Moskova

Moskova

27 Eylül 2015 Pazar

Sayın Başkanın Patatesleri


Kaynak: http://deligaffar.com/ 

Muzırlık yapmayın, patates derken sizin başkan babanızın herhangi bir yerini ima etmiyorum. Belarus devlet başkanı Aleksandır Lukaşenko’dan söz ediyorum. 

Kendisi tüm batı medyası tarafından “korkunç bir diktatör” olarak tanımlanıyor. Batılılar bunu hep yapıyorlar, Avrupa ve ABD çıkarlarına uygun hareket etmeyen kim varsa en önce ve en kolayından “diktatör” sıfatını yakıştırıyorlar. Sadece parası olanların söz sahibi olduğu kendi düzenleri dört başı mamur bir demokrasidir, bunun dışında ne varsa geridir, çağdışıdır, diktatörlüktür. Hele böyle ulusal politika uygulamaya çalışan birileri varsa, onların zaten katli vaciptir!

Lukaşenko’nun bütün bunları çok da kafasına taktığı söylenemez. Bir yandan Rusya, Kazakistan ve Ermenistan’la kurulan gümrük birliğinin meyvelerini toplamakla, diğer yandan Ukrayna krizi sayesinde elde ettiği uluslararasi itibarın tadını çıkarmakla meşgul. Ukrayna’daki AB’ci faşist darbeden sonra çıkan içsavaşta Lukaşenko arabulucu görevi üstlendi, Belarus’un başkenti Minsk görüşmelere bir kaç kez evsahipliği yaptı.

Lukaşenko daha önce de Ermeni-Azeri geriliminde arabulucu rolü oynamıştı ve Batılılar sonunda bu korkunç diktatörün “barış yapıcı” (peacemaker) olarak başarısını kabul etmek zorunda kaldılar. Çünkü kendileri Suriye’yi karıştırmakla meşgulken bu “diktatör bozuntusu” Kafkaslara ve Ukrayna’ya barış getirmeye çalışıyordu.  Ukrayna barış görüşmelerinin sonunda Batılı gazetecilere demeç verirken “ne yapalım barışı getirmek de benim gibi bir diktatöre kaldı işte” diye alay etmişti.


İşte bu Lukaşenko sadece diktatörlük yapmıyor, diktatörlükten arta kalan zamanlarında bağ bahçe işlerine de bakıyor. Başkanın Minsk yakınlarında küçük bir daçası (yazlık evi) var. Bu eylül ayında bir haftasonu oğlu Kolya’yı da yanına alarak bu daçanın bahçesindeki patatesleri toplamaya gitti. Baba oğul yanlarındaki bir kaç yardımcıyla beraber tam 70 çuval tatlı patates toplamışlar. Lukasenko’ya göre bu patatesler başkanlık sarayının bir kaç aylık ihtiyacını karşılayabilir.


Bizim kaçak saraya kaç çuval patates gerekir, bu patatesler misal Louis Vuitton marka olmazsa hanımefendi tarafından saraya kabul edilirler mi, bizim başkan babamız tarlaya bahçeye çıksa patatesleri şemsiyeyle dürter mi, varın bu kısımları da siz düşünün.

Rusya’da mantar toplama sezonu

Malum şu günlerde Rusya’da mantar toplama sezonu yaşanıyor.

Rusya'da mantarın pek çok çeşidi var. Bir milli spor yapar gibi mantar toplayan Ruslar bu çeşitlerin hepsini gayet iyi bilirler.

Popüler mantar isimlerine bir göz atalım:

Опята [opyáta] – honey fungus. Bal mantarı.

Белые грибы [bélyie gribý] – cepe. Beyaz mantar. Et gibi değerli.

Подосиновики [padasínoviki] – aspen. Asino ağaçlarının altında bulunan bir mantar türü.

Подберёзовики [padberézoviki] – rough boletus. Genellikle beryoza ağaçlarının altında bulunan bir mantar türü.

Лисички [lisíchki] – chanterelle.-Biçiminden dolayı tilkiden ismini alan bir mantar türü

Сыроежки [syroyézhki] – russule.

Свинушки [svinúshki] – paxil. Bu mantar türü de biçiminden dolayı adını domuzdan alıyor.

Мухоморы [mukhamóri] – fly-agaric.- Hani o masal kitaplarındaki gibi renkli, güzel; ancak zehirli ve uzak durulması gereken bir mantar türü.

Dostoyevski ile zaman tünelinde


AYHAN HÜLAGÜ
Zaman

Önce bütün eserleri baştan sona tarandı, sonra biyografisi. Moskova'da yoksulluğun içine doğduğu evden, Petersburg'da gözyaşları içinde ilk eseri ‘İnsancıklar'ı yazdığı küçük odaya, Suç ve Ceza'nın ana mekânından hayata gözlerini yumduğu şirin daireye kadar hayatı boyunca uğradığı bütün duraklar çıkarıldı. Şimdi Dostoyevksi'nin izinde Rusya'dayım.

Petersburg'dayım. Üstümde gri bir gökyüzü. Karşımda taş kaldırımlı, karanlık geniş sokak. Sokağın başında dört katlı kahverengi yalın bir bina, gelin gibi sade, alımlı. Bedenimde tatlı bir yorgunluk hissediyorum, göğsüme bir kelebek ordusu konmuş sanki. Mutluyum. Elimdeki haritaya bakıyorum, sonra karşı binaya. Evet, eminim,Dostoyevski'nin evi burası… Gözünün gördüğü her şey çikolataya dönen bir çocuk gibi heyecanım artıyor. Zira bu an için iki aydır hazırlanıyorum. Dostoyevski'nin külliyatını tekrar okudum; yaşadığı, karakterlerini yaşattığı yerlerin adlarını eserlerinden ayıklayıp bir harita çıkardım. ‘Yazarın hayata gözlerini açtığı, gözyaşları içinde ilk eserini kaleme aldığı evi, Raskolnikov'un kaldığı otel odasını, son eseri Karamazov Kardeşler'i yazdığı ev neresi? Nasıl bir ortamda yazar, beslenme kaynakları neler?' sorularına cevap arıyorum. Kafamda çoğalan soruları sokakta bırakıp eve ilk adımımı atıyorum.     

Dostoyevskaya Metro İstasyonu'nun gördüğü bu bina, yazarın Karamazov Kardeşler'i yazdığı, son iki yılını geçirip hayata gözlerini yumduğu ev. Şimdi müze. Öldüğü günkü gibi aynen korunuyor, aynı ruhla… Ahşap merdivenleri tırmanıp duvarları fıstık yeşili kağıtlarla kaplı bir daireye giriyorum. Kapının eşiğinde ustanın başından hiç çıkarmadığı siyah fötr şapka, sağda boş portmanto, içinde kim bilir hangi karakterlerin hapsedildiği büyülü bir sandık. Koridor iki odaya çıkıyor. Sol oturma odası, sağ çalışma. Başkasının günlüğünü gizlice okuyormuş tedirginlik ve heyecanıyla soluğu çalışma odasında alıyorum.

Ustanın mahremi…

Üstü yeşil, ahşap bir çalışma masası, mavi mürekkep kutusu, bakır kalemler…  Köy evinden getirilmiş hissi veren halının üzerinde şirin bir atlı karınca, dantel elbiseli bebek duruyor. İlk eşini kaybettikten sonra evlendiği sekreteri Anna ile yaşadığı, Karamazov Kardeşler'in karakterlerini ete kemiğe büründürdüğü dünya bu küçük oda. Üç yıl süren eserinde nice iç sancılar çekti, ruhunu dinlendirmek için odayı kaç defa turladı bilinmez. Yaramaz çocukları Lyuba ile Fedya romanın en can alıcı yerinde babalarının sakallarına yapışıp nasıl çekti salona. Anna hangi koltuğa kurulup eserdeki noksanlıkları düzeltti... Hepsi zihnimde belli belirsiz canlanıyor.

    Dostoyevski, çocukları uyuduktan, şehrin sakinleri sıcak yataklarına çekildikten sonra masanın başına geçermiş. Gün ağarınca bırakırmış kâğıdı kalemi. Öğlene kadar uyur, kalkar kalkmaz hazırladığı demli çaya uzanırmış eli. Çay ve sigara… Öğleden sonra akşam altıya kadar yazdıklarını gözden geçirirmiş. Sonra kendiyle baş başa kalmak için bir saat daha çekilirmiş odasına. Akşam yemeğinden sonra bir-iki saatlik yürüyüş, sonra yine karanlık geceler, kitaplarının renkli ve tehlikeli dünyasına yolculuk... Bu arada ekleyeyim: Çok düzenli bir yazar, bir hayli titiz. Gazetesinin, küllüğünün dahi özel bir yeri var, yerlerinin değiştirilmesinden asla haz almaz. Çalışma odası adeta bir mabet. Arkadaşlarını, dostlarını içeri sokmaz, salonda ağırlar.

Başka bir çalışma odası…

Salona geçiyorum. Krem örtüyle örtülmüş, orta boy bir yemek masasının üzeri şık beyaz porselenlerle dolu. Dolabın üzerinde emaneten duruyor saat. Sanki yazar her zamanki gibi demli çayını içtikten sonra masaya ailesiyle kurulacak. Çocuklar harçlık isteyince bütün parasını kumarda kaybeden hatta borçlarından dolayı hapse düşme tehlikesi yaşayan baba ölüm sessizliğine bürünecek, kim bilir.

Hayaller kurarken salonu gören başka bir çalışma odasına giriyorum. Çocukların bile alınmadığı bir oda anlaşılan. İçinde kırmızı bir sedir, üstü yeşil bir masa, ince işlemeli iki sandalye, ahşap dolapta ciltli onlarca kitap… Yazarın ikinci yazı dünyası.

Müze evler hep terk edilmiş duygusu verir. Evdeki bütün nesneler sahibine özlem duyar hatta ağıt yakar. Dostoyevski evinde hâlâ yaşıyormuş hissi hakim. Sanki, yazar paraya sıkışınca her zaman yaptığı gibi Nevski Caddesi'ndeki yayıncılardan avans almak için çıkmış (Anna, hatıralarında eşinin yayıncıların eşiğini nasıl aşındırdığını uzun uzadıya anlatır), gelecek birazdan. Birden aklıma yazarın bu evde öldüğü geliyor. Ürperiyorum. Epilepsiden dolayı ciğer kanaması geçirirken içerdeki beyaz yatağa mı uzandı gerçekten. Anna karyolanın hangi köşesinde durup İncil'den pasajlar okudu. Dostoyevski öldükten sonra on binler kapının önüne birden nasıl yığıldı. Sorular arttıkça zaman ağırlaşıyor, uzaklardan bir sesin daveti işitiliyor.

Eşiyle tanıştıkları zaman…

Ertesi gün… Ayaklarımın altı su toplayana kadar gezdiğim, bütün taş sokaklara ayak izimi bıraktığım serin bir günün gecesi sesin kaynağını buluyorum. Griboyedova nehrine yakın Kaznaçeiskaya Sokağı... ‘Tuttuğu evlerin, sokakların köşesinde ve her daim kiliseye yakın olduğu' bilgisiyle iz sürüyor, karakterlerin yaşadığı yerlerden gerçek mekânları bulmaya çalışıyorum. Tuhaftır, sarı ışıkların aydınlattığı nehre paralel sokağın sonuna yaklaşırken Raskolnikov'un nefes alış verişini hissediyorum. Sanki karanlık pencerelerin birinden gizli bir el çıkıp, tutup beni içeri çekecek, gizemli cinayetin parçası haline getirecek. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor. Korku, heyecan iç içe. Saatime bakıyorum, gecenin biri. 10-15 adım sonra sokağın bittiği kaldırımda duruyorum.

    Köşe başında beş katlı, sade, alımlı bir bina… Ahşap kapının solunda gölge gibi beliren yüz dikkatimi çekiyor. Yüz, Dostoyevski'ye ait bir heykel. Duvardaki levha sorulmaya hazır soruyu cevaplıyor: “Suç ve Ceza, Kumarbaz, Yer Altından Notlar romanlarının yazıldığı ev burası. Alonkin Apartmanı.” Yeni buradan çıktı o cinayet işleyen aydın, dürüst genç, kumar müptelası, hasta memur… Evi izliyor, yazara dokunuyormuş hissiyatıyla mimarîsini inceliyorum. Ev müze değil, içinde yaşayanlar var. Ancak üç yüz yıl öncesinden bugüne değişen bir şey yok. Daha önce gördüğüm 19. yy'ın başındaki fotoğrafla birebir benzer. Masum bir bebeği izler gibi taş binayı seyre dalıyorum. Dili olsa da konuşsa, anlatsa biriktirdiği hikâyeleri… Suç ve Ceza romanının tefrikası henüz devam ederken yazarın yayıncısı Stellovski, ağır şartlar içeren bir sözleşme imzalatmıştı yazara. Suç ve Ceza'yı ve Kumarbaz'ı 1 buçuk ay içinde tamamlamazsa bütün eserleri üzerindeki telif haklarını kaybedecekti. O süreçte bu eve kapanıp geceli gündüzlü çalışmıştı. Bu sırada bir dostu verimli çalışması için ona bir sekreter tavsiye etti. Dostoyevski'nin verimli çalışması için şartları olgunlaştıran 20 yaşındaki Anna ile arasındaki dostluk zamanla aşka dönüştü, dört ay sonra evlenip bu eve yerleştiler.

İnsancıklar'ın ana yurdu

Bir sonraki gün… Yazarın diğer evlerinin yolundayım. Heykelleri, barok mimarîsiyle inşa edilen tarihî evleri, ihtişamlı köprüleri selamlayarak ve doyasıya kaybolarak iz sürüyorum. Yollar beni tanıdık bir caddeye çıkarıyor, Vladimirski'ye… Yine köşe başında kocaman ahşap kapılı, eski, sade dört-beş katlı bir ev. Dostoyevski'nin müze olan evinin bir üst sokağı. Yine kapıda yazarın silüeti, yaşanmışlığını özetleyen Rusça bir levha. İçinde yaşayanlar olduğu için misafir kabul etmeyen bina, yazarın ilk eseri İnsancıklar'ı yazdığı yer… Stefan Zweig'ın tanımlamasıyla 1844 yılında 24 yaşındayken henüz ‘tutkulu bir ateşle neredeyse gözyaşları içinde' yazdığı eserin ana yurdu... Bu kiralık dairede tek başına değildi Dostoyevski. Sibirya'da tanıştığı Alman bir dostuyla yaşıyordu, sonrasında onun keşfine vesile olan Dimitri yanına taşındı. İnsancıklar'ın ilk müsveddesini okuduktan sonra gözyaşlarına boğulan, gün ağarmadan dönemin saygın editör-yazarlarından Nekrasov'un kapısına dayanan ‘bu iş uykudan hayırlıdır' deyip hayranlıklarını paylaştığı kişi… Sonrası malum, devrin koca reisi Belinski okur, ‘Yeni bir Gogol'ümüz doğuyor!' diyerek yeni bir devrin başladığını ilan eder. Soğuk kahverengi binayı izlerken ister istemez bir duygu kümesi sarıp sarmalıyor insanı. Belinski'nin ‘Burada neler başardığınızın farkında mısınız siz?' yorumundan sonra Dostoyevski'yi hissettiği korkuyu, ansızın gelen başarı karşısında duyduğu tatlı ürpertiyi hissediyorum. Yüreğinde yücelmeyle eziklik, tevazuyla gurur yer değiştirirken hangisinin sesine kulak vermişti acaba? Sarhoş gibi yalpalayarak sokakları dolaştıktan sonra geldiği evde gözyaşlarında birleşen mutlulukla acının farkında mıdır şimdiki sakinleri? Kuvvetle muhtemel.

Petersburg'da iki ev daha…

Moskova doğumlu Dostoyevski'nin Petersburg'daki ilk evi Ligovski Caddesi'nde. Mühendislik mektebinde okurken yerleştiği evi babası sık sık gelip ziyaret eder. En huzurlu yaşadığı dönem bu olsa gerek. Zira saygın bir yazar olduktan sonrası sürgün, hapis ve bedeni ele geçiren bir hastalıkla geçti.

Meşhur müzisyen Rimski-Korsakov'un adını verdiği caddesindeki evleri Petersburg'daki bir diğer adresleri. Moskova'dan dönüşte (1871) yerleştikleri ev. Şirin oğulları Fiyodor doğmuş burada. Suç ve Ceza'da Marmeladov'un uğradığı fayton kazası burada yaşanıyor. Yaşanmışlıklardan ne kadar beslendiğini varın siz hayal edin.

Doğduğu ev Moskova'da

Son durak, Dostoyevski'nin Moskova'daki doğduğu yer. Yazarın adını taşıyan metro istasyonuna yürüme mesafesinde üç katlı mütevazı bir ev. Düşük bütçeyle zevkle döşense de dört çocuğun duvarları maviye boyandığı minik bir odada büyüdüğü küçük bir dünya… Zweig der ki, Dostoyevski hayatının 56 yılının tümünü sefalet, yoksulluk ve mahrumiyet içinde geçirdi. Kumar tutkusu nedeniyle yaşadığı ekonomik sıkıntıları, muhalif kimliğinden dolayı Sibirya'daki sürgün yıllarında çektiği acılardan haberdarız ama yaşadığı evlere bakınca yoksulluğun nispeten görünür olduğu tek yerin burası olduğunu söyleyebilirim. Asker doktor baba, köylü anne ve dört kardeşiyle ayın ortasında kaç defa salonda toplanıp ay sonunu düşünerek hesap yaptıklarını biliyoruz. O uzun suskunluklarda neler konuşulduğundan bîhaber olsak da... Bu yoksulluk sadece maddî olmasa gerek. Yine Zweig'ın deyimiyle Dostoyevski'nin hayatı boyunca kahramanları gibi mağara adamı gibi yaşamasında nar taneleri gibi darmadağın ailenin etkisi hiç yok mu. Elbette var.

   Dostoyevski'nin doğumundan 16 yaşına kadar (annesini kaybettikten sonra Petersburg'a askerî okula gider) yaşadığı ev burası. Yazarın çocukluğunda iz bırakan dadısı bildiği bütün halk hikâyelerini bu evde paylaşır minik Mihayloviç ile. Eserlerindeki güçlü fakir halk imgesinde dadısının payı büyüktür. Bir de şöyle bir ayrıntı var. Babasının çalıştığı hastaneye sık sık gider, gözlem yaparmış. Hasta, yoksul bireylerin bir kısmının oradan esinlenildiği söylenir.

Raskolnikov nerede yaşadı?


Bu ev Dostoyevski'nin yazın hayatında başka bir öneme daha sahip. Suç ve Ceza'nın ana mekânı burası. Romanda Raskolnikov'un küçük odasında kaldığı pansiyonun ‘S...' sokağında olduğu geçer: “Beş katlı yüksek bir evin çatı katıydı ve odadan çok bir dolabı andırıyordu.” Yani Raskolnikov yazarın kaldığı evin odalarından birinde yaşıyordu. Dostoyevski'nin ismini vermekten itinayla çekindiği yer, köşedeki evin diğer sokağı Stolyarnyy. Anna Grigoriyevna da Ekim 1866'da eve dair izlenimlerini şöyle anlatır: “Ev, çok sayıda küçücük dairelerden oluşan kocaman bir binaydı. Tüccar ve esnaf takımı otururdu bu dairelerde. Girer girmez Suç ve Ceza romanının kahramanı Raskolnikov'un oturduğu evi hatırlatmıştı bana.” Evin soğuk, taş duvarlarına dokunurken uğultu halinde bir ses duyuyorum. Yeni bir davet.


26 Eylül 2015 Cumartesi

Sovyetler’de “Avtorodeo”


Kaynak: http://deligaffar.com/ 

1980 yılında Moskva’dayız.  Sovyetler Birliği döneminde futbol stadyumları bazı otomobil sporlarının da yapıldığı yerlerdi. Bunlar genellikle gösteri amacıyla düzenlenen akrobasi oyunlarıydı. Özellikle 70’li yıllarla beraber bu tip gösteriler Moskvalıların popüler haftasonu etkinliklerinden biri haline gelmişti.

Bu gösterilerin en sevilenlerinden biri “avtorodeo”ydu. 12 kişilik ekipler halinde yapılan “avtorodeo” şovlarında ateşin içinden geçen, birbirinin veya insanların üstünden uçan otomobilleri ya da resimdeki gibi otomobil iki teker üzerinde giderken onunla dans eden akrobatları görmek mümkündü. Resimde de bir dans ve akrobasi ekibi Lada’nın o zamanki son modeli 2106 üzerinde “avtorodeo” yaparken görülüyor.

Sovyetler Birliği’nde kitlesel otomobil üretimi Batı’ya nazaran hayli geç başladı. Çünkü sosyalist sistem için öncelik ucuz ve etkin toplu taşımadaydı. Halkın artan otomobil talebi karşısında AvtoVaz firması 1970 yılında İtalyan Fiat şirketiyle bir lisans anlaşması yaparak bizim Lada adıyla bildiğimiz otomobilleri üretmeye başladı. İlk yıl sadece 20 bin otomobil üreten Lada 1973 yılında 1 milyonun üzerinde bir üretim rakamına ulaştı. Lada’nın ürettiği otomobiller Sovyetler Birliği’nde yaygın bir şekilde kullanılmakla kalmadı, aralarında İngiltere, Kanada, Fransa gibi ülkelerin de bulunduğu pek çok dış pazara ihraç edildi.

En Önemli Roman Kahramanları




Kaynak: http://www.notosoloji.com/

NOTOS’UN 9. BÜYÜK SORUŞTURMASI En Önemli 40 Roman Kahramanıyla ilgili.
Bu 40 roman kahramanından klasik Rus edebiyatının baş eserlerinden bazılarının kahramanları olanlarıysa şunlar:

Rodion Romanoviç Raskolnikov
(Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza)
Anna Karenina
(Lev Tolstoy, Anna Karenina)
İlya İlyiç Oblomov
(İvan Gonçarov, Oblomov)
Prens Lev Nikolayeviç Mışkin
(Fyodor Dostoyevski, Budala)
Humbert Humbert
(Vladimir Nabokov, Lolita)
Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin
(Fyodor Dostoyevski, Ecinniler)

RODİON ROMANOVİÇ RASKOLNİKOV
Raskolnikov’un adı Rusça raskol’dan, yani “bölünme”den gelir. Raskolnikov bölünmüş kişiliğinin derin uçurumu üstüne gerilmiş bir ipte yaşar: Akıl ile kalp, duygu ile düşünce, yalnızlık ile birlik, kayıtsızlık ile diğerkâmlık, iyilik ile kötülük uçları arasında gidip gelir roman boyunca. Arkadaşı Razumihin şöyle der onun için: “Doğrusunu isterseniz, birbirine ters iki ayrı karakter sanki nöbetleşe yer değiştirir gibidir onda.” Bölünmüş kişiliği insanların dünyasını da ikiye böler: “sıradanlar” ve “sıra dışılar”. Sıra dışı olduğunu kendine kanıtlama isteği, sıra dışı insanların kendi değer ve kanunlarını yaratabileceğine olan inancı, onu rasyonel bir cinayete götürür – tefeci kadının kafasını baltayla ikiye böler. Cinayet onu sıra dışı ya da insanüstü yapmaz, aksine insancıl ve insan dışı yönleri arasındaki çatışmayı daha da şiddetlendirir. Raskolnikov ne kadar sıra dışı olmaya meyleder, bir o kadar sıradanın çukuruna düşer; ne kadar kendini yalıtıp yüksek düşüncelere hapseder, bir o kadar da kendini insani duygu ve ilişkilerin arasında bulur. Raskolnikov belki de insanın dünyayla ilişkisindeki en temel açmazıyla çarpar bizi: “Hakikat gerçekte vücut bulmaya ya da vücutsuzlaşmaya ne kadar dayanabilir?” 
 
ANNA KARENİNA 
Neva şehrinin bataklığı üzerine kurulu St. Petersburg bir anlamda Rus edebiyatı demektir. Ev sahipliğini üstlendiği yapıtların en ünlüsü de kuşkusuz Tolstoy’un bu unutulmaz romanı. Anna Karenina, karlı bir günde, bir tren yolculuğu sırasında gözünü okuduğu kitaptan kaydırdığı anda kendini yasak bir aşkın içinde bulur. Bir devlet adamı olan kocası Aleksey Karenin’den çok daha genç ve yakışıklı Kont Vronski ile yaşadığı bu yasak aşk bir anlamda kendi dipsiz melankolisini de yaratır. Saygıdeğer kocasını ve çok sevdiği oğlu Seryozha’yı bu aşk uğruna terk ederek Rus aristokrasisinin bütün kurallarını çiğner ve onurunu ayaklar altına alır. Romanı bir klasik haline getiren de bu yasak aşk ve Anna Karenina’nın yaşadığı ve onu intihara kadar sürükleyecek olan çelişkiler muammasıdır. Kitabın başlarında, Anna bir kadının kendini trenin önüne atarak intihar etmesine tanık olur ve romanın sonunda çözümsüzlüklerin ağırlığıyla kendi hayatını da aynı biçimde sonlandırmayı seçer. 

İLYA İLYİÇ OBLOMOV

Oblomov bir yandan aylak soylu sınıfın kişileşmiş halidir, diğer yandan da idealist insanın açmazıdır. İlya İlyiç Oblomov hayatını yatarak sürdürür, rahat schlafrock’unu üzerinden hiç çıkarmaz. Sürekli bir bıkkınlık ve bitkinlik halindedir, huysuz ve ayyaş uşağı Zahar’la sürekli ağız dalaşı içindedir. Pratik meselelerle uğraşmaya ya kabiliyeti ya da mecali yoktur. Oblomov, muhasebecisi tarafından dolandırılır; malı mülküyle birlikte gitgide çöküşe sürüklenir. Yarı Alman arkadaşı Ştoltz ise onun tam zıttı bir karakterdir: azimli, iş bilir ve başarılı bir işadamı. Oblomov ise bir hayalcidir; ideallerle yaşar ama eyleme geçme yetisini kaybetmiştir. Ştoltz-Oblomov karşıtlığında eski Rusya ile Yeni Rusya, Doğu ile Batı karşı karşıya gelir. Oblomov roman boyunca yataktan çıkmaya çalışır ama yataktan sandalyeye geçmesi bile elli sayfa alır. İşte bu karakterden “Oblomovluk” terimi türemiştir: Kimine göre atalet ve tükenmişlik, kimine göre geri kalmışlık, kimine göre de eyleme geçemeyen idealistin dramıdır.

24 Eylül 2015 Perşembe

ŞAFAK VAKTİ ÇEKELİM SİLAHLARI


Büyük Yazarların Gizli Hayatları
Robert Schnakenberg

Tolstoy'un soğuk muamelesine maruz kalan bir diğer “ dost” da Rus yazar İvan Turgenyev’di. ikili uzunca bir süre yakın dost oldu ama zamanla, daha çok da Tolstoy’un ters davranışları yüzünden birbirinden uzaklaştı.

Turgenyev bronşitinden şikâyet ettiğinde duyarsız Tolstoy hastalığı “ hayali” diye niteleyerek onu başından savdı.

Babalar ve Oğullar’ın yazarı daha sonra şunları söyledi:“ Tam zıt noktalardayız. Ben çorbayı sevsem, eminim ki Tolstoy nefret eder. Bunun tam tersi de geçerli.”

Son patlama bir dostun evinde katıldıkları akşam yemeğinde yaşandı.

Sohbet keyifle devam ederken Tolstoy bir noktada Turgenyev’i kızını yetiştirme tarzından dolayı eleştirmeye başladı ( kız Turgenyev’in hizmetçilerinden birinin doğurduğu gayrimeşru bir çocuktu).

“ Senin meşru çocuğun olsa, onu farklı eğitirdin,” dedi, Tolstoy. Öfkelenen Turgenyev sandalyesinden kalkarak, “ Böyle konuşmaya devam edersen, suratına tokadı yapıştırırım !” diye haykırdı.

Akşam yemeği geldi geçti, ancak duyulan kin giderek güçlendi. Sonunda Tolstoy Turgenyev’i düelloya davet etti. Hatta tabancalarını bile getirtti.

Edebiyatın iki devi nihayetinde karşı karşıya gelmedi, ama birbirleriyle bir daha konuşmamaya karar verdi. “ Farklı gezegenlerdeymişiz gibi yaşayalım,” dedi, Turgenyev.

Evlerinin yakınlığına rağmen, aynen de öyle yaptılar.

Araları ancak Tolstoy’un dine dönmesi ve kırdığı insanlardan (uzun bir liste) özür dilemesiyle düzeldi.


Turgenyev, Tolstoy’un özrünü kabul etti ama ikili birbirine mesafeli kalmayı sürdürdü.

Sadece Bir Kişiye Servis Yapan Lokanta


Kaynak: http://deligaffar.com/

Krokodil, Sovyet döneminin en önemli mizah dergisiydi ve bildiğim kadarıyla kendi alanında dünyada en çok satan yayındı. Karikatür Yuri Ganf’a ait, 1953 yılında Krokodil’in 4. sayısında yayınlanmış. Altında “Amerika: Bu lokantada sadece bir kişiye servis yapılır” yazıyor. Kime servis yapıldığını ve boş masalarda aç bekleyenlerin kimler olduğunu zaten görüyorsunuz.
1953’ten bugüne geçen zamanda Amerikalılar silah harcamalarını düşürüp sağlık, eğitim, kültür vb harcamaları artırmadılar ama bizim gibi saf salak demokratları kandırmanın daha güzel bir yolunu buldular: istatistiği keşfettiler! Daha doğrusu, istatistikle yalan söylemeyi.
Günümüzde ABD sağlık harcamaları yaklaşık 3 trilyon dolar civarında görünüyor, yani askeri harcamaların takriben 4 katı. Oysa bu rakamın detaylarına baktığınızda bunun sadece %20’sinin devlet tarafından yapılan harcama olduğunu görüyorsunuz. Ne güzel değil mi? Bizdeki özel şirketlerin işçinin emeğiyle kazandığı maaşından ödediği gelir vergisini de şirketin ödediği vergi gibi göstermesine benziyor, nereden akıl aldıkları anlaşılıyor!

Bugün ABD hala dünyada silaha en çok para harcayan ülke. Tüm Dünya’da yıllık 2 trilyon doları bulan askeri harcamaların %40’ı tek başına ABD tarafından yapılıyor. Sanırım ABD’nin neden Dünya’ya barış getiremeyeceğini göstermesi açısından anlamlı bir gösterge.