anlaşılan Politbüro’nun Kruşçev, Malenkov, Molotov, Mikoyan, Varoşilov, Kaganoviç gibi üyeleri bir Gürcüden sonra öbür Gürcünün egemenliğine karşıdırlar. Korkutucu olan Beria’nın anti-Ortodoks fikirleri değil, Rusya’nın eritilme politikasının önerilmesidir, adam yok ediliyor (kurşuna dizildi).













Sovyet rejiminin sosyalizmden uzaklaşma nedenini anlatıyor
Yalçın Küçük sonraki 40 yılın içinde Sovyet rejiminin sosyalizmden uzaklaşmasına kâh bazı kaynaklara, kâh kendi gözlemlerine dayanarak bakıyor. Mesela Gorbaçov devrinin ekonomik danışmanı Agil Aganbegyan hakkındaki gözlem ve değerlendirmelerini okumak gerekir. Fakat sosyalizmin çöküşünün nasıl hızlandırılacağı üzerindeki yorumları 70’li yıllardan itibaren (yani Amerika’nın Vietnam’da gerilediği dönem) Sovyetler Birliği’nin aşırı silahlandığı ve nükleer gücünün bir tehdit olduğunun Henry Kissinger tarafından Batı’ya kabul ettirilmesini vurguluyor. Gelişme açık; Sovyetlerden korkulacak ama aynı zamanda da Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku kendi içinde silahlanma dolayısıyla bir ekonomik sıkıntı içinde bunalacak.
Batı bu gelişimi gerçekten bilinçli olarak körükledi mi? Bunu henüz bilemeyiz ama gerilimin Sovyet sistemini çürütmeye başladığı açık.
20’nci yüzyılın en büyük tarihi yapısal değişiminin Marksist Türk aydını tarafından tahlili ilginç ve öğretici. Ne düşüncede olursak olalım, dünyaya kendi gözlüklerimizden de bakmayı bilmek lazım.

MGIMO’da fahri doktora


İlber Ortaylı
Milliyet


Çarşamba günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a MGIMO (Uluslararası İlişkiler Moskova Devlet Enstitüsü) tarafından fahri doktora tevdi edildi. Burada enstitü, yüksek okul-fakülte olarak anlaşılmalıdır. Başbakan doğrusu kendi içinde tutarlı bir konuşma sundu. Yesenin, Dostoyevski, Puşkin okuyan Türklerin yanında Nazım Hikmet okuyan Ruslardan da bahsetti. “1829’da Rus-Türk Harbi sırasında Rus birlikleriyle Erzurum’a kadar ilerleyen Puşkin bu şehri ünlü Erzurum seyahatnamesinde betimler; bugün o şehirde tertiplediğimiz Kış Olimpiyatları’nda Rus öğrenciler en parlak dereceleri aldılar. Yakınlığımız ticari alana aksediyor. 36 milyar dolara kadar yükselen bir dış ticaret hacmimiz oldu, beş yıl içinde bunu 100’e çıkarmayı hedefliyoruz. Son on yılda bu rakamlar nerdeyse 10 misli arttı” derken Türkiye’nin büyüyen milli gelirinden iktisadi açılımlarından bahsedildi.
Türkiye son 30 yılda çok değişti. 1968’de ilk Sovyet akademisyenler grubuna Ankara ve Konya’da rehberlik yaptığımda (ki bunlar Gürcü ve Azerbaycanlıydı, başlarında bir Ukraynalı vardı) böyle bir manzarayı rüyamda görsem inanmazdım. Türkiye başbakanı MGIMO’da fahri doktora derecesi alacak ve Türkiye’nin 80’lerden beri hızla büyüyen rakamları hatırlatılacak çünkü Ruslar zaten biliyor!
MGIMO 1944’te kurulan bir diplomasi mektebi. Stalinist Rusya’nın iyi diplomat olmak için komünist olmanın ötesinde bilgili olması, yani Çarlık’tan kalıp komünizme hizmet verenlerin son grubunun (ki içlerinde ünlü yazar Aleksey Tolstoy da vardı) yeni nesilleri yetiştirmesi gerektiğini Sovnarkom (halk komiserleri kurulu) 14 Ekim 1944 tarihi kararıyla kabul etmişti.

Diplomatlar enerji konusunu iktisatçılar kadar iyi bilmeli
Zamanla MGIMO büyüdü. Sovyet Rusya’daki muhtelif milletler kadar II. Cihan Harbi’nden sonra Varşova Paktı ülkelerinin genç diplomat adayları da burada eğitim gördü. Bugün MGIMO eski binasından çıktı, 6 bin kadar öğrencisi var. Bir düzineye yakını Türk. Yani genç diplomatlarımız içinde yerli kurumlarımız, Amerikan ve İngiliz eğitimi ve az miktarda Fransız eğitimlilerin yanında MGIMO’lular da yer alacak. Türk hariciyesinin renkli unsurlardan oluşması gerekir (Bugün MGIMO’da hukuk, iktisat ve diplomasi olmak üzere üç bölüm var. Diplomaside enerji politikalarına da önem veriliyor. Rusya diplomatının bu alanda iktisatçılar kadar iyi yetişmesi lazım, tabii bu bizim diplomatlar için de geçerli). 1994’te MGIMO’ya üniversite statüsü verildi. Fakültenin kütüphanesi zengin, üstelik bu yakınlarda 1815’ten beri zenginleşen Şarkiyat Enstitüsü Lazarev’in kütüphanesi de bu sisteme dahil edilmiş. Yabancı diller bölümü en çok önem verilen dal, iki dili iyi bilmeyen mezun olamaz.
MGIMO’nun bu haline baktım da sevgili okulumuz Mülkiye’nin tarihi serencamı aklıma geldi. Belki onu da böyle bir modele göre (ki onun eski zamanlardaki haliydi) yeniden düzenlemek gerekecek. Hiçbir toplum ve hiçbir devlet seçkin ve imtiyazlı eğitim kurumu olmadan işlevlerini yerine getiremez.

Rasputin’in ve Rusya’nın ölümü


İlber Ortayli
Milliyet


Rasputin öldürüldükten altı yıl sonra Sovyetler Birliği ilan edildi. “O ölmeseydi imparatorluk çökmezdi” lafını çok kez duydum
30 Aralık 1916’da Çar ailesinin yani Romanovlar’ın damadı Prens Feliks Yusupov sarayın gözdesi keşiş Rasputin’i öldürdü. Sibiryalı keşiş St. Petersburg’un büyüye, spiritizmaya düşkün yüksek çevrelerinde çoktan “kutsal adam” diye niteleniyordu. Taraftarları vardı, adeta kendilerini ona adamışlardı. Rasputin’in olağanüstü gücüne Çariçe Aleksandra’nın kendisi de inanıyordu ve son çarı ikna etmişti.
Petersburg’un yüksek çevrelerinde Rasputin bir azize yaraşmayacak, keyifli bir hayat sürüyordu. Devamlı kadınların ortasındaydı, içiyordu. Sarayla ve hükümetle iyi geçinmek isteyenler, daha doğrusu hükümette ve iktidarda kalabilmek niyetinde olanlar onunla çatışmaya giremiyorlardı. “Dokunulmaz nedir?” diye sorsanız cevabı “Rasputin”di.
Rasputin cahildi ama Rusya’daki çok insandan daha kuvvetli sezgileri vardı. Savaşı istemeyen nadir takımdandı. Nitekim silahsız ve donanımsız ordular harbe gitti, çok kısa zamanda da felaketin ne kadar yakın olduğu anlaşıldı. Tannenberg bataklıklarında Hindenburg’un komutasındaki Almanlar kolay bir zafer kazandılar, kesin zafer değildi. İki yıl sonra 1916 kışında Rusya açlık yokluk içinde hâlâ düşmanla savaşıyordu.

Hemofili hastalığı getirdi
Bazıları yenilginin de suçlusu olarak bu çılgın ve murteşi papazı gördüler. Feliks Yusupov ve arkadaşları için de acilen yok edilmesi gereken düşmandı. 30 Aralık gecesi onu Yusupov’un sarayına davet ettiler, baş düşmanı Rasputin’in samimi dostu görünümündeydi. Önce zehirlemeyi denediler. Çılgın Roma İmparatoru Neron da anası Agripinna’yı zehirlemeyi denemişti. Ama Agrippina da Rasputin de zehire çok dayanıklı çıktılar. Bunun üzerine keşişi düpedüz tabancayla ortadan kaldırmayı denediler; kurşuna da dayanıklıydı, dayakla halledildiği sanılarak bir çuvala tıkıldı ve Neva nehrine atıldı, günler sonra cesedi bulunduğunda boğularak öldüğü anlaşıldı.
Çariçe babasının mensup olduğu Hesse-Darmstadt hanedanı üzerinden hemofili hastalığı getirmişti. Romanovlar hanedanı bu hastalığı önlemek için Çar Nikola ile evliliğine niye mani olamadılar, bu hâlâ tartışılıyor. Evliliğin sağlık bakımından bazı sorunlar yaratacağı galiba hissediliyormuş ama III. Aleksandr veliahtı bu evlilikten niçin men etmedi bilinemez. Her halukarda birbirini delice seven ve dört kızlarıyla birlikte çok mutlu bir aile olan son çarın ve çariçenin birliği, veliahtın hastalığı ile tatsız bir döneme girdi. Şehirdeki kışlık saraydan (bugünkü Ermitaj Müzesi) civardaki Peterhof’a kaçarcasına çekildiler.

Hiç kimse çarı sevmiyordu
1905 ihtilalinden beri çalkantı içindeki Rusya, çarı sevmiyordu. Bolşevik ve Menşeviklerin sevmeyeceği açık, liberaller ise onu sadece yetersiz değil, geri ve ahmak buluyorlardı. Çar ve çariçeyi hâlâ baba ve anne diye bilen milyonlarca köylünün dışında sefil işçi takımı da ondan soğumuştu.
Bizzat İsmailiye cemaatinin reisi Ağa Han bile Rus işçi sınıfının hayat şartlarını Hindistan’daki sefil işçilerden daha kötü buluyordu. Gerekçesi çok açıktır; “Berikiler hiç değilse havasız fabrika ve yatakhanelerinden dışarı çıkıp temiz hava alabiliyorlar, keskin soğukta bu da pek mümkün değil” diyordu. İşin garibi Slavyanofiller ve hatta muhafazakar güçler bile çarlarını ve Alman asıllı çariçeyi yetersiz görmeye başladılar.
Başta Yahudiler olmak üzere mahkum milletler de monarşiyi sevmiyordu. Çara en bağlı olan unsurun belki de Rusya’nın Müslüman halklar olduğunu söylersek durumun vahameti anlaşılabilir. Savaşın sıkıntıları içinde etrafta zavallı çariçenin Rasputin’in metresi olduğu bile tertiplenmiş dedikodu halinde dolaşıyordu. Oysa çariçenin oğlunun hastalığından dolayı bedbaht ve olağanüstü kuvvetlerden medet uman bir çaresiz olmaktan başka kusuru yoktu.
Öldürüleceği günü ve katilleri biliyor muydu?
Çar ise askercilik oynuyordu, payitahta oturup cephe gerisini düzene koyacağı yerde, cephede anlamadığı başkumandanlık rolündeydi. Harp eden devletlerin hiçbirisi, bu savaşa girerlerken cephe gerisindeki halkın düşeceği durumu göz önüne getirememişti.
Feliks Yusupov, Rusya’nın en ilginç kişiliklerinden biriydi. 1552’de Kazan Hanlığı IV. Ivan (Korkunç Ivan) tarafından alınınca din değiştirerek Rus soyluları arasına katılan Altın Ordu-Tatar soylularından bir aileden geliyordu. Diğer soylu üyelerin aksine sınırsız topraklarının geliriyle yetinmeyip sanayiye de el atan tek Rus prensiydi. Bu konuda Kazan Tatar soylularının kabiliyetini miras edinmiş gibiydiler.
Yusupovlar çok zengindi. St. Petersburg’un en ilginç saraylarından biri onlarındı. Üstelik Feliks, Çar Nikola’nın yeğeni ile evlenince aile Romanovlarla akraba oldu. Rusya haddi olmayan bir açgözlülükle hazırlıksız girdiği harbin bedelini iki ihtilalle ödedi. Her şey altüst oldu.
Rasputin efsanesi ise halen yaşıyor. Geçtiğimiz iki yılda onun hakkında batıda ve Rusya’da yapılan neşriyat küçümsenmeyecek miktarda, hatta birkaçı bayağı ciddi belgesel araştırmalara dayanıyor. Keşişin öleceği günü ve katillerini önceden bildiği hep söyleniyordu. Bu mealde yazdığı mektuplar da neşriyatın içinde yer alıyor. St. Petersburg yüksek cemiyeti ve politikacılar ile olan ilişkileri ise devamlı abartılı yorumlara konu oluyor. Ona kalsa Rusya barış içinde yaşayacak ve ondan yararlanabilecekti.
“Keşiş öldürülmese ihtilal dahi önlenebilecekti” sözünü hayatım boyu bazı ihtiyar mültecilerden duydum. “Öyle olsaydı, böyle bitseydi” ile tarih yapılmayacağı açık ama Rasputin Rusya tarihinin halen en ilginç portrelerinden biri olarak yerini muhafaza ediyor. Onun ölümünden tam altı yıl sonra, 31 Aralık 1922’de, iç harbi kazanan Bolşeviklerce Sovyetler Birliği resmen ilan edildi.
Bir yılı daha geride bıraktık. Hepimize dertsiz, az tasalı, sağlıklı bir 2011 yılı diliyorum.

Ruslar Türkleri öpmeye geliyor, işte kanıtı!












Авто Радио : визы не нада скорого

Rusya'nın en tanınmış ve en çok dinlenilen radyo kanallarından birisi olan ‘Avtoradio’nun program sunucuları bir araya gelerek Tarkan'ın "Şıkıdım" parçasını uyarlayarak, Rusya ile Türkiye arasında yaklaşık bir ay sonra başlayacak olan karşılıklı vizesiz seyahatlar nedeniyle ‘Ruslar için vizesiz Türkiye’ şarkısını seslendirdiler.

Videosu da işte burada:
http://video.cnnturk.com/2011/yasam/3/18/ruslar-turkleri-opmeye-geliyor-iste-kaniti

16 Mart 2011 Çarşamba

Hakan Aksay yazdı: Rusya-Türkiye ilişkilerinde yeni dönem

Hakan Aksay, Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması’nın 90. yılında, Rusya’da yapılan Üst Düzey İş birliği Konferansı’nı (ÜDİK) değerlendirdi. Yazısında, Ankara-Moskova arasında süren “güven sorunu” nun aşıldığına dikkat çeken Aksay, iki ülke arasındaki ortaklığın henüz “stratejik” değil “pragmatik” düzeyde olduğunu belirtti. Aksay, “Türk-Rus ilişkilerinde genel tabloya bakılınca, iki ülkenin daha önce hiç olmadığı kadar birbirine yakın olduğu, ticaretten enerjiye, turizmden kültürel-insani ilişkilere kadar pek çok alanda devasa adımların atıldığı söylenebilir.” dedi.

Bundan tam 90 yıl önce, 16 Mart 1921’de yapılan Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması ile hem yeni Türkiye uluslararası alanda ilk kez tanınıyor, hem de Türkiye ile (Sovyet) Rusya arasındaki ilişkiler açısından sağlam diplomatik temeller atılmış oluyordu.

Lenin önderliğindeki Sovyet Rusya 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra içerde ve dışarıda güçlenmeye çalışıyor, Mustafa Kemal’in liderliğindeki Türkiye ise Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırmasında önemli rol oynayan Sovyet yardımlarının (yaklaşık 10 milyon altın ruble ve askeri yardım) yanı sıra Doğu sınırlarını güvence altına alıyordu.

Bu Anlaşma’nın açtığı ikili ilişkiler tarihinde birçok gelişme yaşandı. İki ülke arasındaki ilişkiler, 30’lu yılların sonunda ve İkinci Dünya Savaşı sırasında gerginleşti. Türkiye’nin fiilen Hitler Almanyası’nı desteklemesi, buna karşılık Stalin’in de Boğazlar ve Doğu bölgelerine yönelik talepler ileri sürmesi ile büyüyen anlaşmazlık, giderek iki komşu devletin Soğuk Savaş’ın farklı cephelerinde yer alması sonucunu doğurdu. 60’lı yıllarda nispeten yumuşayan ilişkiler, özellikle 80’lerin ortalarından itibaren hızla gelişen ticaret sayesinde pragmatik boyutta da olsa, Türkiye ve Rusya’yı birbirine yaklaştırdı.

Ancak işadamlarının inisiyatifleri, çoğu kez siyasi-diplomatik engellere takılıyor, iki devlet yönetimi Kürt-Çeçen, Kafkasya ve Orta Asya gibi anlaşmazlık konularını birbirine karşı kullanmaktan vazgeçmiyordu. 90’lı yıllarda bu gerginlikler adım adım azaldı. Rusya’da Putin’in başa gelmesinin ve enerji-ekonomi bazlı dış politikayı hayata geçirmeye başlamasının ardından siyasi diyalog ortamı ısındı. Putin’in Aralık 2004’teki Türkiye ziyareti sonrasında ise diplomatik-siyasi ilişkilerde hızlı bir gelişme süreci yaşanmaya başlandı.

Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması’nın imzalanmasından tam 90 yıl sonra, bugün Rusya’yı ziyaret eden Başbakan Erdoğan’ın Moskova ve Kazan’daki temasları, Mayıs 2010’da Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’in Türkiye ziyareti sırasında kurulan Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin (ÜDİK) ikinci toplantısında son derece geniş bir işbirliği perspektifinin ele alınması, bu gelişme sürecinin son örnekleri.

‘GÜVEN’ VE STRATEJİK YAKLAŞIM

Ankara-Moskova hattında geçmişte yaşanan birçok krizi, bir başka yaklaşımla iki kelimeyle özetleyebiliriz: Güven sorunu. Türkiye ile Rusya yönetimleri, ne savaşlarla dolu geçmiş yüzyıllarda birbirine güvenebildi, ne de Soğuk Savaş yıllarında. Bu “güven tesisi” son 6-7 yılın gündemi oldu. İlişkiler artık “önce rekabet”, “ne de olsa farklı kamplardayız” gibi yaklaşımlarla değil, “önce işbirliği” ve“onlarla beraber biz neler kazanabiliriz” anlayışıyla dizayn edilmeye başlanıyor. Burada Türkiye’nin “ABD’nin öncelikleri” ve “Batı ittifakı” kriterlerinden çok, ulusal çıkarlarını öne alma çabası da önemli rol oynuyor.

Ne var ki, son dönemde birbirine iltifatlar yağdıran iki ülke yönetimi (burada Moskova’nın Ankara’ya birkaç yıldır ısrarla “stratejik ortaklık” kavramını önerdiğinin altını çizelim), yine de birbiri açısından en başta stratejik değil, pragmatik değer taşıyor. Ne gariptir ki, Rusya’nın Türkiye’nin önde gelen ticari partneri haline gelmesi, Türkiye’nin de Rusya için beşinci ticaret ortağı olması da bu durumu değiştirmiyor.

Ankara genelde “pazarlık yapmak”, “indirim almak”, “liderlerin elektriğinin tutması”, “beden dilinin gösterdiği dostluk” gibi yüzeysel ölçütlerle yaklaştığı Moskova’ya yönelik uzun vadeli bir strateji hazırlamıyor. Bir dönemler uzun uzun araştırdığı Avrupa Birliği gibi “dersini çalışmıyor”. Ancak bağımsız dış politika uygulama isteği ve dünyada büyük güç olma amacına bağlı olarak Rusya ile özel ilişkilere sahip olmanın önemli olduğunu hissediyor.

Rusya’nın dış politikasında ve ekonomik ilişkilerinde de Türkiye, Batılı ülkeler ve eski Sovyet cumhuriyetleri kadar stratejik değer taşımıyor. Ancak enerji başta olmak üzere birçok konuda Türkiye’yle ilişkilerin ciddi bir mevzi olarak algılanması, Moskova’yı son yıllarda olumlu ya da olumsuz karşılık bulan bir dizi önemli projeyi “öneren taraf” ve Ankara ile bağlarda “daha aktif unsur” haline getirdi.

Bu arada Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz, Afganistan gibi konularda iki başkentin izlediği politikalar birbirine yakın. Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliği, AKPM Başkanlığı gibi konularda Moskova Ankara’ya destek verdi.

GELİŞEN İŞBİRLİĞİ

Türk-Rus ilişkilerinde genel tabloya bakılınca, iki ülkenin daha önce hiç olmadığı kadar birbirine yakın olduğu, ticaretten enerjiye, turizmden kültürel-insani ilişkilere kadar pek çok alanda devasa adımların atıldığı söylenebilir.

İkili ticaret hacminde 2008’de 38 milyar dolarlık rekor seviye yakalanmıştı. Kriz sonrası düşen, 2010’da 26.1 milyar dolar olarak gerçekleşen ticari hacim, bu yıl 2008 rekoruna yaklaşarak, birkaç yıl içinde de iki ülke yönetiminin hedef olarak koyduğu 100 milyar dolara ulaşabilir.

Türkiye’nin Rusya’da 33.7 milyar dolarlık inşaat yaptığı biliniyor (Türk müteahhitlerin tüm dünyada gerçekleştirdiği inşaat işlerinin yüzde 18'i).

İki ülkede de toplam 7'şer milyar dolara ulaşan Rus ve Türk yatırımlarının arttırılması da somut bir hedef haline geldi. Özellikle büyük Rus şirketlerinin Türkiye’ye gösterdiği ilgiyi anlamak için son günlerdeki gazete haberlerine şöyle bir göz atmak bile yeterli:

“Doğan Grubu’nun Boyabat hidroelektrik santraline RusHydro talip”,“Sberbank, Türkiye’de banka satın alacak”,“Rus Magnitorsk şirketi, 2 milyar dolarlık İskenderun MMK-Atakaş’ın tek sahibi olmak için başvurdu”,“Rusya 3. köprü inşaatına da talip oldu”…

Gazın üçte ikisini, petrolün üçte birini aldığı Rusya ile bir de nükleer santral alanında işbirliğine giden Türkiye, Kremlin açısından Almanya’dan sonra gelen “ikinci önemli enerji müşterisi” durumunda.

Turizmde de Rusya, Türkiye açısından Almanya’dan sonra ikinci. 2010’da Türkiye’ye 3 milyon 100 bin turist gönderen Rusya, karşılıklı olarak vizelerin kaldırılmasından (bu konuda yılan hikayesine dönen bürokratik engellerin 1-2 ay içinde temizleneceği ortaya çıktı) ve Ortadoğu ile Kuzey Afrika’dayaşanan gelişmelerden sonra, ülkemize yılda en az 4 milyon turist gönderebilir.

PROJELER VE ‘KOZLAR’

Türk-Rus işbirliğinin belkemiğini, 1984’ten bu yana enerji alışverişi ve ortak projeleri oluşturuyor.Erdoğan’ın Rusya ziyaretinin ana gündem maddesi de bu.

Bu sektördeki işbirliği gelişerek yeni boyutlar aldığından dolayı sorunları da artıyor. Rusya, Güney Akım Doğalgaz Hattı’na başlamak için gereken Türkiye’nin izninin gecikmesinden rahatsız. 20 milyar dolarlık yatırımla inşa edeceği Mersin-Akkuyu nükleer santrali konusunda da gecikildiği kanısında.

İşbirliği kararı alınan 4 milyar dolarlık Samsun-Ceyhan Projesi’yle ilgili olarak da taraflar (zamanlamadan ortaklık oranlarına, transit geçiş ücretlerinden petrol miktarı garantisine kadar bir dizi konuda) birbirini eleştiriyor.

Kendisinin “Rusya’nın en iyi ve disiplinli müşterilerinden biri olduğunu” vurgulayan Türkiye, 2014 sonuna kadar doğalgazda “al ya da öde” şartının askıya alınmasını talep ederek bir süredir Rusya’yı“jeste zorluyor”. Bu arada gelecek yıl sözleşmesi sona erecek Batı Hattı’ndan vazgeçebileceğini ima ediyor.

Büyük işbirliği projeleri, giderek birbirlerine karşı kullanılan kozlar haline geliyor.

Şimdilik bu çelişki ve pazarlıklar, büyük ölçüde kapalı kapılar ardında kaldığı için ortalığı alevlendirecek ve skandal çıkaracak bir gelişme yok.

Ama Türk-Rus ilişkilerinde güven ve stratejik yaklaşım konularının farklı bir düzlemde ele alınması ve projelerin karşılıklı çıkarlara bağlı olarak, bütünsel bir işbirliği yaklaşımıyla ele alınması gerektiği ortada.

T24
acaba@hakanaksay.com
Kaynak: http://www.rusya.ru/