Moskova

Moskova

15 Şubat 2012 Çarşamba

Tolstoy, son 200 yılın en büyük romancısı


ABD’li ve İngiliz 125 ünlü yazar arasında yapılan ankette en çok sevdikleri kitaplar soruldu. 19’ncu ve 20’nci yüzyılda yayımlanmış toplam 544 roman, öykü, piyes ve şiir arasından yazarlar 20’nci yüzyıl için Vladimir Nabokov’un “Lolita” romanını, 19’ncu yüzyıl için ise Lev Tolstoy’un “Anna Karenina”sını seçti.

Tolstoy aynı zamanda, son 200 yılın en büyük romancısı seçildi. Sıralamalar şöyle oluştu:

19.yüzyıl

1-Anna Karenina – Lev Tolstoy

2-Madam Bovary- Gustave Flobert

3-Savaş ve Barış- Lev Tolstoy

4-Hucleberyy Finn’in Maceraları- Mark Twain

5-Anton Çehov’un öyküleri


20.yüzyıl:

1-Lolita- Vladimir Nabokov

2-Muhteşem Gatsby- F. Scott Fitzgerald

3-Kayıp Zamanın Peşinde-Marcel Proust

4-Ulysses-James Joyce

5-Dublinliler-James Joyce


En büyük yazarlar

1-Lev Tolstoy

2-William Shakespeare

3-James Joyce

4-Vladimir Nabokov

5-Fyodor Dostoyevski

6-William Faulkner

7-Charles Dickens

8-Anton Çehov

9-Gustave Flaubert

10-Jane Austin

13 Şubat 2012 Pazartesi

'Savaş ve Barış' patlaması














Tolstoy'un 'Savaş ve Barış'ı, yazıldığı 19. yüzyıl başlarından bugüne değin kötü çevirilere de direndi, kötü okurlara da... Şu anda piyasada tam on dört tane 'Savaş ve Barış' var

CELÂL ÜSTER
Radikal Kitap


Ferit Edgü ve Samih Rifat'la ara sıra (yoksa sık sık mı?) Refik'te yediğimiz öğle yemeklerinin sohbet konularından biri de çeviridir. Kötü çevirinin kitabı ne kadar okunmaz kıldığından yakınılır, çevirinin ustaları ve usta işi çeviriler anılır, iyi çevirmen denen "yaratığın" soyunun tükenmekte olduğundan dem vurulur. Geçenlerde, gene çeviriden söz edilirken, Edgü'nün, "Tuhaf bir şey ama, yapıt eskimese de çeviri eskiyor," dediğini anımsıyorum.
Bu söz, son altmış-yetmiş yılda dilin hızla eskidiği ve yenilendiği Türkçe çeviriler için daha da geçerli olsa gerek. Örneğin, Hasan Âli Ediz'in, Nihal Yalaza Taluy'un 19. yüzyıl Rus edebiyatının büyük ustalarından, Tolstoy'dan, Dostoyevski'den yaptıkları çevirileri bugün yeniden yayımlamaya kalktığımızda, en azından dili bir ölçüde yenileme gereği duyuyoruz. Ama çevirinin eskimesi, yalnızca dilin eskimesiyle bağıntılı bir şey değil galiba. Kendimden örnek vereyim. Juan Rulfo'nun Kızgın Ova adlı kitabındaki kısa öyküleri 1970'te, demek otuz beş yıl önce çevirmiştim. Geçen bahar, Yapı Kredi Yayınları'nca yapılacak yeni basımı için gözden geçirirken, çevirinin nerdeyse tümden yenilenmesi gerektiğini fark ettim. Dilinde bir eskime olmamasına karşın, çevirinin kendisi eskimişti. Sonunda, yaptığım, bir "yeniden gözden geçirme" olmaktan çıktı, handiyse bir "yeniden çevirme"ye dönüştü.
Peki, eskiyen, dil değilse neydi? Bana kalırsa, çevirmenin o yazara yaklaşımı eskiyebiliyor, zamanla yazarın üslûbunu kavrayışı derinleşebiliyor. Aradan geçen zaman içinde o yazar üstüne yazılan incelemeler, yayımlanan belgeler, yaşamöyküleri de alabildiğine etkiliyor yazarın ya da yapıtının algılanışını. Yalnız bunlar mı? Aradaki süreçte tekmil okurların yaptıkları okumaların toplamı da bir yapıtın alımlanışını değişikliğe uğratabiliyor. Bir yapıtın algılanışı ya da alımlanışındaki tüm bu değişiklikler, o yapıtın yeniden yapılan çevirisine de yansıyabiliyor.
Bizde, özellikle klasik yapıtların yeni yeni çevirilerine pek sık rastlandığı söylenemez. Kuşku yok ki, Roza Hakmen'in Don Quijote ve Kayıp Zamanın İzinde, Rekin Teksoy'un İlâhî Komedya çevirilerini, son yıllarda asıllarından yapılmış bu eksiksiz çevirileri anmadan geçmek haksızlık olur. Ama bunlar eski çevirilerden sonra yeni yorumlarla yapılmış çeviriler değil. Daha önce ikinci dilden ya da eksik çevrilmiş yapıtların, az önce de dediğim gibi asıllarından yapılmış, eksiksiz, ustalıklı çevirileri.
Evet, bizde örneğin klasiklerin belirli aralıklarla yapılmış yeni yeni çevirileri pek yok, ama Batı dillerinde özellikle son dönemde pek çok yeni çeviriye rastladığımı söylemeliyim. Bunlardan biri de, Savaş ve Barış'ın kısa bir süre önce Penguin Classics'ten çıkan Anthony Briggs çevirisi. Ben, Tolstoy'un başyapıtını, ilk kez yıllar yıllar önce Constance Garnett'ın çevirisinden okumuştum. Bunun dışında Rosemary Edmonds çevirisi de vardır. Louise ve Aylmer Maude'un zamanında yaptıkları Savaş ve Barış çevirisini ise Tolstoy'un onayladığı söylenir. Tüm bunları bir araya getirip karşılaştırmak, Tolstoy'un Savaş ve Barış'ının yalnızca farklı çevirmenlerce değil, aynı zamanda farklı dönemlerde yapılmış çevirilerindeki yaklaşım, algılama, dil, üslûp ayrımlarını gözlemlemek ne kadar ilginç olurdu!
Aslında bir de, Huntington Smith diye birinin 19. yüzyıl sonlarında yapmış olduğu bir "çeviri"den söz edilir, ama buna olsa olsa biraz eğlenmek için değinilebilir. Huntington Smith denen kişioğlu, Savaş ve Barış'ı Fransızcasından çevirmiş. Ne ki, Fransızcadan çevirmekle kalmamış, romanı bir güzel kısaltmış. Kısaltmakla da yetinmemiş, romanı "öyküler" ve "denemeler" diye iki bölüme ayırmış. İki bölüme ayırmak da yetmemiş, tutmuş, yeni bir ad vermiş romana: Savaşın Fizyolojisi.


Çeviride yorum ustalığı
Bir beş yüz sayfalık romanı "öyküler" ve "denemeler" diye iki bölüme ayırmak da nereden çıktı, demeyin. İzin verirseniz, biraz anlatayım. Her okuyanın bildiği gibi, Tolstoy, Savaş ve Barış'ta, dönemin Rus toplumundaki yaşama, Napoléon ordularıyla savaşıma yer verirken beş soylu ailenin öyküsünü anlatır. Bu uçsuz bucaksız romanda, soylularla köylüleri, subaylarla erleri, Rus çarıyla Fransız imparatorunu, kent yaşamıyla kır yaşamını, gerçekçi, kılı kırk yaran savaş betimlemelerini dev bir panorama içinde görülmemiş bir ustalıkla harman eder.
Tolstoy'un yapıtının, dönemine göre iki yeni özelliğinden biri, yalnızca savaş betimlemelerinde değil, insan ve davranış betimlemelerinde de karşımıza çıkan ayrıntıcılıktır. Bazen, romanda varlığını hep duyuran ironinin bir parçası olup çıkan bir ayrıntı düşkünlüğü: "Çadırdan, önlüğü kana bulanmış bir doktor çıktı; purosunu, elinin kanı bulaşmasın diye başparmağıyla küçük parmağının arasında tutuyordu..."
Bir örnek daha vermek gerekirse: "Sonra birden, odadan korkunç bir çığlık geldi Nataşa'nın çığlığı olamazdı, onun böyle bağırması olanaksızdı. Prens Andrey kapıya koştu. Çığlık kesildi, Prens Andrey bu kez farklı bir ses duydu, bir bebek ağlaması. Bir an, 'Bir bebeğin orada ne işi var ki?' diye düşünmekten alamadı kendini..." İşte, Tolstoy, karısının doğum yapmakta olduğu odanın kapısı önünde bekleyen Andrey'in şaşkınlığını, böylesi bir akıl sürçmesi ayrıntısıyla dile getirir.
Savaş ve Barış'ta karşımıza çıkan ikinci bir özellik de, yazarın zaman zaman anlatının arasına girerek okuyucuya tarihsel denemeler sunmasıdır. Tolstoy'un, tarih felsefesini ve savaşla savaşın mimarları konusundaki görüşlerini ortaya koyduğu bu bölümler, romanın en çok eleştiri çeken yerleri olmuştur. Bu denemelerden Flaubert ve Henry James de hoşlanmamışlar, bu "denemeler"in romanla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Kuşkusuz, tartışmaya açık bir durum. Üstüne çok şey yazılıp çizilebilir, yazılıp çizilmiştir de. Ama bizim Huntington Smith, Flaubert'le Henry James'in eleştirilerini dikkate almış olacak ki, romanın "öykülü" bölümleriyle "denemeli" bölümlerini birbirinden ayırmış. Besbelli, okuyucunun kafası karışmasın demiş; isteyen öyküyü okur, isteyen denemeyi!.. Çeviride yorum ustalığı diye buna derim ben: Önce iyicene kısaltacaksın, sonra farklı yazılmış bölümleri birbirinden güzelce sıyıracaksın, sonra da, "Savaş ve Barış adı da nereden çıktı?" diyeceksin. "Bu romana Savaşın Fizyolojisi adı yakışır!"

Tolstoy'u okumak
Bizde de, bir vakitler, kimi çevirmenler çevirdikleri kitabın "Türk okurunu ilgilendirmediğini düşündükleri" yerlerini es geçerler, çevirmezlerdi. Araştırılsa, kimbilir böyle kaç roman çevirisi, kaç politik çeviri bulunur?
Neyse, konudan çok fazla uzaklaşmadan Savaş ve Barış'ın İngilizcedeki yeni çevirisine dönelim. Politics (Politika) adlı bir romanı da bulunan Adam Thirlwell, ekim ayı başında The Guardian'ın kitap ekinde çıkan yazısında, Anthony Briggs'in yeni Savaş ve Barış çevirisini eleştiriyor. Briggs, kitabın başında, çevirisiyle ilgili bir not düşmüş. Demiş ki: "Tolstoy, Rusların kolay okudukları bir yazardır, Tolstoy'u çevirmek de nisbeten kolaydır. Üslûp sivriliklerine, şaşırtı ve şaşırtmacalara pek sık rastlanmaz. Özellikle diyaloglar, bireylere uygun özellikler taşısa da, her zaman doğaldır. Tolstoy'u çevirirken dikkat edilmesi gereken en önemli şey, aynı kolay okumayı sağlayabilmek ve zengin ama gerçekçi diyalogları aynı rahatlıkta verebilmektir..." Thirlwell, Briggs'in yaklaşımını tam da bu noktada eleştiriyor ve Tolstoy'un "ihanete uğradığını" söylüyor.
Thirlwell, Tolstoy'un "kolay okunan bir yazar olduğu" görüşüne karşı çıkarken, tanık kürsüsüne Vladimir Nabokov'u, Çehov'u ve James Joyce'u çağırıyor.
Nabokov, öğrencilerine, "basitliğin palavra olduğunu" anlatırmış hep. "Hiçbir büyük yazarın basit olmadığını" söyler, Tolstoy'un üslûbunun "yaratıcı tekrarlamalar"dan oluştuğunu gösterir, "Tolstoy el yordamıyla araştıra araştıra ilerler, duraklayıp bakınır, sözcüklerle oynar, Tolstoy'ca eğlenir..." dermiş.
Çehov, "Tolstoy'un diline dikkat ettiniz mi?" diye sormuş bir sohbette. "Birbiri üstüne yığılan büyük dönemler, tümceler. Ama bunun rastlantıyla olduğunu ya da bir kusur olduğunu sanmayın. Sanattır bu, üstelik ancak zorlu bir uğraşın sonunda gelir..."
James Joyce, yirmi üç yaşında, belki Dublinliler'in ilk öykülerini kaleme aldığı sıralar, erkek kardeşine yazdığı bir mektupta, "Tolstoy'a gelince, sana hiç katılmıyorum," demiş. "Tolstoy müthiş bir yazar. Asla sıkıcı değil, asla budala değil, asla yorulmuyor, asla bilgiçlik taslamıyor, asla teatral değil..."
Thirlwell, üç büyük yazarın söylediklerinden yola çıkarak bir çeviri eleştirisine girişiyor; Tolstoy'u "kolay okuyan" Briggs'in, Savaş ve Barış'ın ayrıntılarındaki incelikleri, ironiyi yakalayamadığını, o yüzden Tolstoy'un bu çeviride ihanete uğradığını anlatmaya çalışıyor.
İzninizle, burada ben de konumuza biraz ihanet edeyim, yapma etme, ne işimiz var oralarda deseniz de, otuz beş yıl kadar önceye, Mamak Askerî Cezaevi'ne götüreyim sizi. O sıra Ön Hücreler denen koğuştaydım. Elimizdeki kitapların hepsini okumuştum. Duyduğuma göre, Savaş ve Barış'ın dört ciltlik Türkçe çevirisi 5. Koğuştaydı. 5. Koğuşun penceresi, bizim koğuşun havalandırmasına bakıyordu, ama oradakilerle konuşmamız yasaktı. Gene de, havalandırmada volta atarken pencerenin önüne her gidişimizde orada duran arkadaşla gizlice, kısa kesik konuşabiliyorduk. Yarım saatlik havalandırma boyunca, karşı duvarla 5. Koğuşun penceresi arasında gidip gelirken, Savaş ve Barış'ı bana göndermeye razı etmeye çalışmıştım oradaki arkadaşı. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ona kalırsa, o bitmek tükenmek bilmeyen, sıkıcı romanı okuyacağıma, oturup elimizdeki politik kitapları okumalıydım; edebiyat "yumuşatırdı" insanı, oysa bizim savaşabilmemiz için yumuşamamamız gerekiyordu. Sonunda romanı bir biçimde edindim, böylece Savaş ve Barış'ın Türkçesini ilk kez orada okudum. 5. Koğuşun penceresindeki arkadaş gibi düşünenlerin çoğu sonradan ya yumuşayıp pelteleştiler ya da o kadar katılaştılar ki taş kesildiler.
Ne ki, Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı, yazıldığı 19. yüzyıl başlarından bugüne değin kötü çevirilere de direndi, kötü okurlara da. Savaşı ve barışı anlattığı için değil, savaşta ve barışta yaşamın farklı kesimlerinden insanları doğumları, çocuklukları, olgunlukları, aşkları, tekmil ruh halleri, evlilikleri, ölümleriyle ustaca betimleyebildiği, anlatabildiği için.

Bizde tam on dört çevirisi var
Bu arada, Savaş ve Barış'ın İngilizcedeki yeni çevirisini görünce bizdeki çevirileri merak ettim ve Idéefixe'ten bir bakayım dedim. Ve aklım durdu. Şu anda piyasada tam on dört Savaş ve Barış var. Yayınevlerini sayayım: Übl Yayıncılık, Karınca Kitabevi, Karanfil Yayınları, İskele Yayıncılık, Sentez Yayınları, Mavi Yelken Yayıncılık, Bordo Siyah Yayınları, Oda Yayınları, Kastaş Yayınları, Morpa Kültür Yayınları, Timaş Yayınları, Akvaryum Yayınevi, Engin Yayıncılık ve İletişim Yayınları. Bunlardan İletişim'deki Leyla Soykut çevirisiyle Engin Yayıncılık'taki Mete Ergin çevirisinin yapıtın Rusça aslından yapıldığını biliyoruz. Kastaş'tan çıkan Vahdet Gültekin çevirisi ise İngilizceden yapılmış olsa gerek. Öteki çevirmenlerin adlarını ilk kez duyuyorum ve neceden, nasıl çevirdiklerini bilmiyorum. Yalnız, bu araştırmayı yaparken, Attila Tokatlı'nın da 1980'lerin başında bir Savaş ve Barış çevirisinin (herhalde Fransızcadan) yayımlanmış olduğunu öğrendim. Yirmiye yakın Savaş ve Barış çevirisi içinde, en azından Leyla Soykut ve Mete Ergin çevirilerinin asıllarından yapılmış güvenilir çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
Bu şu yaptığıma araştırma bile denmez. Bence konunun uzmanları (örneğin, bir Rus Dili ve Edebiyatı uzmanı) bu çevirilerin tümünü incelemeli, sapla samanı birbirinden ayırmalı. Savaş ve Barış sürekli okunuyor ki, bunca yayınevi üstüne atlamış. Ama okurlar ne kadar sağlıklı çevirilerle karşı karşıyalar? Bunun ortaya çıkarılması gerekir diye düşünüyorum.
Gördünüz mü? Savaş ve Barış'ın İngiltere'de Penguin Classics'ten çıkan yeni çevirisinden kalktık, nereye geldik!

23 Ocak 2012 Pazartesi

İgor Balıktan Döndü




M.Hakkı Yazıcı

Kaynak: turkrus.com



İgor, iş arkadaşım, yeni yıl arifesinde mutlu bir şekilde yanıma geldi; elimi her zaman olduğu gibi, bütün samimiyetiyle sıkıca kavradı, tokalaştı.

Yüzünde yılbaşı arifesi neşesi vardı. Önündeki uzun tatilini her yıl severek yaptığı gibi, arkadaşlarıyla birlikte gidecekleri buz tutmuş nehir kenarında balık tutarak geçirecekti.

Merak edip sordum; balıklar büyük mü, diye. Sol eliyle sağ kolunun bileğinden biraz ilerisine kadar işaret edip, balıkların büyüklüğünü anlattı. 

İşyerinden çıkarken ben de ona Türkçe “Rasgele İgor,” dedim.

Rusya ve kış denince karsız, buzsuz bir panorama hayal edilemez. İlk göze çarpan manzaralardan biri de şu: Buz tutmuş nehirlerin, göletlerin üzerinde kendilerine uygun bir yer seçip, yerleşip, burguyla buzda açtıkları delikten oltayı sarkıtıp balık tutan öbek öbek insanlar…

Igor’un yalancısıyım; buz kalınlığı 5 cm.’e ulaştığında üzerinde yürüyerek gezilebilirmiş; 10 cm.’e ulaştığında arabayla, 40 cm.’e ulaştığında kamyonla, 1 metreye ulaştığındaysa tankla geçilebilirmiş.

Bu, bir Rus geleneği…Pek çok Rus için geleneksel "sosyalleşme" yöntemlerinden biri… 

Aslında çoğu kez maksat, balıktan ziyade, sıkıcı kış günlerinde bir bahaneyle evden çıkmak, soğukta bir şişe votkayı ahbaplarla beraber açık havada yudumlayıp hasbıhal etmek.





Örneğin, Moskova’da, Leningradski Şose'de Moskova’yı Himki’ye bağlayan büyük köprünün ayaklarında donmuş nehrin üzerinde her zaman çok sayıda balıkçı görmek olası. Şehir dışına doğru, örneğin Dimitrovskoye Şose'den otuz kırk kilometre dışarıdaki göl bölgelerinde de balıkçılar bir hayli faal.

Igor, işin ustası; daha uzaklara gitti. Moskova’dan yaklaşık ikiyüz kilometre uzakta Mojaisk’e gitti.

On günlük uzun yeni yıl tatili boyunca İgor’un balık tutma serüvenini merak edip durdum.

Tatil bitiminde, ilk iş gününde işe gittiğimde, her sabah yaptığımız gibi, bir gönül göndermesi olarak, o bana kendi dilimde dili döndüğü kadar “Günaydın,” dedi, ben de ona onun dilinde “Dobre utra,” dedim.

Mutlu ve rahatlamış görünüyordu.

Sabah çayımı alıp yanına seyirttim. Tatilinin nasıl geçtiğini, çok balık tutup, tutmadığını sordum. “Niçivo!..” deyip, pek bir şey tutamadıklarını anlatıp, kahkahalarını koyuverdi. Topu topu iki kilo kadar “podleşçik” tutabilmişti. Tuttukları balıkların yerine cep telefonunun kamerasıyla kaydettiği arkadaşlarıyla tükettikleri votkaların boş şişelerinin resimlerini, arkadaşlarıyla sarmaş dolaş çektirdikleri fotoğrafları gösterdi.

O kasıklarını tutarak gülerken, mutlu, neşeli yüzüne baktım. Aslında balığa değil, dostlarıyla muhabbete gitmişti.

***

Yazının Azerbaycan diline çevirisi:

 "İqor balıqdan qayıtdı..." ( Çeviri: Zəka Vilayətoğlu

11 Ocak 2012 Çarşamba

Benim Ded Maroz’um senin Noel Baba’nı döver!


















Kaynak:http://www.turkrus.com/


İgor, “Sen, bu yazma çizme işinde benden daha beceriklisin; bana yardım et,” dedi.
“Hayrola?” diye sordum.
Maksim, İgor’un sevgili oğlu, babasına ev ödevi vermişti: Ded Maroz’a hitaben güzel bir hediyeyi garantileyecek, ikna edici güzel bir mektup yazmasına yardımcı olmasını istiyordu.
“Hediye işini hallederim de, bu mektup işi zor,” diye hayıflanıyor İgor.
“Tamam,” dedim, “Takma kafana. Birlikte bir şeyler yazmaya çalışırız.”

***
Yeni bir yılın arifesindeyiz…
Yılbaşı yaklaşıyor ya, yeni yıl kutlamalarının sembolü Noel Baba ya da Rusya’daki karşılığı “Ded Maroz” her köşe başında kendisini göstermeye başladı.
Malum, Noel Baba, sadece sevincin ve kutlamanın değil, hediyenin de sembolü…
Bir de gazetelere bazı haberler yansıyınca çocukları tatlı bir heyecan sardı.
İrlanda'nın başkenti Dublin'de bir evin eski şömine bacasının gizli bölmesinde biri kız diğeri erkek, iki çocuk tarafından Noel Baba'ya hitaben kaleme alınmış 100 yıllık mektup bulunmuştu.
Bir başka habere göre ise notebook arzusuna kavuşmak için Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’e ve Ded Maroz’a mektup yazan Bryansk şehrinden orta okul öğrencisi Vika Petrova’yanın isteğini Medvedev olumlu cevap vermişti.

***

Yoksulu, zengini, orta hallisi; herkes, kendisine, kesesine uygun bir yılbaşı kutlamasının peşinde. Maksat, acısıyla, tatlısıyla her şeyi unutup birkaç saatliğine mutlu olabilmek. Ya sonra!?.. Sonra hayat kaldığı yerden devam edecek…

Moskova, o ünlü karlı, beyaz görüntüsüne büründü bile. Hayatı zorlaştırsa da durmaksızın yağan kar insanları mutlu ediyor.

Yılbaşı heyecanı herkesi sardı. Sevdikleriyle nasıl bir yılbaşı geçirileceğinin planları çoktan yapıldı; hediyeler alındı..

Rusya'da yılbaşı olur da, Ded Maroz’suz olur mu?

***

Igor, Ded Maroz’un gün geçtikçe Noel Baba’laştırılmasına çok içerliyor. Yeni nesilin de, tabii ki oğlu Maksim’in de bu yabancı etki altında kalmasından rahatsız.

Ded Maroz ya da Ayaz Dede, Rusların,Slavların kendi Noel Babalarına verdikleri isim.

Ancak Rusya’da her şey de olduğu gibi Batılılarınkinden farklı. Her ne kadar globalleşmeye ayak uydurmak çabasıyla, görüntüsü her geçen yıl Batılı Noel Babaya benzetilmeye, giysisinin renkleri maviden, kırmızıya dönüştürülmeye çalışılsa da Ded Maroz farklı. Hem kültürü, hem de görüntüsüyle.

Moskova Ded Maroz Okulu Müdürü Aleksandr Frolov, “Rus Ayaz Dede, batıdaki Noel Baba’dan çok farklı. Bizim Ayaz Dedeler daha insancıl, daha sıcakkanlı ve daha neşelidir,” diyor.

***

“Biliyor musun?” diyor İgor,
Halinden araya yine bir fıkra sıkıştıracağını anlıyorum. Ama tutmak ne mümkün;
“Bir yılbaşı gecesi Ded Maroz’la Santa Klaus (Noel Baba) Sibirya’da küçük bir köyde, bir evin önünde karşılaşmışlar,” diye başlıyor.
























“Pek beklemedikleri bir anda karşılaşmış olduklarından her ikisi de şaşkınmış. Bir sure birbirlerini süzüyorlar. Noel Baba, sessizliği bozup, ‘Hello!’ diye söze başlıyor. İngilizce konuşan koca göbekli meslekdaşını garipseyen tavırlarla süzmeye devam eden Ded Maroz, başıyla selamlıyor.
Noel Baba, ‘nasıl gidiyor işler?’ diye sorarak muhabbetini sürdürüyor. Ded Maroz, ‘Eh işte idare ediyoruz,’ diye cevap veriyor.
Hafifçe kafayı bulmuş olduğu her halinden belli olan Noel Baba, şen şakrak konuşmasını surdürüyor. ‘Yahu üstad, yabancılar için bu ülkede iş yapmak çok zormuş;.bürokrasi, katı kurallar, eski alışkanlıklar, yolsuzluk, trafik sorunu, her şey insanı yıldırıyor.’
İgor, lafın bu sırasında yüzüme bakıp bana laf dokundurduğunu ima eden bir şekilde göz kırpıyor.
‘Bilmem ki,’ diyor Ded Maroz. ‘Ben bu ülkede doğdum, büyüdüm. Başkasını bilmiyorum. Belki de haklısın…’ diye kısa kesiyor.
Kol kırılır, yen içinde kalır. Bir yabancının yanında kendi ülkesini kötüleyecek değil ya…
Neyse biraz hoşbeşten sonra sıra işe geliyor. Ded Maroz,’Evin bacasını gösterip sen önden buyur,’diyor, ‘Ne de olsa misafir sayılırsın.’
Aslında Ded Maroz, kibarlıktan ziyade kurnazlık peşindeymiş. Noel Baba’nın koca göbeği ve bu sarhoş haliyle bacadan içeri girebilse bile çıkarken sıkışacağını anlamış.
Nitekim de öyle olmuş Noel Baba bacanın içinde şıkışıp kalmış.
Ded Maroz, “Hay allah, dostum biraz sabret ben bir koşu itfaiyeye haber vereyim, gelip seni kurtarsınlar,’diyor cep telefonundan yakındaki kasabanın itfaiyesini arayıp, durumu anlatıyor. Sonrasında o köydeki işini bitirip, görevini tamamlamak üzere diğer köylere doğru yola çıkar.”
İgor, tepkimi ölçmek için bana bakıyor.
“Eee?..”diyorum.
İgor,”Bu kadar,” diyor. “Anekdot bu kadar.”

***






Rus çocukları, bu yılbaşında da, hayallerini süsleyen Ded Maroz’un ona eşlik eden torunu Sneguroçka’yla (Kar Prensesi) birlikte üç atın çektiği geleneksel kızaklı arabası Rus troykasıyla gelip onlara hediyelerini vermesini bekleyecekler. Ve tabii ki umdukları hediyeleri alanlar çok mutlu olacaklar.

Ded Maroz, bu hediyelerin yanısıra dünyanın barışı, sevgiyi, mutluluğu hak eden bütün çocuklarına mutlu, huzurlu bir yeni yıl armağan etmek istiyor.

Herkese, ırk, din, dil, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın, kardeşçe yaşanan, mutlu, sağlıklı, refah içinde yeni bir yıl dileğiyle!...

Sovyetler gitti, ‘Sovyetler’ kaldı…












Hakan Aksay
http://www.rusya.ru/


SSCB'nin dağılmasından 20 yıl sonra "Sovyet" kelimesi bazen hakaret olarak kullanılır oldu. Siyasi muhalefetin bir bölümü ise "Sovyet" kavramına sahip çıkıyor.

Zaman ne kadar hızlı geçiyor! Geçenlerde Sovyetler Birliği, dağılmasının 20. yıldönümünde hatırlandı.

Dünyanın en büyük iki devletinden biri, kısa sürede neredeyse kendiliğinden yok olup gitmişti.

Ama tarih, iz bırakmadan geçip gitmiyor. 20 yıl önce nelerin, nasıl olduğu üzerine farklı yorumlar ve tartışmalar sürüp gitse de, neredeyse tartışmasız bazı şeyler kaldı geride.

En başta da insanlar... 20 yıl önce de var olan, bugün de yaşayan ve epeyce bir süre daha 15 ülkenin nüfusu içinde yer alacak olan insanlar… Bu insanların karakterleri, alışkanlıkları, üslupları…
Kim bunlar?

Eski Sovyetler…Yani Sovyetler Birliği yurttaşları…

Geçmişin üzerine sünger çekmek isteyenler istediği kadar reddetsin, “Sovyet insanı” diye bir şey vardı… Ve belki de önemli ölçüde hâlâ var…

Ama konu hassas!.. Bazı kelimeler gibi “Sovyet” de ağız-dil yakıyor…

- Ben mi Sovyetmişim? Asıl sensin Sovyet olan!

On yıllar boyunca bir halkı ve bir insan tipini tanımlamak için kullanılan “Sovyet” kelimesi kimilerince bir hakarete dönüştü.

Ülkenin ve zamanın değiştiğini anlamayan, eski alışkanlıklarından vazgeçemeyen, geçmişe özlem duyan insanlar, bu kelimeyle aşağılanıyor artık.

Ya “Sovyet” diyerek hakaret ediyorlar, ya da “sovok”... İkinci kelime, faraş anlamına geliyor. Ama ilkine çok benzemesi ve aşağılayıcı vurguyu artırması nedeniyle daha sık kullanılıyor.

Bazı teorisyenler “Sovyet” diye bir halkın hiçbir zaman bulunmadığını, bunun uydurma bir kavram olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. SSCB'nin Rus, Özbek, Azeri ve diğer halklardan oluştuğunu, Sovyet halkından ve Sovyet insanından söz etmenin yanlış olacağını anlatıyorlar.

Ortada (yetim) kalan bu kelimeye yalnızca bazı siyasi muhalifler sahip çıkıyor.

Onlar zaten şu ya da bu şekilde Sovyetler Birliği'ni yeniden kurmayı hedefledikleri için, Sovyet halkının varlığını sürdürdüğünü kendilerine dayanak yapmaya çalışıyorlar.

Bir de zaman zaman, kendini eski alışkanlıklarının etkisi altında gören ve insanların değişmesinin uzun zaman alacağını hisseden kişiler, hâlâ Sovyet olduklarını acı bir gülümsemeyle itiraf ediyorlar.

Kimdir “homo sovieticus”, yani“Sovyet insanı”?

70 küsur yıl içinde ister Rus, ister Ukraynalı, isterse de Tacik olsun, herkes ortak özelliklerin (tarih, ideoloji, kültür, politika, hukuk, dil vb.) etkisi altında biçimlendi. Komünist Partisi'ne bağlılık yeminleriyle büyütüldü. Ortak psikoloji ve alışkanlıklar edindi. Bu gerçeği kimse inkâr etmiyor.

Sovyet kavramını övgüyle kullananlar, bunun yurtseverlik, yardımseverlik, fedakârlık gibi anlamlara geldiğini söylüyor.

Karşıtları ise, aynı kelimeyi koşulsuz itaatkârlık, korkaklık, tembellik, eşitlik ilkesine körü körüne bağlılık ve bundan kaynaklanan kıskançlık, çekememezlik olarak yorumluyor.

Nasreddin Hoca'nın dediği gibi, her iki tarafa da “Sen de haklısın” demek geliyor bazen insanın içinden. Koskoca bir tarih yaşandı; geçmiş iyi-kötü bir yığın şey bıraktı ortada. İyileri kabul edip kötüleri yok saymak, ya da tersini yapmak, kendini aldatmak olur.

Gerçek olan bir şey var ki, o da Sovyet insanının, alışkanlıkların daha uzun süre ortadan kaybolmayacağıdır. İşte Sovyet cumhuriyetlerindeki insanlar - onlar istedikleri kadar kendilerini “yeni” ilan etseler de - hâlâ eski, bildiğimiz insanlar.

Evet, yeni elbiseler giydiler, ara sıra yabancı kelimeler kullanır oldular, yeni partiler kurdular, sokaklara ve meydanlara yeni adlar yakıştırdılar. Ama konuşmaları, şakaları, küfürleri, içki içişleri, bakışları, yürüyüşleri değişmedi. Kimse aydan gelmedi.

İktidarların ve liberal yenilikçilerin hoşuna gitse de gitmese de, bütün eski Sovyet ülkelerinde daha uzun süre yaşayacak Sovyet psikolojisi.

Çünkü toplumlar, insanlar, yasalarla bir anda yenilenemiyor. Karakterler, tabelalar kadar kolay değiştirilemiyor.

2 Ocak 2012 Pazartesi

Ruslar Yeni Yıldan Umutlu











Ruslar,yapılan anket sonuçlarına göre yeni yıldan umutlu.

Rusların yüzde 16’sına yakını yeni yıldan sadece daha iyiye giden değişiklikler beklerken, %9’u yeni yılın fiyat artışı ve hayat standartlarının kötüleşmesi dışında hiçbir şey getirmeyeceği savundu. Katılımcıların %5’i 2012’de dünyanın sonunun geleceğini düşünüyor.

Bir internet portalında yapılan bu ankete Rusya genelinde 158 merkezde 18 yaşından büyük olmak üzere 1000 kişi katıldı. Anket Rusların yeni yıldan beklentilerini ortaya koydu.

Halkın çoğunluğu 2012’nin güzel şeyler getireceğine inanırken ankete cevap verenlerin 9%’u yeni yılla birlikte hayat şartlarının zorlaşacağından endişe duyuyor.Sonuçlara göre %8, 2012’nin ilk başta refah seviyesinde olmak üzere her anlamda istikrar getireceğini düşünüyor. Katılımcıların %7’si maaşlarında zam beklerken, %6 yeni yıldan özel bir şey beklemedikleri şeklinde yanıt verdi. Yine %6’sı 2012’nin kendilerine aile refahı ve manevi huzur, mutluluk getireceğine inanıyor. %5 ise şans ve kariyerlerinde yükselmeyi umuyor.

Ancak ankete katılanların %5’i 2012’de dünyanın sonunun olacağı görüşünde. Bazıları 21 Aralık 2012’de biten Maya Takvimi’ne inanırken diğerleri 3.Dünya Savaşı, küresel ısınıma, ya da bir göktaşı çarpması sonucu dünyanın sonunun geleceği görüşünde birleşiyor.

Kaynak: http://www.gazetem.ru/

Moskova dünyanın en büyük 10 şehri arasına girecek












Moskova 2012 yılında genişlemesi sayesinde dünyanın en büyük 10 şehri arasına girecek.

İtar Tass ajansı tarafından yapılan açıklamaya göre, 1 Temmuz 2012 tarihinden itibaren Moskova Bölgesi’ne ait olan alanların resmen Moskova şehrine dahil olması ile beraber Moskova’nın yüzölçümü 2.4 kat artacak. Moskova Bölgesi’ndeki belirlenen bölgelerin Moskova’ya geçmesi ile beraber burada yaşayanlar da Moskovalı olacaklar. Ayrıca, Moskova’ya ait olacak yeni yerlerde gelişim planı kapsamında bu alanlar yeni bir yüze kavuşacaklar.

Resmi prosedürlerin sona ermesi ve resmen yeni yerlerin Moskova’ya dahil olması ile beraber Moskova yüzölçümü olarak dünyada Sidney, Kinshasa, Buenos Aires, Karaçi ve Aleksandriya şehirlerinden sonra altıncı sıraya yerleşirken, nufüs olarak yeni alanlarda sadece 250 bin kişi yaşadığı için hiçbir değişiklik olmayacak ve Şangay, Mumbai, Sao Paulo, İstanbul, Karaçi ve Delhi’den sonra yedinci sırada yer alacak.

Kaynak: www.gazetem.ru/