Erhan
Sunar
Kaynak:
https://oggito.com/
Dostoyevski’nin zihin dünyasındaki bu çelişkilerden
romanlarına aksetmiş parçaları birleştire birleştire, Joseph Frank belki daha
anlaşılır bir portre verir, ama hiçbir durumda yok yere yüceltilmiş birine
dönüştürmez romancıyı.
Yazar biyografileri yaşamsal detaylarla dopdolu
olabilirler, bilgi yüklü olabilirler, felsefi veya açıkça soruşturmacı da
olabilirler, ama bunların hepsini birden, büyük bir denge içinde, üstelik
bitmek bilmez sayfalar boyunca verebilme bahsinde, herhalde Joseph Frank’ın anıtsal
Dostoyevski biyografisi ile yarışacak ölçekte başkalarını bulmak zor olurdu.
Ama Joseph Frank bu altından kalkılması epey zor görünen çalışmayı, sayfaları,
bölümleri birbirine bağlayan öyle bir içgörü ile kuruyor ki kitabın hacmi
gerçek anlamda bir Dostoyevski sevgisi karşısında görünmez oluveriyor.
Sıkmayan, yormayan, romancının evrenine kısmen veya bütünüyle uzak okurları da
kapsayacak ilgi uyandırıcı yanlarıyla Dostoyevski, Çağının Bir Yazarı sadece
romanlar arasında ilişkili sinir uçları yakalamasıyla değil, kimi kez –fazla
polemiğe ya da bilgi gösterisine dönüştürmeden– başka biyografi ve düşünce
kitaplarıyla kurduğu bağlar ve daha çok da Herzen, Turgenyev, Bakunin gibi
dönemin önde gelen Rus entelektüelleri, Fransa’dan, Almanya’dan, İngiltere’den
(Dostoyevski’nin özlemle ve huzursuzlukla bağlı olduğu Avrupa’dan) birçok
isimle birleştirdiği içeriğiyle de son derece önemli bir çalışma.
Bu çalışmanın en temel argümanlarını elbette, daha en
başından, Dostoyevski’nin yirmilerinde tanınmamış bir yazar adayıyken
geliştirmeye başladığı, tuhaf, açıklaması güç içgüdülerle sürdürdüğü ve daha
sonrasında, hayatının sonuna dek de geliştirmekten vazgeçmeyeceği, sosyalizme
ve halkçılığa, Hıristiyanlığın içinden seslerle, müdahalelerle dolu cevapları,
itirazları oluşturuyor. Yazarlığının olgunluk dönemlerinde açıkça bir çarlık
taraftarına da dönüşen ve Batı karşısında güçsüz kalmayı sindiremeyen, bunu ise
Rusların dinsel veya etnik kökenlerine inmek gibi yollarla sınırsız bir
tartışmaya açan –birbirlerinin yansımaları veya çeşitlemeleri gibi görünen–
karakterleriyle Dostoyevski, Joseph Frank için, biraz hızla ve çıkarımlarla
bahsettiği çocukluk yıllarından itibaren sanki hep aynı kalmaya yazgılı bir
hayat sürüyormuş gibi görünür. Saflığını annesine, kuşkuculuğunu babasına
bağlar biyografi yazarı: Böylelikle henüz romanlarının bu anlamdaki baş
döndürücü evrenine eğilmeden önce neden Freud’un ünlü ve ününü az da olsa gene
çıkarımlara borçlu makalesini tartışmaya açtığını, romancının 1840’larda dahil
olacağı Petraşevski grubuna bağlılığını da böyle bir saflık ve kuşkuculuk
çevresinde değerlendirmekten neden geri durmadığını bu ilk tespit yoluyla iyice
açık etmiş olur – hayatı boyunca, didişecek daha yüksek bir merci bulmaktan
yorulmayan romancı için, Freud’un kısa yoldan baba düşmanlığı ve katli diyeceği
şey Joseph Frank’a o kadar net görünmez. Psikanalistin, romancının geçireceği
ilk sara nöbetini babasının ölümüyle baş gösteren suçluluk ıstırabıyla
birleştiren vurgusu, biyografi yazarına göre oldukça kurgusaldır (çünkü romancı,
mektuplarına bakılacak olursa, ilk nöbetini o tarihten sonra geçireceği gibi,
bu ölüm karşısında özel bir rahatsızlık da duymamıştır). Dolayısıyla onun baba,
Tanrı veya din ve devlet benzeri odaklar önünde kapılacağı, dinmeyen bir halk
sevgisi ve özverisi yoluyla gene romanlarına sızacak; derin duygulanmaların
izlerini taşıyan suçluluk bilincini gençliğinde simgelediği anlamıyla çok daha
sonraki evrelerinde de bulmak bizi şaşırtmaz. Üstelik Suç ve Ceza ve Karamazov
Kardeşler gibi, hayatın yasalarıyla büyük problemler içinden temas kuran
(ve bu problemleri o yasalara karşı üstün ahlâkî sorumluluklara çeviren) daha
büyük romanlarına geçmeden olur bunlar. En özlü ifadesini Kumarbaz romanına
da sonradan dahil olacağı haliyle yazarın Avrupa kumarhanelerinde çektiği
parasızlık ve ıstırap görünümlerinde bulan, Joseph Frank’ın maddesel, gündelik
ve hep daha yüce olan ne varsa onunla büyük bir açmaza düşmüş bu hayattan
kelimelere geçirdiği, tekrarlanıp durur gibi görünen yaşamsal detaylardan
ördüğü sayfalar dolusu bilgi de, yavaş yavaş öyle gelir ki, kendi etrafında
durmadan bir çevre, dairesel bir algı oluşturmuş olur. Rusya karşısında Avrupa;
kölelikle, toprak sorunlarıyla uğraşan bu ülkenin karşısında Avrupa şehirleri
ve kumarhaneleri; Tanrı’nın öğütlediği kanaatkâr yaşam karşısında hep daha
fazlasını –kumarda– aramak; yolunu gözleyen bir aile ve uzakta, Avrupa’da bu
durumdan ölesiye vicdan azabı çekmek, para istemek ve gene para istemek… Kumarbaz üzerine
bölümü artık sonlandırırken Joseph Frank her ne kadar bu romanı birebir
romancının hayat öyküsü gibi okumamak gerektiğini söylese de, insan pekâlâ daha
sonra oluşacak diğer büyük romanların da bir kumar masasında, para kaybetmişken
ve paranın anlamını sorgularken (bir yanıyla dinsel her türlü buyruğu da geçersiz
kılan böylesi simgesel şartlarda) filiz verdiğini düşünebilir. Delikanlı’yı
okurken, on yıl öncesinin bu kumar borçlarını, para mefhumunu romancının başka
bir kılıfa soktuğunu düşünebiliriz. Keza Suç ve Ceza’da para ihtiyacının
neden ve ne yolla gerçekleşeceğini, ne anlama geleceğini de: Dostoyevski’nin
ancak görece ünlü olduktan sonra maddesel ihtiyaçlarla dolu hayatından bambaşka
meselelerle kaynaşan romanlar çıkardığını söylemek, en az onun ateistleri veya
Rusya karşıtlarını (Turgenyev gibi) tartışmak için belirsiz bir geleceği
beklediğini de söylemek olurdu ki, Joseph Frank da hemen birkaç satır
sonrasında, Kumarbaz’ın romancının kendi kafasında durmadan aşırıya kaçan
Rus insanıyla kurduğu bağla derinden ilgili olduğunu söylemeden bırakmaz.
Dostoyevski’nin 1840’larda yirmili yaşlardayken girdiği Petraşevski grubundan
kopuşu nasıl bir tartışma halinde zihninde ömür boyu sürmüş ve uzun yıllar
sonra Cinler gibi büyük bir romana girebilmişse, tesis etmeye
çabaladığı daha yüce bir hayatın en küçük, en değersiz maddi dayanakları da
onun yakasını hiç bırakmayacaktı. (Bir üvey oğlu vardı, ölen kardeşinin ailesi
vardı, kendi ölen çocukları vardı, çıkarıp batırdığı dergiler vardı, kendi
sağlığı için Avrupa’da danışması gereken hekimler vardı… Yeryüzündeki hayatın
iyilik ve erdem temelini, maddi varlığını ve istikrarını sosyalizmden mi, Tanrı
inancından mı, yoksa çocukların ölebildiği, eziyet görebildiği daha saçma bir
düzlemden mi edinmemiz gerektiği, tam da bu nedenlerle, küçük ve değersiz
sayılabilir miydi?) Kaldı ki, ününün doruğunda olduğu hayatının son senelerinde
Berlin’de (Almanlardan öfkeyle bahsettiğini öğreniyoruz) bir dostuna borç para
verirken, yiyecek içecek satın alırken, taksilere binerken, karısı Anna’ya
kendisini beş yaşındaki bir çocuk gibi yorgun hissettiğini yazarken bir yandan
da bütün bu masrafları kafasında evirip çeviren bir romancı söz konusu.
Çok açıktır ki Dostoyevski bir kere sorduğu soruyu bir daha
soruyordu, Joseph Frank ise kısa veya uzun aralıklarla, yoğun veya gelişigüzel
bir havayla sorulmuş bu soruların özüne inmeyi, çelişkisel yönlerini, neden
sorulmuş olabileceklerini tartışmaya açıyor. Bu tartışmanın kendine dönük,
romanların dünyasından pek kopmayan bir tarafı olduğu için, yüzyıl ortalarının
“Yeni Eleştiri” sözcülerine zaman zaman yakın durduğunu –referanslarını ölçülü
tutmasını, romanların içerikleriyle biçimlerini pek ayrıştırmamasını vs.–
düşünmek de mümkün, ama büyük oranda değil. Böyle bir algı yanılsamasına ancak
romancının son dönem üç-dört büyük romanına eğildiği, bu arada hayatından
öğelere uzunca aralar verdiği sayfalarda izin verir Joseph Frank ve verdiği
gibi de şaşırtır: Kendine dönüklüğü kendisinden önceki çalışmalara ya da
ekollere bir temasa çevirmez ve romancı üzerine diğer çalışmalarla giriştiği
çok ufak tefek fikir ayrılıklarını da dipnotlara hapsedecek kadar dikkatle
doludur. Bazen, büyük romancının derin bir huşuyla irdelendiği sayfaların biri
tarafından yazılıyor olduğunu bile unutuyor olmamız, kendine pay çıkarmayan ve
zorluğu kendi üslubunda veya paradoksal, karmaşık işleyişinde değil gene
romancının evrenindeki karmaşada aramamız gerektiğini ima eden bu önemli çalışmanın
değerini ancak ağır ağır görmemizi de sağlıyor. Sözgelimi ilk on sayfalardan
birinde Dostoyevski’nin hiçbir romanında mutlu çocukluk çağrışımlarının fazla
oluşunu göremeyeceğimizi tespit etmesi, onun romancının bu yaşam öğelerini
derinden hissetmemiş olmasını ileri sürmesine yol açmaz ve yüzlerce sayfa
sonrasında Karamazov Kardeşler’de Alyoşa’da anlam bulacak çocukluğa o
büyük inancı (ki ölen çocuğunun da adı Alyoşa’dır) ve İvan’ın bu konudaki
heyecan dolu fikirlerini yeniden okumuş oluruz. Joseph Frank, İvan’ın,
yeryüzündeki bu küçük canlar bu kadar acı içindeyken Tanrı iradesiyle
barışmanın mümkün olup olmayacağını haykıran konuşmalarını hatırlatır…
Sahnedeki neredeyse tümüyle Dostoyevski’dir, aradan usulca çekilen Joseph Frank
onun kendi romanları üzerine notlar, günlükler tutma heyecanını da paylaşır ki
günlüğündeki bir pasaja bakacak olursak o bile Karamazov Kardeşler’deki
abartıların, aşırıya vardırılmış düşüncelerin ve üslubun kendisine değil İvan’a
ait olduğunu inatla söyler: Fransızların mise en abyme diyecekleri
bir algılama oyunu değilse de buna Joseph Frank’ın hep daha diptekine yönelen
bakışı diyebiliriz, belki de en derinde ne varsa dürüstçe görme, tespit etme
çabası.
Kitap boyunca Dostoyevski, tıpkı dünyanın tam merkezinde
diğer herkes için acı çeken tipik bir karakteri gibi, bir yandan Rusya’nın on
dokuzuncu yüzyıl fikir kavgalarının, toplumsal-siyasal manzaralarının
merkezinde de görünür. Bakunin’le anlaşamaması, her şeyi kolay tarafından,
tümüyle devrimci şiddet sonucu mahkûm etmek istemeyişinden ileri gelir.
Çernişevski o ünlü “yararcı akıl” yaklaşımıyla zaten daha üstün manevî
yönelimleri ıskalamıştır. Herzen, Avrupa’dan dönmeyen sanki gönüllü bir
sürgündür ve Turgenyev de, daha beteri, Rusların insanlığa bir semaverden
fazlasını armağan edememiş olduğunu sabuklayan biri (yaşamının son yıllarında
Dostoyevski bir yazar buluşmasında onu bir de seyircilerin önünde küçük
düşürmeye çalışacaktır)… Tolstoy, imrenmeyle mi öfkeyle mi karşılanması karar
verilemeyen, belki de her iki duyguyla da itiraz edilmesi gereken bir toprak
beyidir ve romanlarındaki derinlik yoksunluğu da buradan kaynaklanır… Neçayev,
daha yirmili yaşların bir hakikate dönüşen devrimci şiddet karşıtlığına
sonradan ancak bir parantez olabilecek düzen ve çarlık düşmanı biridir… ve
dahası: Joseph Frank, büyük romancının bütün bu entelektüel figürler için
sadece romanlarında izdüşümler yarattığını belirlemekle kalmaz, kendisine daha
cennetvari ikinci bir hayat bile bahşedilmiş olsa onun gene bir inanç uğruna
(bu para inancı da olabilir, çara suikast inancı da, Batıcılık da, dinsizlik
de) her birini bitmez tükenmez ayrımlara, içsel darbelere ve kaçınılmaz olarak
karşılarında diz çökülecek mizansenlere mahkûm edeceğini sezdirir. Çalışmasının
girişinde yazacağı gibi, bir Dostoyevski karakteri başkalarının nezdinde hiç de
gurur okşayıcı veya saygın bir durumda görünmez ve bunun ıstırabını, bir şeye
yaramayacak öfkesini taşır. Dolayısıyla yaşamında yeri olan bütün bu insanları,
her günkü duyguları ve heyecanları, diye kitabın bu kez sonlarında yazar Joseph
Frank, romanlarına soktuğu fikirlerle bu ölçüde çelişen bir yazar daha bulmak
zordur.
Dostoyevski’nin zihin dünyasındaki bu çelişkilerden
romanlarına aksetmiş parçaları birleştire birleştire, Joseph Frank belki daha
anlaşılır bir portre verir, ama hiçbir durumda yok yere yüceltilmiş birine
dönüştürmez romancıyı. Onun insan ruhuna derinlemesine nüfuz edebiliyor
olmasını, iki uzak kutuptan birer örnek bulunacak olursa, ne Nabokov gibi
küçümser ne de biyografisini yazmış Stefan Zweig gibi aşırı ve heyecan içinde
över. Nasıl romancı için duyguyla ideoloji arasında bir fark yok ise, bunu
özellikle vurgulayan Joseph Frank için de çalışmasının duygusuyla içeriği
arasında pek bir fark yoktur. Elbette biyografi türünün ancak daha kötü veya üstünkörü
örneklerinde yazarının ayan beyan duygularına rastlamak daha mümkündür, ama
Joseph Frank’ın sakince gelişen yazısı, bağlar kura kura gene de inceden bazı
hissedişler de önerir. Asla başı sonu belli tek bir cümleye dönüşmeyen bu
hisler, her defasında ya bir bilgi parçasıyla ya da bir analizle yan yanadır ki
onları kimi kez oldukça tutumlu kullanılan tasvir edici sıfatlarda bulmak bile
seyrekleşebilir. Bu nedenle de onu cümlelerini, tespitlerini seveceğimiz bir
araştırmacı gibi değil, gerçek anlamda bir kültür emekçisi gibi de
karşılarız.
Romancının hayat dönümlerini uzun veya görece daha kısa
tutuyor olması, Joseph Frank için bir tercihten önce belli ki bir gereklilik:
Sözgelimi sahte bir infaz kararını titremeyle bekleyen diğer mahkûmlar gibi
Dostoyevski’nin de öncelikle Ölüler Evinden Notlar’da, ama daha sonrasında
aslında hayatının bütününde ve her zerresinde yansıtmaktan vazgeçmeyeceği ünlü
Sibirya anıları ve yıllarını, veya Petraşevski grubuna katılımına ayırdığı
sayfaları, gene Karamazov Kardeşler’deki “Büyük Engizisyoncu” meseline
derin ilgisini hep bazı kritik safhalar gibi görebilmemizi istiyor gibidir. Bu
durum, Kumarbaz’a daha kısa bir yer ayırmış olmasını, yukarıda da kısmen
değindiğim gibi, romanın temas ettiği yaşamsal yönlerin azlığından veya
beceriksizce yazılmış olmasından vs. ileri gelmiyordur ama: Sonuçta Cinler’in
veya Karamazov Kardeşler’in ancak bin yılda bir görülecek büyük romanlar
olduğunu, okumamışsak bile, Joseph Frank’ın beğenilerini analizlerinin
ihtişamına saklayabilen tavrından anlamaya başlarız. Cinler hakkında
bir yerde, büyük bir siyasi roman olduğunu söyler, ama romanın siyasetinden ne
anlamamız gerektiğini dönemin gazete haberlerinden Dostoyevski’nin
karşılaşmalarına, tuhaf metafizik deneyimlerine, bir anıdan bir hikâye
çıkarabilme yeteneğine, kişileri dönüştürebilme, inanç ve inançsızlık
girdaplarına sürükleyebilme becerisine dek bir sürü temas noktasına dikkatimizi
çekerek belirlemiş de olur. Joseph Frank’ın biraz uzunca konularına girer gibi
olduğu her bir roman yazısını, o konulara bakarken oluşturmakta olduğumuz kendi
kişisel görüşlerimizle diyaloga girebilen pasajlar takip eder – bunu ise
nesnelliğe, dürüst ve demokratik bir bakış açısına sahip sakince tartışmacı bir
üsluba borçlu olduğunu bile düşünebiliriz.
Dostoyevski, Avrupa’daki hekimlerin de bir çaresini
bulamadığı müzmin bir sara hastasıydı (bir oğlu da uzun süren bir nöbetin
ardından bu hastalıktan can verecekti), zaman zaman geçirdiği kasılmaların,
çökkünlüklerin ve nöbetlerin sürüp giden büyük yapıtına çok şey taşıdığını
söyleyenler olmuştur. Onun sırf fiziksel görünümünden bir tuhaflık,
peygamberimsi bir yan veya halktan bir acı izlenimi çıkaranlar da: Sözgelimi
hayatının son dönemlerinde onu gören bir vikont, ki bu tanıklığı aktaran Joseph
Frank bu soylu adamın yansız bir gözlemci olduğunu belirtir, yaşamı boyunca hiç
böyle seğirmelerle, sinir tikleriyle dolup taşan acı dolu bir yüz görmediğini
yazmıştır. Başka bazı tanıklara, romancıyla konuşma fırsatı bulmuş bazılarına
göreyse, sizin bir Avrupalı oluşunuzu öğrenecek olması çehresindeki bu yoğun
acı izlerini bir anda gururlu bir öfkeye çevirmeye yetiyordu. Budala’daki Prens
Mışkin karakterinde daha açık bir ifadesini bulan bu gerçeğe göre, bir sara
nöbetinin tam gelmekte olduğu an en güzel çehrenin neredeyse bütün bir evrene
ve zamana açıldığı bir esrime kesitiydi, olduğunuz kişi olmaktan çıkıyordunuz.
Joseph Frank, romancının bu yönüne eğilirken de,ona bir peygamber veya aziz
değil, her zamanki anlamıyla sadece bir sara hastası gözüyle bakıyor ve gene onun
gibi bu hastalıktan büyük düşler kurmanın yerinin hayatın ve bir ailenin tam
ortası değil, belki daha geniş ve güzel düşünülmüş bir roman olacağını ima
ediyor. Dostoyevski’nin en güzel romanları buna tanıktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder