21 Mayıs 2025 Çarşamba

Dostoyevski, Çağının Bir Yazarı


Erhan Sunar

Kaynak: https://oggito.com/

 

Dostoyevski’nin zihin dünyasındaki bu çelişkilerden romanlarına aksetmiş parçaları birleştire birleştire, Joseph Frank belki daha anlaşılır bir portre verir, ama hiçbir durumda yok yere yüceltilmiş birine dönüştürmez romancıyı.

Yazar biyografileri yaşamsal detaylarla dopdolu olabilirler, bilgi yüklü olabilirler, felsefi veya açıkça soruşturmacı da olabilirler, ama bunların hepsini birden, büyük bir denge içinde, üstelik bitmek bilmez sayfalar boyunca verebilme bahsinde, herhalde Joseph Frank’ın anıtsal Dostoyevski biyografisi ile yarışacak ölçekte başkalarını bulmak zor olurdu. Ama Joseph Frank bu altından kalkılması epey zor görünen çalışmayı, sayfaları, bölümleri birbirine bağlayan öyle bir içgörü ile kuruyor ki kitabın hacmi gerçek anlamda bir Dostoyevski sevgisi karşısında görünmez oluveriyor. Sıkmayan, yormayan, romancının evrenine kısmen veya bütünüyle uzak okurları da kapsayacak ilgi uyandırıcı yanlarıyla Dostoyevski, Çağının Bir Yazarı sadece romanlar arasında ilişkili sinir uçları yakalamasıyla değil, kimi kez –fazla polemiğe ya da bilgi gösterisine dönüştürmeden– başka biyografi ve düşünce kitaplarıyla kurduğu bağlar ve daha çok da Herzen, Turgenyev, Bakunin gibi dönemin önde gelen Rus entelektüelleri, Fransa’dan, Almanya’dan, İngiltere’den (Dostoyevski’nin özlemle ve huzursuzlukla bağlı olduğu Avrupa’dan) birçok isimle birleştirdiği içeriğiyle de son derece önemli bir çalışma. 

Bu çalışmanın en temel argümanlarını elbette, daha en başından, Dostoyevski’nin yirmilerinde tanınmamış bir yazar adayıyken geliştirmeye başladığı, tuhaf, açıklaması güç içgüdülerle sürdürdüğü ve daha sonrasında, hayatının sonuna dek de geliştirmekten vazgeçmeyeceği, sosyalizme ve halkçılığa, Hıristiyanlığın içinden seslerle, müdahalelerle dolu cevapları, itirazları oluşturuyor. Yazarlığının olgunluk dönemlerinde açıkça bir çarlık taraftarına da dönüşen ve Batı karşısında güçsüz kalmayı sindiremeyen, bunu ise Rusların dinsel veya etnik kökenlerine inmek gibi yollarla sınırsız bir tartışmaya açan –birbirlerinin yansımaları veya çeşitlemeleri gibi görünen– karakterleriyle Dostoyevski, Joseph Frank için, biraz hızla ve çıkarımlarla bahsettiği çocukluk yıllarından itibaren sanki hep aynı kalmaya yazgılı bir hayat sürüyormuş gibi görünür. Saflığını annesine, kuşkuculuğunu babasına bağlar biyografi yazarı: Böylelikle henüz romanlarının bu anlamdaki baş döndürücü evrenine eğilmeden önce neden Freud’un ünlü ve ününü az da olsa gene çıkarımlara borçlu makalesini tartışmaya açtığını, romancının 1840’larda dahil olacağı Petraşevski grubuna bağlılığını da böyle bir saflık ve kuşkuculuk çevresinde değerlendirmekten neden geri durmadığını bu ilk tespit yoluyla iyice açık etmiş olur – hayatı boyunca, didişecek daha yüksek bir merci bulmaktan yorulmayan romancı için, Freud’un kısa yoldan baba düşmanlığı ve katli diyeceği şey Joseph Frank’a o kadar net görünmez. Psikanalistin, romancının geçireceği ilk sara nöbetini babasının ölümüyle baş gösteren suçluluk ıstırabıyla birleştiren vurgusu, biyografi yazarına göre oldukça kurgusaldır (çünkü romancı, mektuplarına bakılacak olursa, ilk nöbetini o tarihten sonra geçireceği gibi, bu ölüm karşısında özel bir rahatsızlık da duymamıştır). Dolayısıyla onun baba, Tanrı veya din ve devlet benzeri odaklar önünde kapılacağı, dinmeyen bir halk sevgisi ve özverisi yoluyla gene romanlarına sızacak; derin duygulanmaların izlerini taşıyan suçluluk bilincini gençliğinde simgelediği anlamıyla çok daha sonraki evrelerinde de bulmak bizi şaşırtmaz. Üstelik Suç ve Ceza ve Karamazov Kardeşler gibi, hayatın yasalarıyla büyük problemler içinden temas kuran (ve bu problemleri o yasalara karşı üstün ahlâkî sorumluluklara çeviren) daha büyük romanlarına geçmeden olur bunlar. En özlü ifadesini Kumarbaz romanına da sonradan dahil olacağı haliyle yazarın Avrupa kumarhanelerinde çektiği parasızlık ve ıstırap görünümlerinde bulan, Joseph Frank’ın maddesel, gündelik ve hep daha yüce olan ne varsa onunla büyük bir açmaza düşmüş bu hayattan kelimelere geçirdiği, tekrarlanıp durur gibi görünen yaşamsal detaylardan ördüğü sayfalar dolusu bilgi de, yavaş yavaş öyle gelir ki, kendi etrafında durmadan bir çevre, dairesel bir algı oluşturmuş olur. Rusya karşısında Avrupa; kölelikle, toprak sorunlarıyla uğraşan bu ülkenin karşısında Avrupa şehirleri ve kumarhaneleri; Tanrı’nın öğütlediği kanaatkâr yaşam karşısında hep daha fazlasını –kumarda– aramak; yolunu gözleyen bir aile ve uzakta, Avrupa’da bu durumdan ölesiye vicdan azabı çekmek, para istemek ve gene para istemek… Kumarbaz üzerine bölümü artık sonlandırırken Joseph Frank her ne kadar bu romanı birebir romancının hayat öyküsü gibi okumamak gerektiğini söylese de, insan pekâlâ daha sonra oluşacak diğer büyük romanların da bir kumar masasında, para kaybetmişken ve paranın anlamını sorgularken (bir yanıyla dinsel her türlü buyruğu da geçersiz kılan böylesi simgesel şartlarda) filiz verdiğini düşünebilir. Delikanlı’yı okurken, on yıl öncesinin bu kumar borçlarını, para mefhumunu romancının başka bir kılıfa soktuğunu düşünebiliriz. Keza Suç ve Ceza’da para ihtiyacının neden ve ne yolla gerçekleşeceğini, ne anlama geleceğini de: Dostoyevski’nin ancak görece ünlü olduktan sonra maddesel ihtiyaçlarla dolu hayatından bambaşka meselelerle kaynaşan romanlar çıkardığını söylemek, en az onun ateistleri veya Rusya karşıtlarını (Turgenyev gibi) tartışmak için belirsiz bir geleceği beklediğini de söylemek olurdu ki, Joseph Frank da hemen birkaç satır sonrasında, Kumarbaz’ın romancının kendi kafasında durmadan aşırıya kaçan Rus insanıyla kurduğu bağla derinden ilgili olduğunu söylemeden bırakmaz. Dostoyevski’nin 1840’larda yirmili yaşlardayken girdiği Petraşevski grubundan kopuşu nasıl bir tartışma halinde zihninde ömür boyu sürmüş ve uzun yıllar sonra Cinler gibi büyük bir romana girebilmişse, tesis etmeye çabaladığı daha yüce bir hayatın en küçük, en değersiz maddi dayanakları da onun yakasını hiç bırakmayacaktı. (Bir üvey oğlu vardı, ölen kardeşinin ailesi vardı, kendi ölen çocukları vardı, çıkarıp batırdığı dergiler vardı, kendi sağlığı için Avrupa’da danışması gereken hekimler vardı… Yeryüzündeki hayatın iyilik ve erdem temelini, maddi varlığını ve istikrarını sosyalizmden mi, Tanrı inancından mı, yoksa çocukların ölebildiği, eziyet görebildiği daha saçma bir düzlemden mi edinmemiz gerektiği, tam da bu nedenlerle, küçük ve değersiz sayılabilir miydi?) Kaldı ki, ününün doruğunda olduğu hayatının son senelerinde Berlin’de (Almanlardan öfkeyle bahsettiğini öğreniyoruz) bir dostuna borç para verirken, yiyecek içecek satın alırken, taksilere binerken, karısı Anna’ya kendisini beş yaşındaki bir çocuk gibi yorgun hissettiğini yazarken bir yandan da bütün bu masrafları kafasında evirip çeviren bir romancı söz konusu. 

Çok açıktır ki Dostoyevski bir kere sorduğu soruyu bir daha soruyordu, Joseph Frank ise kısa veya uzun aralıklarla, yoğun veya gelişigüzel bir havayla sorulmuş bu soruların özüne inmeyi, çelişkisel yönlerini, neden sorulmuş olabileceklerini tartışmaya açıyor. Bu tartışmanın kendine dönük, romanların dünyasından pek kopmayan bir tarafı olduğu için, yüzyıl ortalarının “Yeni Eleştiri” sözcülerine zaman zaman yakın durduğunu –referanslarını ölçülü tutmasını, romanların içerikleriyle biçimlerini pek ayrıştırmamasını vs.– düşünmek de mümkün, ama büyük oranda değil. Böyle bir algı yanılsamasına ancak romancının son dönem üç-dört büyük romanına eğildiği, bu arada hayatından öğelere uzunca aralar verdiği sayfalarda izin verir Joseph Frank ve verdiği gibi de şaşırtır: Kendine dönüklüğü kendisinden önceki çalışmalara ya da ekollere bir temasa çevirmez ve romancı üzerine diğer çalışmalarla giriştiği çok ufak tefek fikir ayrılıklarını da dipnotlara hapsedecek kadar dikkatle doludur. Bazen, büyük romancının derin bir huşuyla irdelendiği sayfaların biri tarafından yazılıyor olduğunu bile unutuyor olmamız, kendine pay çıkarmayan ve zorluğu kendi üslubunda veya paradoksal, karmaşık işleyişinde değil gene romancının evrenindeki karmaşada aramamız gerektiğini ima eden bu önemli çalışmanın değerini ancak ağır ağır görmemizi de sağlıyor. Sözgelimi ilk on sayfalardan birinde Dostoyevski’nin hiçbir romanında mutlu çocukluk çağrışımlarının fazla oluşunu göremeyeceğimizi tespit etmesi, onun romancının bu yaşam öğelerini derinden hissetmemiş olmasını ileri sürmesine yol açmaz ve yüzlerce sayfa sonrasında Karamazov Kardeşler’de Alyoşa’da anlam bulacak çocukluğa o büyük inancı (ki ölen çocuğunun da adı Alyoşa’dır) ve İvan’ın bu konudaki heyecan dolu fikirlerini yeniden okumuş oluruz. Joseph Frank, İvan’ın, yeryüzündeki bu küçük canlar bu kadar acı içindeyken Tanrı iradesiyle barışmanın mümkün olup olmayacağını haykıran konuşmalarını hatırlatır… Sahnedeki neredeyse tümüyle Dostoyevski’dir, aradan usulca çekilen Joseph Frank onun kendi romanları üzerine notlar, günlükler tutma heyecanını da paylaşır ki günlüğündeki bir pasaja bakacak olursak o bile Karamazov Kardeşler’deki abartıların, aşırıya vardırılmış düşüncelerin ve üslubun kendisine değil İvan’a ait olduğunu inatla söyler: Fransızların mise en abyme diyecekleri bir algılama oyunu değilse de buna Joseph Frank’ın hep daha diptekine yönelen bakışı diyebiliriz, belki de en derinde ne varsa dürüstçe görme, tespit etme çabası. 

Kitap boyunca Dostoyevski, tıpkı dünyanın tam merkezinde diğer herkes için acı çeken tipik bir karakteri gibi, bir yandan Rusya’nın on dokuzuncu yüzyıl fikir kavgalarının, toplumsal-siyasal manzaralarının merkezinde de görünür. Bakunin’le anlaşamaması, her şeyi kolay tarafından, tümüyle devrimci şiddet sonucu mahkûm etmek istemeyişinden ileri gelir. Çernişevski o ünlü “yararcı akıl” yaklaşımıyla zaten daha üstün manevî yönelimleri ıskalamıştır. Herzen, Avrupa’dan dönmeyen sanki gönüllü bir sürgündür ve Turgenyev de, daha beteri, Rusların insanlığa bir semaverden fazlasını armağan edememiş olduğunu sabuklayan biri (yaşamının son yıllarında Dostoyevski bir yazar buluşmasında onu bir de seyircilerin önünde küçük düşürmeye çalışacaktır)… Tolstoy, imrenmeyle mi öfkeyle mi karşılanması karar verilemeyen, belki de her iki duyguyla da itiraz edilmesi gereken bir toprak beyidir ve romanlarındaki derinlik yoksunluğu da buradan kaynaklanır… Neçayev, daha yirmili yaşların bir hakikate dönüşen devrimci şiddet karşıtlığına sonradan ancak bir parantez olabilecek düzen ve çarlık düşmanı biridir… ve dahası: Joseph Frank, büyük romancının bütün bu entelektüel figürler için sadece romanlarında izdüşümler yarattığını belirlemekle kalmaz, kendisine daha cennetvari ikinci bir hayat bile bahşedilmiş olsa onun gene bir inanç uğruna (bu para inancı da olabilir, çara suikast inancı da, Batıcılık da, dinsizlik de) her birini bitmez tükenmez ayrımlara, içsel darbelere ve kaçınılmaz olarak karşılarında diz çökülecek mizansenlere mahkûm edeceğini sezdirir. Çalışmasının girişinde yazacağı gibi, bir Dostoyevski karakteri başkalarının nezdinde hiç de gurur okşayıcı veya saygın bir durumda görünmez ve bunun ıstırabını, bir şeye yaramayacak öfkesini taşır. Dolayısıyla yaşamında yeri olan bütün bu insanları, her günkü duyguları ve heyecanları, diye kitabın bu kez sonlarında yazar Joseph Frank, romanlarına soktuğu fikirlerle bu ölçüde çelişen bir yazar daha bulmak zordur. 

Dostoyevski’nin zihin dünyasındaki bu çelişkilerden romanlarına aksetmiş parçaları birleştire birleştire, Joseph Frank belki daha anlaşılır bir portre verir, ama hiçbir durumda yok yere yüceltilmiş birine dönüştürmez romancıyı. Onun insan ruhuna derinlemesine nüfuz edebiliyor olmasını, iki uzak kutuptan birer örnek bulunacak olursa, ne Nabokov gibi küçümser ne de biyografisini yazmış Stefan Zweig gibi aşırı ve heyecan içinde över. Nasıl romancı için duyguyla ideoloji arasında bir fark yok ise, bunu özellikle vurgulayan Joseph Frank için de çalışmasının duygusuyla içeriği arasında pek bir fark yoktur. Elbette biyografi türünün ancak daha kötü veya üstünkörü örneklerinde yazarının ayan beyan duygularına rastlamak daha mümkündür, ama Joseph Frank’ın sakince gelişen yazısı, bağlar kura kura gene de inceden bazı hissedişler de önerir. Asla başı sonu belli tek bir cümleye dönüşmeyen bu hisler, her defasında ya bir bilgi parçasıyla ya da bir analizle yan yanadır ki onları kimi kez oldukça tutumlu kullanılan tasvir edici sıfatlarda bulmak bile seyrekleşebilir. Bu nedenle de onu cümlelerini, tespitlerini seveceğimiz bir araştırmacı gibi değil, gerçek anlamda bir kültür emekçisi gibi de karşılarız. 

Romancının hayat dönümlerini uzun veya görece daha kısa tutuyor olması, Joseph Frank için bir tercihten önce belli ki bir gereklilik: Sözgelimi sahte bir infaz kararını titremeyle bekleyen diğer mahkûmlar gibi Dostoyevski’nin de öncelikle Ölüler Evinden Notlar’da, ama daha sonrasında aslında hayatının bütününde ve her zerresinde yansıtmaktan vazgeçmeyeceği ünlü Sibirya anıları ve yıllarını, veya Petraşevski grubuna katılımına ayırdığı sayfaları, gene Karamazov Kardeşler’deki “Büyük Engizisyoncu” meseline derin ilgisini hep bazı kritik safhalar gibi görebilmemizi istiyor gibidir. Bu durum, Kumarbaz’a daha kısa bir yer ayırmış olmasını, yukarıda da kısmen değindiğim gibi, romanın temas ettiği yaşamsal yönlerin azlığından veya beceriksizce yazılmış olmasından vs. ileri gelmiyordur ama: Sonuçta Cinler’in veya Karamazov Kardeşler’in ancak bin yılda bir görülecek büyük romanlar olduğunu, okumamışsak bile, Joseph Frank’ın beğenilerini analizlerinin ihtişamına saklayabilen tavrından anlamaya başlarız. Cinler hakkında bir yerde, büyük bir siyasi roman olduğunu söyler, ama romanın siyasetinden ne anlamamız gerektiğini dönemin gazete haberlerinden Dostoyevski’nin karşılaşmalarına, tuhaf metafizik deneyimlerine, bir anıdan bir hikâye çıkarabilme yeteneğine, kişileri dönüştürebilme, inanç ve inançsızlık girdaplarına sürükleyebilme becerisine dek bir sürü temas noktasına dikkatimizi çekerek belirlemiş de olur. Joseph Frank’ın biraz uzunca konularına girer gibi olduğu her bir roman yazısını, o konulara bakarken oluşturmakta olduğumuz kendi kişisel görüşlerimizle diyaloga girebilen pasajlar takip eder – bunu ise nesnelliğe, dürüst ve demokratik bir bakış açısına sahip sakince tartışmacı bir üsluba borçlu olduğunu bile düşünebiliriz. 

Dostoyevski, Avrupa’daki hekimlerin de bir çaresini bulamadığı müzmin bir sara hastasıydı (bir oğlu da uzun süren bir nöbetin ardından bu hastalıktan can verecekti), zaman zaman geçirdiği kasılmaların, çökkünlüklerin ve nöbetlerin sürüp giden büyük yapıtına çok şey taşıdığını söyleyenler olmuştur. Onun sırf fiziksel görünümünden bir tuhaflık, peygamberimsi bir yan veya halktan bir acı izlenimi çıkaranlar da: Sözgelimi hayatının son dönemlerinde onu gören bir vikont, ki bu tanıklığı aktaran Joseph Frank bu soylu adamın yansız bir gözlemci olduğunu belirtir, yaşamı boyunca hiç böyle seğirmelerle, sinir tikleriyle dolup taşan acı dolu bir yüz görmediğini yazmıştır. Başka bazı tanıklara, romancıyla konuşma fırsatı bulmuş bazılarına göreyse, sizin bir Avrupalı oluşunuzu öğrenecek olması çehresindeki bu yoğun acı izlerini bir anda gururlu bir öfkeye çevirmeye yetiyordu. Budala’daki Prens Mışkin karakterinde daha açık bir ifadesini bulan bu gerçeğe göre, bir sara nöbetinin tam gelmekte olduğu an en güzel çehrenin neredeyse bütün bir evrene ve zamana açıldığı bir esrime kesitiydi, olduğunuz kişi olmaktan çıkıyordunuz. Joseph Frank, romancının bu yönüne eğilirken de,ona bir peygamber veya aziz değil, her zamanki anlamıyla sadece bir sara hastası gözüyle bakıyor ve gene onun gibi bu hastalıktan büyük düşler kurmanın yerinin hayatın ve bir ailenin tam ortası değil, belki daha geniş ve güzel düşünülmüş bir roman olacağını ima ediyor. Dostoyevski’nin en güzel romanları buna tanıktır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder