Kaynak:
Birgün
Çarlık Rusyasında 1825’in Aralık ayında ayaklanan
askerlere, isyanın zamanlamasından dolayı Dekabrist (Aralıkçılar) dendi.
Anayasal bir düzen istiyordu isyancılar. O günün Rusyası için cesur ve devrimci
bir talepti. Binlerce subay ve askerdiler, ama yenildiler.
Liderlerinden beş ünlü subay idam edildi. Pavel Pestel en
iyi tanınanıydı. Yıllar sonra ‘Ana’ adlı romanını yazarken Maksim Gorki’nin
başkaraktere ‘Pavel’ adını vermesi bu yüzden o topraklarda farklı çağrışımlar
taşıyordu. Puşkin de Dekabrist arkadaşları için şiirler yazdı. Ayaklanmanın
gerçekleştiği meydanın adı yüz yıl sonra, 1925’te törenle Dekabrist Meydanı
olarak değiştirildi. Modern çağ, her hareketin kendi isim listesine sahip
olduğu bir çağdı.
Hareketin önde gelenleri sürgüne gönderildi, Sibirya’ya,
Kazakistan’a, Uzak Doğu’ya. Ama yalnız değildiler, karıları, nişanlıları,
sevgilileri de gitti onlarla, en uzak yerlere. Bu kadınların bağlılığı ve
adanmışlığı Rus kültüründe önemli yer buldu ve o günden sonra ‘Dekabrist’in
karısı’ kavramı çıktı ortaya.
Bu isyanla ilgili hâlâ tartışılmakta olan çok şey var.
Meydanda toplanıp, “Yaşasın Konstantin ve Anayasa!” diye bağıran askerlerin
çoğu daha önce hiç duymadıkları Anayasa kelimesini, Prens Konstantin’in karısı
sanıyormuş. Her isyan bir parça içgüdüyle yol alır. Hakikat veya tevatür. Marie
Antoinette’in “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği iddiası ne kadar
inandırıcıysa, bu söylenti de öyleydi.
Osmanlı’daki anayasal hareketlerin ortaya çıkışı daha
sonraki tarihlere denk düştü ve 1908’deki İkinci Meşrutiyet’e ve nihayetinde
modern cumhuriyete kadar gelip durdu.
Dekabristleri anlatmak için roman yazmaya başlayan Tolstoy,
hikayeyi sonradan Napolyon dönemine kaydırmış, yine de Dekabristlere gönderme
yapmaktan geri durmamıştı. ‘Savaş ve Barış’ adlı bu romanı tasarladığı gibi
yazsaydı, hareketin liderlerinin idamı sırasında yaşanan o şaşırtıcı olayı da
anlatacaktı belki. İsyancıların beş subayı idam edilirken, ayakları yerden
kesildiğinde hepsinin de ipi koptu. Hiçbiri ölmedi. İdamı izleyen kalabalıkta
bağrış ve umut yayıldı. Asırlardır bilinen geleneğe göre, mahkûm ilk teşebbüste
idam edilemezse, affedilirdi. Ama Çar yeni ip kullanılmasını emretti.
Sürgüne gidenler orada yaşlandı. Onlarla giden kadınlar da.
Sevmenin, hayata kalbin penceresinden bakmanın sembolü oldukları için
‘Dekabrist’in karısı’ deniliyordu her birine. Ve sonrasında Rusya’da her erkek
aşkı arar ve kaderin onun için sakladığı kadını beklerken kendisini Dekabrist
gibi hisseder ve buna yaraşır bir sevgili ümit eder oldu.
Bunları anlatırken geçen gün bir arkadaşım, “Bir
Dekabrist’in karısı olmak istemem” dedi. “Ben kendim için ve kendi inançlarım
adına bir Dekabrist olmayı tercih ederim. Kadın bir Dekabrist’in kocası veya
sevgilisi olmaya ve onun peşinden Sibiryalara ve uzak sürgünlere gitmeye kaç
erkek hazırdır?”
Sonra, benim sevdiğimi bildiği İslamcı bir gazete
yazarının, “Ben reçel yapmasını bilen kız istiyorum” sözünü hatırlattı. Yazar,
modern müslüman kızların reçel yapmayı öğrenmediklerini, dış dünyaya göz
diktiklerini ve geleneksel rollerini ihmal ettiklerini söylüyordu mealen ve bu
durumdan şikâyet ediyordu. Arkadaşım, “Eğer sevdiğine adanmışlıktan erkeklerin
anladığı şey onlarla hayatı paylaşmak değil, fakat onlara hizmet etmek ve
belirlenmiş bazı görevleri yerine getirmekse, ben ne bir Dekabristin (bunu
Devrimcinin anladım) ne de bir İslamcının karısı olmak isterim” dedi.
Rusya seferinde Moskova’yı işgal etmeyi başaran Napolyon
1812’de geri çekilirken, ağır yenilgi yaşamış, ordusunun büyük kısmını
kaybetmişti. Başka kayıpların ilk işaretiydi bu. Napolyon’un ordusunu Paris’e
kadar takip eden Rus subayları geri döndüklerinde dağarcıklarında Aydınlanma ve
Fransız Devrimi fikri vardı. Bu subayların önemli kısmı Dekabrist olacaktı.
Dekabristliği kendisine daha uygun gören kadın arkadaşıma,
aristokrat sınıfa mensup olup da Dekabrist kocasının peşinden sürgüne giden
kadınlardan Maria Volkonskaya’yı anlattım. Daha iki yıllık evliydi Maria ve
kocasıyla gidiyor diye, malvarlığından ve unvanlarından vazgeçmeye zorlanmıştı.
Kocasının ardından tuz, gümüş ve kurşun madenlerine gitti, ki mahkûmlar sabah
saat altıdan gece on bire kadar birbirlerine zincirlenmiş olarak
çalışıyorlardı. Ve kocalarını haftada sadece iki kez ziyaret etme hakkı vardı.
Alexander Dumas, Türkçe’ye çevrilmemiş olan ‘Le maître d'armes’ adlı romanını
bu olaylardan yola çıkarak yazmış ve kitap hemen yasaklanmıştı. Volkonskaya ve
kocası yaklaşık otuz yıl sonra çıkan affın ardından gururla memleketlerine geri
döndüklerinde her şeyin değişmiş olduğunu gördüler. Eski dostları düzene
uymuşlar, davalarından dönmüşler ve yaşlanmışlardı.
Kendileriyse hâlâ inançlı ve umutlu ve geride kalanlara
göre daha genç ve dinç görünüyorlarmış zorlu yıllara rağmen. Sürgünde daha
mutlu olduğunu söyleyecekti Maria ölmeden önce. 1844’te inşa ettikleri sürgün
evi bugün hâlâ ayakta duruyor, yıpranmış da olsa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder