Behçet
Çelik
Kaynak:
https://www.t24.com.tr/
"Dovlatov’un
edebiyatının en çarpıcı yanı belki de Brodski’nin 'olgun bakış' yahut 'sağduyu'
dediği şeyin kesinlikle üstenci bir yaklaşımı, kibri ve sözünü sakınmayı
getirmemesi. Az bulunur, hakiki, eşitlikçiliği sağlayan ve buna davet eden bir
olgunluk... Dovlatov’un yergisini, mizahını incelten de bu bakış, bu
olgunluk."
1941 doğumlu Sergey Dovlatov, son on beş yirmi yılda
yapıtları Türkçeye çevrildikçe artan bir ilgi gören Andrey Platonov (d. 1899),
Vasili Grossman (d. 1905), Varlam Şalamov (d. 1907) gibi yazarlardan otuz-kırk
yaş genç. Bu, onlardan birkaç sonraki kuşaktan olduğu anlamına geliyor ama daha
önemlisi, Stalin öldüğünde henüz 12 yaşında bir çocuk olan Dovlatov, saydığım
yazarların yaşadığı SSCB’den biraz farklı bir ülkede büyümüş. Onun yazmaya
başladığı yıllar Kruşçev dönemi, baskı dönemi sürmekle beraber edebiyat
alanında bahar rüzgârlarının esmeye başladığı zamanlar. Jekaterina Young, Sergei
Dovlatov and His Narrative Masks’te[1] bu dönemin kısa sürdüğünü
belirtmekle birlikte birtakım değişimler yaşandığından söz ediyor. Örneğin,
1946’da Jdanov’un baskısıyla Yazarlar Birliği’nden kovulan Zoşçenko 1953’te
yeniden kabul edilmiştir. Daha önemlisi, ertesi yıl Ilya Ehrenburg’un Buzların
Çözülmesi yayımlanmıştır – Kruşçev’in Stalinsizleştirme döneminin “çözülme
dönemi” olarak anılmasının nedeni bu romanın adıdır.
“Genel olarak Çözülme’nin, kısmen de 1956’daki SBKP’nin 20.
Kongresi’nin kültürel yasakları gevşetmesi 1960’lar boyunca edebiyatın oynadığı
toplumsal rolün artmasına izin vermiştir. Bu, daha önce yasaklanmış yapıtların
ve Batılı edebiyatçılardan yapılan yeni çevirilerin basılmasıyla kendisini
göstermiştir. Bu ikisini özümseyen yeni kuşaklar da bu dönemde ilk yapıtlarıyla
toplum önüne çıkmışlardır.” (s. 4)
Young, yapıtları üzerindeki yasakların kısmen kalktığı
edebiyatçılar arasında Mandelştam ve Tsvetaeva gibi şairlerle, İzak Babel ve
Platonov gibi edebiyatçıları zikrediyor. Genç edebiyatçıların bu dönemde okuma
şansı bulabildikleri yazarlar arasında da Hemingway’i, Salinger’ı, Thomas
Mann’ı, Faulkner’ı, Remarque’ı anıyor. Bir başka örnek olarak da, 1964’te Inostrannaia
literatura (Yabancı Edebiyat)’ta Fransız yeni romancılarından Natalie
Sarraute ve Alain Robbe- Grillet’den yapılmış geniş alıntıların yayımlanmasını
veriyor. Beri yandan Young, Dovlatov’un da aralarında bulunduğu ‘60’ların genç
edebiyatçılarının esas olarak Amerikan edebiyatından etkilendiklerini
belirtiyor; özellikle 1959’da Rusça yayınlanan Hemingway’ın iki ciltlik
öykülerinin ve Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının.
“Salinger’ın yapıtı, zihinlerinde Holden’ın favori
kelimesi phony [sahte, sahtekâr] ile ifade ettiklerini teşhir ve alt
etmeye dönük acil ihtiyaç duyan Sovyet yurttaşlarının bam tellerine
dokunmuştur.” (s. 6)
Dovlatov’un ilk yapıtlarının Salinger etkisinde kaleme
alınmış olduğunu belirten Young, Aleksandr Genis’ten şu alıntıyı yapıyor:
“Dovlatov [Amerikalı edebiyatçılardan] bizim edebiyatımızda az bulunur bir şeyi
öğrenmişti, bir düşüncenin açıklanmasındansa dilin esnekliğine öncelik
vermeyi.” 1920’lerin ve ‘30’ların yenilikçi Rus edebiyatıyla eşzamanlı olarak
farklı ülkelerin edebiyatlarıyla tanışan ‘60’ların bu genç edebiyatçılarının,
çözülme dönemi edebiyatının en karakteristik yanını oluşturduğunu savunan
Young, bu kuşağın “Gençlik Nesri” olarak anıldığını belirtiyor.
“Devrimin hemen ardından gelen dönemin deneysel
edebiyatıyla tanışmak bu kuşakta bir edebi metin inşa etmenin yöntemlerine
ilişkin genel bir ilgiyi tahrik etti. […] Piskunov’a göre, 1960’lar ana akım
edebiyatta birinci tekil anlatıcıya dönmek, yazarlara yaygın biçimde ‘itiraf
nesri’ denecek metinlerinde anlatıcı-kahramanların öznelliğini dürüstçe
kullanma imkânı sağlamıştı.” (s. 8)
Ne var ki birinci tekilin bu şekilde kullanılması kimi
eleştirmenlerin öfkelenmesine de neden olmuştur. 1960’ların Ortodoks eleştirmenleri
bu gibi “itiraf nesri” metinlerini öznelcilikle, kaçış edebiyatıyla,
enfantilizmle, vs. suçlamışlar. Dovlatov, “Gençlik Nesri” ekolünün büyüsüne
kapıldığını itiraf etmekle birlikte bu tarzda yazan kuşağından kimi yazarlara
sert eleştiriler de getirmiş:
“Hepsi hayattaki yerlerini arayan, iyi ailelerden gelme,
okumuş, eğitimli şehir çocuklarını anlatmayı benimsemişler. Onlar gibi
düzinelercesini tanıdım, halen de görüştüklerim var. Bütün genel rejim kampları
ve hafif güvenlik kampları bu gibi delikanlılarla dolu. Bu kitaplardakiler hep
çekici, akıllı ve hazırcevap. Fakat bana öyle geliyor ki, onlar hakkında
yazacaksanız onların da zührevi hastalıkların acısını çektiklerini, uygunsuz
evlilikler yaptıklarını, sarhoşken başkalarının arabalarına çarptıklarını, spekülasyonlara
karıştıklarını, hamile kız arkadaşlarını terk ettiklerini, aylaklığın ve
kişinin hayattaki yerine dair uzun erimli arayışlarının yol açtığı trajik
sonuçlarını yaşadıklarını da yazacaksınız.” (s. 10)
Bu dönemde SSCB’de bir araya gelen yakın fikirler paylaşan
edebiyatçıların oluşturdukları topluluklar hayli yaygındır. Bunlardan biri
de Gorozhane [şehirciler/urbanistler] grubudur. Modernist ve
sofistike bir edebiyat arayışındaki “Yeni Nesir”in içinde anılan küçük bir
topluluktur bu. (Yeni Nesir içinde anılan başka yazarlar arasında, SSCB’nin ilk
post-modernisti olarak biline Bitov’un da bulunduğunu belirtiyor Young.) Gorozhane grubunda
dört yazar vardır, pek bilinmeyen beşinci üyesiyse Sergey Dovlatov’dur.
Askerden döndüğünde bu gruba çağrılır ve ittifakla kabul edilir. Ne ki,
Dovlatov’un biyografisinin tipik özelliği burada da kendisini gösterir,
tam Gorozhane’ye girdiği sıralarda grup dağılır.
Topluluğun kendisine şehirciler/urbanistler adını vermesi
köy nesrinin güçlenmesine karşı bir hamle olarak görülebilir, bir köy nesri
varsa neden şehir nesri de olmasın? Grubun üyelerinden Igor Efimov’a göre bu
ismin seçilmesinin nedeni bir karşıtlık sorunu değildir; kendilerini
başkalarına meydan okumaksızın “şehirci” olarak adlandırmışlardır; mesele de
edebî metinde olayların nerede geçtiği meselesi değildir zaten. Şehir hayatına
özgü psikolojik hallerin tasvirine ve fantazmagorik olana bağlılığıyla Rus
şehir edebiyatı geleneğini koruma meselesidir. Urbanistler Rus halkının toprağa
yabancılaşmasındaki trajediden çok kendi dillerine yabancılaşmalarındaki
trajediyle ilgilidirler.
Gorozhane yazarları 1965’te her birinin öykülerinden
oluşan bir derlemenin yayımlanması için Sovetskii Pilatel yayınevinin Leningrad
şubesine başvururlar. Başvurularında neden böyle bir derlemeyle başvurduklarını
şöyle açıklarlar. “Bu almanak, bildiğimiz kadarıyla, devrimin hemen ertesindeki
gibi yazarların bireyler olarak değil, bir topluluk olarak ortaya çıkması
geleneğini sürdüren bir ilktir, eğer edebiyatın ihtiyaç duyduğu ilginin böyle
bir topluluk olduğu kabul edilecekse.” Ne var ki bu antoloji Sovetskii Pilatel
yayınevi tarafından kabul edilmez. Jekaterina Young, ret yanıtını
ayrıntılı olarak aktarıyor kitabında. Ret yazısında Boris Vakhtin’in öykülerine
ilişkin yapılan şu değerlendirme çok tipik.
“Boris Vakhtin’in öykülerinde, [bir yapıtta] bulunmadığı
takdirde edebiyatın da olamayacağı ana unsur kayıp – gerçek insanlar
bulunmuyor, toplumumuzun felsefesi yok, hakiki çatışmalar mevcut değil.
Başkahramanların deneyimleri uydurulmuş görünüyor, gözlemlenmiş değiller ve
hepsinin bütün hayatları çevremizdeki dünyadan yalıtılmış durumda.” (s. 15)
Young, bir başka dokümanda da Gorozhane antolojisindeki
öykülerin “ağır ve neşesiz bir hava” yarattığı eleştirisinin bulunduğunu
aktarıyor. “Her biri için belki mümkündür, ama bir grup olarak bir araya gelip
bir yazardan öbürüne, öyküden novellaya gittiklerinde, ve aynı zamanda akıllı,
ilginç şeyler düşünen ve hisseden insanlarla birlikte yapacakları hiçbir şey
bulamadıkları bir çevrede yaşadıklarında, bu düpedüz asılsız bir şeye
dönüşüyor.”
“Çözülme”den önce Jdanovcuların da rahatlıkla verecekleri
bir yanıt. Anlıyoruz ki “çözülme” Young’ın vurguladığı üzere kısa ve muğlak bir
dönem, farklı bir sosyalizm beklentisinde olanlar içinse bir hüsran. Nitekim,
Dovlatov’un yapıtları da bu dönemde ve bunu izleyen Brejnev döneminde yayımlanamaz
(yeraltı yayını olan samizdat’lar haricinde), kendisi de Yazarlar
Birliği’ne kabul edilmez. Young’ın aktardığı bir metinde Dovlatov da kısa süren
“çözülme” döneminin bir yanılsama olduğunu belirtiyor.
“Stalin zamanında yetenekli yazarlar önce yayımlanıyor,
sonra basında kötüleniyor ve nihayetinde öldürülüyor ya da kamplarda imha
ediliyorduysa (Babel, Pil’niak, Mandelstam), bugün kimse öldürülmüyor, kolay
kolay hapse atılmıyor, fakat hiç kimse de yayımlanmıyor. En iyi yazarlar
çekmeceleri için yazıyorlar. Daha az dürüst ve esnek olanlar devlete ellerinden
geldiğince hizmet edip son derece çekici avantajlar elde ederlerken.” (s. 20)
Dovlatov’un sonrasında yaşayacakları, bu sözlerinin iyimser
bulunmasına neden olabilir. Çok ayrıntıya girmeyeceğim; 1989 öncesinde SSCB’de
Dovlatov’un hiçbir kitabının yayımlanmadığını, yapıtlarının samizdat’lar
üzerinden dolaşıma girdiğini belirttim, ancak 1976’dan sonra Batı’da öyküleri
yayımlanmaya başlamış. Gençlik yıllarından itibaren kısa dönemlerde gazetecilik
yaparak hayatını kazanmaya çalışmış, uzun yıllar boyunca işsizmiş. 1971’de eşi
Elena’dan ayrılan Dovlatov, Estonya’ya, Talin’e taşınmış, orada Tamara
Zibunova’yla beraber yaşamışlar, bir de kızları olmuş. 1976’da ayrıldıktan
sonra da yazışmayı sürdürdükleri Zibunova 1978’in başlarında KGB tarafından
gözaltına alınmış ve Dovlatov hakkında sorgulanmış. Nisan ayında gündüz gözü
sözümona holiganların ve sivil giyimli polislerin saldırısına uğrayan Dovlatov
kötü niyetli mukavemet göstermek suçlamasıyla tutuklanmış, bu suçun karşılığı
yürürlükteki ceza kanununun 191. maddesine göre beş yıl hapis cezasıymış. On
gün cezaevinde kalan Dovlatov burada KGB tarafından sorgulanmış. Sorgu
sırasında KGB ajanları neden ülkeyi terk etmediğini sormuşlar ısrarla. O
yıllarda SSCB yönetimi bir süredir Yahudi ve Ermenilere ailelerin birleşmesi
amacıyla yurtdışına gitme izni veriyordur – özellikle de muhalif aydınlara.
Dovlatov’un babası Yahudi, annesi Ermenidir ve eski eşi Lena’yla kızı Katya
1977’de gitmişlerdir. Dovlatov şeklen boşanmış olduklarını, aile birleşmesinin
mümkün olmayacağını söyleyince, “Biz şekilci değiliz!” yanıtını alır. Bunun
üzerine 1978’de SSCB’yi terk eder.
***
Türkçede yayımlanmış üç romanı var Dovlatov’un, üçü de
sürgünlük bahsiyle bir biçimde ilgili. Yabancı Kadın’ın[2] odağında
‘70’lerin sonlarında ABD’ye göç etmiş Rus cemaatinin yaşayışları var, romanın
başkahramanı da onlardan biri, Marusya. Bavul,[3] sürgüne giden
Sergey Dovlatov isimli anlatıcı-kahramanın ABD’ye varışıyla başlıyorsa da,
romanın bütünü onun memleketinden hatırladıklarından oluşuyor. Puşkin
Tepeleri[4] de ayrıldığı eşi ABD’ye göç etmeye karar vermiş, yazdıklarını
yayımlatma imkânı bulamayan, alkol düşkünü bir yazarın hikâyesi; sürgüne gidip
gitmemeyi aklından geçirirse de, “Gitmeyeceğim, onlar [adama hayatı zehir
edenler] gitsin” diyen biri.
“Mültecilikte gerçekçi olmayan bir şeyler vardı. Öteki
dünya fikrini hatırlatan bir şeyler… Şöyle diyelim, her şeye sil baştan
başlayacaksın. Geçmiş yaşamına dair ne var ne yoksa kurtulacaksın.” (YK, s. 42)
Bavul’un başında sadece tek bir bavulla ABD’ye giden
anlatıcının yıllar boyunca bu bavulu açma ihtiyacı duymadığını
öğreniriz.[5] Bir anlamda, “her şeye sil baştan” başlamış, “geçmiş
yaşamına dair ne var ne yoksa” onlardan kurtulmuş gibidir. “Gibidir”, çünkü
romanın devamı, belirttiğim üzere SSCB’den hatırladıklarıyla, anılarıyla
doludur – maddi olarak kurtulmuşsa bile manevi olarak kurtulamadığını,
kurtulmak da istemediğini anlarız; hatırladıkları çok tatlı anılar değildir,
saçmalıklar, baskılar gırladır. Yabancı Kadın’ın girişinde de ABD’deki Rus
diasporasından (“Rus kolonisi” diye anılır) enstantaneler sıralar Dovlatov,
mülteciler SSCB’deki hayatlarının bir benzerini kurmuşlardır. Tabii her anlamda
aynısı değildir, bir sanatçı ya da bir Marksizm-Leninizm hocası şoförlük
yapıyordur, Rusya’dayken şoförlük yapan biri de!
“Yüz sekizinci cadde bizim ana caddemiz.
Burada kendimize ait marketlerimiz, anaokullarımız, bir
fotoğraf stüdyomuz ve kuaförlerimiz var. Bir Rus seyahat acentesi var. Rus
avukatlar, yazarlar, doktorlar ve emlakçılar var. Rus gangsterler, Rus
manyaklar ve Rus fahişeler var. Hatta yine Rus olmak üzere kör bir müzisyenimiz
var… Yerli halk bizim gözümüzde bir nevi yabancı statüsündedir.” (YK, s. 7-8)
Rusya özleminin bir tezahürüdür bunlar, ama oradan
kaçmışlardır, aralarında sürgüne gitmek moda olduğu için kaçan da vardır,
Marusya onlardan biridir, ama çoğunluğu güveni ve refahı SSCB’de bulamadıkları
için, yahut bunları yaptıkları ya da hiç yapmadıkları şeylerden ötürü
kaybettiklerinden ABD’dedirler. Dovlatov’un sarkastizme varan kara mizahına
örnek olabilecek şu cümleler kaçtıkları rejim hakkında önemli bir gerçekliğe
işaret ediyor – yıllar öncesinden olsa da.
“Derken otuz sekiz yılı geldi çattı. Bildiğiniz üzere bu
hakikaten bir felaket dönemiydi. Herkes için değil tabii… Çoğunluk
Dunayevski’nin hayat dolu müzikleri eşliğinde dans ediyordu. […] Elbette masum
insanlar kurşuna diziliyordu… Ve bir kişinin kurşuna dizilmesi diğer pek çok
insanın menfaatineydi. Mareşalin birinin kurşuna dizilmesi altındaki onlarca
insana yükselme fırsatı yaratmış oluyordu. Boşalan makama hemen bir general
atanıyordu. O generalin yerini albay alıyordu. Albayın yerini ise binbaşı.
Doğal olarak yüzbaşılar ve teğmenler de terfi alıyordu.” (YK, s. 26)
Dovlatov’un temel meselesi olan edebiyat ve yaratıcılık
bahsine gelirsek, SSCB’nin bu bahiste ne halde olduğunun resmi de Puşkin
Tepeleri’nde hikâyesini anlattığı karakterlerden Pototskiy’de somutluk kazanır.
Yazar olmaya karar verdikten sonra on iki kitap okuyup kollarını sıvayan
biridir bu, “yazacaklarının [okuduklarından] kötü olmayacağına emindi[r]”.
“Bir yıl içinde yedi öyküsünü ve bir kısa romanını
bastırmayı başardı. Yapıtları yenilikten uzak, ideolojik bakımdan değerli,
tatsızdı. Her birinde tanıdık bir şey işitiliyordu. Sağlam edebi mükerrerlik
zırhı, onları sansürden koruyordu.” (PT, s. 53)
Puşkin Tepeleri’nin anlatıcısı Boris Alihanov, Dovlatov’un
alter egosudur denebilir, pek çok açıdan benzeşirler. Başarısız, tutunamamış,
kitaplarını yayımlatamayan bir edebiyatçıdır, alkoliktir, bir kızı vardır, eşi
kızını alıp iltica etmeyi planlıyordur. Puşkin’in hayatını sürdürdüğü bölgede
oluşturulmuş Puşkin Tepeleri Turizm Merkezi’nde tur rehberi olarak çalışmaya
başlayan Alihanov’un, Puşkin’e dair söylediklerinde Dovlatov’un edebi görüşüne
dair de ipuçları olduğunu zannediyorum.
“Monarşist değildi, komplocu değildi, Hıristiyan değildi,
sadece şairdi, dâhiydi ve yaşamın döngüsüyle bir bütün olarak ilgileniyordu.
Onun [Puşkin’in] edebiyatı, ahlakın üstündedir. Ahlakı
yener ve hatta onun yerini alır. Onun edebiyatı duayla, doğayla hısımdır…
Bununla birlikte, ben bir edebiyat uzmanı değilim.” (PT, s. 60)
Dovlatov rejim tarafından istenmemiş, sürgüne gitmeye
teşvik edilmiş, hatta zorlanmış da olsa, siyasetin çok içinde bir rejim
muhalifi değildir, sadece edebiyatçıdır, ancak edebiyatına müdahale edilmesini
istemeyen biridir; kötü yapıtların, yeteneksizliğin, “mükerrerlik zırhı”
kuşananların başarı ve makam mevki sağlamasının, edebiyat metni görüntüsü
altında ahlaki telkinler içeren metinler yazılmasının, böyle olmayanların
reddedilmesinin karşısındadır, yani rejimin edebiyata biçtiği görevin
karşısındadır. Hatta bunlarla da çok ilgili değildir, yapmak istediklerinin
engellenmesine, hoş görülmemesine, yasaklanmasına muhaliftir. Nitekim
Jekaterina Young da, aralarında Dovlatov’un da bulunduğu ‘70’lerde ve ‘80’lerde
sürgüne gitmek zorunda kalan Rus yazarların apolitik edebi ilgileriyle
karakterize edilebileceklerini, politik muhalifliğe nazaran estetik arayışlarla
ilgili olduklarını, ama rejim için her ikisinin de kabul edilemez olduğunu
belirtiyor.
Kuşağından başka yazarlar gibi yazma özgürlüğünün
peşindedir, bunun önüne geçen hiçbir şeyle çatışmasız bir ilişki kuramıyordur.
Çalışmak, düzenli hayat dahil. Alihanov’un kendi kendine (belki de
Dovlatov’la!) konuşurken söylediklerinde de bu açıkça görülür:
“Sözcükler dünyasında yaşayan birinin nesnelerle arası
değildir. […] Yaşamak mümkün değil. Ya yaşamak gerek, ya yazmak. Ya söz, ya iş.
Ama senin işin söz. İlk harfi büyük yazılan her İş sana iğrenç geliyor. İş’in
çevresinde ölü bir alan var. Orada İş’e engel olan her şey ölür. Orada umutlar,
hayaller, anılar ölür. Orada tatsız, karşı çıkılamaz; tek anlamlı bir
materyalizm hüküm sürer.” (PT, s. 23)
Dovlatov’un esaslı bir siyasî duruşu yok diye
düşünebiliriz, ama onun için esas olanın yazmak olduğu ortada, dolayısıyla
yazısına yapılacak müdahalelere sessiz kalması, neyin ne olduğunu adlı adınca
telaffuz etmemesi beklenemez. Gene Alihanov’un iç sesine kulak verebiliriz.
“Yazdıklarını basmıyorlar, yayımlamıyorlar. Almıyorlar aralarına. Kendi eşkıya
çetelerine.” (PT, s. 22)
Puşkin Tepeleri Turizm Merkezi’nden anlattığı hikâyelerin
büyük bölümü de bu bahisle ilgili. Büyük şairin anısına yapılmış millî parkın
hali, rejimin şiire ve şaire bakışın bir örneğini sunar. Müze yöneticilerinden
biri Alihanov’a Puşkin hakkındaki fikrini sorduğunda, onun şiirini Rönesans’la,
Goethe’yle, Shakespeare’le ilişkilendirerek yanıtlar. Yönetici şaşırıp
Rönesans’ın, Goethe’nin ne alakası olduğunu söyledikten sonra resmî bakışı
özetleyiverir: “Puşkin bizim gururumuzdur. Sadece büyük bir şair değil, aynı
zamanda yüce bir yurttaşımızdır.” Daha ötesiyle insanların kafasını
karıştırmanın, hele kozmopolit isimlerle onun ismini beraber anmanın âlemi
yoktur.
Bavul’un anlatıcısının adının Sergey Dovlatov olduğunu
belirtmiştim, ama roman boyunca bu kişinin edebiyatçılığına dair pek az vurgu
vardır; bir yerde, “Bu arada ben bir şeyler yazmaya başladım” der, bir
arkadaşının annesiyle kütüphanede karşılaştığında kadın ona, “Yazar olmuşsun”
deyip yazmak ile ilgili kendi hayallerini aktarır. Roman boyunca aktarılan
hikâyelerinden anlarız ki, anlatıcı Dovlatov, yazar Dovlatov gibi, iltica
etmeden önce SSCB’de geçirdiği 36 yılda bir sürü işe girip çıkmış, bir ara da
gazetecilik yapmıştır. Roman kronolojik ilerlemez, gazeteciliği neden
bıraktığını daha önce öğreniriz mesela. “Bir fabrikanın tirajı yüksek
gazetesinde işe başladım. Orada üç yıl görev yaptım. İdeolojik işlerin bana
göre olmadığını anladım.” Sonraki sayfalarda gazetede çalıştığı zamanlardaki
hayatından sahneler aktardığında meseleyi öğreniriz. Gazetenin yöneticisi
sosyo-politik içerikli yazılar yazmasını, entelektüel bir işçi bulup onunla röportaj
yapmasını ister. Entelektüel işçi arama, bulma hikâyeleri ayrıca matraktır ama
bulduğu çok uygun biriyle yaptığı söyleşi, sadece işçinin soy ismi Batılı
tınılı olduğu için (Holidey’dir) yayımlanmaz. Bunu öğrendiğinde şunlar geçer
içinden:
“Olacak şey değil! Hiçbir şey yayımlanmaya uygun değil.
Hiçbir şey! Sovyet gazetecilerin o kadar sayfayı dolduracak konuyu nereden
bulup çıkardıklarını anlamıyorum. Ben o kadar uğraşıp didiniyorum, ancak bir
tanesi bile basılmaya uygun bulunmuyor. Ağzımdan çıkan hiçbir cümle telefonla
konuşulacak cinsten olmuyor. Ve de tanıdığım bütün insanlar ‘kuşkulu’ tipler
sınıfından…” (B, s. 51)
Dovlatov’un yapıtları büsbütün rejimin saçmalıkları,
baskıları hakkında değil. Art arda anlattığı hikâyelerden oluşan bir yapısı var
romanlarının; gündelik hayattan enstantaneler ağırlıklı, SSCB’deki ya da
ABD’deki Rus diasporasının yaşadığı muhitteki gündelik hayattan. Çok sayıda yan
kahraman var, aralarında rejimin seçkinleri de var, yoksulu, işsizi, ayyaşı da.
Bu hikâyeler ağının arasından romanların ana olay örgüsü ilerliyor, değindim,
dümdüz değil, ileri geri gidip saçılarak, ancak bunlar metni dağıtmıyor,
yukarıda bir yerde anlatılanların bir bütünlüğü var. Bir yanıyla “yaşam
döngüsünün bütünlüğü” denebilir buna, bir yanıyla da Rusya’nın ruhu belki de –
absürd olanın olağanlaştığı bir evrenin bireylerden bireylere trajediden gülünç
olana süzülen ruhu. Boşvermişlikle felakete uğramışlık, çıkmaza girmişlik
duygusunun at başı gittiği söylenebilir, bu keskin iniş çıkışlarda kara mizah
ve yergi cümleleri parıldayıverir sıklıkla.
Girişte Young’ın çalışmasından yaptığım alıntılarda
belirtildiği üzere, Dovlatov’un kara mizahında Amerikan edebiyatının etkisi
sezilir. Dovlatov’un kuşağı üzerindeki Salinger’ın etkisinden söz etmişti
Young. Kurt Vonnegut Jr’ı da anabiliriz bu bağlamda. Dovlatov’un roman
kişilerinin sessiz kalmadıkları halde tumturaklı tepkiler vermeyişlerinde,
kendilerini de yerginin, mizahın konusu yapışlarında, felakete kaygılanırken
ona kucak açmalarında Vonnegut’un roman kişilerinin edalarını andıran bir yan
var. Askerliğini yaptığı toplama kampında tanık olduklarından yola çıkarak
kaleme aldığı The Zone / Mıntıka (?)’daki öyküleri[6] hakkında
yazdığı bir mektupta da Vonnegut gibi, özellikle Mezbaha No.5’teki gibi
yazmayı düşündüğünden söz etmiş Dovlatov. Yapmacık algılanmayacak, anlatıcının
kendisinin de olaylarda yer aldığı bir kurgu düşünüyormuş. ABD’ye yerleştikten
sonra öyküleri New Yorker’da çıkınca bu kez de Vonnegut ona mektup
yazarak, “Bu ülkede doğdum, savaş zamanı korkusuzca ülkeme hizmet ettim, ama
henüz New Yorker’da öykü yayımlatmayı başaramadım” demiş.
Sergey Dovlatov ve Kurt Vonnegut. Dovlatov'a ayrıca şunları
da yazmıştı Vonnegut: "Sizden ve eserlerinizden çok şey bekliyorum. Bu
çılgın ülkeye vermeye hazır olduğunuz müthiş bir yetenek var sizde. Burada
olmanızdan mutluyuz."
Yabancı Kadın’daki Plehanov ve Çernişevski’yi sarakaya
aldığı cümle mesela Vonnegut’un tarzını hatırlatan bir laf dokundurma bence.
Romanın başkahramanı Marusya’nın, ne iş yaptığı belirsiz (muhtemelen karanlık
işler) Latin Amerikalı sevgilisinin tuhaf solculuğuna tanık olduğunda kadın
anlatıcıya, “Nasıl bir tip olduğunu görüyor musun?” deyince, “‘Rahat bırak
adamı’” der anlatıcı Dovlatov:
“Özünde kötü bir adam değil. Üstelik düşünüp fikir
yürütebiliyor, en azından Plehanov ve hatta Çernişevski düzeyinde…” (YK, s. 88)
Siyasetçileri değil, düşünce insanlarını, bilhassa da
edebiyat kuramcılarını hedefine koyması, daha önce de belirttiğim üzere
Dovlatov’un meselesinin onlarla ilgili olduğunu gösteriyor. Puşkin
Tepeleri’ndeki şu cümle de bunun bir başka ifadesi.
“Köyde Stalin sevilmiyordu. Uzun zaman önce fark etmiştim
bunu. Anlaşılan kolektifleştirme dönemi ve Stalin’in diğer marifetleri
akıllarda iyice yer etmişti. Keşke yaratıcı aydınlarımız da cahil köylülerden
bir şeyler öğrenmiş olsaydı.” (PT, s. 102)
Küçük hikâyeleri birbirine bağlayarak ilerleyen kurguyu
yeğliyor Dovlatov romanlarında, ama birbirinin aynısı bağlama yöntemleri
kullanmıyor. Bavul’da hikâyeler daha tekil ve kendi başlarına da neredeyse
var olabilecek metinler. Yabancı Kadın’ın merkezinde Marusya var, ama onun
hayatının farklı dönemlerinden –bir seçkinin kızı olarak Rusya’da
yaşadıklarıyla “Nerden geldim Amerika’ya” deme noktasındaki mülteci kadının
başından geçenler– farklı hikâyeler aktarılıyor; hayatına girenler çıkanlar,
yolu çok sonra kesişir gibi olanlar. Bu romanın girişinde ABD’deki mülteci
Rusların bazılarından söz edilir, kısacık ama vurucu yaşantılar aktarılır
hayatlarından, SSCB’deki halleriyle geldikten sonraki halleri yorumsuz verilir
– birkaçını yukarıda anmıştım. Roman ilerledikçe bu kişiler Marusya’nın
hayatına bir yerlerden girer, dokunurlar. Saçaklananlar bu şekilde toparlanır.
Bu iki romanın ortak yanıysa bence şu: Küçük resimlerin bir araya getirilişleri
‘60’ların ve ‘70’lerin SSCB’sine ait bir yapbozun parçalarının buluşması
gibidir. Puşkin Tepeleri’ni de katmak mümkün aslında buna. Daha az kişisi
olan bir roman olsa da, müzenin daha önceki çalışanlarına ve romanın anlatı
zamanında kaldığı köyde Alihanov’un karşılaştığı insanlara dair hikâyeler de
benzer bir üslupla, yalın bir biçimde, hızlıca, ayrıntılara girmeden anlatılır,
sanki edebiyat değil gibidir. Hep Amerikalı öykücülerden, edebiyatçılardan söz
ettim, ama bu anlatım şeklinde Çehov’u andıran bir yan olduğunu da
söyleyebiliriz. Nitekim, kızıyla yapılan bir söyleşide o da babasının
en sevdiklerinden olduğunu söyler Çehov’un.
Yakın arkadaşı İosof Brodski’nin Dovlatov’un ölümünün
ardından yazdıkları, onun yapıtlarının yalın ama etkileyici yanını çok güzel
ortaya koyuyor:[7]
“Okuması kolaydır onu. Dikkat talep etmez, insan doğasına
dair yargı ya da gözlemlerinde ısrarcı değildir, kendisini okura dayatmaz. […]
Kısa ve uzun öyküleri karşısındaki değişmez tepkim şükrandı: İddiasızlığına,
meselelere olgun bakışına, her paragrafta kendisini duyuran sağduyusunun
müziğine. Seryoja’nın tonlaması okura ölçülü olmayı öğretir ve üzerinde
ayıltıcı bir etki yapar: Siz o olursunuz ve bu, bir yazarın çağdaşına –gelecek
nesillerden söz etmiyorum bile– önerebileceği en iyi terapidir doğrusu.”
