Cenk Başlamış
Kaynak: http://www.medyagunlugu.com/
Son 15 yılda uluslararası siyasete damgasını vuran lider
denilince herhalde hemen hemen herkes Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i
işaret eder.
Böyle düşünenler haksız sayılmaz çünkü Putin bir yandan
dağılmanın eşiğine gelen Rusya'yı ayağa kaldırdı, diğer yandan da ülkesini
yeniden bir güç olarak uluslararası sahneye çıkardı. Kısa sürede Rus halkının
büyük bölümünün taptığı bir lidere dönüşen Putin, tek kutuplu dünya düzeninde
hiçbir kural tanımayan, astığı astık kestiği kestik ABD'ye karşı meydan okumasıyla
Türkiye dahil pek çok ülkede taraftar ve hayran kazandı.
Peki, Putin kim, iktidara nasıl geldi, neler yaptı?
Çocukluk
dönemi
7 Ekim 1952'de Leningrad'da (şimdiki adı St.Petersburg)
doğdu. Babası 2. Dünya Savaşı'nda ağır yaralanmış bir asker, annesi ise
fabrikada işçiydi. Büyükbabası Sipiridon Putin, Sovyet Devrimi'nin
lideri Vladimir Lenin ve eşi Nadyejda Krupskaya'ya aşçılık yapmıştı.
Evlerinin hemen karşısındaki ilkokula gitmeye başladığı
yıllarda yaramaz bir çocuk olarak hatırlanıyor. O dönemdeki arkadaşları, elinde
sopa sık sık fare avına çıktığını anlatıyor. 12 yaşında spora merak saldı,
sambo ve judo öğrenmeye başladı. O dönemde seyrettiği filmlerden etkilenerek
gizli servise ilgili duydu. Lise yıllarında Almanca öğrendi. 1970 yılında
Leningrad Devlet Üniversitesi'nde hukuk okudu, 1975 yılında mezun oldu.
Okuldaki hocalarından biri, daha sonra hayatında önemli rol oynayacak Anatoliy
Sobçak'tı. Mezun olur olmaz KGB'de eğitim almaya başladı. Aslında çok başarılı
bir öğrenci olduğu söylenemez ama eğitiminin ardından Leningrad'daki yabancı
diplomatları ve yabancı ülke vatandaşlarını takip etme görevi verildi.
1985-1990 yılları arasında, yani "Soğuk Savaş"ın
son döneminde Doğu Almanya'nın Dresden kentinde "tercüman"
kimliğiyle KGB için çalıştı. Görevi, Dresden'deki yabancılar arasında,
ülkelerine döndüklerinde KGB'ye bilgi verecek ajanlar bulmaktı. O dönemdeki
bilgilere göre, Dresden'deki KGB ajanları daha çok bürokratik işlerle
uğraşıyordu, Putin'in en büyük başarısı ABD'li bir askerden gizli nitelik taşımayan
bilgileri 800 mark karşılığında almasıydı. Doğu Almanya'da isyan başladığında
kalabalıklar KGB binasına saldırmak üzereyken Moskova'ya üst üste telaşlı
mesajlar göndererek ne yapmaları gerektiğini sorduğu anlatılıyor.
Eve
dönüş
"Berlin Duvarı"nın yıkılmasının ardından ülkesine
dönmek zorunda kalan Putin, Leningrad Devlet Üniversitesi'nin Uluslararaıs
İlişkiler bölümünde ajan olarak çalışmaya devam etti, görevi öğrenci
derneklerini izlemekti. 20 Ağustos 1991'de yarbay rütbesiyle KGB'den istifa
etti. Bu tarih önemli çünlü bir gün önce radikal komünistler dönemin Sovyet
lideri Mihail Gorbaçov'a karşı bir darbe girişiminde bulunmuştu. Aralarında,
muhalefet lideri Boris Yeltsin'in de bulunduğu kişiler darbeye bayrak açmış,
bazı üst düzey yetkililer de muhalefetten yana tavır almıştı. O kişilerden biri
olan Putin, sonraları istifa kararını açıklarken, "Komünizm çıkmaz bir
sokaktı" demişti.
19-21 Ağustos darbe girişiminin asıl önemi ise, Sovyetler
Birliği'nin tabutuna çakılan son çivilerden biri olmasıydı. Evet, darbe
başarısız olmuş, Gorbaçov iktidara dönmüştü ama fiili iktidar, darbeye karşı
tanka çıkarak direnen muhalefet lideri Yeltsin'in eline geçmişti. Zaten kısa
süre sonra da, 25 Aralık'ta Sovyetler tarihe gömüldü, yerini Rusya'nın
önderliğinde Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) aldı.
Putin artık, üniversiteden tanıdığı Leningrad Belediye
Başkanı Sobçak'ın yanında, Dış İlişkiler Komitesi'nde çalışmaya başlamıştı.
Kimi kaynaklara göre bu noktada ilginç bir gelişme oldu: Müfettişler
çalışmalarında usülsüzlük belirledi ve görevden alınmasını istedi. Bu rapora
karşın Putin görevini sürdürdü ve belediye bürokrasisindeki yükselişi devam
etti. 1995 yılında, iktidar partisi Evimiz Rusya'nın, adı St.Petersburg
olarak değişen kentteki teşkilatını kurdu ve başkanlığını üstlendi.
Moskova
dönemi
1996 yılında Sobçak'ın belediye başkanlığını kaybetmesinin
ardından Putin'in kariyerine ilk büyük sıçrama yaşandı ve Yeltsin tarafından
Rusya'nın yurtdışındaki gayrımenkullarından sorumlu kuruluşun başkan
yardımcılığına atanarak Moskova'nın yolunu tuttu. Hemen bir yıl sonraki görevi
ise Kremlin İdari İşler başkan yardımcılığı oldu. 1997 yılında "piyasa
ekonomisinin oluşturulmasında bölgesel kaynakların stratejik planlaması"
konulu tezini savundu. Bu tezle ilgili "intihal" söylentileri
çıksa da, doğrulanmadı.
Moskova'nın iktidar koridorlarında dolaşmaya devam eden
Putin 1998 yılında bu kez, KGB'nin yerini alan Federal Güvenlik Servisi'nin
(FSB) başkanlığına atandı. Yaklaşık bir yıl sonra, 9 Ağustos 1999'da
Putin artık başbakanlık koltuğundaydı, "iktidar yürüyüşü"nde son
basamağa tek bir adım kalmıştı. Sadece dört ay sonra, dünyanın 2000 yılına
girmeye hazırlandığı saatlerde, tam olarak 31 Aralık 1999'da Yeltsin aniden
televizyona çıktı ve görev süresinin dolmasına üç ay kala istifa ettiğini
açıkladı. Anayasaya göre, başkanlık görevini Putin üstlendi, mart ayındaki
seçimi kazanarak başkanlık koltuğuna oturdu.
Terör
eylemleri
Burada uzun bir parantez açarak Putin'in başbakan olmasıyla
vekaleten Yeltsin'in koltuğuna oturması arasında geçen sürede Rusya'da yaşanan
siyasi olayları anlatmakta yarar var.
1994-1996 yılları arasında yaşanan Rus-Çeçen savaşı
Çeçenler kazanmıştı. Rusya Federasyonu içinde özerk bir cumhuriyet olan
Çeçenistan, Sovyetler Birliği'nin son günlerinde tek yanlı bir kararla
bağımsızlık ilan etmişti. Dağılmayı izleyen yıllarda yaşanan kaos ortamında
Moskova uzun süre sessiz kaldıktan sonra askeri müdahalede bulundu ancak iki
yıl süren savaşı kaybetti ve Çeçenler fiili olarak bağımsızlıklarını kazandı.
Rusya bu durumu kabullenmiş göründü ama Çeçenistan'ın ayrılmasının stratejik
Kafkasya bölgesindeki diğer Müslüman cumhuriyetlerde domino etkisi
göstermesinden korktuğu için aslında gizli gizli ikinci savaşa hazırlandı.
Putin'in başbakanlık görevine atanmasından iki gün önce, 7
Ağustos 1999'da Çeçenler, ünlü komutanlar Şamil Basayev ve Arap asıllı Hattab
önderliğinde komşu Dağıstan'a saldırdı. Basayev'le Hattab ne düşündü, ne umdu
bilinmez ama bazı Çeçen yöneticiler dahil pek çokları için bu
anlamsız, gereksiz ve Çeçenistan'ın fiili bağımsızlığını tehlikeye
atacak bir eylemdi...
Putin'in başbakan olmasından bir kaç hafta sonra, ağustos
ayında Moskova dahil Rusya'nın pek çok kentinde terör saldırıları düzenlendi.
Çoğunlukla apartmanlara düzenlenen saldırılarda 300'den fazla sivil öldü,
1700'den fazla kişi yaralandı. Saldırılardan Çeçenleri sorumlu tutan Rusya,
eylül ayında Çeçenistan'ı savaş uçaklarıyla bombalamaya başladı, ekim ayından
da kara birliklerini sokarak ikinci savaşı başlattı.
Bu konuya uzunca değinme nedenimiz şu:
Komplo teorisine girse de, Rusya'da ve Batı'da, terör
eylemlerinin perde arkasında Rus gizli servisinin bulunduğu yolunda bir iddia
var. Neden olarak ise, hem Çeçenistan'da yeniden kontrol sağlamak hem de
Başbakan Putin'in popülaritesini arttırmak gösteriliyor. Gerçekten de,
başbakanlığa atandığında kamuoyunda hemen hemen hiç tanınmayan Putin, 2. Çeçen
savaşını başlatan kişi olarak bir anda halk arasında büyük üne ve saygınlığa
kavuşmuştu. Bu popülarite sayesinde başkanlık seçimini kazanması hiç de zor
olmamıştı.
Apartman bombalamalarını Çeçenistan'da yeniden söz sahibi
olmak ve Putin'i iktidara taşımak için yapıldığı iddiasının başka temelleri de
var. Aynı günlerde Ryazan kentinde, daha önceki saldırılarda kullanılan
patlayıcılarla aynı cins patlayıcılar ele geçirildi. Olayla ilgili yakalanan
kişilerin üzerinden Rus gizli servisi kimliği çıktı. Bunun üzerine FSB,
patlayıcıların kendisine ait olduğunu, ancak Ryazan'daki güvenlik
kuvvetleinin teröre hazırlığını kontrol etmek için tatbikat amacıyla
kullandığını açıkladı ama soru işaretlerini ortadan kaldıramadı.
Komplo teorisi ya da değil, apartman bombalamalarının yol
açtığı mlliyetçi ortam ve hemen ardından başlayan 2.Rus-Çeçen
savaşının sağladığı popülarite Putin'i iktidara taşıdı...
31 Aralık 1999'da Boris Yeltsin'in aniden istifa etmesinin
ardından devlet başkanlığını vekaleten üstlenen Vladimir Putin, 26 Mart 2000'de
yapılan seçimleri oyların yüzde 53'ünü alarak ilk turda kazandı ve bağımsızlık
sonrası ülkenin ikinci başkanı oldu.
Putin yönetimindeki Rusya'ya geçmeden önce iki konuya
açıklık getirmek gerekiyor...
Birincisi, Putin'in tek ve tartışmasız lider olduğu, aklına
geleni yapabildiği yolundaki yaygın inanış...
Aslında kestirmeden söylemek gerekirse, Putin iktidara
gelmedi, "getirildi", sistem onu başkanlık koltuğuna oturttu.
Rusya'nın yönetiminde gizli servisin ağırlığı hiçbir zaman azalmadı, hatta
bağımsızlık sonrası belki de daha da arttı. Putin'in seçilmesinin nedeni de
kuşkusuz, gizli servis kökenli olması. Sistemin "dışarı"dan
gelen birisine iktidarı teslim etme olasılığı son derece zayıf. Dolayısıyla
Putin'i vazgeçilmez ve değiştirilemez görmemek gerekiyor, onu iktidara taşıyan
sistem gerekli görürse iktidardan da indirmekte tereddüt etmeyecektir.
Açıklık getirilmesi gereken ikinci konu ise, Putin'in
Kremlin'in patronluğunu üstlenmesinden önce Rusya'nın durumu.
Sovyetler Birliği'nin dağılması sadece koca bir
imparatorluğun parçalanması değil, 1917'den beri süren bir sistemin yok olması
anlamına geliyordu. 1 Ocak 1992'de Rusya piyasa ekonomisine geçince o güne
kadar "devlet baba" tarafından korunan ve kollanan vatandaşlar
kendilerini bir anlamda evden kovulmuş evlat durumunda buldu. Rusya gibi dev
bir alana yayılan ülkede yeni bir sistem kurmak insanın tahmin bile edemeyeceği
zorlukları beraberinde getirdi. Yeltsin'in iktidarda olduğu yıllar ülkeye
siyasi, ekonomik, askeri, etnik ve sosyal kaos hakimdi. Vatandaşına maaş
ödeyemeyen devlet, ülkenin adım adım parçalanma sürecine girmesini
engelleyemiyor, "özelleştirme" adı altında ulusal servet
acımasızca yağmalanıyordu.
Yeltsin demokrat eğilimli bir taşra politikacısıydı,
iktidar yılları için her konuda eleştirilebilir ama 1990'ların Rusya'sının
bugünden daha demokrat olduğu tespitini yapmak gerekir. Gerçi, Yeltsin halkın
içinden gelmişti ama iktidar onu değiştirmişti, bunu da eklemek gerekiyor.
Yeltsin'in karnesindeki zayıfların başında dış politikadaki kötü performansı
geliyor. Elbette, bu sadece kendisinden kaynaklanan bir durum değildi, o
günlerde Rusya zayıf, Batı'nın ekonomik yardımına muhtaç, nükleer silahlar
dışında sıradan bir ülke haline gelmişti. 1999 yılında NATO'nun
Yugoslavya'da düzenlediği operasyon Yeltsin için sonun başlangıcı oldu.
NATO'nun Sırp lider Slobodan Miloşeviç'i devirmesi, Rus halkının artık bir
süper devletin vatandaşları olmadıklarını gerçek anlamda ilk kez anlamalarına,
dolayısıyla ağır bir travma yaşamalarına yol açtı. İçki alışkanlığı
nedeniyle kamuoyu önünde komik duruma düşen Yeltsin'in yönetimindeki Rusya
uluslararası alanda ciddiye alınmayan, hatta dalga geçilen bir ülke halini
almıştı. Dolayısıyla, Rus "derin devleti"nin Yeltsin'i
iktidardan inmeye zorlayarak bir anlamda "darbe" yaptığını düşünmemiz
için yeterli neden var.
İşte Putin iktidara geldiğinde böyle bir Rusya tablosu
vardı: Ekonomik olarak çökmüş, dağılmanın eşiğine gelmiş, vatandaşın
devletten nefret ettiği, uluslararası alanda küçümsenen bir ülke.
Sert
lider
Putin işe Rusya'nın bütünlüğünü sağlayarak başladı, zaten
2. Rus-Çeçen savaşına startı daha başbakanken vermişti. Ekonomi cephesinde en
büyük şansı petrol fiyatlarının yükselmesi oldu. Sert, gerektiğinde masaya
yumruğunu vurmaktan korkmayan, argo konuşmaktan çekinmeyen bir lider portresi
çizmeye başladı ve başarılı oldu. Kimi zaman bir savaş uçağına atlıyor, kimi
zaman kara kuşak sahibi olduğu judoda rakibinin sırtını yere yapıştırıyor, kimi
zaman da vahşi doğada üstü çıplak kaslarını sergiliyordu.
Şu ana kadar Putin'in siyasi görüşünden hiç söz etmemiş
olmamız dikkat çekmiş olabilir. Onu bilinen kalıplar içinde değerlendirmek zor
olsa da sağcı-milliyetçi bir çizgiden söz edilebilir. KGB'de yetişmiş ve görevi
istihbarat toplamak olan birisin demokrat olmasını bekleyebilir miyiz? Putin
yönetiminde Rusya'da "kontrollü demokrasi" diyebileceğiz
bir kavram gelişti. Bu kavramı gündelik dile, vatandaşlara ne kadar
demokrasi gerektiğine sadece devlet karar verir diye tercüme edebiliriz.
Onun yaratmak istediği Rusya'da siyasi muhalefet sadece ayak bağıydı, dar
bir alan dışına çıkmasına kesinlikle izin verilmemesi gerekiyordu. Putin'in
ilk işlerinden biri de, zengin işadamlarıyla anlaşmak yapmak oldu: Siz
siyasete karışmayın, ben size karışmayayım. Bu anlaşmaya uymak istemeyen petrol
milyarderi Mihail Hodorkovski'nin şirketine el konuldu, kendisi ise 10 yıla
yakın süre cezaevinde kaldı. Medyanın devlet kontrolü altına geçme süreci de
yine onun iktidar döneminde başladı.
Böylece, ekonomisi düzelme yoluna giren Rusya'da vatandaşlar
kırılan gururlarını onaran, kendilerinde yeniden büyük ve güçlü bir devlette
yaşadıkları duygusu uyandıran Putin'i hemen kucakladı ve taparcasına sevmeye
başladı.
Evet, Putin uluslararası alanda ülkesini yeniden ciddiye
alınır hale getirmişti ama gerçek şu ki, nükleer silahları olsa da Rusya artık
bir süper güç değildi. Ekonomik, siyasi, askeri, teknolojik, hatta kültürel
açıdan ne ABD ne de diğer önce gelen Batılı ülkelerle rekabet edebilecek
durumdaydı. Köhnemiş devlet yapısı Batı'dan onlarca yıl gerideydi. Bu
koşullarda Putin ABD'ye meydan okuyaran görüntüsüyle tek kutuplu dünya
düzeninden memnun olmayan ülkeleri ve halkları yanına çekmeye, dengeyi bu
şekilde sağlamaya çalıştı. Putin yönetimindeki Rusya aslında enerjiyi silah
olarak kullanmadı ama silah olarak kullanabileceği mesajını verdi.
Türkiye
politikası
Putin yönetimindeki "yeni Rusya"nın dış
politikadaki dikkat çeken hamlelerinden biri Türkiye'ye karşı oldu. Aslında
taktik çok basitti: Türkiye'ye, "Gelin, bölgenin en güçlü iki ülkesi
olarak buralar bizden sorulsun, başkaları giremesin" mesajı vermeye
başladı. Tabii, "başkaları"ndan kasıt öncelikle ABD'deydi. Herhalde
Rus stratejistler, bölgeyi Türkiye ile bir anlamda paylaşmayı, gelecekte
işbirliğinin yerini düşmanlığın alması halinde Türkiye ile tarihte olduğu gibi
kolayca başa çıkabileceklerini düşünmüş olmalıydı.
2003 yılında TBMM'nin Irak tezkeresini reddetmesi Rusları
hem şaşırtmış hem de sevindirmişti: Demek ki Türkiye ABD'nin her dediğini
harfiyen yapan bir ülke değildi. Putin'in 2004'deki Ankara ziyaretinin, 520
yıla yaklaşan Türk-Rus ilişkilerinde Ankara'ya lider düzeyinde yapılan ilk
ziyaret olmasının altını kalınca çizmek gerekiyor. Bu ziyaret, ilişkilerde
çoşkulu bir nehrin önündeki barajın kapaklarının kaldırılması etkisi yarattı ve
Suriye'de iç savaşın başladığı 2011 yılına kadar neredeyse kusursuz devam etti.
Başbakanlık
dönemi
Putin halk tarafından çok seviliyordu ama anayasa onun
başkanlık koltuğundan iki dönemden fazla oturmasına izin vermiyordu. Aslında
istese, tek bir parmak işaretiyle anayasada değişiklik yapılmasını
sağlayabilir, başkanlık seçimlerinde üçüncü kez aday olabilirdi. Buna ne Batı
ne de Rus halkının çoğu karşı çıkardı ama bunu yapmak yerine karmaşık ve
dolambaçlı bir yol seçerek başkanlığa yakın arkadaşı Dimitri Medvedev'i önerdi.
Hükümette yer almasına karşın kamuoyunda fazla tanınmayan, normal şartlarda,
yani Putin'in desteği olmadan seçime girse yüzde 5 bile oy olması mucize
sayılacak Medvedev 2008 mayıs ayında yapılan seçimde oyların yüzde 70'ini
alarak başkanlık koltuğuna oturdu. Putin ise başbakanlığa geçti.
Böylece Rusya'da dört yıl sürecek "garip" bir
dönem başladı..."Garip"ti çünkü ülkenin "bir numaralı"
koltuğunda Medvedev oturuyor ama aslında gerçek liderin, ipleri elinde
tutanın "2 numara"da oturan Putin olduğunu herkes biliyordu.
Kameralara yansıyan ilk resmi görüşmeleri garipten de öte komikti. "Devlet
Başkanı" olarak Medvedev karşısında oturan "Başbakan" Putin
karşısında eziliyor, büzülüyor, renkten renge girerek talimat vermeye
çalışıyordu! Kısa boyu nedeniyle halkın "nano başkan" adını
taktığı Medvedev aslında donanımlı ve entelektüel bir politikacıydı ama Rus
toplumuna uygun değildi. Birincisi, lider özellikleri sınırlıydı, ikincisi
fazla kibar ve yumuşak bir üslubu vardı. Diğer yandan, Rusya'nın her alanda
nasıl acil reformlara ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde belki de doğru kişilerden
biriydi ama sokaktaki vatandaştan üst düzey bürokrata herkesin gözünde "emanetçi"ydi.
O kadar ki, Kremlin'de önemli bir konuşma yaparken, Putin'i gözlerini kırpmadan
izleyen bürokratlar cep telefonlarını kurcalamakta sakınca görmüyordu.
Ortada böyle bir tablo varken, Medvedev'in başkanlık
koltuğuna oturmasından sadece üç ay sonra yani, 2008 ağustos ayında Rus-Gürcü
savaşı patlak verdi.
Gürcistan'ın başında Rusya'dan nefret eden ve meydan
okumaktan çekinmeyen, Batı ile ilişkilerini geliştirmek için uğraşan Mihail
Saakaşvili vardı, üstelik ülkesini NATO'ya sokmaktan söz ediyordu. İttifak
zaten, eski Doğu Bloku ülkelerini alarak Rus sınırlarına yaklaşmaya başlamıştı,
şimdi Gürcistan'ın üye olması demek Rusya'nın etrafındaki çemberin biraz daha
daralması demekti. Gürcistan'ın, aslında kendisine ait olan ama 1992 yılında
tek yanlı olarak bağımsızlık ilan Güney Osetya'ya asker göndermesini bahane
eden Moskova müdahalede bulundu. Küçük ve zayıf Gürcistan'ın Rusya karşısında
direnmesi elbette olanaksızdı. Böylece Rusya hem Gürcistan'ı resmen bölmüş oldu
hem de Batı'nın, o yılın şubat ayında Kosova'nın bağımsızlığını tanımasının
intikamı aldı. Bu arada, Güney Osetya ve benzer durumda bulunan Abhazya
bağımsızlık ilan etti ve Rusya tarafından tanındı.
Gürcistan olayı, Irak'ta Saddam Hüseyin'in, Yugoslova'ya
Slobodan Miloşeviç'in devrilmesini önleyemeyen, Kosova'nın bağımsızlığını
engelleyemeyen Rusya'nın dış politikadaki ilk büyük başarısı oldu.
Ama Medvedev-Putin ikilisini üç yıl sonra, 2011'de Libya'da
ağır bir diplomatik yenilgi bekliyordu...
Küçük Gürcistan karşısında alınan zafer aynı zamanda
Rusya'nın Batı'nın kendisini almaya çalıştığı çemberi yarma girişimi niteliği
taşıyordu.
Ama üç yıl sonra, yani 2011'de Libya'da deneyimli Rus
diplomasisi sonuçları ağır olacak bir yenilgi aldı. Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'nde Libya'da bir uçuşa yasak bölge oluşturulmasıyla ilgili
oylamada normal koşullarda "hayır" oyu vermesi, yani veto
yetkisini kullanarak kararın geçmesini engellemesi beklenen Rusya "çekimser"
oy kullandı. Bu da, Libya lideri Muammer Kaddafi'nin devrilmesine kadar
uzanan yolu açtı. Rusya'nın bu "diplomatik gol"ü yemesinin
nedeni büyük olasılıkla o anda başkanlık koltuğunda oturan Medvedev'le Putin
arasındaki iletişim kopukluğuydu. Putin kararı "haçlı seferleri"ne
benzeterek karşı çıktı ama iş işten geçmişti.
4 Aralık 2011'de yapılan parlamento seçimleri Putin
döneminde Rusya'da ilk büyük kitlesel muhalefet gösterilerine sahne oldu.
Seçime hile karıştırıldığını ileri süren yüz binlerce muhalefet üyesi başkent
Moskova'da sokaklara döküldü. Rusya'da Ukrayna ve Arap Baharı benzeri bir isyan
başlamasından korkan iktidar taraftarlarını ve kendisine bağlı gençlik örgütlerini
sokağa çağırdı. Kremlin, Arap Baharı benzeri hareketlerin Batı'da planlandığını
düşünüyor ve Rusya'da da tekrarlanmasından korkuyordu.
Medvedev'in görev süresi dolunca, tıpkı dört yıl önce
Putin'in yaptığı gibi, onu başkanlığa aday gösterdi. Putin, 4 Mart'ta yapılan
seçimi oyların yüzde 63'ünü alarak ilk turda kazandı ve başkanlık koltuğuna
döndü, Medvedev'e ise başbakanlık yolu göründü. Seçim sırasında ve sonrasında,
aralık ayındaki boyutta olmasa da muhalefet protestoları vardı.
2013 yılı sonunda Ukrayna'da başlayan olaylar, günümüzde
Suriye'ye kadar uzanan gelişmelerin tetikleyicisi oldu. Batılı gizli
servislerin de karıştığı olaylar sonucu Moskova yanlısı Devlet Başkanı Viktor
Yanukoviç silahlı halk hareketi sonucu 2014 başlarında devrildi. Sovyetler
Birliği'nin dağıldığı andan başlayarak Rusya'yı kuşatmaya çalışan Batı, şimdi
Rusların burnunun dibi denilebilecek bir yere kadar yakınlaşmıştı.
İktidarının tehdit edildiğini düşünen Putin'in karşı hamlesi Kırım'ı
işgal etmek oldu. Karadeniz kıyısındaki Kırım Sovyet döneminde aslında Rusya'ya
aitti ama Ukrayna'ya hediye edilmişti! Yarımadada Ruslar çoğunluğu
oluşturuyordu ve Rusya'nın Karadeniz donanması da o bölgede, Sivastopol'deydi,
yani Moskova açısından stratejik öneme sahipti. Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesi
çokları tarafından "Putin'in zaferi" olarak algılandı ama galiba
aslında Ruslar Batı'nın tuzağına düşmüştü. Batılı ülkeler Rusya'nın Kırım için
savaşı bile göze alacağını biliyordu ve Ukrayna'daki hamlesine karşılık
Putin'in böyle bir adım atacağını kuşkusuz tahmin ediyordu. Görünüşte Putin
kazanmıştı ama Batı da Ukrayna üzerinden Rusya sınırına dayanmıştı. Yeni
iktidarın NATO'ya üye olması olasılığından dehşete kapılan Ruslar iç
savaşın başladığı Ukrayna'da, ülkesinin doğusundaki silahlı muhalefete
para, silah, hatta asker desteği verdi.
Kırım'ın ilhakının ardından-kimilerine göre Batı'nın
tezgahı sonucu- önce petrol fiyatlarının başaşağı gitmesi, ardından Batı'nın
yaptırımlar uygulamaya başlaması Rusya'yı derin bir ekonomik bunalıma
sürükledi. Bu, gelirlerinin neredeyse yüzde 60'ını enerji kaynaklarının
satışından elde eden Rus ekonomisi için kaçınılmaz bir durumdu. Ne kadar
Putin farklı göstermeye çalışsa da Rusya hem Kırım'ı ilhak edip hem
Ukrayna'daki ayrılıkçıları destekleyip hem de ekonomisini idare edebilecek
durumda değildi.
Bu koşullarda 30 Eylül'e gelindi...
Peki, bu durumdaki Rusya Suriye'ye neden askeri müdahalede
bulundu?
Rusya hiçbir alanda ABD ile rekabet edebilecek güce sahip
değil, zaten bunu kendisi de biliyor. ABD ise, Rusya'yı "rakip" görmek
bir yana fazla "kaale almıyor", en azından öyle davranıyor. Kırım
sonrası Rusya sadece yaptırımlara hedef olmadı, uluslararası alanda diplomatik
izolasyona da düştü.
İşte bu koşullarda ve ABD'nin Suriye konusunda isteksiz ve
kararsız davranması dış politikada "fırsatçı" davranan Putin'i
heyecanlandırdı.
Suriye'ye yapılacak müdahale ile bir taşla neredeyse bir
kuş sürüsü vurabileceğini hesapladı. Böylece, Rusya'nın itilip kakılacak bir
devlet değil, uluslararası bir güç olduğunu, Suriye'de aktörler arasında
bulunduğunu ve masada yer alması gerektiğini gösterecek, Batı'nın kendisini
"muhatap" almasını, önce diplomatik karantinayı, kısa vadede
olmasa da yaptırımların kaldırılmasını sağlayabilecek, ayrıca Ortadoğu'daki
yegane kalesini de kaybetmemiş olacaktı. Bu aynı zamanda Arap ülkelerinde
başlayan, Suriye'de kesintiye uğrayan isyanların önce, örneğin İran'a, sonra da
kendi ülkesine, yani Rusya'ya ulaşmasını engellemesi anlamına gelecekti.
Tabii, evdeki hesap çarşıya uyar mı, kağıt üzerindeki
planlar gerçek hayatta karşılığını bulur mu, henüz söylemek için erken. Gerçek
şu ki, Putin yönetimindeki Rusya bir bataklık olan Suriye'den ayaklarını
kirletmeden geçmek istiyor ama son uçak olayı bunun o kadar da basit
olmadığını kanıtlıyor. Zaten ekonomik kriz içinde olan Rusya aslında
kendisini köşeye sıkıştırmış durumda: Suriye'ye bu kadar angaje olduktan sonra
hedeflerine ulaşamadan çekilebilir mi ya da ekonomik durumu operasyonu uzun
süre sürdürmesine izin verir mi, bunlar soru işaretleri.
Putin'in doğumundan başlayarak hikayesi ve onun iktidar
döneminde Rusya'nın son 15 yılı böyle. Demokrat olmayan ama zaten demokratlık
iddiası da bulunmayan, dağılmanın eşiğindeki Rusya'yı ayağa kaldırmayı
başaran ama ABD ile eşit ilişki kurma hedefinden henüz uzakta olan
bir lider Putin.
(2015)
Not:
Gazeteci Cenk Başlamış'ın "Rusya'nın Sırları" kitabından alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder