Moskova

Moskova

9 Aralık 2017 Cumartesi

Kremlin'in kartal ve şahinler tarafından korunduğunu biliyor muydunuz?




Rusya’nın başkenti Moskova’daki Kremlin Sarayı Güvenlik Servisi’ne bağlı Şahin Koruma Birimi’nde görev yapan kartal, şahin ve baykuşlar, Kremlin’deki tarihi binalara zarar veren ve kirleten kargalardan koruyor.

Kremlin ziyaretçileri 1980’li yılların başında, bölgede çok sayıda karganın bulunuyor olmasını dönemin güvenlik sorumlusuna şikayet etmişti. Şikayet üzerine güvenlik birimi kargalarla mücadelede şahinler ile kartalları kullanmaya başladı.

Dünyanın en güzel çocuğu Nastya




İngiliz gazetelerinden Daily Mail tarafından düzenlenen "dünyanın en güzel çocuğu" yarışmasında Rusya'dan Anastasiya Knyazeva birinci seçildi.

6 yaşındaki Nastya, son bir yıldır model olarak çalışıyor. İnstagram'da 520 binden fazla takipçisi olan Nastya, şu an dünyaca ünlü bazı çocuk giyim markalarının kataloglarını ve reklamlarını süslemeye başladı. Nastya, Vogue dergisinin de "en genç modeli" ünvanını almıştı.

7 Aralık 2017 Perşembe

Tarihin tortusu: St. Vasili Katedrali yıkım emrinden nasıl kurtuldu?





Moskova denince genellikle akla ilk gelen sembol, Kızıl Meydan'ın nehir tarafındaki köşesinden rengarenk soğan kubbeleri ile yükselen St. Vasili (Rusçadaki tam adıyla Vasil Blajennıy) katedrali...  Bu eşsiz eserin, Stalin döneminde yıkılmaktan son anda kurtarıldığını biliyor musunuz? Hikayeyi "tarihin tozlu raflarından" aktarıyoruz:

Bugün pek bilinmese de, Stalin devrinin en önemli eserlerinden Moskova Metrosu bir zamanlar "Kaganoviç Metrosu" olarak anılıyordu. Moskova'nın çehresinde epey iz bırakmış bu politbüro üyesinin, Lazar Moisyeyeviç Kafanoviç'in (1893-1991) planları arasında Kızıl Meydan'ın göbeğindeki Vasil Blajennıy Katedrali'ni yıkıp askeri geçit törenlerine daha fazla yer açmak da vardı. Bu teklifi, oldukça yakınında olduğu Stalin'e de götürdü. Ama Stalin reddetti.

Yaygın inanışa göre, bugün Moskova'nın sembolü haline gelen katedralin hala ayakta olmasını Pyotr Baranovki adındaki mimara borçluyuz. Çünkü Stalin'i katedralin yıkılmaması için ikna eden kişi o.

Sovyetler Birliği'nde din karşıtlığının damgasını vurduğu 1920'ler ve 1930'ların ilk yarısında Baranovski pek çok başka yapının da "yenileme" adı altında yıkıma kurban gitmesine engel olmasıyla bilinen bir mühendis ve sanat uzmanı. Bu bıçak sırtı konuda Baranovski'nin en büyük başarısı hiç kuşkusuz Vasil Blajennıy Katedrali'ni kurtarmış olmak.

Rossiyskaya Gazeta'dan aktarırsak, mimarın kızı Olga Baranovskaya babasının Stalin'e bir telgraf çektiğini aktarıyor. Baranovski'nin kızının naklettiğine göre bu telgraf şöyledi:

"Moskova. Kremlin'e. Yoldaş Stalin'e. Lütfen Vasil Blajennıy'nın yıkımına engel olun. Bu Sovyet Devleti'ne politik açıdan zarar verecektir."

Telgrafın aslı bugüne ulaşmış değil. Hatta Baranovski'nin kendisini katedrale kilitleyerek intihar etmekle tehdit ettiğini aktaran efsaneler mevcut.


