Moskova

Moskova

6 Haziran 2018 Çarşamba

Kavalalı isyanında ilginç iddia



Fuad Seferov



Rus tarihçi Prof. Dr. Galina Grebenşikova, Osmanlı İmparatorluğu'nu zor duruma düşüren Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı sırasında Rusya'nın tutumuyla ilgili olarak şimdiye kadar bilinenin dışında bir iddia ortaya attı.

Arşiv belgelerini kaynak gösteren Grebenşikova, 1831 yılında başlayan isyan döneminde Osmanlı'ya askeri yardım önerisinin bizzat Rusya'dan geldiğini söyledi.

Rus basınına konuşan Grebenşkikova, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın Padişah II. Mahmud'la arasında baş gösteren anlaşmazlıkları sonucu Osmanlı'ya karşı ayaklandığını ve oğlu İbrahim Paşa komutanlığındaki askeri güçlerin İstanbul'a ilerlemeye başlattığını hatırlattı. Mısır donanmasının da denizden saldırıya geçmeye hazırlandığını belirten Rus tarihçi, Paşa'nın amacının Osmanlı'yı yıkmak ve yerine Fransa "kuklası" bir devlet kurmak olduğunu söyledi.

Rusya Dışişleri, Rusya Devlet Askeri Tarihi ve Rus Devlet Deniz Donanması arşivlerinde konuyla ilgili araştırma yaptığına işaret eden Prof.Dr. Grebenşikova şunları söyledi:

"Bu arşivlerde konuyla ilgili belgeleri inceledim. Doğrusunu söylemek gerekirse benden önce kimse nedense Rusya Donanması'nın Mısır'ı durdurmak için bölgeye yaptığı operasyon planlarını incelememiş... Bazı tarihçilere göre Osmanlı Padişahı II. Mahmud, dönemin Rus çarı I. Nikolay'dan askeri yardım isteğinde bulunmuş. Oysa Padişah önce İngiltere'den yardım istedi. Fakat İngiliz Kralı 4. William İrlanda'yla ilgili iç sorunları gerekçe göstererek bu isteği kibarca reddetti. İşte tam o sırada 1.Nikolay, II.Mahmud'a askeri yardım önerisinde bulundu. Padişah hemen yanıt vermedi. Muhtemelen Rusya gibi aslında dost olmayan bir ülkenin Osmanlı topraklarındaki askeri gücünün kalıcı olmasından endişe ediyordu."

Rus akademisyene göre Çar, Padişah'ı ikna edebilmek için iyi Türkçe bilen General Nikolay Muravyov'u İstanbul'a gönderdi. I. Nikolay II Mahmud'a yardım etmek istiyordu çünkü Osmanlı'nın yıkılması durumunda Rusya'nın doğu sınırlarında kaos yaşanmasından korkuyordu, yani bölgede statükonun korunmasından yanaydı.
Grebenşikov, "İsyancıların saldırı tehlikesini gören Padişah sonunda Rusya'nın askeri yardımına yeşil ışık yaktı. Bunun üzerine Rusya, Amiral Mihail Lazarev yönetimindeki donanmasını İstanbul kıyılarına gönderdi" dedi.

Prof. Dr. Grebenşikova'ya göre, Türk askerleri Rus donanmasını ziyaretler yaptı, Rus denizciler de kıyıya çıkarak şehri gezdi, II. Mahmud üst düzey Rus komutanlara çeşitli hediyeler gönderdi ve iki ülke askerleri arasında kısa zamanda dostluk ilişkileri kuruldu.

Rusya'nın yardımı üzerine Mısır donanması çekilmek zorunda kaldı ve sorun böylece çözülmüş oldu, 1833 yılında iki ülke arasında Hünkar İskelesi Antlaşması yapıldı. 

Rus akademisyen, "Ama İngiliz diplomasisinin çabalarıyla güzel ilişkiler 1841 yılında sona erdi çünkü İngiltere, Karadeniz'in Ruslarla Türklerin ortak gölüne dönüşmesini kesinlikle istemiyordu" dedi.

Türk tarihçiler, Kavalalı isyanı sırasında II. Mahmud'un Rusya'dan yardım istediğini yazıyor. Grebenşikov ise bu konuda tam tersi bir iddiayı gündeme getirmiş oldu.

Resim: II. Mahmud, Türk-Rus birliklerini denetliyor.

Moskova’da hafta sonu partnerinizle dışarı çıkmanın maliyeti ne kadar?







Taksi, gece kulübü, hamburger, içki... Moskova'da cuma ve cumartesi gecesi arkadaşlarıyla buluşan bir kişi ortalama ne kadar harcıyor? USB uzmanları, farklı kentlerde cuma ve cumartesi gecesi "parti"lerinin maliyetini araştırdı.

Lenta.ru'nun aktardığı araştırma sonuçlarına göre Moskova, Barcelona, Mexico, Prag ve Rio de Janeiro ile birlikte hafta sonu buluşmalarının en ucuza mal olduğu megapolislerden biri olarak gösterildi.

Moskova'da cuma gecesi iki kişilik buluşmanın ortalama maliyeti 109,4 dolar olarak hesaplandı. Bu rakamın yarısının iki kişilik yemeğe, 43,9 dolarının içeceklere, geri kalanının sinema biletine harcanabileceği belirtildi.

Daha önceleri neredeydiniz?



SUAT TAŞPINAR




Türkiye-Rusya ilişkilerinde “toplumun nabzını” tutmak için en şaşmaz göstergelerimizden biri, TürkRus.Com’a gelen okur emailleridir. “Tebrik" için pek arayan soran olmaz ama “tenkit”, hatta “tehdit”   için epeyce mektup gelir. Bunlar bir yana, e-mailler genelde iki konuda yoğunlaşır: 1- Derdini ummana dökmek isteyenlerin yazdıkları: Vize sorunundan bölünmüş ailelere, hukuki sorunlar için yardım isteyenlerden burs ya da sponsorluk isteyenlere kadar… 2- İş yapmak isteyen ya da iş arayanların bilabedel “danışmanlık hizmeti” talep ettiği mektuplar: “Türkiye’den tekstil almak isteyen tüm Rus şirketlerinin bilgilerini acilen biz YOLLAYIN” diyenler ya da “Rusya’da çalışmak istiyorum, ne iş olsa yaparım, telefonum budur” diyen vatandaşlar… Bunlar bizim için artık “hayatın normalleri”dir.

Son dönemde, Türkiye’deki şirketlerden “aklına Rusya gelenler” yine mektup yağdırmaya başladı... “Gök gürlemezse kul Allah demez” misali, Türkiye’de işler sarpa sarmaya başladıkça, Rusya yeniden “akıllarına düşmeye” başladı. 

Rusya, 1990’ların başından itibaren Türkiye’nin hep ekmek kapısıydı. Tekstilden inşaata, turizmden perakendeye her sektörde bu ülkenin etinden, sütünden faydalandık. Kurumsal şirketlerin uzun soluklu varlıkları bir yana, çoğunluk “saldım çayıra, mevlam kayıra” usulü, karanlıkta el yordamıyla ilerledi. Bir dönem oluk oluk akan petrol dolarları sayesinde Rusya’da öylesine "kolay para” kazanıldı ki, çoğunluk küpünü, ışık hızıyla doldurdu. Daha doğrusu kimisi işine gücüne yatırım da yaptı, pazarda kalıcı oldu; kimileri gün bulduğunu gün yedi. Müzik çaldıkça herkes dans etti.

Çoğunluk, pazarın güllük gülistanlık olduğu, paraların kulaktan fışkırdığı  bu “hayal gibi” yıllarda kazandığı akla hayale sığmayan paraları “kendi kerameti”ne yordu. Sütliman denizde yol almak kolaydı, ne zaman ki krizler patlak verdi, kimin “marifetli kaptan” olduğu dalgalı denizde anlaşıldı. Kimilerinin teknesi alabora oldu. Kimileri iş işten geçtikten sonra kerametin kendinde değil, Rusya’nın “paralı günlerinde” olduğunu anladı. O yüzden maalesef son yıllarda sıfırı tüketen de, iyi günlerde bir kenara bir şeyler atmadığına yanan da, Rusya’ya mecburen veda eden de az değil. Neylersiniz, hayat ders vermeden imtihan yapan bir öğretmen işte...

Son dönemde Türkiye ekonomisi de zorlu viraja girince, “Yandım Allah” diye aklına Rusya gelip rotayı buraya kırmaya çalışanlar arttı. Ama bir kere Rusya, eski "kolay Rusya" değil. Bolluk günleri geride kaldı. Akla ziyan karlarla “şıppadanak” zengin olma devri kapandı. Doğanın yasasına uygun olarak, her boşluk dolduruldu. Rekabet çetinleşti. Baştan çıkarıcı karlılık kalmadı. Krizde "dükkanı çevirmek" bile başarı oldu. Bir koyup üç alma çoktan devri bitti.  Pek çok alanda işi başkalarından öğrenen Ruslar, bizi “çırak çıkarmayı” başardı. Biz hala “Niye bizden domates almıyorlar?” diye sızlanırken, dünyaya silahtan çok tarım ürünü satmaya başlayan bir Rusya doğdu. Daralan pazar, gerileyen reel gelirler, yerli üretimin yaygınlaşması da cabası.

Türkiye’de işleri iyiyken, geleceği güvence alma, “alternatif pazar” yaratma adına Rusya’ya gelip bir çivi çakmayanlar, şimdi iç pazarda daralan talep yüzünden rotasını kuzeye çevirme telaşındalar, ama biz bu filmi görmüştük… Hem de bir değil,  iki değil; defalarca… Üstelik çoğu hala 90’lı yılların Rusyası’nın olduğunu sanıp, taşın altına elini koymadan, kendilerinden şişirilmiş fiyatlarla, peşin paraya yüklü mal satın alacak “saf müşteri” peşinde. Bilmiyorlar ki, bedava peynir sadece fare kapanında olur!

Yıllar geçiyor, hemen her şey (iyiye ya da kötüye doğru) değişiyor, ama ne hikmetse Türkiye’de belli bir müteşebbis profilinin “Rusya’ya bakışı” değişmiyor. İşleri bozulunca Rusya’yı hatırlıyorlar. Hala vermeden almaya çalışıyorlar. Ama ne Rusya o eski Rusya, ne pazar o eski pazar… Çiçekli bir bahar değil, hazan mevsimindeyiz. Yarın daha iyi olabilir, ama bugün işimiz çok zor...

İyi zamanlarda bu memlekete gelip pazara tırnaklarını geçirenlerin bile iş yapmakta zorlandıkları bir dönemde “Rusya’yı fethetme” düşleri görenlere acı bir tebessümle bir tek şey söyleyesi geliyor insanın: “Daha önceleri neredeydiniz?”

5 Haziran 2018 Salı

Enver Paşa'nın çizmeleri



Fuad Seferov, Moskova



Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönenimin önde gelen komutanlarından, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin liderleri arasında yer alan Enver Paşa'ya ait çizmeler Moskova'daki Rusya Silahlı Kuvvetler Merkez Müzesi'nde sergileniyor.

Enver Paşa'nın ölümünden 96 yıl sonra ortaya çıkan çizmelerin İngiliz yapımı olduğu açıklandı. Sergide yer alan bilgi notuna göre, çizmeler Kızıl Ordu'nun Türkistan Askeri Bölgesi'ne bağlı askerler Y. Melkumov ve A.Pankeyev tarafından ele geçirildi. O sırada Enver Paşa, Orta Asya'da Sovyetler'e karşı savaşan Basmaçıy İsyanı'na destek veriyordu. 15 Haziran 1922'de Tacikistan'da Kafiran'da çıkan çatışmaların ardından Enver Paşa, dağlara çekilmek zorunda kalmıştı.  Çizmeleri dahil bazı özel eşyaları Kızıl Ordu askerleri tarafından ele geçirimiş ve Taşkent'e gönderilmiş, oradan da Moskova'daki askeri müzeye nakledilmişti.

4 Ağustos 1922'de Kurban Bayramı sırasında Belçivan bölgesinde Kızıl Ordu'nun özel operasyonu sırasında üzerine düşen havan topuyla hayatını kaybeden Paşa, Çeğen köyüde toprağa verildi. 1996 yılında ise, naaşı Türkiye'ye getirildi ve devlet töreniyle İstanbul'da toprağa verildi.

'Geldim, kaldım, güldüm, öldüm'



Hülya Arslan



3 Haziran 1963 günü sabahın erken saatlerinde durdu kalbi.

Günlerden pazartesiydi. 
Postacının günlük gazeteleri bıraktığını işitmiş, her zamanki gibi, dünyada olup biteni öğrenme telaşıyla posta kutusuna yönelmişti. 

O gün ve sonrasında bir daha haberleri okuyamadı. 

Oysa öylesine ciddiye almıştı ki yaşamı, tıpkı şiirinde dediği gibi, yüzünü bile görmediği insanlar için, hem de kimse onu buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bilerek almıştı her soluğunu...

62 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı.

Onu okuyan, eserleriyle tanışan herkese umudun sesi, her koşulda direnmemin gücü oldu. 

Sevdaların anlamını arttırdı, hasretlere ses verdi. Ve en önemlisi hiçbir koşulda, hiçbir şeye teslim olmamayı öğretti bizlere. 

Moskova'da öldü büyük usta!

Yetişkin ömrünün 18 yılını geçirdiği Moskova'da. İlk kez 1921 yılında, daha 19 yaşındayken gitmişti Sovyetler Birliği'ne. Büyük emelleri vardı,

Lenin'i görecek, devrimcilik üzerine sorular soracaktı. Ekim Devrimi'nin ardından kurulmuş Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'nin 475 numaralı öğrencisi oldu. Moskova'da gördüğü tiyatro yaşamı onu derinden etkiledi. Yaşamı boyunca tiyatro idolüm dediği 'Meyerhold'un oyunlarıyla da bu dönemde tanıştı. Sonraki yıllarda "tiyatro cenneti" olarak defalarca anımsayacağı bu ortamda, ileride yazacağı oyunların temel taşları atılmış oldu. Tiyatro sanatıyla kendini besleyen öğrenci Nâzım, şiirlerini yazmaya da devam ediyordu. Ve Sovyet halkının önüne ilk kez 15 Ocak 1923'te çıktı. Sahneye "yabancı devrimci şair olarak çağrılmış ve "Bana bak! Hey Avanak!" diye başlayan o zamanlar "Yeni Sanat" adını verdiği sonradan "Orkestra" dediği şiirini okumuştu. Türkçe bilmeyen dinleyiciler "şiirin ritm ve ses uyumundan devrimci coşkuyu yakalayabilmişlerdi."
  

1924'te İstanbul'a döndü Nâzım, ertesi yıl 1925'te tekrar Moskova'ya gitti ve 1928'e kadar orada yaşadı. Öğrencilik yaptığı KUTV'da artık yazar çevirmen olarak çalışmaktaydı. Dönemin önemli sanatçılarıyla birlikte kurduğu "METLA" tiyatrosunda oyunlar sahneledi. Daha 24-25 yaşlarında gencecik bir delikanlıydı ve kendine tamamen yabancı olan bir kültürde olması umurunda bile değildi. Söyleyecek sözü, peşinden koşması gereken idealleri vardı: "İnsanlara sülük gibi yapışıp kalan eski tabuları sahne sanatı aracılığıyla yıkmak amacıyla" kurulan bir artele katılmış, tüm üretkenliği ile çalışıyor, yönetmenlik yapıyor, oyunlar sahneliyordu.  Arkadaşları ona "Nun-Ha" adını takmışlardı. Anılarına "her zaman gülümseyen, neşeli, hoş sohbet bir genç" diye kaydettiler Nâzım Hikmet'i. Akıllarında "hızlı ve ateşli konuşan, gözleri ışıldayan ve hemen her cümlesinin sonunda 'anlıyor musun?' diye sormasıyla yer etmiş bir Türk genciydi. Meyerhold tiyatrosu yönetmenlerinden Nikolay Ekk ile birlikte çalışıyorlardı. Nâzım Hikmet'in 1928 yılında Türkiye'ye dönmesinden sonra kaleme aldığı anılarında şöyle yazmıştı Ekk: "Bir keresinde Nâzım'ın Tverskaya'daki odasına gittik. Hastaydı. Belki grip, belki de anjin. Bizim iklimimize alışması zor olmuştu. Kutu gibi küçücük bir odada, demir bir karyolada yatıyordu. Daha sonraları Nâzım'ın Türkiye'de hapiste olduğunu gazetelerde okuduğumda, her seferinde bu manzara canlandı gözümün önünde. Demir bir yatak ve onun bildik mavi gözleri, koyu kızıl saçları. Bir de kalem tutan, bloknotun üstündeki eli."
 

1951'de Türkiye'den kaçmak zorunda kalıp SSCB'ye gittiğinde artık bir dünya şairi, büyük bir ustaydı. Hapishanede açlık grevi yaptığı tüm dünyada duyulmuş, hemen her ülkede olduğu gibi SSCB'de de "Nâzım'a destek" kampanyaları başlatılmıştı. Moskova'da büyük bir coşkuyla karşılandı. O gün havaalanında olanlar arasında bulunan Konstantin Simonov, daha sonra o günkü izlenimlerini şöyle dile getirdi. "Nâzım'ı taşıyan uçak piste inip bize doğru yaklaşırken hepimiz susmuş, birazdan kimi karşılayacağımızı düşünüyorduk. Onbeş yıl süren hapis yaşantısı, arkasından birkaç ay ev hapsi ve son bir umula denizleri aşarak gerçekleşmiş bir kaçış süreci söz konusuydu. Birazdan açılacak kapıdan çıkacak olan dünkü mahpus nasıl birisiydi acaba? Merdivenlerde karşımızda gördüğümüz uzun boylu, yakışıklı, kızıl saçlı birisiydi. Kararlı ve yumuşak adımlarla indi basamakları. Başı hafif arkaya doğru, mavi gözleri ise merak doluydu. Onun buraya ne dinlenmeye ne başarılarının sefasını sürmeye ne de yaralarını iyileştirmeye gelmediğini anlamak için beş dakika yeterli oldu. Nâzım buraya yaşamak, çalışmak, tartışmak ve mücadele etmek için gelmişti." 

Gerçekten de öyle oldu. Bir yandan şiirler yazıyor, bir yandan tiyatro eserleri üretiyordu. Hemen her platformda görüşlerini dile getiriyor, her türlü haksızlığa karşı çıkıyor, dünya meseleleri üzerine kafa yoruyordu. İstediği şey çok basit ve bir o kadar da zordu. Yeryüzünde bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşamanın güzelliğini anlatmaktı bütün çabası. Dünya barışı en büyük dileğiydi. Moskova'ya geldikten kısa bir süre sonra, Prag'da Dünya Barış örgütü başkanı Frderic Jolio-Curi'nin elinden Dünya Barış Ödülü'nü aldı. Berlin ve Varşova'da uluslararası gençlik festivallerinin konuğu oldu. Çin Halk Cumhuriyeti'nin 3. Yıl Kutlamaları'na katıldı. Dünya Barış Örgütü'nün toplantılarına katıldı. Küba'dan Tanganika'ya kadar pek çok yere gitti. Budapeşte, Prag, Varşova, Bükreş ve Sofya'da oyunlarının ilk gösterimlerini izledi. Bulgaristan'da Karadeniz'in kokusunu soluklayıp memleket hasretini dindirmeye çalıştı. Dünyanın neresindeki işçileri görürse görsün Türkiye'deki işçi sınıfını hatırlayıp onlara şiirler yazdı. 

Moskova'daki evi her zaman dostlarıyla sanatçılarla doldu taştı. O günleri yaşayanların anlatılarına göre "dostlarının evlerine gittiğinde kendi evindeymiş gibi rahat davranıyor, misafirlerinin de kendi evine geldiklerinde aynı şekilde hareket etmelerini bekliyordu. 

Ekmeğin kokusunu sever, etin kokusuna bayılır, şarabı koklarken kendinden geçerdi. En çok da ulusçuluğun kokusundan nefret ederdi. Birisinin konuşmasında bu kokunun ufak bir belirtisini sezerse burun kanatları vahşice titremeye başlar, yüzündeki gülümsemeyi bozmadan o kişiyle tartışmaya hazırlanırdı. Nâzım'ın yanında Türkler için kötü söz söylenemeyeceği gibi, Ermeniler, Fransızlar, Ruslar, Yahudiler, başka halklar için de söylenemezdi. O bir Türk'tü, kendi halkını coşkuyla severdi; ancak onun yanında başka bir ulusu hor görmeye kalkışırsanız buna izin vermezdi. Hangi dilde konuşursa konuşsun bütün çocukları, yeryüzünün tüm kentlerini, insanın kendi emeği ile sürüp ektiği toprağı severdi.
Çeşitli dillerde söylenen şiirlerini dinlemeye bayılırdı. Yabancı dildeki şiirini yanağına elini dayayıp gözleri yarı kapalı dinlerken onu anlamaya çalıştığını, anlayamadığı bu seslerin anlamının kendi dediklerine uygun olmasını ne kadar çok istediğini görürdünüz. 

Nâzım ateşli bir tartışmacıydı. Aynı görüşü paylaşmadığı insan kim olursa olsun onunla tartışmaya girerdi. Bu kişinin belki de tartışmaya değmeyecek birisi olduğunu aklına getirip asla tepeden bakmaz, sıradan bir kişinin kendisi gibi birisiyle tartışamayacağını düşünmezdi. Herkesi kendisine denk sayar, kimseye üstünlük sağlamazdı. Herkesi sevmeye hazırdı. 

Onu asık suratlı göremezdiniz hiçbir zaman. Herkesin sıkıcı bulduğu bir insana bile ilgi duyardı: "Dikkat ettiniz mi, şu adamın konuştukları ne kadar sıkıcı!" der, adamcağızın nasıl olup da bu kadar sıkıcı olabildiğine kafa yorardı."  

Nâzım sokakta ilk gördüğü insandan, Parti'nin üst düzey sorumlusuna kadar herkese "kardeşim" diye hitap ediyor, yüreğinin içinden kopup gelen insan ve yaşam sevgisiyle etrafındakileri kendisine hayran bırakıyordu. 

3 Haziran 1963'ye yorgun ve hasta kalbi daha fazla dayanamadı. 

O her zaman heyecanla beklediği "ajans haberlerini" okuyamadı o sabah. 

Cüzdanından çıkan notta:

"Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Geldim
Kaldım 
Güldüm 
Öldüm."
Yazıyordu.... 

'İlmek ilmek' özlem dokumak...


Adnan Genç



Büyük şairi anarken, yaşam öyküsünden ve vasiyetinden söz eden şiirlerini ve özlem dolu bi'kaç dizeden oluşan kimi şiirlerine yer vereceğiz. Ama, bu kez her zaman yapılageldiği gibi aşkları, sürgünleri, özlemleri ve umutlarından söz etmek yerine bi'miktar hapisçiliğin önemli bir boyutundan söz etmek istiyorum. İlginizi çekecektir...

Dille ilgisi kadar, ilginç ve herkesçe pek bilinmeyen bir yanı ile biz de usta şairi anmak istiyoruz. Ozan, Bursa Cezaevi'nde yatarken bir vesile ile 1942 yılında dokumacılığa başlıyor. Yedi yıl boyu hemen her gündüz tezgâhların başında, geceleri ise şiiriyle başbaşa, yüreğinden geleni 'dokuyor'. 

Dokumacılıktan para kazanmak...

Yazımızın bu bölümden sonrasını, Memet Fuat'ın Adam Yayınların'dan çıkan ve şairin yaşamını her yönüyle konu edinen kitabından alıntılayarak sürdüreceğiz. 

Bundan 60 yıl kadar önce Nâzım Hikmet,  Ertuğrul adında genç bir adam ve Raşit Kemali isimli edebiyat heveslisi bir başka genç (şairle birlikte 3.5 yıl hapislik yapmış olan yazar Orhan Kemal), cezasını çekip çıkan bir hükümlünün dokuma tezgâhlarını devir alırlar. Kitaptan sürdürelim: Sürekli bir gelir kaynağı bulmak için düşünüp duran Nâzım Hikmet bu öneriye (dokumacılığa) dört elle sarıldı. Hemen Cezaevi Müdürü ve Savcı ile görüşüldü. Gerekli izinler alındı. İki tezgâhını satan yargılıyla konuşup anlaşıldı. İş iplik bulmaya kalmış. İplik, Dokuma Kooperatifi'nden karneyle alınıyordu. Tezgâh başına iki paket. Kooperatif'ten ipliği ile gelen işlerden yalnızca dokuma ücreti alınıyordu. Bu yolla iki ay kadar kısa bir sürede borçlar ödendi. Üçüncü bir tezgâh da bulundu. Borçlar ödendiğine göre, bundan sonra işlenecek her paket iplikten gelen para doğrudan kazanç olacaktı. Hesapları Nâzım tutuyor, kârı da şöyle bölüştürüyordu: Bir pay Raşit Kemali (yazar Orhan Kemal) için, bir pay Ertuğrul'a, iki pay yazar Kemal Tahir'e, iki pay (karısı) Piraye'ye ve bir pay da kendisine. Bütün yatırımı şair yaptığı halde, dışardakiler için ikişer pay ayırıyordu. Kemal Tahir'in de hakkı vardı. 

Kemal Tahir'e yazdığı mektuplardan: "Sana bugün para yolladım. Alıp almadığını bildir. Biz burada beş kişi dokuma tezgâhı kurduk. Bu beş ortaktan biri de sensin. Bundan böyle payını muntazaman yollayacağım. Yani artık tezgâh sahibi oldun, dokumacılığını tebrik ederim." (5 Mayıs 1942)

"Sana bir şey söyleyeceğim, bu meseleyi iki gün içinde tahkik edip bana derhal bildir: İki metre eninde, iki buçuk metre boyunda ve ortadan dikişli bir yorgan çarşafı Malatya'da kaç para eder? Ve orada bizden bu boyda ve ende toptan yorgan çarşafı almak isteyen tüccar var mı? Ve toptan ve parasını malı alır almaz vermek şartıyla, kaç paradan alır ve ne kadar ister? Malımız çözgü 20 numara, atkı 12 numara ipliktendir. Ve beher çarşaf en aşağı 660 gram çeker? Bir mesele daha: Bana oradan, karaborsadan iplik bulmak kabil midir ve paketi, muhtelif numaraların kaç parayadır?"
Elbükümü pahalı oluyor...

"İplik meselesine gelince, sen orada İktisat Müdürlüğü'ne filan resmen müracat ederek normal fiyattan ayda hiç olmazsa iki paket iplik alabilirsen, bir paket 20 ve bir paket 12 numara mesela ve onları bana yollarsan çok iyi olur. Karaborsa fiyatı burada da orası gibi. Elbükümü sizin orada buradan pahalı. Mendillere gelince, buradan ucuza satılıyor orada. Yani senin anlayacağın, buradan oraya mal gönderip iş yapmak olmayacak. Fakat yukarıda da söylediğim gibi, resmen ucuza hiç olmazsa iki paket iplik temin edebilirsen ayda, ben burada onları işler sana mal yollarım, sen de orada satırsın, o vaikit iş var."

"Biz burada harıl harıl sergiye hazırlanıyoruz. İstanbul'da açılacak olan Yerli Mallar Sergisi'ne bizim tezgâhlar da mal gönderecek. Mucidi şahsen özüm olan ve adını, beraber çalıştığımız ustanın köyüne izafeten, Kaymakçıköy Kumaşı dediğim bir çeşit ve emsali piyasada mevcut olmayan yarı ipek, yarı iplik ince bir gömleklik de bu vesileyle dünya yüzü görecek. Burada daha dokunurken kapış kapış aldılar. Ve ipek memleketi Bursa'nın ipekçi ustaları hayrette kaldılar. Şakayı bırak ama, hakikaten harcıâlem bir ipekli icat ettim. Halis ipeği halis pamukla karıştırıp, ter çekmesi bakımından da faydalı, demokrat bir ipekli çıkartdım. Şu prensip daima doğrudur: Yapılanı iyice bildikten sonra, ona yeni bir şey katmalı, bunun içinde bilgi, zevk ve kafa el elele çalışmalı. Yeni icadımdan yeni bir şiir yazmış kadar memnunum. İbrahim Balaban da köylü ressam dokumacılar isimli bir tabloyla sergiye iştirak ediyor. Sergi hazırlığı bittikten sonra benim Kaynakçıköy İpeklisi'nden kızıma da iki buçuk metre yollayacağım, sıcakta gömlek yapıp püfür püfür giyer.  (... ) Dışarı çıkarsam, dehşetli projelerim var. Hepinize rahat rahat hikaye, şiir yazmak imkanını maddi imkanını hazırlayabileceğim. Dokumacılığı katiyen bırakmayacağım. Demokrat lüks eşya yapacağım."

"Sergiden zarar ettik. Ama zararı çıkarmaya çalışıyoruz."

"Orada otuz liraya bulunan ipliğin numarası kaçtır? Bana bunu bildir de ona göre siparis vereyim. (... )"

"Sen bana şunu öğren: Bir metre yirmi santim eninde ve bir doksan boyunda, bir kişilik yatak çarşafının tanesini orada kaça satmak mümkün.

Dikkat et, tanesini, çiftini değil. Sonra tarağı da sana yolladığım yorgan çarşafının tarak sıklığındadır." (29 Aralık 1943)

"Sana buradan haberler vereyim: Bizim tezgâhlar üç adetti. 249 lira açıkla yani bana borç bırakarak bu ayın başında iflas ettiler. Şimdi bu borcu ödemek ve yeniden faaliyete geçmek için çareler ararken bir taraftan da çoluk çocuğun geçimi için terüme filan araştırıyorum. Bizi karaborsa mahvetti. Kooperatif'ten üç tezgâh için ancak bir paket iplik alıyorduk, karaborsaya çalışıyorduk, bütün sermaye zaten 160 kâattı. Bir ters işe bir o kadar da içeri girdik. Haydi hayırlısı. Sildik, tüh bismillah, yeniden başlamalı."

"Bugünlerde, daha doğrusu şu iki aydır, fena halde meteliksiz kaldım. Şurdan burdan tercüme parası filan alacağım var, ama henüz alamadım.

Tezgâhlardan yine hayır yok, ama olacak. Hasılı işin bu para tarafı düzelemedi. Burada biz kazandan bir öğün yamek alıp yiyoruz Emin Beyle beraber. Ve yemek hakikan güzel, yağlı pişiyor. Bir öğünü de marulla filan idare ediyorum. Fakat sıhhatim gayet iyi. Bu perhiz böbreklerime yaradı.

Zaten yaş ilerledikçe yemeyi içmeyi kısmak lazım."

Apre denen fenni muamele...

"Sana bundan önceki mektuplarımdan birinde de söylediğim gibi ceketlik yünlü kumaş göndereceğim. Biraz uzadı. Sebebine gelince çıkardığımız yünlüleri bir kere de fabrikada apre denilen fenni muameleden geçirtmek icabettiğindendir. Birkaç güne kadar kumaş gelecek ve hemen sana yollayacağım. Terzi parasını, astarını, telasını, düğmelerini, kordonatısını göndereceğim, artık sana orada bir prova verip diktirtmek kalır."

"Allah belasını versin, tezgâh işleri yine bozuldu ve Manon tercümesinden pek hayırlı bir netice çıkacağını ummuyorum."

"Senin çamaşırlıkları dokuyorum. Yakında yollayacağım." (7 Kasım 1945)

"Burada ben bir perde işi yaptım, yani tül perde dokudum, elime biraz para geçti, sana elli lira yolladım, bunun çok az olduğunu, arada borçlandığını, yemeksiz kaldığını biliyorum, mamafih ilk ağızda biraz yardımı dokunur."

"Biz burada dokumacılıkta bir kriz geçirmekteyiz, işler birden bire durdu. Lakin bunu da alt edip yine tezgâhları tıkırdatacağız elbette." (20 Haziran 1947)

"Mektubun içinde sana yolladığım yünlü kadın kumaşı öneği çift endir, yani 138 santimdir eni, İstanbul'da bunları perakende on bir liraya metrosunu satıyorlar, benim tezgâhın mamulüdür, fakat parasızlık ve imkansızlık yüzünden geç kaldığım için, İstanbul'da sattıramadım, maliyeti sekiz liradır, sekiz buçuğa toptan müşteri bulursan metroda elli kuruş da bize kalır, sekiz buçuktan yukarı bulursan daha âlâ, yani sen şu örneği çarşıya göstertmeye gayret et, çeşitli renkleri vardır." 

"Bugünlerde telgraf çekecek param da yok, lakin yakında bu züğürtlükten kurtulacağım, bezleri sattık, henüz parasını alamadık."

"Mamafih, dur bakalım, bir dokuma siparişi almak mümkün olacak galiba." (6 Ekim 1948)

"Sekiz dokuz aydır mekik attığım yok. Tezgâhlar öyle kapalı durur." (Kasım 1948)

"Bizim burası yakında iş yurdu olacak. Beni de çalıştırırlar da nafakayı çıkarırız umudundayım." (13 Haziran 1949)

Şiirimizin büyük ustası Nâzim Hikmet, hapislik yıllarında dokumacılığın ustası olduğu kadar, hasretlerin de ustası olmuş...

Sevgilisine, oğluna, doğup büyüdüğü kente... Ülkesine hasret yaşamıştır:

iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü
ve koparmış ipini eski kayıklar gibi yüzer
kışın sabaha karşı rüzgârda tahta cumbalar
ve bir saç mangalın küllerinde
uyanır uykudan büyük İstanbulum
iki şey var ancak ölümle unutulur
 

Ve hasretin yorgunluguyla, gecelerin leylak ve hanımeli koktuğu bir haziran günü, 3 Haziran 1963'te, sabahleyin, ülkesinden, Memet'inden, İstanbul'dan, sevdiklerinden uzakta yaşama gözlerini yumar.

Nâzim Hikmet, 'Vasiyet' şiirinde şöyle der:

"Anadolu'da bir köy 
mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani."

Adnan Genç

"Simit"in Rusya'daki üç muadili...





Bizde simit denince akan sular durur... Gevrek, bol susamlı bir simide, hele yanında peynir ve de çay varsa "hayır" diyecek birine rastlamak zordur. Rusya'da da simitle eşdeğer lezzetler var. Hem de boyut boyut. İrili ufaklı. Elbette tadı farklı, ama biçiminden bir benzerlikle teselli bulabilirsiniz. Üstelik kendine has tatlarına da meftun olmanız işten bile değil:

"Baranki", "bubliki" ve "suşki". İşte Rusların, özellikle de çocukların vazgeçemediği, buğday unuyla pişirilen peksimet türleri. 

Baranka, yani "teker", ilk kez Çar Petro döneminde resmi kayıtlara girmiş bir yiyecek. Belarus kökenli olduğu tahmin edilen simit biçimindeki orta sert peksimet bugün de küçük çocukların en sevdiği yiyeceklerden biri. 7 ila 10 santimetre arasında çapa sahip barankalar 1,5-2,5 santimetre kalınlığında.

Adına şarkılar yazılan "bubliki" ise Odessa'dan çıkmış ve tüm eski Sovyet coğrafyasına yayılmış, bizdeki simit-poğaçayı andıran, üstü haşhaşlı, barankaya göre daha yumuşak bir yiyecek.

Suşka ise, adından da anlaşılacağı üzere daha kuru bir yiyecek. Barankalardan daha küçük pişirilen minik halka şeklindeki suşkalara "Rus krakeri" demek de mümkün. Diş çıkaran çocukların baranka ve suşkaya bayıldığını da söylemek gerek. Ama özellikle çay seven yetişkinler de afiyetle tüketebilir.