Moskova

Moskova

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Rus kadınlarının Türk kadınlarıyla ilgili görüşleri


MK-Turkey.ru sitesinde Rus bayanların Türk hanımları hakkındaki düşünceleri konulu bir araştırma yer almış. Bu araştırmadaki yorumların bazılarını Cüneyt Çelebi, Haberrus için derlemiş.

İlginç bir araştırma. Rus kadınlarının Türk bayanları hakkında oldukça şaşırtıcı yorumları da yer alıyor. Yorumlarda şaşkınlık, takdir, eleştiri, kıskançlık ve daha birçok duygu var.

Soğuk Savaş sonrasında o zamana kadar aynı coğrafyada yaşamalarına rağmen birbirini pek tanımayan iki halk birbirine hızla yakınlaşmış, tanımaya başlamıştı. Aslında Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Türkiye ve Rusya arasında gelişen ilişkiler pek çok sosyolojik araştırmaya konu olacak kadar zengin.

Yapılan araştırma Rus bayanların internet ve forum sitelerinde yazmış oldukları ilginç yorumlardan oluşuyor. Yorumlar genel itibariyle Türkiye’de tatil yapan, bir Türk ile evli olan ve Türk çevresi olan Rus bayanlara ait.

Görüşlere katılsak da, katılmasak da; hoşumuza gitse de, gitmese de bakıp, okumakta fayda var.

Yapılan yorumların bazıları şu şekilde:

Margarita: Türk kızları mütevazi, terbiyeli, misafirperver ayrıca kendilerini çok seviyorlar ve beğeniyorlar.

Lena: Türk kızlarında doğunun çekiciliği var.

İnga: Rus bayanlar siz sormadıkça dertlerini açmazlar, ama Türklerde bu bir kaynaşma vesilesi olarak görülür, ilk dakikadan bütün dertlerini size anlatabilir.

Lena: Türk bayanların Ruslara karşı agresif davrandıklarını hissediyorum.

Alona: Türk kızları çok sempatik ve neşeli, Ruslara karşı oldukça iyiler.

Alla: Güzel olmayan bir Türk bayanın bile havasından yanına yaklaşılmaz.

Nastya: Türklerle kıyaslarsak Rus bayanları daha bakımlıdır, kendi dış görünümlerine çok önem verirler, bunu dikkat çekebilmek için yaparlar, Türk bayanlarda bu oran düşüktür.

Maria: Türk bayanların boy ortalaması Ruslara oranla daha kısadır.

İrina: Rus bayanlarda genetik hoş bir vücut yapısı var, ama bunu mutlaka bir sporla uğraşarak ve dengeli beslenerek koruyorlar. Türk bayanlar ise yiyerek formlarını koruyabiliyorlar.

Katya: Türk bayanlarının Ruslara göre azımsanmayacak derecede az sigara kullanmaları.

Anastasia: Rus bir bayana bir hatasını söylediğinizde bunu düzeltmeye çalışır ve teşekkür eder. Türkiye’de bir kıza bunu söylediğinizde o kızı belki de son görüşünüz olabilir.

Maria: Türk bayanları ne iyiler, ne kötüler; onlar sadece farklılar.

Tatiana: Çok kaprisliler.

Ekaterina: Türk kızları erkekleri ellerinde tutmayı beceremiyorlar.

İrina: Türk bayanlar kocalarına gereken iltifatları göstermiyorlar, ama kendileri iltifat bekliyorlar.

İrina: Rus aile sisteminde bayanlar genelde baş roldedirler, genellikle çoğu işi onlar hallederler. Bu sebepten Rus bayanlar kendilerine daha çok güvenirler. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte İstanbul Laleli bavul ticaretine başlandı. Bunu yapanların çoğu bayanlardır.

Olga: Türk bayanlar eşlerine sadıktır, bir tartışmada çantasını alıp ben gidiyorum demez.

Olga: Çok vefalılar.

Yulia: Gördüğüm kadarıyla bayanların çoğu bir işte çalışmıyor, çalışmasına da gerek olmuyor. Çünkü eşi yeterli derecede kazanıyor.

Anna: Çok güzel yemek yapıyorlar evleri pırıl pırıl.

Polina: Türk ev kadınlarının çoğu sabahtan akşama kadar televizyon programı seyredip arkadaşlarıyla muhabbet ediyor.


16 Temmuz 2015 Perşembe

Doktor Jivago’ya da kalmadı bu dünya! / M. Hakkı Yazıcı

                                                                                                 
M. Hakkı Yazıcı
Kaynak: TurkRus.com

Yazları daçada geçirilen hafta sonlarından sonra İgor’un pazartesi sendromları daha şiddetli ve hatta bazen çekilmez oluyor.

Hayret! Sanki dünya yıkılmış da bizim İgor’cuk altında kalmış. Öyle bir suratla karşılaşıyoruz, sabah gelir gelmez.

Halbuki hafta sonu çözülmeden dinlenmeye bırakılan işler birikmiş, sorunlar ateşten bir top gibi bizi bekliyor.

Çalışmak lazım!

Neyse ki iş aralarındaki muhabbetimiz onun yeni haftaya hızlı adaptasyonuna yardımcı oluyor. Yoksa bu, sadece pazartesi sendorumu olmayı da aşıp, salıya, çarşambaya sarkacak. Zaten geriye ne kalıyor ki? Perşembe, Cuma; arkasından hop yine daçaya…

Ne konuşulur ki? 

Çok mecburmuşum gibi kendimi zorlayıp, konu bulup onu havaya sokmaya çalışıyorum.
İgor, ailesiyle daçada mutlu bir hafta sonu yaşamış; bol bol şaşlık yapmış, uyumuş, dinlenmiş… Bunları öğreniyoruz. Kolay değil tabii, bütün bunları terk edip, pazartesi günü erkenden işe gelmek.

“E, daha başka ne var, ne yok? Salatalıklar, domatesler büyüyor mu?” diye soruyorum.

“Büyüyor,” diye cevap verip, başka konulara atlıyor. Oğlu Maksim’in yine yaramazlığı üstündeymiş, köpeği Damka biberleri ektiği yere dalıp, ortalığı dağıtmıştı, karısı yine çok içtiği için sorun çıkarmıştı, falan filan.

Yulia, lafa karışıp, “Geçen hafta sonunda Ömer Şerif öldü, duymuşsunuzdur,” dedi.
Birden bir konudan başka bir konuya atladık.

“Ya, hiç sorma. Çok üzüldüm. Ömer Şerif, bizim Ortadoğulu son güzel bakışımızdı... Onu ilk kez “Dr. Jivago” filminde izlemiş ve çok sevmiştim,” diyorum.

“Ben onu ‘Vahşi Atlılar’da sevmiştim!..” diye ekliyor İgor.

***
Ömer Şerif, Kahire'de kalp krizi sonucu 83 yaşında hayatını kaybetmişti. Meğer bu yılın başlarında Alzheimer hastalığına yakalanmış, ama kalpten ölmüştü.

Yine dertlendim; adamcağız, anacığımın hastalığına yakalanıp, onun kötü evrelerini yaşamadan babacığımın hastalığından ölmüştü.

Şerif, 1962 tarihli “Arabistanlı Lawrence” filminde oynadığı Şerif Ali rolüyle iki Altın Küre’ye ve Oscar'a aday olmuş, üç yıl sonra da “Doktor Jivago” filmiyle Altın Küre'nin sahibi olmuştu.
60 yıla sığan aktörlük yaşamında tam 117 film ve renkli bir serüven bırakmıştı geride.

“Doktor Jivago”nun hiç unutamadığım filmler arasında önemli bir yeri var. Çocukluğumda seyrettikten sonra uzun süre etkisinden kurtulamamıştım.

Babaannem, bahçemizdeki Denizli horozunun bile uyandıramadığı kara kuru torununu, yani beni, okul sabahları “Hadi kalk artık bakalım, Ömer Şerif,” diye uyandırırdı.

Bu film, Ömer Şerif’in sanat yaşamında da herhalde en önemli olaylardan biriydi.

Rus yazarı Boris Pasternak'ın aynı adlı romanından uyarlanarak 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından filme alınmıştı. 3,5 saat uzunluğundaki bu kapsamlı epik filmde Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşmışlardı. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği filmin Oscar, Altın Küre ve Grammy ödüllü özgün müziklerini Maurice Jarre bestelemişti. Film 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi görüntü yönetimi", "en iyi sanat yönetimi", "en iyi kostüm" ve "en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazandı.

***
Filmin önemli rollerinden birini Şarlo’nun kızı Geraldine Chaplin oynamıştı. Yapımcısı ise ilk gençlik hayallerimi süsleyen İtalyan dilberi Sophia Loren’in kocası Carlo Ponti idi.

Filmin o güzel müziği önce aklıma, sonra dudaklarıma geliyor, ıslıkla melodiyi yakalıyorum.

İgor, elindeki lastik silgiyi kafama fırlatıyor:

“Ofiste ıslık çalma! Sen finansa bakıyorsun, bilmen lazım; para kaçar.”

Bu da garipsediğim bir Rus batıl inancı işte.

“Romanı da çok güzeldi,” diyor Yulia.

***
“Doktor Jivago” Sovyet yazarı Boris Pasternak’ın tek romanı Dünya edebiyatının klasik ve en tartışmalı metinlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Ne yazık ki benim okuduğum çeviri Rusça aslından değildi. Öyle olsaydı mutlaka daha çok keyif alacaktım. Eseri ilk kez geçen sene Rusça aslından tam metin olarak Türkçeye sevgili 
Hülya Arslan çevirdi.

Senelerce Rus klasiklerinin başka dillerden çevrilmesinden okurlar bir hal oldu. 

Bana bazen Türkiye’den arkadaşlarım soruyorlar filan Rus klasiğinin hangi yayınevinden basılanını okuyalım diye. Bir kere ön şart olarak örneğin Dostoyevskiy (Достое́вский)'i İngilizcedeki gibi Dostoevsky yazan çevirileri sakın almayın, okumayın; paranıza, zamanınıza, sağlığınıza yazık etmeyin, diyorum.

Yine Rusçadan başarılı çeviriler yapan arkadaşım Ali Rıza Dirik, başından geçen şöyle bir olayı anlatmıştı: Türkiye’de kitapçıda bir Rus yazarının kitabının kapağını çevirmeni kimmiş diye merak edip açıp, bakıyor: “İngilizce aslından çeviren …(ismi lazım değil)” diye yazıyormuş. İngilizce aslından? Yani Rusçadan başka bir dilde hiç yazmamış yazarın kitabını “İngilizce aslı”ndan çevirmişler. Vay be!

“Doktor Jivago”nun ilk yayımlanışının casusluk filmlerini aratmayacak bir macerası var.
Pasternak’ın 1956'da Noviy Mir Dergisi'ne gönderdiği romanı SSCB’nin resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle reddedilmiş. 

Sonrasında macera başlamış. Roman, 1957'de ilk kez İtalya'ya gizlice kaçırılmış, burada hem Rusça hem de İtalyanca olarak aynı anda yayımlanmış.

Ertesi yıl da İngilizce basılan "Doktor Jivago" kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek bütün dünyada yaygın bir üne sahip oldu.

Pasternak,1958 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü.
Hıza bakın!

2007'nin ilk günlerinde İngiliz gazetesi The Sunday Times, bir Rus araştırmacıya dayandırdığı haberinde Pasternak'ın Nobel Ödülü almasında İngiliz ve Amerikan gizili servislerinin rolü olduğu iddiasını ileri sürdü.

Gazete, bu iddiasını, Moskovalı araştırmacı İvan Tolstoy’un yeni kitabına dayandırıyordu. 

Habere göre, Pasternak'ın “Doktor Jivago” romanının batılı arkadaşlarına yolladığı kopyalarından bir tanesi Malta'da ele geçirilmişti. Bu kopyalardan birini taşıyan uçak Malta’da inişe zorlanmış ve yolcular beklerken CIA ajanları kitabın sayfalarını fotoğraflamışlardı. Ve CIA eşzamanlı olarak Avrupa'nın birçok merkezinde Doktor Jivago'yu Rusça olarak bastırtmıştı. Gazetenin iddiasına göre bu operasyon, romanı yasaklayan Sovyet yönetimini küçük düşürmek için planlanmıştı.

Aynı haberde 1958 yılının ödülünü belirleme sürecinde ellerinde “Doktor Jivago”yu buluveren Nobel Edebiyat Jürisi’nin şaşırıp kaldığı da yazıldı.

***
“Soğuk Savaşın mezesi yapılmıştı Pasternak ve romanı. Yazık!” diyorum.

Yulia, “Ama bütün bunlar kuşkusuz ne Pasternak’ın, ne romanının, ne de filmin değerini düşürmüyor,” diyor. Sonra ekliyor:

“Sakın Ömer Şerif’in aktörlüğünü sorguladığımı falan sanmayın, yalnız aklımın almadığı şey, filmin yapımcılarının neden Jivago rolünü Ömer Şerif gibi bayağı esmer tenli birisine oynattıkları... Hiç mi tipi daha çok Rusa benzeyen bir aktör bulamamışlar?” diyor.

“Valla,” diyorum, “Filmin ‘casting’ini yapanların makul bir gerekçeleri vardır mutlaka.”

Ben bunları anlatınca İgor, “Batılıların işi gücü bu, huylu huyundan vazgeçmiyor,” diyor.

Serkan, yine sulu:

“Bu ‘huy’ Türkçedeki anlamındaki gibi d’il mi abi?”

İgor, hemen Soğuk Savaş dönemine ait soğuk bir fıkra sokuşturuyor araya:

“Efendim, Amerikalılar bir casuslarını eğitip Rusya’ya yollarlar.

İşi şansa bırakmamak için öncesinde adamı çok sıkı bir eğitimden geçirirler.

Rus dilini bir Rus gibi konuşacak kadar öğrenir. Telaffuz, vurgular mükemmel.”

Serkan, muhabbete limon sıkmaya her zaman hazır olduğundan kendi dertli olduğu konuyu soruyor:

“Padejleri de yanlışsız mı kullanıyormuş?”

İgor, aldırmadan devam ediyor:

“Sadece dili değil, Rus tarihini, coğrafyasını, kültürünü, görenek ve geleneklerini de çok iyi öğretiyorlar. Sonunda sen artık oldun deyip adamı Sibirya’da bir şehre gönderiyorlar.

Evrakları, pasaportu, her şeyi tastamam...

Amerikalı Mr. Michael Smith Jr. adeta Rus vatandaşı tavariş Mihayil Mihayiloviç Kuznetsov olmuş. Sanki gerçek bir Mişenkacık...

Bizim casus bir iki gün dolandıktan sonra bir bara gidiyor. Kendisine kalabalık bir grubun oturduğu masaya yakın bir yer seçip oturuyor.

Bir süre sonra o masadakilerle ahbaplık etmeye başlıyor. Sohbet ediyorlar, bir yandan da içiyorlar.

Adamımız 'tost'lara da iyi çalışmışmış. Fakat her kadeh kaldırışlarında “Sağlığınıza yoldaşlar,” dediğinde masadaki Ruslar hep bir ağızdan “Sağlığına casus yoldaş!” diye kadeh kaldırıyorlarmış.

Adam şaşırmış, ama bozuntuya vermemiş.

En sonunda dayanamamış, en yakınındakine sormuş:

‘Yahu yoldaş, her kadeh kaldırdığımızda bana ‘sağlığına casus yoldaş’ diyorsunuz. Nereden anladınız benim casus olduğumu?’

Rus cevap vermiş:

‘Çok basit casus yoldaş,’ demiş. Bizim buralarda hiç zenci yaşamaz ki.’”

Çok gülüyoruz. Ben “Doktor Jivago” konusuna geri dönüyorum.

***
Boris Pasternak, 1958 yılında ödülü önce kabul etmiş, daha sonra ise ülkesinin (SSCB) yetkilileri tarafından ödülü geri vermeye zorlanmış. Yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kalmış.

SSCB'de uzun yıllar yasak olan roman ancak 1985 sonrasında Rusya’da da yayımlanabilmiş.

Serkan soruyor:

“Peki, bu kadar uluslararası siyasi çekişmeye, entrikaya neden olan romanın konusu neydi?”

Anlatıyorum:

Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında geçen roman, adını kahramanı şair doktor Yuri Jivago'dan almıştı. Arka planında bu siyasi çalkantıların bütün detaylarıyla anlatıldığı bu destansı romanın ön planında da iki kadın arasında kalıp sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış ve savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede oradan oraya sürüklenen aynı zamanda şair bir tıp doktorunun dramı anlatılıyordu.

Bu durumdan olumsuz etkilenen ve içlenen Pasternak, Ataol Behramoğlu'nun dilimize kazandırdığı aşağıdaki şiiri yazmıştı:

NOBEL ÖDÜLÜ

Bitkinim, izlenen bir hayvan gibi
Gürültü, şamata ardımsıra.
Bir yerlerde insanlar, özgürlük, aydınlık
Bir çıkış yolum yok dışarıya.

Kara bir orman ve göl kıyısı
Devrik bir köknar kütüğü karşımda
Yolum kesilmiş dört bir yandan
Olsun artık ne olacaksa.

Ne yaptım, işlediğim suç ne,
Katil miyim, mücrim miyim ben?
Ülkemin güzelliği üstüne şiirlerimle
Ben değil miyim dünyaya göz yaşı döktüren.

Yine de, çok az kala ölümüme
Gelecek bir zamana inanıyorum.
Alçaklığı ve kötülüğü
Aşacağına iyilik ruhunun.

***
Ben anlatmaya devam ediyorum:

“Romanın Rusçadan çevirisini yapan Hülya Arslan, ‘Jivago’ Rusça ‘yaşamak’ fiilinden geliyor. Pasternak bir söyleşide, küçükken kilisede söyledikleri bir ilahide İsa’dan sonsuz yaşayan (jivago) olarak bahsedildiğini ve sürekli bunu zihninde kendi kendine tekrar ettiğini söyler ve daha o zamanlarda bunun bir kahramanına ad olacağına karar verdiğini de ekler, diyor.”

İgor:

“Çok güzel,” diyor, “Pasternak da, Ömer Şerif de belleklerde yaşamaya devam edecek.”

Hepimiz iç çekiyoruz.

“Doktor Jivago” filmi kare kare gözlerimizin önünden geçiyor. Ömer Şerif’in hülyalı gözleri, roman, müzik aklımıza geliyor.

Serkan sessizliği bozuyor:

“Ya işte böyle! ‘Doktor Jivago’ya da kalmadı bu dünya!”



Moskova, 13 Temmuz 2015

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Kadınlar Da Düşünebilir, Hatta Sarışınlar Bile!



Arbat’tan Hamovniki tarafına doğru ara sokaklardan yürürseniz onlarca kafe görürsünüz. Bazıları Rus muhaliflerinin takıldığı sevimli mekanlardır. Hamovniki biraz bizim Cihangir’e benziyor. Rusların entelektüel düzeyinin bizdekilerden üç beş fersah yukarıda olduğu bir gerçek. Ancak buna rağmen yine de o çok bilmişlik ve her şeyin yüzeyde olması hali insanda tuhaf duygular uyandırıyor.

Savaş karşıtı sloganlarla bezenmiş, sakalı göbeğine kadar uzanan oğlanların ve bol piyirsingli kızların kapısına bisikletlerini park ettikleri, her elde bir ayfon, her masada fanzinler ya da muhaliflerin popüler gazetesi Nezavisimaya olan bir kafedeyim. 

Duvardaki “не груз 200” (nie gruz 200)sloganlarının, savaş karşıtı protesto fotoğraflarının, afişlerin yanında kocaman bir Marilyn Monroe görüntüsü duruyor. Kahvemi içerken duvardaki en sevimli imaja, Marilyn’in güzel yüzüne bakıyorum ve Rusçam yeterli olsaydı eğer buradaki sakallı laybırıl gençlere anlatacağım “öteki Marilyn’i” düşünüyorum. Onlara anlatamadığıma göre buyrun size anlatayım.

Düşünen Bir Sarışın, Üstelik Bir de Yahudi

Marilyn Monroe pek çok insanın kafasında tıpkı bu kafenin duvarındaki fotoğrafta olduğu gibi seksi bir sinema yıldızı olarak canlanır. Oysa o “aptal sarışın” kalıp yargısının arkasında gayet derin politik fikirleri olan bir insan durmaktadır.

Monroe genel olarak bir özgürlükçüydü. Dinsel baskıya, sansüre ve politik kısıtlamalara karşıydı. Arkadaşı Jane Russel’la ilgili olarak “Jane beni defalarca dine geri döndürmek için uğraştı, bense ona Freud’u tanıtmaya çalıştım” diyordu. En azından üçüncü eşi yazar Arthur Miller’la evlenene kadar dinsiz olduğunu biliyoruz. Nikahtan dakikalar önce Miller’ın da dini olan Yahudiliğe geçti. Miller’dan boşandıktan sonra da Monroe ömrünün sonuna kadar yahudi olarak kaldı, yahudi yardım kampanyalarına katıldı, rabbi Robert Goldburg’dan yahudilik dersleri aldı, İsrail’i destekleyen siyonist içerikli konferanslar verdi.

Çok tuhaf değil mi? Aslında dönemin koşullarını düşününce o kadar da tuhaf sayılmaz. Monroe’nun yahudiliğini daha çok “sosyolojik yahudilik” olarak niteleyebiliriz. Soykırımın üzerinden henüz bir on yıl bile geçmemiştir ve siyonizm dünyada Sovyetler dahil tüm ilerici güçler tarafından desteklenmektedir. Öte yandan Monroe’nun yahudilikte ısrar etmesi Holywood’da ve genel olarak Amerikan siyasetinde etkili olan yahudi lobisiyle de ilişkilendirilebilir. Yahudi olmak ya da yahudilere yakın olmak şöhret yıldızının parlaması anlamına gelmektedir.

Monroe, neredeyse her zaman güzelliği ile ön plana çıkarılan bir kadındı. Bu durumdan kendisinin de az-çok rahatsız olduğuna dair bazı ipuçlarımız var. Basın danışmanı Patricia Newcomb’un aktardığına göre, intiharından hemen önce verdiği bir röportajın sonunda gazeteciden kendisini ciddiyetle dinlemesini istiyor ve şunları söylüyor:

“Aslında söylemek istediğim şey sadece şu: Dünyanın gerçekten ihtiyaç duyduğu tek şey gerçek bir kardeşlik hissidir. Herkes: starlar, işçiler, siyahlar, yahudiler, Araplar.. hepimiz kardeşiz.

Lütfen benimle dalga geçme ve röportajı bu fikirlerimle bitir.”

Komünistlerin Dostu

Devletin komünistlere karşı tutumunun bir cadı avına dönüştüğü Mc Carthy döneminde FBI Monroe için de bir dosya tutmuştu. Bu dosyada Monroe “çok büyük olasılıkla solcu” olarak niteleniyordu. Yakınındakilerin anlatımlarına göre “Herkesin, siyahların ve yoksulların eşit haklara sahip olması konusunda son derece tutkulu biriydi. Kendini özellikle işçilerle özdeşleştiriyordu.”

Marilyn arkadaşımızın (dikkat ederseniz solcu yapmakla kalmadık arkadaş da olduk kendisiyle) beni hayal kırıklığına uğratan tek eylemi 1954 yılının Şubat ayında Kore’deki ABD askerlerine moral vermek için yaptığı gösterilerdir. O dönemde Monroe, beyzbol yıldızı Joe DiMaggio ile yeni evlenmişti ve balayı için Japonya’daydı. ABD ordusunun davetiyle Kore’deki askerlere bir moral ziyareti yaptı. Bu ziyaret dört gün sürdü. Bu dört gün boyunca Monroe on kez sahneye çıktı ve yaklaşık yüz bin asker tarafından izlendi. Kendi söylediğine göre bu “hayatında başına gelen en güzel şeydi”.

Monroe tabii ki olaya insani açıdan bakıyordu. Yaklaşık dört yıldır memleketlerinden uzakta ve savaşın içinde olan askerlerin ona gösterdiği sevgiden ve ilgiden etkilenmişti. ABD önderliğindeki BM güçlerinin başka bir halkın topraklarında yüzbinlerce insanı öldürmesini sorgulayabilecek durumda değildi.

Ancak çok değil, beş yıl sonra Marilyn, bu kez önemli barış hareketlerinden birinin, SANE’nin ön saflarında görünecekti, hem de Marlon Brando, Henry Fonda, Arthur Miller, Harry Belafonte ve Ossie Davis gibi isimlerle beraber. SANE, nükleer karşıtı bir hareketti ve o dönemde Sovyetler Birliği’nin silahsızlanma politikasına aktif destek veriyordu.

Monroe’nun yaşamının son altı yılında görece solcu fikirlere sahip olmasında Arthur Milller’in bir etkisi olmuş olabilir. Miller yaşamı boyunca komünist faaliyetlerin içinde olmuş biriydi, Mc Carthy’nin Amerikan Karşıtı Aktiviteler Komisyonu tarafından sorguya çekildi. 21 Haziran 1956 tarihindeki sorgulamada komünistlere yardım ettiğini, onlarla yakın ilişkisi olduğunu kabul etti ama komünist arkadaşlarının isimlerini açıklamayı reddetti. Mc Carthy faşizmine karşı fevkalade cesur bir duruş sergilemişti. Ancak tüm bunlardan daha ilginç olanı  Miller’ın, Marilyn’le evlenme planlarını da aynı sorgulama sırasında açıklamasıydı.

Marilyn, Miller’den önce de özgürlük konusunda radikal sayılabilecek fikirlere sahipti, belki sadece bunları politik bir bağlamda kullanmıyordu. Sansürden nefret ediyordu, insan düşüncesinin özgür olmasından yanaydı, kimsenin melek olmadığını ama “iyilik” kazansın diye mücadele etmek gerektiğini söylüyordu. Sonuçta yoksul bir ailenin çocuğuydu, pekiyi bir eğitim görmemişti. Ancak aktrist olmadan önce silah üreten bir fabrikada işçiydi, işçi sınıfının içinden geliyordu ve büyük olasılıkla bu durum zihniyetini şekillendiren en önemli etmenlerden biriydi.

Yine de Monroe’nun sadece bedeniyle değil fikirleriyle de var olma çabası genelde sonuçsuz kalmış olmalı ki medya onu böylesi görüşlerinden ziyade şuh bakışlı, güzel memeli, aptalca bir sarışın olarak resmetti. Bugün yaşasa büyük ihtimalle -Amerikan türü de olsa- solculuğu seçer ve kesinlikle savaş karşıtı, insan haklarından yana biri olurdu. Ama ne yazık ki “solcuların” falan takıldığı kahvelerde bile onu hala sadece dudakları, bacakları ve memeleriyle görüyoruz.

14 Temmuz 2015 Salı

YABANCI YAZARLAR NE DEDİ? TOLSTOY MU, DOSTOYEVSKİY Mİ?


Kaynak: TurkRus.com

Bu arada notosoloji.com sitesinde de daha önce aynı sorunun yabancı yazarlara sorulmasıyla yapılan bir haber Türkçeye çevrilmişti.

Yazının orijinali themillons.com sitesinde Kevin Hartnett tarafından 2012 yılında kaleme alınmıştı:

"Tolstoy mu, Dostoyevski mi? Neredeyse iki yüz yıllık soru.

Ama edebiyat insanlarını hâlâ ilgilendiriyor. Sonuçları da anlamlı.

Sanat söz konusu olduğunda anket yapmak biraz saçma, biliyoruz. Sanatın ampirik birtakım standartlara, düzenlemelere göre kesin bir şekilde değerlendirebileceğini varsayar anketler. Ama biz biliyoruz ki, kimse neden bir kitabı öbürüne yeğlediğini ya da bir ressamı öbüründen daha çok sevdiğini kesin bir biçimde formüle edemez. Aşk bir bilim değildir.

Ama yine de, onları fazla ciddiye almamamız gerektiğini unutmazsak, anketler eğlenceli olabilir. The Millions’ın köşe yazarı Kevin Hartnett da çok da yeni olmayan “Tolstoy mu, Dostoyevski mi?” sorusunu böyle bir anket aracılığıyla cevaplıyor.

George Stenier’ın tam da bu konuyla ilgili yazmış olduğu Tolstoy or Dostoyevski adlı çalışmasından yola çıkan Hartnett, 19. yy Rus Edebiyatı üzerine uzmanlaşmış sekiz kişiye ulaşarak fikirlerini sordu.

Tolstoy için, “Destan geleneğinin en büyük mirasçısı”; Dostoyevski içinse, “Drama söz konusu olunca Shakespeare’den sonraki en büyük isim” diyen Steiner’ın dışındaki uzmanlardan birkaçının konu hakkındaki görüşleri şöyle:

Ellen Chances, Rus Edebiyatı Profesörü, Princeton Üniversitesi

Asıl sorulması gereken sorunun “kim daha iyi değil, Tolstoy ya da Dostoyevski okumak ile ne öğrenirim” olması gerektiğini söyleyen Ellen Chances, iki yazarı da çok sevdiğini ve ikisinden de farklı şeyler öğrendiğini dile getiriyor. Karamazov Kardeşler ve Anna Karenina romanları üzerinden karşılaştırma yapan Profesör Chances, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’de Tanrı’nın olduğu bir dünyada masum çocukların nasıl acı çekebildiğini, Tolstoy’un ise Levin karakteri üzerinden hayatın anlamını sorguladığını belirtiyor.

“Sonuç olarak iki yazarın da vardığı sonuç hayatın anlamının saf bir entelektüel çaba, zihin 
gücü ile anlaşılamayacağı, hayatın düz bir çizgide ilerlemeyen ritmine ayak uydurmak gerektiği oluyor.” İki yazarın farklılaştıkları noktalar ise karakterlerini oturttukları psikolojik zemin. “Tolstoy karakterlerini sosyal bir grup içinde resmeder; o grup içerisinde öbürleriyle kurduğu ilişki üzerinden kurgular. Dostoyevski ise bireyin iç dünyasını sorgular. Tolstoy’un romanlarında sıradan insanların başına ekstrem şeyler gelir. Dostoyevski ise sıradan insanın içinde barındırdığı aşırılıkları sergiler.”

Profesör Chances değerlendirmesini şöyle bitiriyor: “İki yazar da beni hayatla ilgili bir şeyleri sorgulamaya teşvik ediyor. Ama sonuç olarak ikisi de hayatın kendisinin, sorgulamasını yapmaktan daha değerli olduğunu gösteriyor.”

Chris Huntington, Mike Tyson Slept Here romanının yazarı

Kim daha iyi bilmiyorum ama ben Dostoyevski’yi daha çok seviyorum diyen Huntington şunları söylüyor: “Tolstoy okumak beni başka bir dünyaya ışınlıyor. Dostoyevski okumaksa bu dünyadayken bana kendimi canlı hissettiriyor. Birine sinirlendiğimde Karamazov Kardeşler’den cümleler üşüşür aklıma. Tolstoy’un kitabını bitirince ise rütbeler, serfler ve Anna Karenina gibi etkileyici kadınların olduğu o büyülü dünyadan çıkıp kendi evime, çamaşır ve bulaşık makinesi gerçeklerinin olduğu dünyama geri dönerim. Belki de Dostoyevski’yi sevebilmek için büyümek gerekiyordur. Biraz olgun bir sevgiyi hak ediyor Dostoyevski. On sekiz yaşındaki ben Suç ve Ceza’yı okusam anlamazdım eminim. 

Anlayabilmek için pişmanlıklar gerekli belki de.”

Andrew Kaufman, Understanding Tolstoy kitabının yazarı ve Slav Dilleri ve Edebiyatı Profesörü, Virginia Üniversitesi

Benim tercihim Tolstoy’dan yana diyor Kaufman. Bunun nedeni Tolstoy’un sanat üzerine söylemiş olduğu sözlere Kaufman’ın da katılması. “Hayatı her türlü tezahürü içinde sevdirebilmeli sanat; hatta insanları buna mecbur etmeli,” diyen Tolstoy’un romanlarının bunu başarabildiğini, fakat Dostoyevski’yi bu konuda başarısız bulduğunu belirtiyor.


“Dostoyevski bireyin içindeki psikolojik parçalanmayı resmetmiştir. Modern hayat deneyiminin kişiyi ne kadar yalnızlaştırabileceğini, ideallerin ya da fikirlerin insanı nasıl ele geçirip parçalayabileceğini anlatmıştır. Fakat hayatın her haliyle sevilebilir olduğunu göstermeye çalıştığında, başarısız olmuş, fazla romantik ve hayalperest bir sonuca ulaşmıştır. Dostoyevski mutluluk için adeta yıldızlara ulaşmamız gerektiğini bize söylerken, Tolstoy gerçek hayatın mükemmellikten uzak yapılarında bile mutluluğu bulabileceğimizi söyler. Anna Karenina’da mükemmellikten oldukça uzak olan Kitty ve Levin’in evliliği, bunun bir örneğidir." 

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Tolstoy mu, Dostoyevski mi?


Kaynak : Sputnik Türkiye

Klasik Rus edebiyatının dönemdaş iki dev ismi Tolstoy ve Dostoyevski, 19. yüzyıldan beri birbirleriyle kıyaslanmaktan kurtulamadı. Biz de ‘Tolstoy mu Dostoyevski mi?' sorusunu, edebiyatın usta kalemleri Ahmet Altan, Ataol Behramoğlu, Gündüz Vassaf, Mario Levi ve Selim İleri'ye yönelttik.

Rus ve dünya edebiyatını derinden etkileyen 19. yüzyılın iki büyük yazarı Lev Tolstoy ile Fyodor Dostoyevski, yüzyıllardır birbirleriyle kıyaslanageldi. İlginçtir ki iki yazar, çağdaş olmaları ve aynı sosyal çevreyi paylaşmalarına rağmen ne bir kez olsun yüz yüze görüştü ne de birbirlerine tek satır mektup yazdı. Ancak hayatlarında hiç temas noktası oluşturmasalar da birbirlerinin eserlerini her zaman yakından takip ettiler.

Dostoyevski ‘Bir Yazarın Günlüğü' kitabında Tolstoy'un ‘deha' olduğunu ve ‘olağanüstü yüksek sanat' yaptığını vurgulayarak şu ifadelere yer verir: "Anna Karenina'nın yazarı gibi insanlar, toplumun öğretmenleridir, biz ise sadece onların öğrencileriyiz."

Tolstoy ise ‘Ölüler Evinden Anılar' kitabını okuduktan sonra Dostoyevski'yi Puşkin'den bile üstün tutarak, modern Rus edebiyatında Puşkin'in eserleri dahil, böylesine iyi bir kitap hiç okumadığını söyler.

Dostoyevski'nin ölüm haberini aldıktan sonra, Rus düşünür ve edebiyat eleştirmeni Nikolay Strahov'a yolladığı mektupta da şöyle yazar: "Onu bir kez olsun görmedim ve onunla hiç konuşmadım ama şimdi ölünce, birden anladım ki, Dostoyevski bana en yakın, en kıymetli, en gerekli insanmış…"

Her ne kadar aynı çağın yazarı iki isim, birbirlerinin sanatına böyle hakkaniyetli yaklaşmış olsalar da ‘Tolstoy mu Dostoyevski mi?' kıyaslaması, 19. yüzyıldan beri edebiyat çevreleri ve okurların en çok tartıştığı konular arasında yer alıyor.

Biz de sanatta kıyas ve anketin yetersiz, hatta belki de gereksiz olduğu gerçeğini kabul etsek de, yıllardır tartışılagelen bu soruyu edebiyatın usta kalemlerine yönelttik.

Ahmet Altan, Ataol Behramoğlu, Gündüz Vassaf, Mario Levi ve Selim İleri'nin ‘Tolstoy mu Dostoyevski mi?' sorusuna yanıtı şöyle oldu:

AHMET ALTAN: 
Aslında edebiyat, içinde birçok farklı yazara yer veren, çok renkli bir nehir gibi akar. Edebiyatta ‘biri diğerinden daha iyi' gibi bakılmaz. Ama Dostoyevski ve Tolstoy çağdaş olduklarından ve iki ayrı anlayışı temsil ettiklerinden dolayı bu soru hep kaldı.
Ben Tolstoy'u tercih edenlerdenim. Tolstoy'un anlatımı bana, daha ‘hayatı kucaklayıcı' gelir. Tolstoy'un elleri o kadar iridir ki, hayat onun içinden akıyor gibi gözükür bana. Ayrıca Tolstoy'un yazı kuvvetinin de Dostoyevski'den daha fazla olduğunu düşünüyorum. Dostoyevski'nin yazı gücü çok fazla değil, ama ‘deliliğin sınırını geçip deliler dünyasına, aklın kara yanlarına gidip onları anlatan bir haberci' gibi gelir bana. Yani yazardan ziyade, insanlık tarihinde çok az insanın yapabildiği belki de Dostoyevski'den başkasının yapamadığı bir işi yapabilmiş biri olarak gözükür.

Benim için Tolstoy, yazar ve edebiyat olarak daha büyüktür, daha hayatı kapsayıcıdır. Dostoyevski hayatın daha dar bir kesimiyle ilişki kurmuşken, Tolstoy bütün toplumu olaylarıyla birlikte anlatabilen bir bakışa ve güce sahiptir.

Ayrıca edebiyatta bütün bunlar biraz da laftır, birini seversiniz birini sevmezsiniz, ben Tolstoy'u severim.

ATAOL BEHRAMOĞLU: 
Lev Tolstoy her zaman tercihimdir. Romanlarında gereksiz uzatmalar olmadığı için. Daha az didaktik olduğu için. Hem mülk sahibi çevreleri hem de köylüyü aynı başarıyla betimleyebildiği için. Dostoyevski'de hiç bulunmayan olağanüstü doğa betimleri için. Yer yer bilinç akımına yaklaşan anlatım özellikleri için.

Suç ve Ceza'yı, Karamazof Kardeşleri, Budala'yı bir daha okur muyum, bilmem. Fakat İvan İliç'in Ölümü'nü, Anna Karenina'yı, Savaş ve Barış'ı yine okuyabilirim. Tolstoy'un yapıtlarında genişleyen, derinleşen bir şey var. Dostoyevski ise hep kendi çevresinde dönüyor gibi.

Sonuç olarak ikisi de çok büyük yazarlar. Fakat Tolstoy'un açık, aydınlık, araştırıcı, canlı yaşamla dolu ruhu, bana Dostoyevski'nin huzursuz, asabi, patetik kimliğinden çok daha yakın.

GÜNDÜZ VASSAF: 
Bu, ilk düşündüğümde, ‘Aşklarından hangisini seçersin?' sorusu gibi veyahut da bir gözümü, öbür gözüme tercih etmem gibi. İkisi de hayata farklı dokunuş noktaları, onun için birini öbürüne tercih etmem mümkün değil. Tolstoy'a da aynı soruyu sormuşlar, ‘Ben böyle bir mukayese yapamam' demiş. Ama bu soru, kaç ülkede tartışıldı, hala da tartışılıyor yazarlar arasında. Bu soru hakkında kitaplar var. Ne mutlu ki Rusya'ya, böyle iki yazar anadillerinden onlara seslenmiş. Başka hangi ülke var ki dünyada, iki yazarını böyle tartışabiliyoruz.

Dostoyevski, psikolojik romancılığın başlangıcı, Tolstoy da efsanenin, Homeros'un devamı sayılır. Fakat bunlar bence yapay kategoriler. Ben ikisinde de insanı dolu dolu yaşıyorum.
Tolstoy'da, Dostoyevsky'e göre daha çok tarihi panaroma, Dostoyevsky'de içimdeki çelişkili duygular var. Tolstoy'da tarihin beni, benim de tarihi yarattığımı, Dostoyevsky'de, ben diye bildiğim benin, beni her zaman şaşırtabileceğini yaşıyorum.

İki kitabım var; ‘Cehenneme Övgü' ve ‘Cennetin Dibi'. Bu kitapların adlarından yola çıkarsam, Dostoyevski ile ‘Cehenneme Övgü'yü yaşıyorum. Tolstoy'la da ‘Cennetin Dibi'ni. Tolstoy benim için sonsuz, derin bir okyanus, Dostoyevski gürül gürül akan bir şelale… Tolstoy'la aşkın bütünlüğünü sorguluyorsunuz, Dostoyevski hayatınızın ilk sevişmesi…
Klasik bir soru vardır ya, "Issız adaya gitsen, hangi kitabı götürürsün?" diye. Issız adaya gitsem yanımda mutlaka Tolstoy'u götürürüm. Ama evde tek başımayken gece yarısı kitabım da Dostoyevski olur.

Benim için şaşırtıcı olan bu denli özgür iki insanın, dinle git gelli cebelleşmelerinde özgürleşememeleri. Ama belki Rus olmak biraz da bununla ilgili.

MARİO LEVİ: 
Benim kesin tercihim Dostoyevski'dir. Çünkü Dostoyevski'de insan karakterlerinin çok daha derinlemesine işlendiğine inanıyorum. Ayrıca şöyle bir ayırım yapıyorum, Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu' adlı kitabında iki zihin şekli olduğunu söylemişti; biri ‘Apollonian', öteki de ‘Dionysian' zihin. Apollonian olan bilgeliği, mantığı, aklı öne çıkarır; Dionysian olan ise duyguyu. Tolstoy ile Dostoyevski arasındaki fark bence burada anlam kazanıyor. Ben Tolstoy'u daha çok Apollonian, Dostoyevski'yi de Dionysian olarak görüyorum ve her zaman için tercihim duygular yönünde olmuştur.

Şöyle ilginç bir gözlemim de var: Dostoyevski ve Tolstoy'u Rusçadan okuma talihine sahip olan gerek Ruslar gerekse de Rus edebiyatı uzmanlarıyla görüştüğüm zaman, ilginç olarak onlar Tolstoy'un daha önemli bir yazar olduğunu söylediler. Yani Rusça bilenler açısından durum bu. Haliyle "Acaba Tolstoy Rus edebiyatı üzerinde daha önemli bir etki mi bıraktı?" sorusunu kendime de sormuyor değilim. Tolstoy, Rus edebiyatı içinde Dostoyevski'den daha önemli bir yazar olabilir ama benim tercihim her zaman Dostoyevski'dir.

Dostoyevski'yi sevmek daha zordur ama bir sevdiniz mi seversiniz. Ayrıca çekinerek bu ifadeyi kullanacağım ama ben Tolstoy'u Dostoyevski'den daha sıkıcı buluyorum. Dostoyevski beni alıp götürüyor, Tolstoy'u okurken ise zaman zaman çok sıkıldığımı hatırlatırım.

SELİM İLERİ: 

Benim yazarım muhakkak ki Dostoyevski'dir, ama Tolstoy da elbette Rus edebiyatının en büyük yazarlarından birisi. Başta Anna Karanina olmak üzere çok büyük bir zevkle okuduğum bazı kitapları var. Dostoyevski ise yaradılışıma daha yakın. Ondaki büyük merhamet duygusu, yazarlık yaşamımda bana daima kılavuz oldu. İç dünyaları Tolstoy'dan daha derinlemesine incelediği için 20. yüzyıl edebiyatına yol açan bir öncü yazar olduğunu düşünüyorum. Tabii, Tolstoy'un Anna Karanina'sı da başlı başına bir iç dünya çözümlemesi, İvan İliç'in Ölümü de aynı şekilde, ama Dostoyevski benim yaradılışıma her zaman daha yakın geldi. Kendi iç fırtınaları da bana çok etkileyici gelmiştir.

10 Temmuz 2015 Cuma

Giyotin / M. Hakkı Yazıcı


Kaynak: http://www.turkrus.com/


Yulia’nın başı ağrıyordu.

Ne zaman ağrımıyordu ki?

Müzmin migren ağrıları küçücük yaşlarından beri yakasını hiç bırakmamıştı Yulia’cığın.

Buğulu gözleri bilgisayar ekranına sabitlenmişti, ama belli ki aklı başka yerlerdeydi.

Onun o güzel yeşil gözlerindeki ızdırabı her fark ettiğimde içim parçalanıyordu.

Gitmediği doktor, denemediği ilaç kalmamıştı. Ama nafile…

Ağrı derdi bir yana, bir mit gibi toplumsal bilince yerleşmiş olan “Migrenin tedavisi yoktur, onunla yaşamayı öğrenmek gerekir” düşüncesi iyice kahrediciydi.

Serkan’ın yersiz sululuklarını hiç sevmem ya, yine kaşla göz arasında o densiz şakalarından birini yaptı:

“Senin baş ağrılarından kurtulmanı ancak giyotin sağlar,” dedi.

Öfff, lafı bile korkunç…İğrenç bir şaka.

Malum giyotin, idam mahkûmlarını cezalandırmak üzere, başını kesmek amacıyla geliştirilmiş en tiksinç idam araçlarından biriydi.

Yulia’nın o güzel kafasının bu korkunç aletle vücudundan ayrılması şakası bile beni kötü yapmaya yetmişti. Oysa o güzel baş o güzel vücuda ne kadar çok yakışıyordu.

Öğlen arası tatili başlayınca Yulia önce tuvalete gitti, sonra aniden kayboldu.

Halbuki birlikte yemeğe gideriz diye umuyordum.

Serkan, “Nereye gitti biliyor musun?” dedi.

“Yemeğe, bizim avludaki yemekhaneye, stalovayaya gitmiştir,” diye cevap verdim.

“Yok, yok,” dedi, “Mutlaka eczaneye gitmiştir. Ben senin baş ağrılarını ancak giyotin keser derken, gizlice önündeki kağıda not aldığını gördüm. Giyotini bugüne kadar hiç duymadığı bir ilaç ismi zannetti.”

“Yahu Serkan, niye başkalarının çaresizlikleri seni bu kadar eğlendiriyor? Bu kötü huyundan hiç vazgeçmeyecek misin?” diye çıkıştım.

***
İgor:

“Lavoisier’i biliyor musun?” diye sordu.

“Biliyorum. Şu ünlü Fransız kimyacı, bilim adamı değil mi?”

“Evet. Lavoisier giyotin sehpasına çıkarken okuduğu kitapta kaldığı yere ayraç koymus.”

“Demek ki dini bütün bir kimyacıymış. Öbür tarafta devam ederim diye düşünmüştür.”

Serkan, yine kel alaka bir soru sordu:

“Hangi kitapmış, belli mi?”

İgor, Serkan’ın sorusunu es geçip:

“Çok daha ilginci: Lavoisier'in yakın arkadaşı kafası kesilecek diye üzülürken o, üzülme, ama senden bir ricam var: kafam sepete düştüğünde eğer iki kere göz kırparsam anla ki hayat bir süre daha devam ediyor demektir, demiş ve iki kez göz kırpmış.”

“Ne de olsa bilim insanı!”

“Ya asılsa, ip kopup idamdan kurtulsaydı? Giyotinden kurtuluş yok,” diyor Serkan.

Ben de bir ekleme yapıyorum:

“Benim de bildiğim benzer, şöyle: İnsanın kafasının kesildikten sonra bir süre daha yaşayıp yaşamayacağı konusunun açığa çıkmasını istiyor. Arkadaşına diyor ki kafam düşerken sepete iyi bak. Sana iki defa göz kırpacağım. Eğer kırparsam beynin hemen ölmediğini anlarsın. Tersi olursa da öldüğünü… Ve göz kırpıyor.”

Serkan, “Peki, niye idam etmişler adamcağızı?” diye soruyor.

İgor:

“Topladığı vergilerin ufak bir kısmını deneylerine kaynak olarak aktardığından giyotine gitmiş.”

Yaşanan korruptsiya ( Коррупция-Rüşvet ) örneklerinden başı dönen Serkan:

“Yolsuzluğun böylesine can gurban!” diyor.

O dönemde sadece Lavoisier mi, Fransız Devrimi kendi evlatlarını da yiyor; Danton ve Robespierre de adını mucidi Fransız doktor Guillotin'den alan giyotinden kafasını kurtaramayanlardan.

Öncesinde Fransa Milli Meclisi’nin idamını onayladığı, açlıktan bitap düşüp, şikayetlenen yoksul halk için “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” diyen kraliçe Marie Antoinette'in de güzel başını gövdesinden giyotin ayırmıştı. 

Birden Yulia’yı giyotinde başı kesilmiş düşerken bana göz kırptığını düşündüm. İrkildim.

O güzel, buğulu yeşil gözler….

Eminim, pek çok erkek o güzel gözlere doya doya bakabilmek için açık havada, örneğin Gorki Park’ta, eksi yirmi derecede bile diz dize, göz göze, hiç kıpırdamadan saatlerce oturmaya can atar.

***
Rusya’da ilk zamanlarda beni en şaşırtan şeylerden biri Türkiye’deki gibi “nöbetçi eczane” uygulamasının olmayışıydı. Eczanelerin neredeyse tamamı her gün, yirmi dört saat açıktı.

Bu, güzel bir şeydi. Bir ilaca ihtiyacın olduğunda en yakın, her zaman açık eczaneden alabiliyorsun.

Türkiye’de olmadık zamanlarda ilaç ihtiyacım olduğunda önüme ilk çıkan eczanenin yarı karanlık vitrininden nöbetçi eczaneleri ve adreslerini okumaya, not almaya çalıştığımı, karışık adreslerden eczaneyi bulmak için sokak sokak arandığımı hatırlayınca bunun büyük bir lüks olduğunu anlamıştım.

Buna karşılık bana tuhaf gelen başka bir şey ise Rusya’daki eczanelerde her zaman kuyruk olmasıydı. Ruslar ne kadar çabuk ilaca sığınıyorlardı.

Ya o, televizyonlardaki ilaç reklamları…

İgor’a “Bir gün Putin’le karşılaşırsam televizyonlardaki ilaç reklamlarının yasaklanmasını tavsiye edeceğim. Halkın psikolojisini olumsuz etkiliyor. Önüne gelen doktor reçetesi falan olmadan ilaç alıyor. Ayrıca ne o öyle, sırtınız mı ağrıyor bu ilaç, barsaklarınız mı bozuk şu ilaç diye hep hastalık halleri hatırlatılıyor,” diyorum. “Hasta olmasam da onları izleyince kendimi kötü hissediyorum.”

İgor, yine alaycı bir ifadeyle gülümsüyor.

“Putin’le belki Metroda karşılaşırsanız, fikrini söylersin artık,” diyor.
Benim böyle ikide bir Rusya’yla ilgili “Bu böyle olmaz, şöyle yapmalısınız,” diye yaptığım eleştirilere alıştı, ama içinden kızıyor.

Bazen, “Yahu kendi memleketinde her şeyi düzelttiniz, şimdi sıra bizim memleketi adam etmeye geldi, d’il mi?” diye çıkışıyor.

***
Yulia, öğle arasından sonra elinde plastik bir poşetle ofise döndü.

Poşetin içinde formunu korumak için öğle yemeği niyetine yediği diyet salatası ve eczacı kadının tavsiyesiyle aldığı yeni bir ağrı kesici ilaç vardı.

Serkan’a:

“Giyotini ( gilyotin-гильотина ) sordum, ama eczacı kadın da böyle bir ilacı bilmiyormuş,” dedi.


Moskova, 07 Temmuz 2015