Gerçek nasıl olursa olsun, bugün pek çok kişi Kızıl Meydan'ın şimdiki görünümü için Baranovski'ye teşekkür edilmesi gerektiğinde hemfikir. Sırf Kızılordu askerlerinin "geçit yolunun üstünde duruyor" diye yıkılmış olabilirdi... Tıpkı Stalin'in ünlü Kuratırıcı İsa Kilisesi'ni 1930'larda dinamitletip yıktırması gibi... Bu kilise 1990'ların sonunda orijinaline sadık kalınarak sıfırdan yapılmıştı.

Ruslar yüzüğü neden sağ ele takar?




Rusya'ya yeni gelenlerin ilk fark ettiği şeylerden biri, nikah yüzüğünün bizdeki gibi sol ele değil, sağ ele takılması.. Peki Rusya'da neden sağ ele takılır? Dünyada yaygın olarak neden sol ele takılır? İşte bunun yanıtı:

Bir efsaneye göre sol eldeki yüzük parmağı doğrudan kalple bağlantılıdır ve genelde sol ele takılır. Ama yüzük için parmak seçimi kültürden kültüre değişir. Rusya'da yüzük sağ ele takılır. Ortodokslardaki bir inanışa göre, yüzüğün sağ ele takılmasına İncil'de atıf vardır.

Evliliği yüzükle işaretleme geleneği Eski Roma'ya kadar gidiyor. Ünlü antik dönem tarihçisi Plutark, evlenen Mısırlıların sol ellerinin dördüncü parmağına yüzük taktığını yazar.

Mısırlıların bu geleneği Yunanlılar ve Romalılar üzerinden tüm dünyaya ve elbette Bizans üzerinden Rusya'ya yayılmış durumda.


Batı Avrupa ülkelerinde ve Amerika'da nikah yüzüğü kalbe daha yakın olması için sol ele takılırken Roma-Yunan geleneğini takip eden Ruslar yüzükleri sağ ellerine takar. Yani çağdaş Rusyalıların el seçiminde Jül Sezar ve Çiçero'nun ardından gittiği söylenebilir.

3 Aralık 2017 Pazar

Türkler Moskova'ya ilk ne zaman geldi?

FUAD SAFAROV




Rusya'da yayınlanan İslami Ansiklopedi adlı bir site, Türklerin Moskova'da varlık tarihiyle ilgili ilginç bir araştırma yaptı.

Araştırmaya göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun elçilerinin Moskova ziyaretleri 16. yüzyılda başladı. Tarihçilere göre ikili ilişkiler 15. yüzyılda Karadeniz’den ticaret yollarıyla ve 1497’de resmen başlatıldı. Bu tarihten sonra Osmanlı ve Rus Çarlığı arasında savaşlar, ittifaklar, yardımlar, dostluklarla, soğuk savaşla süren ilişkiler yaşanmıştı.

Rus tarihçi (1862-1918) Sergey Belokurov'a göre, ilk dönemlerde Türklerin Moskova'da sürekli rezidansı bulunmadığı için kendileri Moskova'nın merkezindeki Kitay-Gorod semtinde kalıyordu. 1709 yılında ise Türk elçiler Kremlin Sarayı'nın Krutitski Manastırı'nın avlusundaki binaya yerleşmeye başladı. Bu arada Belokurov Rusya İmparatorluğu Dışişleri Bakanlıığı Genel Arşiv İdaresi'nde de çalıştı.

Makaleye göre, Moskova'da ilk Türklerin çoğu savaşta ele geçirilen esirler idi. 1665 yılına ait tarihi belgelerde "Türk Maşay" ve "Türk Ahmet" olmak üzere iki isim geçiyor. Rus tarihçilere göre, o dönemlerde Moskova'nın Müslüman topluluğuna Türkler de dahil olmaya başladı. Bu Türkler ya Rusya'ya gelen tacirler ya da savaş esirleri idi. Savaş esirlerinin Rus Ortodoksluğunu kabul ettiği de belirtiliyor.

1811 yılında Moskova'da 35 Türk'ün yaşadığını belirten Rus tarihçiler, 19. yüzyılın ortalarında Moskova'da Türk uyruklu kişilerin sayısının arttığına işaret ediyor. Çoğu ise Osmanlı'da yaşayan Ermeni, Rum, Süryani kökenli vatandaşlar oluşturuyor. Örneğin 1873 yılında Türk tacir Şerif Osman'ı Moskova'da tanımayan yoktu.

Araştırmada, "Rusya ve Türkiye arasında kadim tarihi ilişkilere rağmen, Moskova'da Türk topluluğu genelde SSCB'nin son yıllarında oluşmaya başladı. SSCB döneminde Moskova'daki Türklerin çoğu siyasi mülteciler, komünistler idi. Örneğin burada Nazım Hikmet uzun süre yaşadı ve toprağa verildi" bilgileri yer aldı.

Kayıtlara göre, Moskova'da 1989'da en az bin Türk vatandaşı yaşıyordu. Rus ekonomik dergisi Delovıe Lyudi'e göre 1998 yılında başkentte Türklerin sayısı 15-20 bin idi. Bugün ise Türk topluluğu temsilcilerine göre Moskova'da yaklaşık 40 bin Türk yaşıyor.



Moskova Oteli



Hani şehir efsaneleri dediğimiz şeyler vardır ya, o kadar çok dillendirilir ki sonunda bazı insanlar gerçek olduğunu düşünmeye başlarlar. İşte onlardan birini güzel ve değerli blogunda Ali Rıza Sığırcı paylaşmış.

Moskova Oteli ve onun hikayesi şöyle anlatılmış:


“Stalin 20’li yılların sonundan itibaren Moskova’ya Sovyet mimarisini de ortaya koyan  görkemli bir otel yaptırmak istemektedir.

Bu otel hem yurtdışından gelecek olan misafirlerin konaklayabilecekleri  hem de üst düzey toplantı ve eğlencelerin yapılabileceği bir mekân olmak durumundadır.

Adını da Moskova oteli ( Hotel Moskva) koyarlar.

***
Dönemin en ünlü Sovyet mimarı olan Aleksey Şusev; iki alternatif proje yapar.

Bunlarda orta kısım ve otelin girişi aynı, ama her iki versiyonda da kanatlar belirgin olarak farklıdır.

İnşaat başlamadan önce, bu birbirinden farklı olan iki projeyi tek kâğıda yapar ve girişi aynı olduğundan- tek bir kâğıda çizerek,… hangi projeyi onaylarsa- onu yapacağını belirterek, Stalin’in yardımcılarına verir.

Her zamanki gibi çok yoğun olan Stalin projeye bakar ve “tam ortasına” onaylama anlamında imzasını atar.

Onaylanan proje mimara geldiğinde, ortada bir problem vardır:
Stalin hangi tip kanadı tercih edeceğini belirtmemiş ve tam ortaya imzasını atmıştır.

…Korkudan kimse projeyi yeniden götüremez.

***

İki arada bir derede kalan mimar da, aynen Stalin’in onayladığı gibi, sağ ve sol kanadı birbirinden çok belirgin farklı olan otelin inşaatını, …- öyle veya böyle- onaylandığı şekilde; yani asimetrik/ yamuk olarak bitirmek durumunda kalır.
Hotel Moskva böylece 1935 yılında açılır ve Stalin de oteli çok sever.

2014'deki restorasyon sonrası aynı şekilde, asimetrik kanatlarla "Hotel  Four Seasons" olarak yeniden açılmıştır.”

Sevgili Platonov


Sevgili Platonov,
Dünyamız şimdi sizin erkenden bıraktığınız zamankinden de kötü durumda. Oysa sizin çağınız ve sizler ne büyük bedeller ödemiştiniz, ne acılar çekmiştiniz, savaşlarla ölümlerle sınanmıştınız… Varılan yer bu olmamalıydı. İyilerle kötülerin, insana kıyanlarla insanı el üstü, göz nuru, baş tacı edenlerin, inancın karşısındaki hinliğin, doymazlığın, insana kıyanların savaşı sürüyor.


Ayşe -Kilimci
Kaynak: http://www.serbestiyet.com/


Size hangi seslenme sıfatını yazayım, bilemedim. Rus dilini bitiren kızıma sordum, girme dedi bu konuya, ya sayın yaz, ya sevgili… Sevgili, demesi değil mi en güzeli.

Size yazmayı nicedir kuruyordum, hoş, Rus edebiyatını, o dile getirmesi, anlayıp tadına varması güç olanı hakkıyla tanımak ne mümkün, bu yüzden insanın yakınında bir kişinin o dile çalışması, o dilin edebiyatını el yordamıyla da olsa incelemesi gerekiyormuş, kızım sağolsun…

Andrey Platonoviç Platonov… Bir demiryolcunun oğlusunuz, 1899’da Voronez yakınlarında dünyaya gelmişsiniz.

İç savaşta Kızıl Ordu’da savaşmış, sonradan elektrik mühendisi ve arazi ıslah uzmanı olmuşsunuz.

1918’den sonra dergilerde, bazı gazetelerde makale, deneme ve şiirleriniz görülmeye başlamış.

1926 yılı kısa öykülerinizin yazılıp yayınlanmaya başlandığı yıl.

Sizi ve yeteneğinizi Gorki keşfetmiş. Elbet edebiyata parlak bir giriş yapmışsınız.

Ama sonradan Stalin’in de içlerinde olduğu çok kişinin şimşeklerini çekmişsiniz üstünüze.
İkinci Dünya Savaşı sırası savaş muhabirisiniz, gene tanınıyorsunuz, savaş bittikten sonra gene saldırılıyorsunuz… Zorunlu çalışma kampına giden oğlunuz döndüğünde, ondan verem mikrobu kapıyor, 51 yılında ölüyorsunuz.

Ölmeden bir yıl önce öyküleriniz tekrar yayınlanabiliyor olsa da, belli başlı yapıtlarınız 80’li yıllara kadar yasaklı…

KGB edebiyat arşivi halka azıcık açılınca gün ışığına çıkan Mutlu Moskova, anadilinizde ilk kez 1991’de yayınlanabiliyor…

Size, bizim memleketin İzmir şehrinde, hem de şehrin küçük evleri olan eski bir mahallesinde, kentleşmeye şimdilik kurban gitmemiş, hâlâ mahalle olan bi kıyıcığında, dört yaşındaki küçük bir kız çocuğunun sizinle tanışmasını anlatmak için yazıyorum ve elbet hikayelerinize olan hayranlığımı bilin diye…

Küçük kızın adı Deniz. Pek cimcime, akıllı fikirli, dilde ve hissetmede hünerli, pek seviyoruz birbirimizi… Kreşe gidiyor, sizin Kırıntı öykünüzü anlattım ona, o da gitti okulunda, sınıf arkadaşlarına anlattı, bize de anlattı…’Bir zamanlar iki kırıntı yaşardı, ikisi de küçük, ikisi de karaydı, ama, babaları farklıydı, birinin babası ekmek’ti, ötekinin babası Barut… Bir sakalın içinde yaşarmış bunlar, sakal avcının yüzündeymiş.’ Diye anlatmaya başlayıp, bunlar ikisi güçlerini denemişler, ekmek kırıntısı demiş ki, ‘sen beni yenersin barut kırıntısı, ama, insanı yenemezsin.’

Hikayeyi okurken gözümün içine baktı durdu, Deniz, sonradan o anlatırken bizim de onun gözünün içine bakmamızı beklemiş olmalı… Serçe ekmek sandığı barut kırıntısını bir çırpıda yiyip, korkusundan göğe uçtuydu ya, benimki de iş mi, hikayeyi yazana onun hikayesini anlatıyorum, yok, hayır, Deniz’cik anlatıyor:’ ekmek kırıntısı da insanın içine girsin mi…Kendi de insan olsun mu…Barut kırıntısı da serçenin içinde tutuşmuş tabii, serçe bu ateşten pişmiiiş, yere düşmüüüş…

Yerin çimenleri üstüne gökten pişmiş bir serçe düşünceee, köpek serçeyi yemiş yutmuş, ondan sonra da hep göğe bakmış, pişmiş bir kuş daha düşer mi diye, düşsün düşsün n’oolursun…’

Ekmek kırıntısı da insanla beraber yaşıyordu ya hani, insan olmuştu ya, gülümsemiş, demiş ki, bütün dünyayı tutuşturacaktı güya, anca serçeyi pişirdi…’

İnsanın sakalındaki iki kırıntının kavgasını, sizden şu kadar yıl sonra, şuncacık bir çocuk böyle tatlı tatlı anlatıyor hâlâ…‘Çünkü niye?’ siz pek güzel kurguladınız da ondan.

Evrensel bir hali iki sayfayı bulmayan bir öykücükte esaslı anlattınız, öyle bir anlattınız ki, küçük çocuk bile kendine kattı, anlatmaktan usanmadı, pek bayıldı…

Sizden için John Berger diyor ki, ‘günümüzde dünyanın muhtaç olduğu hikayecilerin öncüsü’. İnsanın sevgi ve anlam arayışını konu edinseniz de, kesin son yazmasanız da, okura net yanıt vermek yerine, hayatın kendi gibi hüzünlü, iç burkan, komik olabilen duyarlı hikayeler anlattınız, kısacık ömrünüz boyunca.

İnsanın, doğanın, bütün canlıların sonsuz ve büyük değerini kavramıştınız, bunu her satırınızda okuyana geçirdiniz. Onca kötülüğe, kendi yaşadığınız nice sıkıntıya, engellemeye, zor hayata rağmen, insanın iyiliğini, paylaşma ve dayanışmanın gücünü kendiniz de bunlara inandığınız, iyi bildiğiniz için, inancınızı hiç ama hiç yitirmediniz. Ondan olmalı hem dünyamıza hem insanlara yaptığınız iyileştirici, diriltici etki…

Herkesin bir biçimde yaşadığı, cenk ettiği hayat gailesi içinde unutmaya meyletsek de, görmezden gelsek de, asıl önemli olan ne varsa, insana dair, onları bize hatırlattığınız için değil mi, size hayranlığımız?

Sakıncalı Rus yazar sevgili Platonov, değiştirmenin, dönüştürmenin, hayatı ve dünyamızı insana yaraşır kılmanın derdi peşinde oldunuz hep, kahramanlarınızla birlikte hayatın, ölümün, direncin, dayanışmanın sözcüsü…

Hakikat nerdeydi? Arayıştaydı…

Tek zenginliğimiz neydi? Göğsümüzdeki kalpteydi… Varımız yoğumuz, kalbimizdi. Hayatımız bile bizim sayılmazken, yaşadığımızı sanırken…

Dünyamız şimdi sizin erkenden bıraktığınız zamankinden de kötü durumda. Oysa sizin çağınız ve sizler ne büyük bedeller ödemiştiniz, ne acılar çekmiştiniz, savaşlarla ölümlerle sınanmıştınız… Varılan yer bu olmamalıydı.

İyilerle kötülerin, insana kıyanlarla insanı el üstü, göz nuru, baş tacı edenlerin, inancın karşısındaki hinliğin, doymazlığın, insana kıyanların savaşı sürüyor. Kısa yaşadınız, ama, boşuna yaşamadınız, sevgili Platonov. Dünyadan geçtikten bunca yıl sonra eğer bir küçücük çocuk sizin yetişkinler için yazmış olduğunuz bir kitaptaki (Metis, Muhteşem Vahşi Dünya, Günay Çetao Kızılırmak’ın Rusça aslından yaptığı güzelim çeviriyle) kıpkısacık bir hikayeyi ezber ediyor ve anlatmakla mutlu oluyorsa, bir yazar başka ne ister?

Belki dünyanın çocuklara yaraşır bir yer olduğunu ister, olsa olsa bunu ister…
Ve dünyamız çocuklara yaraşır bir yer değil, sevgili Platonov, belki bunu en üst makama fısıldarsınız, belki oradan hikayeler anlatırsınız, çocuklara malum olur onlar da döner bize anlatır…

Belki öylelikle daha güzel döner dünya, daha mutlu oluruz hepimiz…