Moskova

Moskova

9 Eylül 2018 Pazar

Rusya’nın Kadın Canlandırmacıları



Mustafa Yılmaz



Rusça konuşulan topraklarda üretilen sanatın her çeşidinin bizde alıcısı çok: Edebiyat, müzik, sinema, bale. Bunlara kıyasla bazı öksüz dallar da var. Resim ve canlandırma gibi.

Rus sinemasının bizde gördüğü ilginin pek azı düştü çizgi filmlerin payına. Neden acaba? (*) Halbuki gösterme, resmetme, hatta hikâye anlatma becerisi bakımından Rus canlandırması, Rus sinemasının üstünde gelmiştir bana (**) Biraz da bu yüzden, sanatseverlerin ilgisinden bu kadar kolay kaçmasına şaşırmadan edemiyorum.

Şaşırmadan edemediğim bir başka şey de Rus canlandırmasında kadın sanatçıların ağırlığı (***) Françeska Yarbusova gibi ressamlar, Ludmila Petruşevskaya, Vera Tulyakova-Hikmet gibi senaristler, Klara Rumyanova gibi seslendirmeciler Sovyet zamanı imza attıkları harika işlerden dolayı kulağımda yer etmiş isimlerden bazıları.

Kadın canlandırmacıları son zamanlarda gitgide daha sık olmak üzere yönetmen koltuğunda da görmek mümkün. Meydana getirdikleri ise hayranlık uyandırıcı. Yelizaveta Skvortsova’nın çektiği Oyfn Veg Şteyt A Boym’dan şurada, Yulya Aronova’nın Marina Tsvetayeva’dan uyarladığı Annem ve Müzik’ten şurada, her ne kadar Sovyetlerin küçük isimleri açık açık yazmama âdeti nedeniyle o sırada dikkatimden kaçmış olsa da N(atalya) Dabija’nın Korney Çukovski’den uyarladığı Vanya ve Timsah’tan şurada ve son olarak büyük usta Aleksandr Petrov’un stüdyosundan kadın öğrenci kolektifinin çektiği Bir Kere Daha’dan şurada söz etmiştim.

Her iyi sanat eseri gibi insana biraz kendini değersiz hissettiren, yanlış işlere harcadığı zamanı sorgulatan, ama bunlardan daha önemlisi ilham veren, hepsi birbirinden muhteşem bu çalışmalara dört ekleme yapmak istiyorum bu yazıda. Sıralama yapım yılına göre:

İrina Kodyukova (d. 1954). Solovey (Bülbül, 2006, İngilizce alt yazılı)


İçinde muhteşem bir hayvancığın olmadığı tek bir Rus çizgi filmi yoktur herhalde. “Bülbül” de bunlardan biri. “Her masal bir mücevher” düşüncesiyle hazırlanmış Mücevher Dağı serisinden. Serinin her bölümü bir halk masalına ayrılmış. Kısa bir tanıtımın ardından asıl film başlıyor. Kodyukova’nın filmi bizdeki “Bülbülü altın kafese koymuşlar…” sözüyle akraba eski bir Tatar masalından uyarlanmış. Müziğe, mezarlık servilerine ve Rusların deyimiyle “ağlayan”, bizim deyimimizle “salkım” söğütlere dikkat.

Nina Bisyarina (d. 1981). Poyezdka k moryu (Denize yolculuk, 2008, neredeyse sözsüz)


  
Bisyarina, çalışmasını Rus tren yolculuklarına aşina olanların iyi bildiği ayrıntılarla süslemiş: demir yolu bardakları, “babuşkalar,” “kupe” komşuları, taşkınca gençler ve tren yolculuğunun vazgeçilmezi kızarmış tavuk yemeği. Muhtemelen otobiyografik ayrıntılar içeren, basit, Rusya’ya has bir yolculuk ve hayal gücü öyküsü.

Yekaterina Sokolova (d. 1968). Sizıy galuboçek (Boz güvercin ya da Cancağızım, 2010, neredeyse sözsüz)


  
Bu kez zaman ve mutluluk üzerine, bir ömrü kateden bir tren yolculuğu. Yaratıcılarının anne babalarına ithaf ettiği sözsüz bir yapıt. Filme adını veren şarkının kırık melodilerine, dönemleri işaretleyen küçük ayrıntılara ve hayvancıklara yine dikkat.

İrina Margolina (d. 1953). Çaykovski – Elegiya (Çaykovski – Bir Ağıt, 2011, Rusça)


Klasik müzik bestecilerine adanmış, Belarus yapımı “Eski Piyanonun Masalları” serisinden. Müzik müzik müzik. Ve fotoğrafik anılara eşlik eden mektup parçaları. Bir alt yazı paylaşabilmek çok iyi olurdu ama ne yazık ki yok. Yine de izleyici kendini müziğe ve imgelere rahatlıkla emanet edip bu muhteşem sentezin tadını çıkarabilir.




(*) Muhtemel sebeplerden biri bizde Rus egzotiğine olan ilginin genelde Batı kanalıyla doyurulması. Paris’te, Berlin’de bilinen İstanbul’da da bilinmiş, bilinmeyen bilinmemiş. Bağlantılı bir diğer neden dil engeli. Üç asırda tekrar eden göçmen kuşaklarına, bir döneme damgasını vurmuş kuvvetli siyasal-entelektüel ilgiye ve son yıllardaki yakın temasa rağmen Rusça Türkiye’de hala egzotik dil sınıfında. En azından kültür-sanat alanında. Karadeniz’in kuzeyinde de durum pek farklı değil anlaşılan. Bir ay önce Orhan Pamuk’un Tolstoy ödülü almak için Yasnaya Polyana’ya gittiğinde Ruslarla İngilizce anlaşması (ya da anlaşmak zorunda kalması) geliyor aklıma. Dünyayı batıdan doğuya kesen görünmez medeniyet enlemlerinin Türkiye ile Rusya’yı birbirine bağlamakta zorladığını kabul etmek gerek belki de.

(**) Ayna’nın izinden giden Masalların Masalı‘nı daha üstün saymak abartılı bir yorum olabilir. Yine de meraklısına iki filmi arka arkaya izlemeyi ve dimağda bıraktıkları tadı kıyaslamayı öneririm.

(***) Şaşırmama şaşıranlar çıkabilir ama Louis CK’in ırkçılık bağlamındaki şakasını cinsiyetçiliğe uyarlarsak, 80-90’lı yıllarda yetişmiş biri olarak elimden gelenin en iyisi bu.

Ağız dolusu bir gülümseme: Zinaida Serebryakova







İnsanın bakmaya doyamadığı resimler var. “Nedir bu resmi bu kadar güzel yapan?” diye kendine sorduğunda kırık dökük birkaç kelime dışında tatminkar bir cevap verememek bile duyulan hazza gölge düşüremiyor. Aksine, resmi yapana karşı yakınlık hissini arttırıyor. Vrubel, Petrov-Vodkin benim için böyle sanatçılar ve bir de Serebryakova.

Rus resim sanatının ilk kadın yıldızı Zinaida Serebryakova’nın yapıtlarını bu kadar güzel yapan şeyi tarif etmek zor ama en azından hayat hikayesinin ana çizgilerini paylaşabilir, bazı resimleriyle tanışabiliriz.

1812’te Rusya’yı işgal eden Fransız ordusunun bu topraklarda esir bıraktığı bir subayın soyundan geliyor Serebryakova, kızlık soyadıyla Lansere. Bir başka büyük dedesi Fransız Devrimi’nden kaçıp St. Petersburg’a gelen bir pastacı, aynı zamanda yaptığı karakalem çizimlerin ünü saraya kadar ulaşmış amatör bir ressam.

“Bizde çocuklar ellerinde karakalemle doğar,” dermiş Serebryakova’nın dayısı. Gerçekten de bir sanatçı ailesinde doğuyor Zinaida, 1884 yılında Harkov yakınlarında Neskuşnoye’deki aile mülkünde. Babası ünlü bir heykeltıraş, annesi iyi bir çizer, dedesi ünlü bir mimar, dayısı yine ünlü bir ressam, bir kardeşi yine mimar, bir diğeri grafik sanatçısı…



Neskuşnoye’nin anlamı “sıkıcı olmayan”. Çocukluğu, gençliği hep burada geçmiş, en ünlü resimlerini burada boyamış. Gerçekten de bu resimlerde sıkıntıdan pek az eser var. Aksine huzur ve mutlulukla dolular.

Zinaida birlikte büyüdüğü kuzeni Boris Serebryakov ile evlenmiş 1905 yılında. Ancak bu hiç de kolay olmamış. Biri Katolik, diğeri Ortodoks iki yakın akrabanın evlilik kararına ayak direyen dini otoriteleri ikna etmek için evrensel bir yönteme başvurmak gerekmiş. Pastörlere 300 ruble rüşvet verince mesele hallolmuş.
  
Zinaida Serebryakova’ya ülke çapında şöhreti 1910’da katıldığı bir ortak sergi getirmiş. Burada sergilenen Tuvalet masasının başında tablosu pek çokları tarafından sanatçının en başarılı çalışması kabul ediliyor. Aynı sergide yapıtları sergilenen dayısı Aleksandr Benua bu resim için “ağız dolusu gülümseme” yakıştırmasında bulunmuş. Bu tablo bugün sergilendiği Tretyakov Galerisi’nin hakikaten en iyilerinden.

Serebryakova yıllar sonra bu resmi, bir iş seyahatindeki kocasının dönüşünü beklediği sırada tuvalet masasının başında kendini eğlendirirken yaptığını anlatacaktır.

Boris ve Zinaida’nın dört çocuğu olmuş. Serebryakova’nın en güzel resimlerinden bazıları işte bu çocukları betimliyor: Jenya, Şura, Tata ve Katya.

Serebryakova’nın Neskuşnoye’li köylülerle iyi bir ilişkisi olmuş. Birbirlerini karşılıklı sevmişler. Biraz sonra değineceğim Harkov’daki açlık ve felaket günlerinde köylülerin Serebryakova’ya desteği adeta ailenin hayatını kurtarmış.

Süt anne ve bebek, Hasat ve Ağartma gibi meşhur tablolarından bazıları tanıdığı, arkadaşlık ettiği bu insanların yaşamını konu ediyor.

Bir dönem “Doğu”ya merak salmış. Hint, Japon ve Türk kadınlarını resmetmiş.

1917’de patlayan devrim tüm Rusya’nın olduğu gibi Serebryakova’nın da yaşamını altüst etmiş. Neskuşnoye anarşistler tarafından soyulmuş ve yakılmış. (Onların başlattığı işi, İkinci Dünya Savaşı sırasında bölgeyi işgal eden Naziler kalan tek tük yapının ve aile mezarlarının icabına bakarak tamamlamış. Bugün Neskuşnoye’deki aile mülkünün yerinde yeller esiyor.)

Zinaida Serebryakova için asıl felaket 1919 yılında. İç savaşın tarumar ettiği bir Rusya. Açlık, salgınlar… Demiryolu mühendisi olan Boris bir askeri vagonda seyahat ederken tifüse yakalanmış. Neskuşnoye’den Harkov’a taşınan ailenin yanına nihayet gelebilmiş ama hastalığın pençesinden kurtulamamış. Serebryakova İskambil evadlı tablosunu bu trajedinin hemen ardından yapmış.

Kocasının ölümünden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış Serebryakova için. 1922’de bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle ifade etmiş bu durumu: “Sevmek ve sevilmek, mutluluk budur işte, bana hep öyle geldi. Beni saran hayatın farkına varmadan hülyalar içinde gezdim hep. Zaman zaman hüzün ve gözyaşı da oldu ama mutluydum… O hayatın artık geride kaldığını, zamanın akıp gittiğini ve gelecekte yalnızlık, yaşlılık ve özlemden başka bir şeyin olmadığının farkına varmak o kadar acı ki, hem de insanın yüreği hala duygu ve sevecenlikle dopdoluyken.”

Yıllar sonra kızına yazdığı bir mektupta ise Boris’le ilgili şunları söylemiş: “Çeyrek asırdan uzun bir sürenin onsuz geçtiğine inanasım gelmiyor!”

Serebryakova 1920’de St. Petersburg’a taşınmış ve ailenin bütün geçim yükünü sırtına almış. Bu yıllarda yeni rejimden gelen dekorasyon siparişlerinin yanı sıra şahıslar için portreler çizmiş.

Kızlarından birinin bale okuluna yazılmasından sonra, en az Bolşoy kadar ünlü Mariinski Tiyatrosu’nun kulisleriyle tanışmış ressam ve burada dönemin en ünlü balerinlerinin portrelerini yapmış.

Ne var ki, Petersburg’un kültür sanat piyasası Serebryakova’nın geçim sıkıntısına çare olmamış. Amerika’da düzenlenen bir sergide bazı resimlerinin hızlıca alıcı bulması üzerine, yurtdışında daha rahat çalışabileceğine kanaat getirmiş ve 1924 sonbaharında, gençlik yıllarında bir yıl kaldığı Paris’in yolunu tutmuş. Bu sırada çocukları 11 ila 18 yaşları arasında.

Ancak Fransa yılları pek de ressamın umduğu gibi geçmemiş. Birkaç kesit hariç verimli çalışamamış. Geçim sıkıntısı burada da yakasında. Bir süre çalışıp dönerim diyerek gelmiş ülkeye. Ama işler beklediği gibi gitmeyip Rusya’ya dönme ihtimali azalınca, çocuklarından ikisini yanına aldırmış. Diğer ikisiyle ise ancak 36 yıl sonra görüşebilmiş.

Zinaida’nın Rusya’yı bir kere daha görüşü ancak 1966 yılında. Stalin’in ölümünün ardından Sovyetlerde pek çok politikanın yeniden gözden geçirilmesi Serebryakova gibi mülteci sanatçılar için memleketle yeniden canlı bir bağ kurma olanağı doğurmuş. O yıl Moskova, St.Petersburg ve Kiev’de ilk kez bir Serebryakova sergisi açılmış. Memleketinde unutulmadığını görecek kadar uzun yaşadıktan sonra 1967 yılında Paris’te hayata gözlerini yummuş Zinaida.

Rus mizahçı Sergey Dovlatov, edebiyatta “Turgenyev Kızı” olarak bilinen tiplemenin “insanda kendisiyle tanışmak arzusu dışında her türlü duyguyu uyandırdığını” yazar. Bu kızlar da Somov, Kramskoy ve Serov gibi ressamların eserlerine konu olmuş. Bakarsınız onları da bu sayfalarda konuk ederiz. O resimlerle Serebryakova’nın resimlerini yan yana koyunca Dovlatov’a tümüyle hak vermeseniz bile, neyi kastettiğini sezer gibi oluyorsunuz. Zira aradaki fark ancak asırlarla ölçülebilir. Elbette bir de ağız dolusu bir gülümsemeyle.





Sinema: “Hoş geldiniz”, ya da “Yabancılar giremez”



Mustafa Kemal Yılmaz




Rusya dışındaki sinemasever kitle Elem Klimov’un adını daha ziyade İdi i smotri‘den hatırlar (1985), Türkçesiyle Gel de gör. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Sovyet insanına yaşattığı dehşeti beyaz perdeye bu kadar başarılı aktarmış bir film daha yoktur sanırım.

Ama Elem Klimov denince Rus seyircinin aklına öncelikle Dobro pojalovat ili postoronnim fhod vospreşon (1964) gelir. Türkçesiyle “Hoş geldiniz”, ya da “Yabancılar giremez”. Klimov’un sinema okulu mezuniyet çalışması olarak çektiği bu siyah-beyaz film Rusya’da oldukça popülerdir ve Sovyet sinemasının en sevilen komedileri arasında her daim başa güreşir. Gel de gör‘ü izlememiş bir Rusyalıya rastlamak olasıyken “Hoş geldiniz”, ya da “Yabancılar giremez” için bu durum neredeyse imkansızdır.

Film bir piyoner kampındaki çocuklarla kamp yönetimi arasındaki eğlenceli çekişmeyi anlatır. Esasen bu çekişme disiplin ve yönetmelik aşığı kamp müdürü Yoldaş Dınin ile başına buyruk piyoner Kostya İnoçkin arasında cereyan eder. Kuralları hiçe sayan İnoçkin’in kamptan şutlanması uzun sürmez. Eskilerin deyimiyle bir “efradını cami, ağyarını mani” hikayesidir bu. Kurallara uyduğunuz sürece “Hoş geldiniz, başımızın üstünde yeriniz var.” Aykırı davranışlarda bulunduğunuzda ise “Bizim için artık bir yabancısınız. Hadi güle güle!”

Oyunlar, eğlenceler, yaramazlıklar ve arkadaşlıklara bakınca “mutlu çocukluğa” dair bir film izlenimi uyansa da baştaki yüzme sahnesinden itibaren ekranda bundan daha fazlası olduğu duygusu kısa sürede insanı ele geçiriyor. Kamp çocuklarına disiplini bozmadan yüzmek için iple çevrili küçücük bir alan gösterilirken karşı kıyıda köylü çocuklarının sereserpe eğlenmesi, kamp doktorunun çocukları “karşıya geçmeyin, boğmaca olursunuz” diye korkutması, İnoçkin’in isminin hakkını verircesine (*) toplama ağındaki delikten kaçması ve bunun üzerine kamptan kovulması, sonrasında çocukların pasif direnişi, dayanışması, buna karşın müdürün diktatörce tavırları, yönetime çalışan muhbir çocuklar, birbirlerini karalamaya teşvik edilenler, ayrıcalıklı muamele görenler… Sovyet toplumunun küçük bir modeli adeta.

Doğal olarak insanın zihninde beliren bir sonraki düşünce, böyle bir filmin nasıl olup da sansürden geçebildiği oluyor. Ele aldığı tüm hassas konular bir yana, Kostya İnoçkin’in babaannesinin dönemin Komünist Parti Genel Sekreteri Nikita Kruşçev’e fazlasıyla benzemesi ve Kruşçev’in tarım politikasında önemli yer tutan “tarlaların kraliçesi” mısırın mizah unsuru yapılması sansür için yeter de artar bile.

Elem Klimov anılarında filmin gerçekten de stüdyo yönetimi tarafından “anti-sovyet” ve “anti-Kruşçev” olduğu gerekçesiyle çizik yediğini anlatır. Ne var ki, birileri filmi bizzat Kruşçev’e izletmeyi akıl eder. Ve yollar ancak genel sekreter “Komikmiş. Niye göstermiyorsunuz ki?” deyince açılır.

Peki film “anti-sovyet” mi? Açıkçası, anti-sovyet değilse bile kurulu düzene hiç de yumuşak sayılamayacak bir eleştiri yönelttiği bence açık.

Elem Klimov “Hoş geldiniz”, ya da “Yabancılar giremez”i Semyon Lungin ile İlya Nusinov’un birlikte yazdığını ve kendisine hazır halde teklif ettiğini söyler. Her ne kadar Lungin 1955’ten itibaren komünist partisine üye olsa da ikilinin mevcut düzenden memnun olup olmadığı hayli şüpheli bir mesele. Örneğin, Nusinov’un babası Stalin’in son kurbanlarından. Bizzat kendi de babasını reddetmesi yönündeki baskılara direnince işini kaybetmiş biri. Sovyet iktidarıyla başı pek de hoş olmasa gerek.

“Hoş geldiniz”, ya da “Yabancılar giremez” bir komedi niteliğiyle Rusya dışındaki seyirciye ne kadar hitap edebilir, bilemiyorum. Bazı sahneler hakikaten komik. Babaannenin hayali cenazesi ve ambulans sesli sağlıkçı beni güldürmeyi başardı.

Kariyerinin sonlarına doğru Köpek Kalbi‘nde Profesör Preobrajenski’yi mükemmel bir performansla ekrana taşıyan Yevgeni Yevstigneyev beyaz perdedeki ilk rollerinden biri olan Yoldaş Dınin’i canlandırırken de çok başarılı.

Ama filmde bir üstünkörülük de hissedilmiyor değil. Klimov filmin çekimlerinin “ha iptal ettiler, ha edecekler” korkusuyla planlanandan daha kısa bir sürede tamamlandığını anlatır. Belki bundan ötürüdür, belki de çoğumuz gibi ben de esasen başka bir sinema diliyle eğitildiğim için öyle gelmiştir. Ama yine de Sovyetler Birliği’nde yaşamış sinemacıların ve tabii ki seyircilerin hissiyatını anlamak için ideal bir seçim olduğunu söylemem lazım. Elem Klimov gibi önemli bir yönetmenin Gel de gör‘e kadar uzanan sinema yolculuğunun başlangıcına tanık olmak da cabası. Tavsiye ederim. (**)

(*) İnoçkin isminde Sovyet tarihinin meşum kelimelerinden inakomısliye‘yi (farklı düşünme, muhalefet etme) görmemek çok zor. Sovyet rejimi daha ilk günden itibaren inakomısliye ile adını açıkça koyarak mücadele etmekten geri durmamıştır.
(**) Yapımcı Mosfilm filmi Youtube’a yüklemiş. İngilizce altyazıyla izlenebiliyor. Bir yerlerde Türkçe altyazının da paylaşılmış olması mümkün.



Güzelliğiyle büyüleyen doğa harikası: Baykal Gölü





Baykal Gölü, sadece dünyanın en derin gölü değil aynı zamanda eşsiz manzaralar sunan bir doğa harikası.

1999 yılında Rusya'da ilan edilen Baykal Gölü Günü, her yıl Eylül'ün ilk pazarında kutlanıyor.

Göl, 1996 yılında "UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınmıştı. 

Dünyanın en derin gölü olarak anılan Baykal Gölü, Sibirya'nın güneyinde, Irkutsk Bölgesi ile Buryatya Cumhuriyeti arasında yer alıyor. İrkutsk şehrinin yakınında bulunan göl, "Sibirya'nın Mavi Gözü" diye adlandırılıyor. Baykal sularının muazzam berraklığı sayesinde gölün 40 metre derinini görmek mümkün.

Baykal Gölü, kendi ekosistemini oluşturmuş; gölde endemik türler yaşamakta. Tatlı su foklarının ise dünya üzerinde yaşadığı iki yerden biri.

Bölgesi, birbirinden farklı ama aynı coğrafyada gelişen kültür, gelenek ve inançlara sahip.

Dünyanın en büyük tatlı su rezervuarı olan göl, Rusya'nın en ünlü turistik yerlerinden biri kabul ediliyor. Dünyadaki içme suyunun yaklaşık yüzde 20'si Baykal Gölü'ndedir.




8 Eylül 2018 Cumartesi

Sürrealizmi dijital sanatla birleştiren fotoğraflar







Platon Yuriç takma adıyla bilinen Rus sürrealist fotoğrafçı Gleb Gordeyev'in kavramsal çalışması, izleyiciyi hayal gücünü keşfetmeye teşvik ediyor. Her fotoğraf, gerçeklerden büyüleyici kaçışı ve hayal dünyasına dalmayı temsil ediyor.

Platon Yuriç, sürrealizmi dijital sanatla birleştirerek muhteşem görüntüler yaratıyor. Yuriç fotoğraflarında, insan gerçekliğin sınırında doğayla temas kurar ve izleyiciye günlük rutin yaşamdan hayal dünyasına adım atma fırsatı verir.

Fotoğrafçı bazı resimlerde fotoğraf düzenleme programı kullanmıyor, bazı efektler çekim setinde yaratılıyor.


Çalışmaları sosyal sitelerde 200 binden fazla kişi tarafından takip ediliyor.

İşte bazı örnekler:







Putin ve Türkler



Fuad Seferov




Bir federasyon olan Rusya'da çok sayıda değişik etnik grup asırlar boyunca aynı çatı altında yaşıyor.

Ülkenin yaklaşık 144 milyonluk nüfusu içinde Ruslar yüzde 77 ile çoğunluğu oluşturuyor. Azınlıktaki Tatar, Ukraynalı, Mordvin, Başkurt, Çuvaş ve diğer halklar pek çok yerde birlikte yaşıyor, kilise ve camiler barış, hoşgörü ve komşuluk içinde varlıklarını sürdürebiliyor. 1917 Bolşevik Devrimi'nden sonra Hazar Denizi kıyısındaki Astrahan kentinde Sovyet yöneticileri bir Ortodoks kilisesini yıkmaya çalışırken Müslüman Tatarlar kilisenin önünde canlı duvar oluşturarak Ortodokslara destek vermişti. Ünlü Rus gazeteci Sergey Brilyov, Astrahan'da çoğu kilisenin çatısının yeşil renkte olduğunu söylüyor ve bunun nedenini, "Ortodoks kökenliler böylece Müslüman kardeşlerine vefa borcunu ödüyor" diye açıklıyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, kilisenin yanı sıra zaman zaman cami ve havrayı ziyaret ediyor, değişik halkların etkinliklerine katılarak bayramlarını kutluyor.

Rusya'da büyük etnik topluluklarından biri Türkçe konuşan halklar, yani Tatarlar, Başkurt, Yakutlar, Kumuklar, Karaçaylar, Balkarlar, Çuvaşlar, Nogaylar ve diğerleri.

Ünlü Rus düşünürler Slav-Türk kardeşliğini, dayanışmasını sık sık dile getirmiş. Etnogenez kuramının kurucusu, tarihçi ve şair Lev Nikolayeviç Gumilyov (1912-1992) da bunlardan biri. Babası Rus, annesi Tatar kökenli olan Gumilyov' "Tek bir şey biliyorum ve bu sırrı sizinle paylaşacağım. Rusya'nın kurtulması sadece Avrasyalı bir ülke olarak ve Avrasyacılık sayesinde olacaktır" sözüyle ünlü.

Putin'in ülkede yaşayan diğer etnik topluluklar gibi Türkçe konuşan topluluklara da önem verdiğini aşağıdaki olayları sıralayarak anlatabiliriz.
Aralık 2015'deki yıllık basın toplantısında gazetecilerin sorusu üzerine Putin, "Rusya'nın Türkçe konuşan halkları, Rusya'nın bir parçasıdır. Bu bağlamda Türk halkı ve diğer Türkçe konuşan halklar bizimle dosttur" demişti.

İktidara geldiği 2000 yılında Putin, Rusya'ya Bağlı Tataristan Cumhuriyeti'nde Tatar milli bayramı Sabantoy'a katılmıştı.  Kommersant gazetesi muhabiri Andrey Kolesnikov, Putin'in faal sekilde olarak katıldığı etkinliği çok beğendiğini yazmıştı. Rusya Devlet Başkanı'nın, etkinlikte yoğurt içinde para bulma yarışmasına katılması televizyonlarda da gösterilmişti.

2010 yılında, Kazan şehrinin bininci kuruluş yıldönümü kutlamalarında Tatarca konuşarak herkesi şaşırtan Putin, Rusya'da iyi bilinen, "Hangi Rus'u kazısan altından Tatar çıkar" sözünü tekrarlamıştı.

2014 yılında Putin, 1612 yılında bir Tatar'ın Rusya'yı Polonyalı işgalcilerden kurtardığını hatırlatmıştı. Putin'in kastettiği kahraman Tatar kökenli Kuzma Minin'in oluşturduğu gönüllüler ordusu Moskova'yı Polonyalı işgalcilerden kurtarmıştı. Bu olayın anısına Rusya 4 Kasım'da her yıl Ulusal Birlik Günü'nü kutluyor.

2014 yılında Sibirya'da arkeoloji kazılar sırasında Rus uzmanlar, bölgedeki dönemin Türk Hakanlığı'na ait bir askerin zırhlı giysilerini bulmuştu. Sibiryalı bilim adamları bu tarihi eserleri Devlet Başkanı Putin'e hediye olarak gönderdi, o da bu eserlerin Kremlin Devlet Müzesi'ne teslim edilmesi talimatını verdi.

Putin her yılın sonunda düzenlediği basın toplantılarında sık sık Tatar gazetecileri eliyle işaret ederek, "Onlar olmadan olmaz" diye espri yapıyor.

Peki, Putin yaz tatillerini nerde geçiriyor?

Rusya lideri genellikle tatilini Tuva dağlarında, ormanlarında geçirmeyi tercih ediyor. Sibirya Türklerinin vatanı Tuva'nın muhteşem doğası belli ki hoşuna gidiyor. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Putin'in geçen hafta sonunu Savunma Bakanı Sergey Şoygu ve Federal Güvenlik Servisi (FSB) Başkanı Aleksandr Bortnikov'la birlikte Tuva'daki Yenisey kentinde geçirdiğini, dağlarda dolaşarak bölgenin güzelliklerinin keyfini çıkardığını açıklamıştı.

Putin, bir basın toplantısında Rusya ve İslam dünyası arasındaki işbirliğinin önemine işaret ederek, Moskova'nın merkezindeki bazı sokakların Tatar isimlerini taşıdığına dikkat çekmişti. 

Bu yılın Ocak ayında Tataristan Cumhuriyeti'ne yaptığı ziyaretle Putin'e Tataristan Cumhurbaşkanı Rüstem Minnihanov, Osmanlı tarzında bir tuğra hediye etmişti. Tuğrayı hazırlayan Tatar usta Ramil Nasıbullayev, Putin'e Osmanlı padişahlarının sembolü anlamını taşıyan tuğra hediye ettiklerini vurgulayarak, "Tuğrada her zaman muzaffer Vladimir Vladimiroviç Putin yazıyor" demişti.

2016 yılında Putin'in uluslararası kültürel işbirliğinden sorumlu özel temsilcisi Mihail Şvıdkoy, Türkçe konuşan halkların Rusya için ne kadar önemli olduğunu şöyle açıklamıştı:

"Rusya, Türk dünyası ile derin tarihi ve kültürel ilişkileri olan bir ülke. Rusya'da yaklaşık 30 milyon kişi Türkçe konuşuyor. Bunlar arasında Tatar, Başkurt, Karaçay, Kumuk, Yakut, Tuva ve başka halklar var. Rusya için bu halkların önemi büyük. Rusya'da sadece Slav hayatı değil, Türk halklarının hayatı da söz konusu."

Rusya siyasi elitinin Moldova'ya bağlı Gagavuzya Özerk Cumhuriyeti'nden "Rusya'nın Türk kalesi" diye söz ettiğini de ekleyelim.

Ruslar 40. yılı neden kutlamaz?






Rusya'da batıl inançların günlük hayattaki etkisi hiç de hafife alınır gibi değil... Bunlardan biri de 40 sayısıyla ilgili. Dünyanın pek çok ülkesinden farklı olarak Ruslar 40. yıldönümlerini kutlamazlar. Sessizce geçiştirirler.  Yaş günlerini de, evlilik yıldönümlerini de... Peki, ama neden? Kimi yorumcular bu batıl inancın köklerini Eski Ahit anlatılarına kadar gittiği düşüncesinde: Büyük Tufan 40 gün sürmüştür. Ortodoks geleneğe göre, insan ruhu bu dünyayı terk etmeden önce 40 gün etrafta gezer. Musa Peygamber vadedilen topraklara ulaşmadan evvel çölde halkıyla birlikte 40 yıl geçirmiştir, vb.

Öte yandan 40 sayısı Türkçede olduğu gibi Rusçada da bollukla ilişkilidir. Kırkayak örneğin İngilizcede "yüz ayak" iken Rusçada da kırkayaktır. Ruslar eski Moskova'nın kiliselerini "kırkların kırkı" olarak adlandırır. Bir bakış açısına göre, kırk sayısı etrafındaki önyargılar bu bolluk mefhumu ile ilgilidir. Zira Türkler gibi Ruslar da "nazardan" korkarlar.

Bir diğer teori de yine dini söylencelere dayanmakta. Buna göre, eski Sivas'ta gerçekleşen ve "Kırk Şehitler Olayı" (Sorok Sevastiyskih muçenikof) olarak bilinen hadiseden ötürü Ruslar 40 sayısına temkinle yaklaşır. Wikipedia bu konuyu şöyle özetliyor:

Kırk Şehitler Olayı: "Bu olay Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunda yasaklandığı Licinius (Likinyus) döneminde, MS 320’de, o zamanki adı Sebaste olan Sivas ilinde geçer ve Süryaniler bu hadiseyi her sene 9 Mart'ta anarlar. Sebaste Valisi Agricola, Roma ordusundan 40 genç askerin, cezalandırılacaklarını bildikleri halde İsa’ya sadık biçimde Hristiyan olduğunu öğrenmiştir. Kırk asker Kralın Roma tanrılarına inanmayanların ölümle veya işkenceyle cezalandırılacaklarını bildiren fermanını uymadıkları için öldürülmüşlerdir."