Dovlatov’un edebiyatının en çarpıcı yanı belki de
Brodski’nin “olgun bakış” yahut “sağduyu” dediği şeyin kesinlikle üstenci bir
yaklaşımı, kibri ve sözünü sakınmayı getirmemesi. Az bulunur, hakiki,
eşitlikçiliği sağlayan ve buna davet eden bir olgunluk bu; tam tersidir
genellikle bu sıfatlarla anılan insanlarda gördüğümüz – bu kelimelerin sözlük
anlamları hiçbir olumsuz tını taşımadığı halde. Dovlatov’un yergisini, mizahını
incelten de bu bakış, bu olgunluk. Brodski, “Siz o olursunuz” diyor ya, Yabancı
Kadın’ın sonunda kendi roman kahramanına seslenirken söylediği şu sözü de
hatırlamak lazım. “Tanıdığım herkes içimde yaşıyor” yani o da öbürleri olmuş
durumda. Alihanov’un, Puşkin Tepeleri’nin sonunda “Bütün dünyayı tek bir
bütün olarak gördüm” demesi de bunların bir sonucu. Bu bütünlük söylemi ya da
bir başkası olmaktan söz edilmesi, bireysel farklılıkların yittiği, bir bütünün
içinde herkesin aynılaştığı yanılsaması yaratmasın; aksine, Dovlatov’un
metinlerinden bize geçen bir başkası içinde yaşarken de kendi kalabilme
mücadelesinin görünümleri. Gene Brodski’ye dönelim, şöyle diyor aynı yazıda:
“Seryoja, bireysellik fikrini ve insan varlığının özerkliği
prensibini kimsenin hiçbir yerde ciddiye almadığı kadar ciddiye almış bir
neslin üyesiydi.”
NOTLAR:
[1] Jekaterina Young, Sergei Dovlatov and His
Narrative Masks, Northwestern University Press, 2009. Yazı boyunca Dovlatov’un
biyografisine ve yaşadığı döneme ilişkin aktardığım bilgiler bu kitaptan.
[2] Sergey Dovlatov, Yabancı Kadın, çev. Eyüp
Karakuş, Olvido Kitap, 2019, 144 s.
[3] Sergey Dovlatov, Bavul, çev. Eyüp Karakuş,
Jaguar Kitap, 2022, 144 s.
[4] Sergey Dovlatov, Puşkin Tepeleri, çev. Ayşe
Hacıhasanoğlu, Jaguar Kitap, 2016, 141 s.
[5] Türkçe çeviride bir hata var. Bavulun dibine Mayıs
‘89’a ait Pravda’nın bir sayfasının serili olduğu yazıyor. Orijinal metni
bilmiyorum ama İngilizce metinde bu tarih Mayıs ‘80. 1989’da artık SSCB ömrünün
sonuna çok yaklaşmıştı, bu tarih hatası kafa karıştırıcı olabileceği için
belirtme gereği duydum.
[6] Dovlatov’dan önceki kuşaktan Varlam Şalamov
öykülerini Sibirya’daki toplama kamplarındaki deneyimlerinden yola çıkarak
yazmıştı, Şalamov bu kamplarda tutsaktı. (Şalamov'a dair K24'te çıkmış olan
yazım için bkz. "Varlam Şalamov: Yaşanmış Bir Distopyadan
Öyküler") Dovlatov ise oralarda askerliğini yapmış ve The Zone’u
orada yaşadıklarından yola çıkarak yazmış. Aynı yıllar, aynı siyasi dönem, aynı
ortam değil, yazarlar aynı pozisyonda da bulunmamışlar, ama SSCB’deki toplama
kamplarını Şalamov’un öykülerinin ardından Dovlatov’un kaleminden de bir an
önce Türkçede okuyabiliriz umarım. Bavul’un “Subay Palaskası” başlıklı
bölümü de bu kamplardan birinde geçiyor. Şunu da ekleyeyim. Dovlatov’un hayat
hikâyesinden ve yapıtlarından uyarlanan Aleksey German Jr’ın yönettiği, 2018
yapımı Dovlatov filminin bir sahnesinde filmin başkahramanı rüyasında
kendisini yıllar önce askerlik yaptığı toplama kampında bulur, yanındakilere,
“Şimdi her şeyin bir olduğunu anlıyorum,” der, “askerler ve mahkûmlar”.
[7] İosif
Brodski, “Seryoja Dovlatov Üzerine”. Dovlatov’u ve edebiyatı çok güzel
anlatan bu metnin tamamı Günay Çetao’nun blogunda onun çevirisiyle okunabilir.
GİRİŞ
RESMİ:
Dovlatov adlı filmin (Alexey German Jr, 2018) afişi ve filmden bir sahne.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder