Tatyana
Tolstaya
Kaynak:
https://oggito.com/
Bu ayıcığın bir zamanlar, her birinin içine gözbebeği ve
iris yerleştirilmiş özel camdan yapılma kehribar rengi gözleri vardı. Keçe gibi
gri, sertti tüyleri. Onu severdim.
Sonrasında ömür geçti gitti tabii. Kendime St.
Petersburg’ta nezih bir aile apartmanından bir daire aldım ve bütün zamanımı
kıyafetler, kitaplar istifleyerek geçirmeye başladım. Bir yandan da anneme eski
sandıkların içinde duran bibloları, yırtık pırtık çaputları, ıvır zıvırları
bana vermesi için yalvarıyordum. Nasılsa kimsenin böyle lüzumsuz şeylere
ihtiyacı yoktu, hatta annemin, hatta benim bile. Ama ben lüzumsuz şeyleri
seviyordum. Bütün önemini, maddi değerini, çekiciliğini, anlamını yitirmiş
olan, tüm yararı üstünden uçup gitmiş, buharlaşmış, çırılçıplak bir ruhla ve
geçen onca zamanın hayhuyundan gizlenip su katılmamış bir benlikle baş başa
kalmış eşyaya tapıyordum ben!
Bir gün annemin evinde, merdivenlerin altındaki üstü tozlu
bir örtüyle kaplı dolabı karıştırırken, karanlıkta sandıkla duvar arasındaki
boşlukta, kimsenin onca zaman neden atmadığını bilmediğim eski bir kayak
sopasına rastladım önce. Sonra da o ayıcığı buldum, daha doğrusu, ondan
kalanları: tek pençeli bir bacak, tüylü ahşap bir iskelet, gözünün birinin
yerinde özensizce duran plastik bir düğme ve diğerinin yerinde de küçük küçük
siyah ipler.
Elime aldım, sıkıca tuttum, tozlu, tüylü, başsız, kolsuz
gövdesini kavradım iyice, sonra gözlerimi kapattım, öyle sıkı kapattım ki
yanaklarımdan aşağı aniden düşen bir gözyaşı olursa üstüne damlamasın diye.
Orada, o boğucu ve daracık, yarı aydınlık yerde, deli gibi çarpan kalbimi
dinleyerek öylece kaç dakika dikildim bilmiyorum. Kim bilir, belki ayıcık da
benim kadar mutluydu, belki de o çarpan ayıcığın kalbiydi, kim bilir? Yahu
şimdi nasıl anlatsam? Hani bebekleriniz olur, büyürler, kırk yaşına gelirler,
siz de bu gerçeğe alışmış ve bununla yaşamaktasınızdır. Sonra birden
çekmeceleri karıştıracağınız tutar ve o da ne, bebeğiniz oradadır. O sekiz
aylık, daha konuşamayan, yulaf ve elma sosu kokan, yumuş yumuş ağlak suratlı bebek
karşınızdadır. Sanki bunca zamandır kayıptır da yeni bulmuşsunuzdur onu,
asırlardır çekmecenin içinden size seslenmiştir ama siz onu duyamamışsınızdır.
Sonunda da kavuşmuşsunuzdur işte.
Aldım onu öyle bir hisle yeni evime götürdüm. Ev incitici
bir şekilde yeniydi ki bu da kimsesiz ve yabancı hissettiriyordu eşyaya
kendini. Her yerde antikacıdan ve ikinci el dükkânlardan satın alınmış,
başkalarının evinde yaşamaya alışkın, yeni habitatlarına uyum sağlamaya çalışan
eski eşya vardı. Ortamdaki bu yabancılığı ve soğuk havayı dağıtmak için elimden
geleni yapmıştım. Orayı burayı annemin ıvır zıvırları ve çaputlarıyla
doldurmuştum. Ama yine de aşinalık duygusu yeterli değildi hâlâ. Ayıcığı
yatağımın üstüne koydum. Onunla başka ne yapacağımı bilemedim o an.
O gece ona sarılıp yattım. O da tek pençesiyle bana cılızca
sarıldı biraz. Bulutlu bir yaz gecesiydi. Tan ağarana kadar uykum gelmedi bu
yüzden uykuya bir yandan sancılı bir özlem de duyuyordum. Ayıcık tozu, tozlu
seneleri, on yılları, bin yılları kokladı, çekti içine uykusunda. Gecenin
gökyüzünü karanlık sular gibi bulanıklaştırdığı bir vakitte ben gözlerimi
açtım, ayıcığın gözünün olması gereken yerde ufak siyah iplerin sarktığı
boşluğu gördüm. Onun tahta kafasını okşadım; yara bere kaplıydı her yeri.
Kulaklarına dokundum. Sonra birden içim ürperdi.
Hayır, dedim, bu böyle devam edemez. William Faulkner’ın
bir kısa öyküsü vardır hani, adı “Emily İçin Bir Gül”, o geldi aklıma.
Sevgilisi tarafından terk edilmemek için onu zehirleyen ve akabinde de kendini
eve kilitleyip kırk yıl boyunca orada kalan bir kadının hikâyesidir. Kadının
cenazesinin ardından evin içinde buldukları çürümüş bir pijamanın içinde
çürümüş bir erkek cesedi, sanki yanında yatan birine sarılıyormuş gibi yan
dönmüş yatmaktadır. Tepesinde bir tutam kır saçı kalan kafasını altında
durmaktan çukurlaşmış bir yastığa koymuş, öylece uzanıyordur.
Ertesi gün, sabah olur olmaz, onarılamaz bir kararlılıkla
Moskova’dan ayrıldım. Ama bir ay sonra, çaresizce geri döndüm. Döndüğümde,
ayıcık ortadan kaybolmuştu. Yatağın üstünde değildi. Altında da değildi. Ne
çekmecelerin içinde ne de döşemelerin altındaydı. Hiçbir yerde yoktu.
Anlatabildim mi? Hiçbir yerde hem de.
İngilizceden çeviren:
Eda İşler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder