Samih
Güven
Kaynak:
https://samihguven.blogspot.com/
St. Petersburg tarihi yapıları, mimarisi, Neva Nehri,
kanalları, caddeleri ve bulvarları ile dünyanın en güzel şehirlerinden biri.
Rusya’nın ikinci en büyük şehri olan Petersburg işlek bir liman, sanayi ve
ticaret merkezi olmasıyla da önem taşıyor. Aynı zamanda kültürel etkinlikler ve
yaşantı olarak da adından söz ettiriyor. Müzik, görsel sanatlar, bale ve
tiyatro alanlarında köklü ve hareketli bir geleneğe sahip. İki yüz civarında
müze bulunuyor. Örneğin 2017 yılında Hermitaj müzesini 4 milyonunun üzerinde
kişi ziyaret etmiş. Ve Dostoyevski’nin bir kitabına da adını verdiği
Beyaz Geceleriyle meşhur.
1918 yılında kadar yaklaşık iki yüzyıl Rusya’ya başkentlik
yapmış, Rusya tarihine yön vermiş. Bu anlamda Batılaşma çabalarının, Bolşevik
Devrime kadar Rusya tarihine yön veren büyük olayların sahne olduğu bir mekan.
Özellikle sanayinin gelişmiş olması nedeniyle yoğun işçi sınıfı barındıran
şehir işçi hareketlerinin de merkezi olmuş. Şehir 1924-1991 yılları arasında
Leningrad adını almış.
Hemen belirtmek gerekir ki sınır bataklıklarından göz alıcı
bir imparatorluk başkenti yaratan kişi Büyük Petro. Büyük Petro eğitimden
kültüre, ekonomiden ticarete bir çok alanda devrim gerçekleştiren enerjik, deli
dolu ve gözü kara bir Rus Çarı.
Büyük Petro 1703 yılında Neva ağzında İsveç’le yapılan
savaşta kullanılmak üzere sağlamlaştırılmış bir dış karakol kurulmasını ister.
İlk on yılda kilise, bazı kamu binaları ve askeri birlikler dışında bir şey
yoktur. Fakat 1712 yılında başkent ilan edilince şehrin büyük kuruluş hikayesi
de başlamış olur. Petro çıkardığı bir kararla şehir için genel bir inşa planı
yapılmasını ister. Üniversiteler, okullar, tersaneler, kamu binaları,
fabrikalar inşa edilmeye başlanır.
Öyle ki harcanan bütçeden çalıştırılan kişilere,
olumsuz hava koşullarındaki olağanüstü inşaat faaliyetlerinden Avrupa
ülkelerinden getirilen mimarlar, mühendisler, gemi yapımcıları ve bilim
adamlarına kadar sıra dışı bir öykü St. Petersburg’un gelişim öyküsü.
Binlerce serf, mahkum, işçi ve emekçi son derece zor
koşullarda çalışmış burada; hastalıklarla, açlıkla ve yetersiz araç gereçle
mücadele ederek. Yüzlerce kişi ise hayatını kaybetmiş inşaat sırasında. Şair ve
tarihçi Nikolay Karamzin 1811’de “Petersburg gözyaşı üzerine kuruldu” diye
yazmış.
Petro’nun Batılaşma ve modernleşme tutkusu St. Petersburg
temelinde vücut buluyor bir bakıma. Rusya’nın Avrupa’ya açılan penceresi olarak
bakılıyor. Petro Versay gibi Avrupa saraylarından etkilenerek şehrin biraz
dışında imparator ikameti olarak kullanılacak Peterhof’u inşa ettiriyor. Bu
inşaat 1714’de başlıyor ve 11 yıl sürüyor.
Moskova'nın kaotik, organik yapısına bir panzehir aramak
isteyen Petro, yeni şehri için üç ana kural koyuyor: binalar, yüzleri bir
“kırmızı çizgi” boyunca yan yana inşa edilmeli; sokaklar düz olmalı ve her şey
taştan yapılmalı.
İlk kuruluş yıllarındaki yalın ve ağırbaşlı mimari anlayışı
zamanla değişerek, 18. yüzyılın ortalarında, sert çizgiler ve zengin
süslemelerle Rus Barok tarzı egemen olmaya başlıyor.
Şehir İkinci Dünya Savaşında ilk hedeflerden biri oluyor.
Bunun üzerine sanayi tesisleri başka bölgelere taşınıyor ve büyük bir direniş
başlıyor. Leningrad Kuşatması sırasında hastalık, soğuk ve çatışmalar nedeniyle
650 bin kişi hayatını kaybediyor. Savaş sonrası tahrip olan şehirde yeniden
inşa çalışması başlatılıyor.
Kısacası St. Petersburg’a zorluk, yokluk, acı ama
adanmışlık üzerine kurulu bir şaheser demeli belki de. Dostoyevski ise “Bu
şehir dünyadaki en soyut ve planlanmış şehir” diyerek övüyor onu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder