Moskova

Moskova

15 Mart 2012 Perşembe

Gereksiz çocuklarınızı (s)atın!..

Hakan Aksay
Kaynak:http://www.rusya.ru/


İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler’de 600-700 bin kadar kimsesiz çocuk vardı. Şimdi bazı iddialara göre ise 1,5 milyonu aşkın.

Kadın koşar adım ilerliyordu. Elinden tuttuğu çocuk, ona yetişmekte zorlanıyordu. Ara sıra tökezleyen çocuk, yavaş gitmesi için kadına bir şeyler diyecek oldu:

- Anne…

- Anne deme bana!

Çocuğu pasaport kontrolüne kadar getirdi kadın. Sonra sert bir ifadeyle sordu:

- Söylediklerimi unutmadın, değil mi?

- Unutmadım, anne.

- Anne deme bana!

Ve çocuk nasıl olduysa, yolun devamını tek başına getirdi ve dev gibi uçağın içinde bir nokta gibi ilerleyerek koltuğuna oturdu.

Bir an çevresine bakındı. Tek başınaydı. Yanında tanımadığı birçok yetişkin insan vardı. O ise küçücüktü. Daha yedi yaşındaydı. Ve koca uçakta, daha doğrusu koskoca dünyada yapayalnızdı.

Washington’dan kalkan uçak, saatler sonra Moskova’ya vardı. Çocuk ürkek adımlarla kalabalığı izledi ve pasaport kontrolüne kadar ulaştı. Polis şaşırarak sordu:

- Kimle birliktesin sen? Yalnız mısın yoksa?

Çocuk cevap vermedi. Kendisi gibi küçücük olan sırt çantasından bir kâğıt çıkarttı ve polise uzattı. Polis kâğıdı evirdi çevirdi, anlamadı. Sonra İngilizce bilen bir meslektaşını çağırdı. Çocuğun verdiği kâğıtta şöyle yazıyordu:

- Rusya Eğitim Bakanlığı’na. Ben ABD vatandaşı Torry Hansen. 18 Eylül 2009’da evlatlık edindiğim 16 Nisan 2002 doğumlu Artem Savelyev’i size iade ediyorum. Çünkü o, davranış bozuklukları olan, dengesiz ve acımasız bir çocuk. Böylelikle evlat edinme işlemini de iptal ettiğimi duyururum. 8 Nisan 2010.

Artem’in gerçek annesi yoktu. Yani vardı da, yoktu... Elinden “annelik hakları” alınmıştı. Belki alkol veya uyuşturucu bağımlısıydı, belki hapishaneye düşmüştü. Çocuk bakım evlerinde geçen birkaç yıldan sonra, aracı şirket onu bulup Amerikalı bir kadına önermişti. Fiyatta anlaşmış, gerekli yasal işlemleri de yapmışlardı. Sonrası… Sonrasını boş verin artık…

Artem yaklaşık iki yıldır Moskova yakınlarında bir çocuk bakım evinde. Ondan başka beş çocuğu daha olan bir Rus ailesine katılmak üzere.

Dört gün önce ABD’nin Tennessee Eyaleti’ne bağlı Lynchburg kentinde, yargıç Lee Russel, hemşirelik yapan Torry Hansen’a bu çocuğa her ay maaşının yüzde 27’sini gönderme cezası verdi. Ve evlat edinme pratiğinde bu olayın tehlikeli bir örnek oluşturabileceği görüşünden hareketle, çocuğu geri göndermenin evlatlıktan reddetmenin yasal olarak gerçekleştirilmesi anlamına gelmediğini saptadı.

Şimdi Rusya bu olayı tartışıyor. Biz de tartışmaya biraz katılalım. Ama bu olayın sınırlarını genişleterek.

* * *

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nde 600-700 bin kadar kimsesiz çocuk olduğu söyleniyor. Bugün bu sayı, resmî verilere göre bile 700 binin üzerinde, bazı iddialara göre ise 1,5 milyonu aşkın. Bunların çoğu Rus; Müslüman cumhuriyetlerde ve Kafkasya’da sahipsiz çocuk sayısı oldukça az.

Devlet kaynaklarına bakılırsa, Rusya’da her yüz çocuktan biri (bazı resmî kaynaklara göre ise yüzde 1,5’i) çocuk bakım evlerinde kalıyor. Bunların çoğunun anne ve babası sağ. Sadece geçen yıl 7500’ün üzerinde Rusya yurttaşının ebeveynlik hakları sınırlandı, 64 bini aşkını ise bu haklardan tümüyle mahrum bırakıldı (bunların önemli bölümü ya alkol veya uyuşturucu bağımlısı, ya da hükümlü).

Ülkede 2 binden fazla bebek koruma ve bakım evi, 1500 kadar çocuk yardım merkezi, yaklaşık 1400 kimsesiz çocuk okulu var. Araştırma ve anketlere göre, buralardan çıkan çocukların en az yüzde 70’i toplumsal hayatta ciddi sorunlar yaşıyor; suç işliyor, uyuşturucu ve alkol bağımlısı oluyor.

Kısacası kimsesiz, ya da fiilen kimsesiz çocuklarla ilgili tablo hiç parlak değil. Bunların en şanslıları evlat edinilenler arasında çıkıyor. İlginçtir, kayıtlara göre, çocukları evlat edinenlerin üçte ikisi Rusya yurttaşı, üçte biri ise yabancı ülkelerden. Yabancı ülkeler arasında ABD lider. Sonra İspanya, İtalya, Fransa ve Almanya geliyor.

Genel olarak dünyada en çok yabancı evlat edinen ülke ABD. Amerikalılar, en çok Çin, Etiyopya ve Rusya’dan çocuk alıyor. Geçen yıl toplam 9320 yabancı çocuk ABD yurttaşlarınca evlat edinildi; bunların 1016’sı Rusya’dandı.

Bir önceki cümlede “çocuk alıyor” demem, pek iyi bir anlatım olmadı galiba. Ama örneğin, Rusya’dan evlat edinmenin Amerikalılara 30-60 bin dolara mal olduğu söyleniyor. Aslan payı aracı (“satıcı”) şirketlere gidiyor tabii. Genel olarak yabancı bir çocuğun “ortalama maliyetinin” 30-35 bin dolar olduğundan söz ediliyor.

Yaklaşık 20 yılda Rusya’dan ABD’ye 50-60 bin kadar çocuğun gönderildiği iddia ediliyor. Her ne kadar kimileri Rus çocukları için “genleri bozuk, aileleri sarhoş, potansiyel suçlu, fahişe, intihara yatkın vs.” dese de, onlar genelde - güzel ve sempatik olmalarının da yardımıyla - sık sık tercih ediliyorlar.

ABD başta olmak üzere bir dizi ülkede evlatlık edinilen Rus çocukların kötü davranışlarla karşılaştığı, dayak ve işkenceye maruz bırakıldığı, hatta öldürüldüğü haberlerine son yıllarda sıkça rastlanıyor. Sonunda bu işe el atma ihtiyacı hisseden devlet, İtalya, ABD ve Fransa ile anlaşmalar imzaladı. Şimdi de İspanya, İngiltere, İrlanda ve İsrail ile anlaşma sürecinde.

Ayrıca son 1-2 yılda ülke içinde evlat edinmeye özendirilmesi, çocuk evlerine yardımın arttırılması ve çok çocuklu ailelere verilen sosyal desteğin genişletilmesi gibi çeşitli haberlere daha sık rastlanıyor. Ama bütün bunların henüz çok yetersiz kaldığı besbelli. Hâlâ yüz binlerce çocuk faydası kuşkulu kurumlarda, belki daha da fazlası sokaklarda…

Sonuçta çocuklarına sahip çıkamayan bir toplum var ortada. Ve devlet... “Büyük devlet” olma iddiasındaki bir devlet… Nüfusun artması için çağrı üzerine çağrı yapan devlet…

Çocuklarına sahip çıkabilmek, hem bir anne ve baba için, hem de toplum ve devlet için ahlaki sorumluluğun ve gelecek umudunun en önemli unsuru değil midir?

12 Mart 2012 Pazartesi

Hediye Almanın Zorluğu



M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru


Kaynak:
http://www.turkrus.com/

Sabah geldiğimde hemen fark edememiştim. Yulia’nın bilgisayar ekranına sabitlenmiş gözleri buğuluydu. Gözleri bilgisayar ekranındaydı, ama belli ki aklı başka yerlerdeydi.

Meraklandım İgor’a sordum. Omuzlarını silkip, “Ben de bilmiyorum,” dedi.

Halbuki bir önceki gün Yulia’nın doğum günüydü ve mesai bitiminden önce pasta kesip, şampanya patlatıp kutlamıştık. 

Bir gün önce mutlu olan birisinin bu kadar üzülmesi için önemli bir şey olmalıydı.

Yanına gidip sordum: “Bir aksilik mi var?” diye.

Bir anda buğulu gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Yanaklarından süzülen gözyaşları siyah göz boyalarını da beraberinde sürükleyip pembe yanaklarında izler yaptı. Onun o güzel yeşil gözlerinden akan yaşları görünce ben de şaşırdım; elim ayağıma dolaştı, sorup soracağıma pişman oldum.

Sonunda dayanamadı olanı biteni ağlayarak anlatmaya başladı:

Erkek arkadaşıyla birlikte Yulia’nın doğum gününü bir restoranda kutlamaya karar vermişlerdi. Arkadaşı kan ter içinde bir demet kırmızı gülle gelmiş, elindeki çiçekleri uzatıp, öpmüştü.
Buraya kadar her şey normaldi.

Kadınların biz erkeklerin kolay anlayamadığı garip dünyaları, huyları var. Yulia, kaşla göz arasında, niyeyse çiçekleri saymış ve çiftli sayıda olduklarını fark etmişti. Fark etmekle de kalmayıp erkek arkadaşını fena halde haşlamıştı. Zira çift sayılı çiçekler Rusya’da geleneklere göre sadece ölüm olaylarında cenazelerde verilir.

Aslında delikanlı kuşkusuz bu kuralı biliyordu, ancak aksilik bu ya Metro’nun en kalabalık olduğu bir zamanda gelirken kapılar aniden kapanmış, elindeki çiçeklerden biri kapıya sıkışıp kopmuş, dışarıya düşmüştü.

Neyse, ..bu kadarla kalsa iyi; yemeğin ortasında hediyesini vermişti. Yulia, çantasından hediyeyi çıkarıp gösterdi: Metro istasyonlarının çevresindeki kiosklarda en fazla 300-400 rubleye satılan, en ucuzlarından, özelliği olmayan bir matruşka…

“Evlenmeyi hayal ettiğim adamın kız arkadaşına doğum günü hediyesi olarak layık gördüğü şeye bakar mısın!?” dedi.

Yemekte bu hediyeyi alan Yulia, hışımla masadan kalkıp, şaşkın bakışlarla onu izleyen erkek arkadaşını orada bırakarak restorandan çıkıp eve dönmüştü.

“Hiç olmazsa içine bir baksaydın,” diye arkasından seslenen arkadaşını duymamıştı bile.

Bu arada biz Yulia ile konuşurken erkek arkadaşı messenger’dan onu özür bombardımanına tutuyordu. Matruşkayı dikkatli incelemesini istiyordu.

“Bu sıradan matruşkanın nesini inceleyeceğim ki?”

“Haklısın,” dedim. “Söyleyecek bir şey yok.”

***

Yulia, biraz sakinleşip, kendine geldikten sonra içeriye işimin başına gittim.
İgor’a olan biteni anlattım; dertleşmeye başladık.

Şu sıralarda Rusya’da hediye seçiminde becerikli olmayan erkekler için zor günler yaşanıyor. 14 Şubat “Sevgililer Günü”nün üzerinden çok geçmeden 8 Mart “Kadınlar Günü” geliyor.

Yulia’nın erkek arkadaşının durumu daha da zordu. Araya bir de kız arkadaşının doğum günü girmişti.

Bütün bu günlerin kutlanmasına ve hediye alınmasına Ruslar çok önem veriyorlar.

***

“Ah, İgor, ahh!” dedim. “Sizin bu adet ve inanışlarınız bizimkileri de geçiyor.”

Hiçbir müzik aletini çalamam, eskiden sevdiğim melodileri ıslıkla çalmaktan hoşlanırdım; İgor, “Sen şirkette para işlerine bakıyorsun, daha dikkatli olmalısın, ıslık çalarsan para kaçar,” dedi; bu keyfimden de oldum. İgor’a asla ve asla kapı eşiğinde tokalaşmadığını, bir şey alıp vermediğini hatırlattım. Gülmeye başladık.

Daha neler var, neler…Ben de eskiden batıl inançlar bir tek bizim toplumumuzda var diye bilirdim; meğer öyle değilmiş.

İçimden İgor’a takılmak geldi, “Sizin evde domovoy (ev-ruhu) var mı?” diye sordum.

Domovoy, Rusların inançlarına göre bir mekan ruhu…Köylülerin en güvende oldukları yerlerde, izba(köy evi) ve bitişik çiftlik binalarında yaşadıklarına inanılır. Domovoy, görünüş olarak insana ya da bazen bir hayvana benzeyebilir; özünde diğer kirli ruhlardan farklı olduğuna inanılır; varlığından korkulmaz, aksine hoş karşılanır. İnananlara göre, Domovoy’un temel işlevi, evi, aileyi, malları korumaktır.

İgor, beklemediği anda sorduğum bu garip soru karşısında biraz düşündü:

“Naverna (galiba),” diye cevap verdi.

“Benim evde de var herhalde,” dedim.

Gözlerini hayretle açıp, “Sahi mi!? Nerden anladın?” diye sordu.

“Geçen akşam evde yalnızdım, yemekten sonra ağırlık çöktü; sofrayı toplamadan divana uzandım. Bir ara uyandım. Uykulu gözlerle bir baktım, saçı başı birbirine karışmış, sakallı, ufak tefek bir adam masaya oturmuş yemek yiyor. Rüya görüyorum diye aldırmadım, uyumaya devam ettim. Sabah kalktığımda bir baktım ki masada bıraktığım bütün yiyecekler bitmişti. Bizim evin domovoy’u her şeyi silip süpürmüştü.”

İgor, dikkatle beni dinliyordu. Susup tepkisini ölçtüm. Sonra dayanamayıp kahkahayı bastım.
Kızdı, “Yahu seninle de başa çıkılmaz,” dedi.

***

Ertesi günü işyerine geldiğimde bu sefer de başka bir manzara ile karşılaştım. Yulia’nın yüzünde güller açıyordu.

Bu değişikliğe yine şaşırmamak elde değildi.

Meğer akşam eve gidince erkek arkadaşının hediyesi matruşkayı sinirle mıncıklarken, iç içe geçmiş bebekleri teker teker açıp, çıkarmış, en sonuncusunun içinde harikulade taşlı, pahalı bir yüzük bulmuş. Asıl hediye buymuş.

“Vay canına,” dedim. “Bu çocuk, çok iyi bir çocuk. Sakın kaçırma!”


27 Şubat 2012 Pazartesi

Erkekler günü ve Rus erkekleri üzerine


Rus kadınları üzerine çok yorum yapıldı. Hakan Aksay bu kez 23 Şubat çerçevesinde Rus erkeklerini mercek altına alıyor.

Hakan Aksay
Kaynak: http://www.rusya.ru/


Dün e-postama Rusya’dan iletiler düştü. Bir kısmı çok eski kadın dostlarımdan. Bazıları “zaten yoktular” şiirinin içinden gülümseyenlerden.

İçerikteki süsleri ve orijinal şakaları çıkarırsak, geriye kalan ortak bir mesaj:

- Bayramın kutlu olsun!

Bir an uzun yıllar öncesine gittim. Üniversite yıllarına. Yine bir karakış. Ama o gün farklı. Ortalık bayram yeri. Yanıma bir grup güzel sarışın yaklaşıyor. Neredeyse koro halinde bağrışıyorlar:

- Bayramın kutlu olsun!

Cevap verirken, daha doğrusu o lanet olası karşı sorumu sorarken yüzümde bön bir ifade olduğundan bugün bile eminim:

- Ne bayramı?..

- Bugün 23 Şubat!

- Eee? (Aynı bönlükle.)

Kızlar benimle paylaşmak istedikleri gülücükleri alay hamuruyla yoğurup kendi aralarında acımasız paslaşmalara çeviriyorlar. Ben nedenini bile anlamadan eziliyorum, yok oluyorum, kadınlar karşısındaki – ileriki yıllarda acısını çıkaracağım - acemi yenilgilerime bir yenisi ekleniyor.

* * *

Sonra muhtemel ki zamanında kadınlardan bu tür yaralar almış olan erkeklere başvuruyorum usulca. Sovyet delikanlılara. Onlar da gülüyor. Ama içten, dostça ve kısa süreli. Ve gerçeği anlatıyorlar:

- Bugün erkekler günü. Aslında ordu günü. Sovyet ordusu ilk başarısını Almanlar karşısında 23 Şubat 1918’de kazandığı için 23 Şubat 1922’de bu tarih “Vatan kurtarıcıları günü” ilan edildi. Eh, 8 Mart’ı dünyada en görkemli tarzda kutlayan ülke olduğumuzdan ve biz erkekler bunu içten içe kıskandığımızdan dolayı, zamanla 23 Şubat resmî adı konmamış bir “erkekler bayramı”na dönüştü. Artık biz 8 martlarda, iki hafta kadar önce aldığımız hediyelerle orantılı bir bütçeyle hediye alıyoruz…

Son cümle (yarı)şaka tabii…

* * *

Böylece ben bir daha 23 şubatlarda ne şaşırdım, ne de kutlamaları kabul etmekte tekledim. Dahası, bu tarihi günde beni kutlamayan kız arkadaşlarıma çıkışma küstahlığını bile gösterdiğim oldu. Bir kısmı özür dilerken, diğerleri şaşırıyordu:

- Sen ne Sovyet erkeğisin, ne de bizim orduda görev aldın. Seni niye kutlayalım?..

Çoğu kez benim cevap vermeme gerek bile kalmıyor, çevredekiler bu büyük bayramın yüzü suyu hürmetine ülkedeki bütün erkeklerin kutlanması gerektiğini benden daha iyi savunuyordu. Kimisi yıllar içinde benim de neredeyse gerçek bir Sovyet (veya Rus) erkeğine benzediğimi söyleyerek sözde iltifat edip daha güçlü destek veriyordu. Sonraki yıllarda (yanımızda Rus erkekleri olmadığında) bu tür “kuşkulu övgüler”i uygun bir yöntemle geri çevirmeyi öğrendim.

* * *

Geçenlerde İstanbul’daki Rusya Başkonsolosluğu’nda iki yıldır çalıştığını söyleyen, açık renkli teni ve gözleri olan Türk polisine sordum:

- Siz burada çalışa çalışa Ruslar’a daha çok benzediniz galiba?

Önce güldü. Kabul etti. Sonra ciddileşerek çerçeveyi daralttı:

- Fiziksel olarak belki. Ama huy olarak asla Rus erkeklerine benzemem!..

Aklıma internette yabancı kadınlar arasında yapılan “Rus erkeği denince ne düşünüyorsunuz?” sorulu anket geldi:

- Cevapların yüzde 25’i “sarhoşluk”,“votka”… Bir o kadarı“mafya”… Sonra “ayı” veya“Rus ayısı”… Ardından“sakal”, “şapka” vb.

* * *

Erkekleri kadınlarla kıyaslayanların bir kısmı “bilimsel” gidiyor. En başta erkeklerin bağışıklık sorununu ve onunla bağlı hastalıkların kadınlara göre üç kat fazla olduğunu vurguluyor. (Nedeni de güya, vücuttaki kayıpları karşılayamayan “Y” kromozomuymuş.) Mide hastalıkları erkeklerde kadınlara göre 2 kat daha fazlaymış. Stres ve kalp rahatsızlıkları ise 3 kat. Söylenenlere bakılırsa, bu ve benzeri nedenlerle erkekler genellikle kadınlardan daha az yaşıyormuş.

Bazı kaynaklar, “Rus erkekleri sorunsal”ına tarihi yaklaşımdan yana. Hangi ülkede son 100 yıl içinde savaş, iç savaş, devrim, devletin dağılması, açlık, ekonomik ve sosyal kriz gibi olgular daha sık yaşandı ki? Elbette bu nedenlerle milyonlarca erkek öldü; üstelik bunlar genellikle erkeklerin en nitelikli olanlarıydı; en zor dönemlerde hayatta kalanlar zayıf, sarhoş, hain vb. özellikte olanlardı. Eh, kalan genetik mirası siz düşünün artık…

* * *

Bugün Uluslararası Sağlık Örgütü’ne (USÖ) göre Rusya yurttaşlarının yüzde 25’inin psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bunların çoğu erkek. Söz konusu oran ABD’de yüzde 15.

Yine aynı örgüte göre, Ruslar’ın yüzde 20’sinin ölüm nedeni alkolle ilgili. Bunların da yüzde 92’si erkek. Ben USÖ’nün yalancısıyım, ama 18-25 yaşlarındaki Rus erkeklerinin yaklaşık yüzde 70’inde şu veya bu düzeyde alkol bağımlılığı olduğu yolunda bir veri de var.

Bununla bağlı birçok sorun var tabii. Başta gelenlerinden biri cinsel alanda. Rusya Sağlık Birliği’ne bakılırsa ülkedeki 30 yaş sonrası erkeklerin yaklaşık yüzde 40’ında “cinsel güç eksikliği” gündeme geliyor. Yüzde 15’ten fazlasında iktidarsızlık başlıyor.

İki gün önce Rusya’da üroloji biliminin bir numaralı ismi kabul edilen Prof. Dmitriy Puşkarbir demeç verdi. Ve 25-75 yaş arası 1225 kişinin katılımıyla yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, akciğer kanseri ve deri kanserinden hemen sonra prostat kanseri ile başı belada olan Rusya erkeklerinin yüzde 90’ının “yatakta sorunları olduğunu” söyledi.

* * *

İngiliz OnePoll.com Ajansı’nın 20 ülkede 15 bin kadınla gerçekleştirilip 2009 sonbaharında Daily Mail Gazetesi’ne yayımladığı anket sonuçları da oldukça ilginçti. Buna göre “dünyanın en iyi seks yapan erkekleri” sıralamasında İspanyollar, Brezilyalılar ve İtalyanlar ilk sıralarda gelirken, en kötüler listesinde Almanlar (“kötü korkuyorlar”), İngilizler (“çok tembeller”) ve İsveçliler (“aşırı derecede hızlılar”) ilk üçü paylaşıyordu; Türkler dokuzuncu (“aşırı terliler”), Ruslar ise onuncuydu (“fazla kıllılar”).

Tanıdığım hiçbir Rus erkeği bu tür anket ve araştırmaları sevmiyor. Son ankete bakarak onlara katılan Türkler de olabilir belki.

Her neyse! Ben bütün bunları araştırmacılara, uzmanlara ve en başta da kadınlara, Rus kadınlarına bırakayım. Ve bir an önce bu yazıyı bitirip dün geri dönemediğim kutlama iletileri için teşekkür cevapları göndereyim.

Sibirya’da buzlar 9 bin km


Mehmet Y. Yılmaz/ Hürriyet

Rusya’nın Pasifik Okyanusu kıyısındaki liman kenti Vladivostok’tan Moskova’ya uzanan 9289 kilometrelik tren hattı gezginlerin yeni gözdesi.

Yerel trenlerin yanı sıra turistlere yönelik çok konforlu, yataklı özel ekspreslerin sefere başlaması Trans Sibirya hattına ilgiyi artırdı. Çöllerden, uçsuz bucaksız ormanlardan, Baykal gibi büyüleyici güzellikteki göllerden geçen rota için en uygun dönem mayıs - ağustos arası. Sıcaklığın eksi 40 dereceye kadar düştüğü aylarda, kış masalı yaşamak isteyenler için turlar düzenleniyor. Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz, ocak soğuğunda 14 günde bu rotayı geçti. Karlar altındaki Sibirya’yı konforlu bir trende keşfetmenin mutluluğunu yazdı.


Sibirya denilince aklıma önce karlarla kaplı tundralar, üzerleri beyaz çarşafla örtülmüş gibi çam ağaçları ve donmuş göller, nehirler geliyordu.
Sanırım bunun nedeni Doktor Jivago’yu defalarca seyretmiş olmamdı. İlk seyrettiğimde kaç yaşımda olduğumu hatırlayamıyorum, sanıyorum ortaokuldaydım.
Filme hâkim olan atmosfer ve coğrafyanın büyüleyici etkisi altında kamış olmalıyım.
Aradan yıllar geçti ve geçtiğimiz sene “Trans Sibirya Ekspresi” isimli bir polisiye gerilim filmi seyrettim.
İçimdeki Sibirya aşkının yeniden canlanması için demek ki böyle bir uyarıcı gerekiyormuş.

BUNALTICI BİR YAZ GÜNÜ KARAR VERDİK

Arkadaşım Mustafa Oğuz ile geçtiğimiz yaz sonunda Bebek’te maceralı bir yolculuk arayışı içindeyken aklıma Sibirya’nın soğuğu geldi. O sıcakta böyle olmasında şaşılacak bir durum yok.
Ve Trans Sibirya Ekspresi ile bu yolculuğu yapmaya karar verdik.
Uzunca bir araştırma dönemi geçirdik.
Okuduğumuz her rehber bu yolculuk için en iyi ayların mayıs - ağustos arası olacağını yazıyordu.
Ama biz kararlıydık. Soğuğa, kar altındaki Sibirya’ya gitmek istiyorduk ve öyle de yaptık.
Yol boyunca tanışma ve konuşma olanağı bulduğumuz her Rus bize biraz da deli gözüyle baktı.
Onlara göre de en iyi zaman bahar ve yaz aylarıydı. Sibirya’nın olağanüstü doğasının canlandığı, nehirlerin, göllerin “ayak sokulabilir” hale geldiği dönemin “en iyisi” olduğunu söylüyorlardı.
Irkutsk’da tanıştığım lokantacı İgor’un “açılımı” ise farklıydı: “Kızlar yazın daha güzel giyiniyorlar!”
Sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyeyim: Bu yolculuğu kışın yaptığım için çok mutluyum.
“Sibirya soğuğu” kavramının ne olduğunu başka türlü öğrenemezdim.

SİBİRYA SOĞUĞUNDAN SONRA MOSKOVA’DA KAZAKLA GEZDİK

Benim geçtiğim tarihte kentlerdeki hava sıcaklıkları sıfırın altında 40 ile sıfırın altında 20 derece civarında değişiyordu.
Soğuğa karşı dayanıklı özel giysilerim vardı. Dünya kadar para verip almıştım. Hepsinin etiketlerinde “- 32 dereceye dayanıklı” yazıyordu. Şunu söylemeliyim ki bu en fazla bir saat işe yarıyor. Sonra keskin soğuğun sırtınızda gezindiğini hissediyorsunuz. Ardından elleriniz eldivenin içinde, ayaklarınız bot ve termal çoraplarınızın içinde yavaşça uyuşmaya başlıyor.
Açıkta kalan tek yerim yüzümdü, bir maske ile korumaya çalıştım ama 15 dakikalık molalarda bile yüzümün soğuktan kızarmasına engel olamadım. Birisi sanki eline bir jilet almış, yüzümü ince ince kesiyor gibiydi.
Özellikle Ulan Ude ve Ulan Bator gibi ısının sıfırın altında 30’lar civarında seyrettiği ve aşırı rüzgârlı yerlerde kendi aklıma kızdığımı da söylemeliyim. Ama her güzel ve her kötü şey gibi o da çabuk geçiyor, sıcak bir yere girdiğinizde o acıyı unutuyorsunuz.
Ama insan sonunda soğuğa da alışıyor.
14 günün sonunda Moskova’da trenden indiğimizde hava sıcaklığı sıfırın altında iki dereceydi. Daha beterini görmüş insanlar olarak Moskova’da eldiven takmadığımızı, şapkaya ihtiyaç duymadığımızı ve öğlen saatlerinde kazakla sokaklarda dolaştığımızı da belirteyim.
Sibirya’dan sonra Moskova’nın soğuğu tropikal iklim gibi geliyor insana.

DÜNYANIN EN BÜYÜK KRİSTALİNDE MOTO SAFARİ

Bu yolculuğu kışın yapmak demek, buzlarla kaplı tren peronlarında düşmemeye çalışmak için özel canbazlık yetenekleri geliştirmek anlamına da geliyor. Merdivenler, yollar, kaldırımlar; her yer buz içinde ve o buzun üstünde, sanki normal bir yoldaymış gibi nasıl otomobil kullanabildiklerine şaşırıyorsunuz.
12 bin kilometrelik yolculuk boyunca sadece bir kez bindiğim otobüs Moğolistan’da buzdan kaydı ve kara saplandı.
Bu yolculuğu kışın yapmamış olsaydım, dünyanın en büyük kristalinin üzerinde motosiklete binmek ve buz üzerinde isli balık yiyip, votka içmek olanağını da bulamayacaktım.
Baykal Gölü ki dünyanın en derin gölüdür ve hacmi itibariyle de ikinciliği elinde bulunduruyor.
Port Baykal’da trenden indim ve her biri sekiz kişi taşıyan hovercraftlardan birine bindim.
Gölün üzerinde yaklaşık yarım saatlik bir yol aldık. Teknenin kaptanı aracı buz üzerinde kaydırmak, kendi etrafında sekiz dokuz kez çevirmek gibi gösteriler yapmayı da ihmal etmedi.
Göl, tümüyle donmuştu. Rüzgâr üzerinde kar tutunmasına olanak vermediği için tam bir kristalin üzerinde yürüyor gibiydim.
Kar motosikletiyle çıktığım tur deneyimi de eşsizdi. Buzda manevra yapmak, durabilmek için karın toplandığı yerleri yakalamanız gerekiyor ki bu da çok rastlanan bir şey değil.
Bölgede sürekli deprem yaşanıyor. Hem bu yüzden, hem de suyun dip hareketinden kaynaklanan nedenlerle kalınlığı bir metreyi bulan buz kırılıyor ve tepeleri bıçak gibi keskin yığıntılar yaratıyor. Onların arasından motosikletle geçmeye çalışmak, o soğukta bile insanın sırtının terlemesine neden oluyor.
Donmuş gölde açılan bir delikten sarkıtılmış bir ağ ile bir tür alabalık tuttular. Bizim mangallara benzeyen ama her tarafı kapalı olduğu için içinde balıkların füme edildiği bir “soba” yakmışlardı .
Tuttukları balıkları burada füme ettiler ve Baykal Gölü’nün sularından yapılmış votka eşliğinde hepsini silip, süpürdük.
Biliyorsunuz votkaya esas tadını veren, kullanılan suyun niteliği. Baykal Votka, bugüne kadar denediğim birçok pahalı markaya kafa tutacak yumuşaklıkta bir içime sahipti.

KAR, ORMANIN YEŞİLİNİ ÖRTEMİYOR

Hayalimdeki Sibirya manzarasına uymayan tek şey çam ormanlarının yemyeşil ayakta durmasıydı.
O kadar kara rağmen ağaçların üzerinde kar birikmiyor çünkü rüzgâr onları öyle bir savuruyor ki bütün kar evlerin ya da kayaların kuytularında toplanıyor.
Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Kar ve buz görmeye o kadar alıştım ki İstanbul’a döndüğümde “toprak rengini” görmek içimde bir hayal kırıklığı bile yarattı.
Bu gezide gittiğim kentlerle ilgili notlarımı Atlas Dergisi’nin nisan sayısında okuyabilirsiniz.

VİSKİMİZİN BUZU VAGON ARASINDAN

Trans Sibirya Ekspresi’nde bazen üç gün boyunca trenden hiç inmeden yolculuk yapmak gerekiyor. Büyük şehirler arasındaki yolculuk 24 saatten az sürmüyor. Bunun doğal sonucu trenin içinde gezme isteğinin uyanması oluyor.
Vagonların arası, klasik trenlerde olduğu gibi bir körükle dışarıdaki havadan korunuyor. Ama süratle giden trende, keskin bir rüzgârla yağan kara karşı koruma sağladığı da söylenemez.
Vagon araları, zaman zaman insanda kayak yapmak, kartopu oynamak, kardan adam yapmak isteğini uyandıracak kadar kar tutuyor. Bir yandan sallanan hareket halindeki bir trendesiniz, diğer yandan geçmeniz gereken yer buz! Canbazlık yetenekleri burada da devreye giriyor.
Kompartımandan çıkmadan içki içmek istediğimizde bunları kullandık. Ya şişeyi o biriken karın içine gömüp soğuttuk ya da kenarlarda biriken temiz karı buz niyetine bardağa attık.
Kompartımanların olduğu bölüm elbette sıcak! Ama bizdeki trenler gibi “ayarlanamayan” bir sıcaklık da değil.
Eskiden Ankara - İstanbul arasındaki yataklı trenlerde kışın yolculuk yapmış olanlar, ne demek istediğimi kolayca anlayacaklardır.

26 Şubat 2012 Pazar

Sibirya'nın merkezi: Novosibirsk












Uçsuz bucaksız karlı steplerle dolu, karayoluyla ulaşmanın imkânsız olduğu Sibirya ve merkezindeki Novosibirsk kenti... Yerli halkın deyişiyle yılın dokuz ayının kış olduğu, kalan üç ayında da yazın beklendiği bu 'buzdan kent'i gördük ve rehberimize göre 'dünyayı da görmüş' sayıldık!

EFKAN BUCAK
Radikal


Sanırım yazıma, babama teşekkür ederek başlamam gerekiyor. Lise yıllarında beni zorla gönderdiği Kafkas Kültür Derneği’nde aldığım Rusça dersleri sayesinde Kiril Alfabesi’ni okuyabilmem Sibirya Özerk Yönetimi’nin başkenti Novosibirsk’te epey işime yaradı!
Fenerbahçe ve Grundig’in davetlisi olarak, Lokomotiv Novosibirsk ile Fenerbahçe Grundig arasında oynanacak Avrupa Erkekler Voleybol Şampiyonlar Ligi maçını takip etmek üzere, geçen ay iki gün Novosibirsk’teydik. Rusça ‘Yeni Sibirya’ anlamına gelen Novosibirsk, Sibirya’nın güneyinde kalan, Kazakistan ve Çin sınırlarına yakın bir kent ve 1.5 milyonluk nüfusuyla Moskova ve St. Petersburg’un ardından üçüncü sırada. Voleybol takımları Avrupa kupalarına katılsa dahi Novosibirsk Asya’nın göbeğinde ve Türkiye’den de beş saat ileride. Bu nedenle giderken neredeyse bir gününüzü yolda geçiriyorsunuz!

Bir Türk için ‘soğuk’ kelimesi Novosibirsk’te başka bir anlam kazanıyor. Havalimanından çıkıp otobüslerimize yürürken akşam saatlerinde -15 derece olan havayı burun deliklerime çektiğimde burnumdaki kılların bile donduğunu hissettim. Aynı şekilde soğuktan beni koruyacağını düşündüğüm sakallarım da 1 dakika içinde dondu ki sanırım bu nedenle Rusya’da erkekler tıraşlı geziyor zira caddelerde dolaşırken gördüğüm kadarıyla kentte sakallı tek erkek bendim! Novosibirskliler kışı ortalama -20 dereceyle geçiriyorlar. Gündüz -14 en iyi sıcaklık, bizim bulunduğumuz zaman gece -20’yi gördü ve hatta bu dönüşte uçağımızı bozdu. Karasal iklim olduğundan yazlarıysa sıcaklık 20 derece. Bize kent turu yaptıran rehberimiz Bayan Olga, ikisi arasında tercih yapılması gerektiğinde soğuğu tercih ettiğini söylüyor ve ekliyor: “Rusya’da hava sıcakken kafalar çalışmıyor, herkes kedi gibi mayışıyor.” Hava sıcaklığıyla ilgili Novosibirsk’te güzel bir söz var, onu da ekleyeyim: “Burada yılın 9 ayı kıştır, kalan 3 ayda yazı beklersin.”

Taksi bulmak bir dert
Soğuk, Rusya için kötü değil, hatta hayati önem taşıyor zira bu topraklar aslında kumlu ve bataklık halinde. Global ısınma nedeniyle topraktaki buzlar eriyince bazı binaların temelleri de sarsılmaya başlamış. Bu nedenle burada insanlar havanın hep soğuk, toprağın donmuş olmasını istiyorlar.
Sıcaklık mevzuunu kapayıp havalimanına geri dönelim. Uluslararası Tolmachevo Havalimanı kentin epey dışında. Eğer özel bir organizasyonla gitmiyorsanız ya taksiye bineceksiniz ya da minibüse. Novosibirsk’te toplu taşıma ucuz ancak araçların hali içler acısı. Tramvay, troleybüs ve minibüs kullanılıyor. Minibüslerini görünce bizim beğenmediğimiz İkitelli-Topkapı minibüslerinin aslında ne büyük nimet olduğunu anlıyorsunuz zira Novosibirsk’te Ford Transit’ten bozma minibüslerle ulaşım sağlanıyor. Taksi bulmak da ayrı bir dert. Otelden taksi istediğinizde misal, en erken 5 dakikada gelebiliyor, o da şanslıysanız. Bununla beraber özel otomobiller lüks ve trafik gerçekten de yoğun! Bir de metroları var ve istasyon sayısı İstanbul Metrosu’ndan az olan bir metro görünce insanın morali düzeliyor!
Ancak buranın esas olayı tren. Zaten Novosibirsk, Rusya’nın batısı ve doğusunu birleştiren, dünyanın en uzun demiryolu hattı olan Trans-Sibirya vesilesiyle kurulmuş. Lokomotif şeklinde hoş bir tren garları var ve buradan günde 450 tren hareket ediyor. Tren buranın can damarı zira karayoluyla ulaşım, özellikle kış şartlarında, olası değil.

‘Artık 90’larda değiliz, caddelerde rahat rahat yürüyebilirsiniz!’
Köklü bir tarihi olmayan Novosibirsk’te haliyle gezilip görülecek fazla da bir yer yok. Kent kurulurken endüstri bölgeleri ve kent arasında çok büyük boşluklar bırakıldığından şimdilerde o boşluklar doldurulmaya çalışılıyor. Bu nedenle Novosibirsk bir Moskova gibi düzenli değil.
Caddeleri gezmeye çıktığınızda Novosibirsk ne yazık ki size fazla bir şey vaat edemiyor. Belli başlı görülecek yerlere gelince… Dünyanın en büyük ikinci opera binasına sahipler (Birincisi Venezüella’da) ve burada her gece farklı bir eser sergileniyor. Aziz Nikola, yani Noel Baba Kilisesi görülebilir (Aziz Nicolaus sonra Aziz Claus’a dönüşmüş, yani Santa Claus). Ayrıca tur rehberimiz bizi kentteki camiye de götürdü. Novosibirsk’te nüfusun yüzde 3’ü Müslüman. Bunlar da genelde buraya çalışmaya gelen Tacik ve Özbekler. Bir de hayvanat bahçesi var ancak kentin biraz dışında.

Kente çıkıp vitrinlere bakma şansınız da pek yok zira ‘vitrin’ aşırı soğuklar nedeniyle çok az yerde var. Mağazaların pencereleri ufak ve camların arkasında da perde vb. var genelde. Buralara demir bir kapıdan giriyorsunuz, girdiğiniz holde esas kapı var. Bu nedenle tabelaları okuyabilmek önemli.
Rusya’da ruble kullanılıyor. Hayat ne pahalı ne de ucuz. 50 euro karşılığı 2 bin küsur ruble elinize geçiyor, bu da bol keseden harcayabileceğiniz bir para değil. Misal güzel bir hediyelik eşya için 800-1000 ruble vermeniz gerekiyor. Hediyelik eşya olarak Novosibirsk’in spesiyalitesi tahta oymacılığı.
Açıkçası Novosibirsk’e biraz çekinerek gittim zira Doğu Bloku ülkelerinde sokaklarda güvenlik sorunları olduğunu duymuştum. Akşam kenti gezmeye çıkarken oteldeki resepsiyon görevlisi, otelin bulunduğu bölge için “Caddelerde yürümek güvenli mi?” şeklindeki soruma alaycı bir şekilde sırıtarak “Elbette, 90’larda değiliz artık” yanıtını verdi. Gerçekten de caddelerde kimse dönüp size bakmıyor ve akşam geç saatlerde kadınlar bile tek başlarına rahatlıkla gezebiliyor.

Yemek konusunda ne yazık ki çok fazla bir şey yazamayacağım zira spor muhabirleri yemek konusunda biraz muhafazakârdır ve yurtdışında da fast-food yer. Ben de gördüğüm ilk Kentucky’ye girdim. Bir mönü 129 ruble tuttu. Bu arada ekleyeyim, Novosibirsk’te İngilizce hak getire, kimse bilmiyor. Bu nedenle ya Rusça ya da ‘Tarzanca’ anlaşacaksınız. Ancak bunda ayıplanacak bir nokta yok zira İspanya veya Portekiz’e gitseniz de aynı sorunla karşılaşıyorsunuz.
Burada her 6 kişiden 1’i üniversite öğrencisi, kentte de, sıkı durun, 48 üniversite var. Novosibirsk’te eğitim seviyesi çok yüksek ve bu büyük bir sorun zira herkes çok akıllı, çok eğitimli olunca inşaatta çalışacak, çöp toplayacak insan yok! Bu nedenle yurtdışından Tacik, Kazak, Özbek işçiler getiriliyor. Eğitim seviyesini düşürmeyi planlıyorlarmış. Boşuna dememişler her şeyin fazlası zarar diye.

24 Şubat 2012 Cuma

Maslenitsa Bayramı başladı



Moskova’da havalar bildiğiniz gibi…Yeni bir şey yok. Kar, buz, sasulka…Kış mevsiminin en soğuk günleri geldi, geçiyor.

Moskova’da yaşayıp da hava durumu haberlerine ilgisiz kalmak mümkün değil. Neyse ki ben, artık alışanlar sınıfına girdim. Bahara az kaldı diye avunuyorum. Benim kriterim Moskova’da fıskiyelerin açılması. Bu sene de büyük bir ihtimalle,her sene olduğu gibi Nisan sonunda açılacaktır.

Ve baharla birlikte hayat yeniden canlanacak.

Kış bütün haşmetiyle devam ediyor, ancak Maslenitsa Bayramı 20 Şubat günü başladı.

Maslenitsa (Масленица) Bayramı, dünya ve Avrupa'nın en ünlü bayramları listesinde yer alıyor. Rusların Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana kutladıkları Sirnaya Nedelya (Peynirli Hafta) denilen Maslenitsa, kışın neşeli bir şekilde uğurlanması ve baharın sevinçle karşılanması anlamına geliyor.

Ruslar baharın gelmesi ve güneşin doğmasını hayatın yeniden başlaması olarak yorumluyor. Bu yüzden eski Ruslar güneşe benzeyen yuvarlak hamurlu yiyecekleri tüketiyorlardı.

Rusların Hıristiyanlığı kabul etmesinin ardından Maslenitsa giderek bir Ortodoks bayramına dönüştü. Maslenitsa, kilise takvimine göre, Rusların Velikiy Post dedikleri "Büyük Oruç"a bir hafta kala kutlanmaya başlıyor. Dolayısıyla her yıl Maslenitsa'nın tarihi de Büyük Oruç'un tarihine göre değişiyor. Oruca 1 hafta kala Ortodoks Ruslar kaymaklı yağ, balık ve sütlü ürünleri tüketebiliyor. Maslenitsa günlerinde insanlar birbirilerini ziyaret ediyor ve blinniler ikram ediliyor. Atlarla dolaşmak, sokaklarda tur atmak, damatların kayınvalidelerini davet etmeleri gibi ilginç gelenekler de var.

17 Şubat 2012 Cuma

Rusya’da başkanlık









Mehmet U. Soyer
Kaynak: http://www.bcmsaka.com/soyer_blog/tr/?p=1018


Yıllar önce şirketlerimden birini satın alan firma bana Türkiye’deki operasyonu yönetmenin yanında Rusya’daki şirketin yönetim kurulu başkanlığını teklif etti. Ortağım Çiğdem ile beraber yurtdışında bir dizi toplantıya katıldık. Toplantıların birinden sonra her zaman yaptığımız gibi bir kahveye oturduk ve toplantıyı gözden geçirdik. “Ben iyi hisler içinde değilim ” dedim. Aldığım cevap “Ben de!” idi.

Daha sonra o güne kadar yaptığımız tüm toplantı notlarını ve toplantılarda adamların tavırlarını hatırladığımız kadarı ile yan yana koyduk. Bazı kelimelerin altını çizdik. 3 saatin sonunda aradığımız şifreleri bulduk.

Bir hafta sonra son bir toplantı istedik ve bir sunumla onlara ne yapmak istediklerini anladığımızı anlattık. Sunum sonrasında toplantıdaki en üst düzey yönetici, bize uygulamak istedikleri oyun ortaya çıktığı için sinirlenip küfrederek toplantı odasını terk etti. Kelimelerin arkasında yatan anlamı doğru yorumlamıştık.

İş ilişkilerinde anlaşma kelimelerden geçmek zorunda. Bir projemizde müşterimizin potansiyel ortağının pazarlık uğruna kullandığı bir sözü kişisel alarak evlenmekten vaz geçtiğini hatırlıyorum. Ne söylediğimiz kadar kelimelerin karşı tarafça nasıl algılandığı da önemli.

Rusya işini sorarsanız, istediğim şartlarla iki sene yönetim kurulu başkanlığı yaptım. Kelimeler ile ilgili bir şarkı dinlemek isterseniz buraya tıklamanız yeterli.